Perşembe Mayıs 2, 2024

Safsatalar ve gerçekler!

Bir sorunu anlamak için kendi gelişimi içinde çok yönlü incelenmesi, dışsal ve görünürde olana değil temeldeki “hareket ettirici güçlere” bakılması gerekmektedir. Bu diyalektik yöntemdir. Bunun dışındaki tüm yöntemler boş, asılsız, temelsiz söz niteliği taşır. Yani yanıltmaca ve bunu yöntemleştirme anlamına gelen safsata olur. Safsatanın mantıkta çeşitli biçimleri saptanmıştır. Bu biçimlerden biri –ki konumuzu oluşturan- sorunları bilerek birbirine karıştırmak ve böylelikle istediğini elde etmektir. Bunun ayrıştırılamadığı durumlarda safsatalara kanılır ve yanlış bir yöne girilir. Elbette bu yöntem yeni değildir. Antik çağ Yunan döneminden beri bilinir ve yeri geldiğinde gerçekleri çarpıtmak isteyenlerce kullanılır. 

Marks-Engels’in diyalektik materyalizmle kendilerinden önceki felsefeden bir kopuş sağlaması safsatacılığa önemli bir darbe vurmuşsa da, halen sınıflı toplumlarda yaşıyor olmamızla bağlantılı olarak devrimci saflarda dahi bunun görüldüğü olmaktadır. Mesela 3. Enternasyonal’in çöküşü tartışmalarında sosyal şovenizmin teorisyenlerinden olan, bir dönemin büyük devrimcisi Plehanov’un safsatalarıyla Lenin’in uğraşmak zorunda kaldığını görüyoruz. “Diyalektiğin yerine safsatayı koyma soylu sanatında Plehanov rekor kırmıştır” der Lenin ve devam eder: “Safsatacı, ‘kanıtlar’dan birini çekip alıyor, oysa daha Hegel, dünyada her şey için kesinlikle ‘kanıt’ bulunabileceğini söylemişti haklı olarak” der. (Lenin, Seçme Eserler, C: 5, s. 191) Tabii safsatacılıkla hareket eden Plehanov, Kautsky ve diğerleri tam da gerçekle yüzleşmeyi reddettikleri için 3. Enternasyonal’in çöküşüne yol açtılar. Lenin ise gerçeklerin devrimciliğinden beslenerek, tüm dünya ezilenlerine büyük zaferler armağan etmiştir. Sadece bu örnek dahi safsata ile diyalektik yöntem arasındaki farkı kavramanın, bunları ayıklamanın ne kadar önemli olduğunu bize gösterir.

Komünist partilerin de yaşayan organizmalar olduklarını, dolayısıyla her dönem çeşitli sorunlar, krizler yaşanabileceğini biliyoruz. Uluslararası komünist hareketin tarihi kadar kendi tarihimizde de bunun sayısız örneği vardır. Bilinir ki, bir sorun, bir kriz çıktığında kimse tartışmadan, polemiklerden kaçınamaz. Zaten komünist partilerin çelikleşmesi, yaşamın akışını yakalayabilmesi de aynı zamanda bu tartışmalar, polemikler yoluyla yürütülen mücadele ile olmaktadır. Bu yöntem, gerçeğin ortaya serilmesinde temel bir önem taşır. Fakat gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyenler, sorunları birbirine karıştırarak, çok bağırıp kuru gürültü yaparak, karalama ve yaftaları peş peşe sıralayarak bunu engellemeye çalışırlar. Elbette ilk anda bu kuru gürültüleri, safsataları, “gerçek” olarak kabul etmeye yatkın pek çok kişi vardır, olacaktır. Ama çok açık ki Lenin’in dediği gibi “bununla yetinen insanlara ‘düşüncesiz’ ve hafif denir ve kimse onları ciddiye almaz.” Böyle bir duruma düşmemek için araştırmak, süreci anlamaya çalışmak, bütünlüklü bir çözümleme yapmaya çalışmak şarttır.

Hegel’in “tarihsel bütün büyük olaylar ve kişiler sanki iki kez yinelenir” sözüne Marks “Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi olarak, ikincisinde kaba güldürü olarak” diye ek yapar. Hatırlanacağı gibi örneğin köy boşaltmaların, faili meçhullerin en yoğun olduğu dönemde, sonradan da ortaya çıktığı gibi düşmanın yönlendirmesinin de belli etkisiyle komünist harekete darbe yapılmıştı. Yine komünist parti iç hukuk çiğnenmiş, devrimci kadrolara yönelik saldırılar yaşanmıştı. O zorlu dönemde “konferansçılar” olarak anılan kadro ve militanlar, haklı olmanın bilinci ve inancıyla hızlı bir şekilde yeniden komünist partinin inşasına giriştiler, darbeye karşı çok açık, net tutum aldılar. 23 yıl sonra aynı anlayışla ama bu sefer çok daha dayanaksız savunu ve safsatalara sığınarak komünist harekete aynı şeyler yaşatılmaya ve güçten düşürülmeye çalışılıyor. Fakat bu sefer dogmatizmlerinden     bürokratlıklarına, darbeciliklerine kadar her şey ortada olduğu için vaziyet “kaba bir güldürü” durumunu aşamıyor. Tam da bu yüzden elde kameraların olduğu polisiye yöntemleri aratmayacak tarzda, Özgür Gelecek gazetesine saldırabiliyorlar. Kaba bir güldürü halini aşamıyorlar çünkü ideolojik/politik/örgütsel çizgileri kolektifin son yıllardaki durağanlığının, mücadeleye cevap olamayan halinin yaratıcısıdır. Devrimci kadroların, tamamen tüzüğe uygun şekilde itirazlarının nedeni budur. Çünkü sınıf mücadelesine cevap olamayan bir örgütün devrimcilik iddiasının içi boş bir böbürlenme olduğu hem kendi tarihimizden hem de ustalardan öğrendiklerimizden bilinir. Açıktır ki, öncü misyonunu taşıdığını söyleyen kolektif, artçı teori ve pratikleriyle sınıf mücadelesinden uzak bir noktaya  düşmüştür. Bunu sorgulamak, buna çözümler üretmeye çalışmak, yanlışın nerede olduğunu bulmayı istemek “hizip yapılıyor” safsatasıyla engellenmeye çalışılmaktadır. Oysa çok sayıda komitenin ve Komsomolun imzaladığı bildiride de görüldüğü gibi kolektifin çoğunluğu, çoktan iradesini yitirmiş ve karar alma hakkı bulunmayan ancak sahtekarca en üst organın adını kullananlar tarafından birdenbire “hizipçilik, Menşeviklik…” olarak ilan edilmiştir! Oysa tarihimiz bu tür durumlarda ne yapılması gerektiğini Mehmet Demirdağ ve diğer yoldaşların pratiğiyle göstermiştir. Ama anlaşılan o ki bu anlayış sahipleri, Mehmet Demirdağ yoldaşın pratiğini değil darbeciliğin pratiğini esas almış ve onların yolundan yürümeye başlamıştır. Lenin’in dediği gibi düşmanla savaşmak amacıyla yürüdüğümüz bu yoldan, sizin çağırdığınız darbeci anlayıştan malul “bu yola” gelmeyeceğiz! Siz istediğini yere gitmekte özgürsünüz, biz de bu savaşım yolunda gitmekte özgürüz.

“Gerçekler devrimcidir!”

Kürt sorunundan kadın sorununa, güncel-politik tavırlardan gençlerin örgütlenme politikasına, kullanılabilecek mücadele araçlarına kadar pek çok konunun “somut koşulların somut tahlili” uyarınca ele alınması ve aktif politika izlenmesi zorunluluğu ortadadır. Fakat bu konularda yani politik tavır gerektiren konuların, dogmatik bir tarzda programdan ya da programın dogmatik yorumundan (ki bilindiği gibi kolektifin bir programı yoktur), teoriden çıkarılması kolektifi sınıf mücadelesinden koparan en önemli nedenler olmuştur. Oysa biz ustalardan hangi aracı “mutlak” bir şekilde kullanacağımızı değil, bütün savaşım araçlarına hakim olmamız gerektiğini ve öncesinden mutlaklaştırarak bu konuda elimizi, kolumuzu bağlamamamız gerektiğini öğreniyoruz. (Bakınız: Lenin, C: 10, s. 156, Ne Yapmalı?, s. 52) Biz ustalardan, Marksizm’in bir dogma değil, bir rehber olduğunu öğreniyoruz. Ve “önümüzdeki dolaysız mücadelenin şiarının belli bir programın genel şiarından” (Lenin) çıkarılamayacağını biliyoruz. Politikada kendi güçlerimizin, düşmanın, dost güçlerin ve kitlelerin durumunun tahlilini önemli görüyoruz. İşte tam da bunlarla bağlantılı olarak “sorunların ayyuk çıktığı” konunun HDBH olması tesadüfi değildir. Kaypakkaya’nın çığır açıcı yaklaşımlarına rağmen Kürt ulusal sorununun çözümünde bu kadar etkisiz olunmasına, düşmanın yoğun saldırıları karşısında güçlerin birleştirilmesine karşı dogmatiklerin, “güçlü bir direniş” göstererek darbe yapmaya kadar gitmesini ve bunu “hizipçilik” safsatasıyla örtmeye çalışmasını, sosyal şovenizmin etkisi dışında açıklamak mümkün değildir. Söylem, edimle uyuşmuyorsa bu sorgulanmak zorundadır. Bundan kimse kaçamaz!

Dogmatik bürokratizmin son hali referandum karşısında alınan tavırla ortaya çıkmıştır. Lenin tarafından da çok açık ve net olarak “özel koşullar altında uygulanabilir olan özel bir mücadele aracı” olarak tanımlanan boykot, her koşul ve durum altında savunulan bir “araç” haline getirilmiştir.

Bütün bu bahsettiğimiz konular, son yıllarda proletarya partisi içerisindeki gerilimli konulara işaret etmektedir. Bunlara dair yaşanan tıkanıklıkların bir an önce çözümlenmesi gerekirken, buna yönelik öneriler, tüzüğe uygun atılan adımlar gayrı meşru ilan edilmiş, gerçekler çarpıtılmıştır. Bütün açıklamalara rağmen diyalektiğin yerine safsatayı koyan Plehanovcu iktidar bağımlılarıyla yolumuz aynı değildir. Bu durumda bize düşen, “Gerçekler devrimcidir” diyen Mehmet Demirdağ yoldaşın izinden yürümektir.

44194

Alman Bernsteincılığın, Rus Struveciliğin Günümüz Versiyonları 'Özgürlükçü Sosyalizm' Ve HDP-HDK



Ekonomistler , Legal Marksistler ve Menşeviklerin bir bölümünün Rus Devrimi süreci içinde toparlandığı Kadetlerin(Anayasal Demokrat Parti) iç savaş sürecinde karşı-devrimci Beyaz Muhafizlara dönüşmeleri size ilham vermelidir...

Geri dönüp baktığımda

Kürt hareketi iyimserlikle tedirgin bir karamsarlık arasında gidip geliyor. Bir bocalama içinde, şüpheci, kaygılı ve tereddütlü. Tayyip Erdoğan’ın ne yapacağını ve ne yapmak istediğini kestiremiyor. Kendisini kuşatan puslu havayı aralayamıyor, önünü göremiyor. Tayyip Erdoğan’a sert çıksa  “hassas süreci” baltalamış olmaktan çekiniyor. Alttan alsa direksiyonu büsbütün AKP’ye kaptırmaktan ve bir bilinmezlikte irtifa kaybetmekten korkuyor. 

Suyun başını Tayyip Erdoğan kesmiş, Kürt hareketi ise ona kilitlenmiş, ne söyleyecek, ne yapacak onu bekliyor.

Korkaklar Zafer Anıtı Dikemez, Hele Sen Asla…

Recep Tayyip Erdoğan gibi, tek millet, tek din düşüncesinin sadık bir savunucusundan, paketin içine sıkıştırdığı nefret suçları ifadesine tamamen zıt bir karakterli, kendi inancı dışındaki herkese ve her inanca, her farklılığa düşman birinden Alevi ve Alevilik inancıyla ilgili çözümler beklemek, beklentiler içinde olmak bile başlı başına büyük bir hayalciliktir.

 

AKP"nin "Demokratikleşme" Oyunları

Başbakan Erdoğan’ın bugün (30.09.2013) açıkladığı AKP’nin “demokratikleşme paketinde, demokratikleşmenin dışında her şey var dense yeridir. Türk burjuvazisi, 1923’den beri “demokratikleştiğini”, “demokrasiye adım attıklarını”, her yeni hükümet dönemlerinde birden fazla “demokratikleşme” paketleri çıkarmalarından bilinir. Önceleri, “sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış vatan-millet”, sonraları ise,  “vatana millete hayırlı uğurlu olsun” burjuva çiğ sözleriyle ortalığa sürülen “paketler” ortaya çıktı. 

 

Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?

 

            Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.

Devrim Bir Maceradır

Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.

Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.

Kürt siyasetinin kurtlarla bitmeyen dansi

Bir halk için tarih tekerrür ediyorsa, bu o halkın tarihten ders çıkarmadığını gösterir ki, vay o halkın haline. Burada kastedilen elbette halkın kendisi değil önderleridir. Kürtler de, önderleri tarihten pek ders çıkarmayan talihsiz bir halktır. Kürt önderleri yüz yıldan beri Türk devlet yöneticileriyle diyalog kurmaya çalışmış ama hep hüsrana uğramışlardır. Hatırlanacağı gibi daha birkaç ay önce devletle müzakere havası esiyordu Newroz' un barış güvercinleri uçurulan Kürt semalarında. Şimdi ise bir ümitsizlik rüzgârı esmekte halaylar çekilen o meydanlarda.

On’ların Öğrettiği

birer birer, biner biner ölürüz

yana yana, döne döne geliriz

biz dostu da düşmanı da biliriz

vurulup düşenler darda kalmasın…//

çünkü isyan bayrağıdır böğrüme saplanan sancı

çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum…

sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata…”[1

 

Yukarıdaki dizeler Orhan Kotan’ın, Diyarbakır Zindanı’nda kaleme aldığı “Gururla Bakıyorum Dünyaya”sındandır; yazmaya gayret edeceklerimin özetidir sanki…

Aysel Tuğluk ve ekrad-i bi idrak

Fazla söze gerek yok.2007’de Kemalist bürokrasinin yaklaşan tasfiyesini öngöremeyip “Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir.

BAŞKALDIRININ -ÖN- DEĞERLENDİRİLMESİ[*]

“Ve bizim bir haziranımız

Bir yıl kadar yetecektir dünyaya

Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış

Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız

Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen

Bir olgu olmayacaktır sana

Ölülerimiz toplanacaktır

Doldurulan bir kıyı gibi.”[1]

 

Erdem Aksakal’ın, “2011 yapımı ‘Ya Sonra’ filmine, Özcan Deniz aşkını şu sözlerle anlatarak başlar. ‘Masallar neden en güzel yerinde biterler? Sonra ne olur bilinmez. Biz de masallara göre sona geldik. Peki ya sonra?’

KENTİ (YOKSULLARINDAN) “TEMİZLEMEK”…[1]

“Ahlâk ve para aynı çuvala girmez.”[2]

Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, bugün İstanbul’un en “in” mekânlarından sayılan Erenköy-Göztepe arasında geçti. O yıllarda İstanbul’un tartışmasız bir numarası Teşvikiye- Nişantaşı-Osmanbey karşısında biraz “ikinci sınıf” sayılan, ancak “sayfiye” olarak muteber, bizim gibi yaz-kış kalanların hafiften “taşralı” muamelesi gördüğü, ama geceleri Bağdat caddesinde “anahtar teslim”ine yarıştırılan lüks, spor arabalara bakıldığında, geleceğinin “parlak” olduğunu sezdiren, üç katlı apartmanlar diyarı…

Sayfalar