Pazar Nisan 28, 2024

SÖYLEŞİ: Okuryazarlik üzerine[1]

“Bir yazarı okumak, yalnızca

neler söylediğini öğrenmek değildir;

onunla birlikte yollara düşmek,

onun eşliğinde yolculuğa çıkmaktır.”[2]

 

Eleştirel Pedagoji (EP): Okuma alışkanlığı verileri ve özellikle kadınlarda eğitim sisteminde kalma süresi dikkate alındığında okuma yazmayı öğrenen ama okuryazar olmayan bir toplum olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu durumda Türkiye toplumu için hâlâ sözlü kültürün hâkim olduğu bir bilincin, düşünme ve davranma alışkanlığının sürdürüldüğünü iddia edebilir miyiz? Bu iddia doğruysa durum, eğitimdeki başarıya, bireyler arası iletişime, medyanın izleyiciler üzerindeki etkisine veya siyasal alana yansımasına dair ne söyleyebilirsiniz? 

Sibel Özbudun (SÖ): Sanmıyorum. Ya da en azından “sözlü kültür”ün klasik anlamına, yani “geleneği” sözlü biçimleriyle hıfzederek sözel anlatılar aracılığıyla sonraki kuşaklara aktaran bir toplum değiliz artık. 

Ben bu toplumun daha çok medya aracılığıyla biçimlen(diril)en bir toplum olarak değerlendirilmesinden yanayım. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında, neredeyse tümü tek parti rejiminin denetiminde olan gazeteler ve radyo. O yıllarda nüfusun büyük bölümünün kırsal kesimde yaşadığı göz önünde bulundurularak, bu araçların oldukça sınırlı bir kesime ulaşabildiği öne sürülerek bu sava itiraz edilebilir kuşkusuz; ama “kanaat önderleri” (köy öğretmenleri, muhtarlar, giderek din adamları, yerel yöneticiler, idarî personel, subay ve astsubaylar) tek parti denetimindeki basın-yayın araçlarının ağırlıklı rol oynadığı bir rıza-imali sürecinin hedefiydiler. Tabii bunda eğitimin rolü de atlanmamalı…

Devlet güdümündeki kapitalizmden (kabul etmeli ki bir hayli kontrollü olmayı sürdüren) “serbest” piyasa kapitalizmine geçiş, kentleşme, siyasal alternatiflerin çoğalması gibi etkenlerin damgasını vurduğu 1950’li yıllar ise, özel çıkar gruplarının sistemin yararlarını kendine doğru kanalize etme, bu uğurda da halk kitleleri arasından kliyantel devşirme çabalarının yoğunlaşmasına sahne olmuş gibi gözüküyor. Radyo yayıncılığındaki tekel sürse de, gazetelerin çeşitlenmesi ve okur tabanlarını arttırma çabalarını bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor: bu yıllarda sanırım gazeteler, radyo yayıncılığının önüne geçmekte.

1970’lerin başlarında renksizi, 80’lerde ise renkli olarak devreye giren TRT TV yayıncılığı, kısa sürede gazetecilik ve radyoculuğun tahtını elinden alacak, özel kanalların kurulmasına olanak sağlandığı 1990’lardan itibaren ise, “işitsel kültür” yerini şaşırtıcı bir hızla “görsel kültür”e bırakacaktır. Bir başka deyişle, sorunuzda ifade ettiğiniz “sözlü kültür”, benim kanımın aksine, XX. yüzyıl Türkiyesi’nde var idiyse de, renkli, bol-kanallı TV ile birlikte yerini “görsel kültür”e bırakmış gözüküyor.

TV karşısında akşam boyunca saatler geçirip ertesi gün saatlerce eğlence programı, talk-shaw, dizi ya da tartışma programından söz ederek sosyalleşebilmenin kolaylığı, bir hayli zahmetli, üstelik de sosyal açıdan fazla bir getirisi olmayan bir çaba olarak okumanın önünü kesiyor elbet.

İnternetin, hele ki sosyal medyanın erişim alanının yaygınlığı ve çeşitliliği, ve tabii ki yüzdeyselliği, tanımı gereği derin ve yoğun bir edim olan okuma faaliyetini büsbütün gereksizleştiriyor. Kişilere verdiği “canım istediğim zaman istediğim bilgiye bir tık’la erişebiliyorsam, kitaplar devirmenin ne gereği var?” özgüveni de cabası. 

Sosyal medya erişimi bu konuda “özürlü” sayılacak kertede sınırlı biri olarak, adıma genç arkadaşların açıp yönettiği “facebook” sayfama koyduğum yazıların tıklanma sayısının, görsel malzemenin beşte birine ulaşamadığını gördükçe, okumanın geleceği konusundaki karamsarlığım artıyor.

EP: Türkiye’de okuma alışkanlığı veya okuma kültürüne dair yıllardan beri yapılan araştırmalar okuma alışkanlığının işleri gereği okuduklarını farz ettiğimiz kesimler (üniversite öğrencileri veya öğretmenler)arasında bile okumanın yetersiz düzeyde olduğunu gösteriyor. Paradoksal olarak geçmişte teknolojik gecikme bu sorunun nedenlerinden biri olarak gösterilirken bugün teknolojinin gelişim seyrinin okuma alışkanlığına yeni engeller çıkardığı/çıkaracağı iddia edilmekte. Bir de tartışılmaya devam edilen e-kitap teknolojileri var. Size göre günümüzde okuma alışkanlığının yetersizliği sorununu küreselleşme bağlamında mı yoksa tarihsel/kültürel miras bağlamında mı tartışmalıyız?

SÖ: Bizde okuma isteksizliği, ilginçtir ki çocuklara ilk ya da ortaokulda aşılanır. Siz yapar mıydınız bilmem, ama bizler, sınıfı geçişimizi, ders kitaplarımızı yaktığımız büyük ateşlerle kutlardık. Ezberci eğitim sistemi, insanı kitaptan bezdirir.

Bir de, dediğim gibi, okuma zor bir iştir; okuduğunu anlama, özümseme, anımsama… Özellikle de çevrenizde aynı ilgiyi paylaştığınız, tartışabileceğiniz kişilerin sayısı son derece sınırlıysa.

Aslına bakarsanız, bugünkü teknoloji, bir yanıyla da okuma evrenimizi genişletebileceğiniz muazzam olanaklar sunuyor bize. Kitapçı-kitapçı, kütüphane-kütüphane dolaşarak bulamayacağımız kitap ve makalelere, birkaç dakikalık bir taramayla erişebiliyoruz.

Yani ben kitabın illa kağıt üzerine basılmış malzeme olması gerektiğinde ısrar edenlerden değilim. Bilgisayar ekranı da pekala aynı işlevi görüyor - bunun üstelik bir de çevresel yararı var… 

Hayır, sorun teknolojide değil. Onu nasıl kullanacağına dair karar veren iradede… Okuma, kişinin dünyayı kavrama ve eleştiri kapasitesini genişletir, dil dağarcığını genleştirir, çeşitliliğin zenginleştirici yönünün bilincine varmasını sağlar, vb. Ben egemen siyasal kültürün okumanın kazandırdığı eleştirelliğe karşı bir hayli sakınımlı olduğu kanısındayım. Nihayetinde okuyan kişilere hâlâ kuşkuyla bakıldığı, gözaltına alınan gençlerin kitaplarına da el konulduğu, kitabın hâlâ “suç unsuru” sayıldığı bir siyasal ortamdan çıkmayı başaramadık ki… “Düşünce suçu” sözde hukuk literatüründen çıkartılmış olsa da fiiliyatta, düşüncelerinden dolayı cezaevinde olan yüzlerce insan var - 2013’ün Türkiyesi’nde… Okuma çabasındaki kişilerle “entel-dantel” damgası vuran mahalle baskısını ise, hiç saymıyorum.

EP: Okuma alışkanlığı söz konusu olduğunda farklı ülkelerin farklı tecrübeleri var. Bu konuda, bildiğim kadarıyla karşılaştırmalı bir çalışma Türkiye’de henüz yapılmadı. Örneğin Rusya, Japonya gibi ülkelerde okuma alışkanlığının gelişiminde özgün tecrübeler neler olabilir? Yine bu bağlamda, Japonya’daki kadar olmasa da Türkiye’de de son birkaç yıldır klasik eserlerden bazıları çizgi roman (manga) tarzında basıldı ve bu girişim de tartışmalara yol açtı. Bunun gibi çabalar Türkiye’de okuma alışkanlığının arttırılmasında etkili olabilir mi?

SÖ: Rusya, Japonya vb. ülkelerin Çizgi roman deneyimleri konusunda bilgi sahibi değilim. Ancak çizgi-roman türünün, görsel odaklı olması nedeniyle okuma alışkanlığının artırılmasına katkıda bulunabileceğini sanmıyorum. Tam tersine, sunduğu “muhtasar” bilgiyle, kişinin belirli bir konuda yüzeysel bir fikir sahibi olmasını ve bununla yetinmesini kolaylaştırdığı kanısındayım. 

Çocukluğumda sadece Teksas-Tommiks okuyan o kadar çok arkadaşım vardı ki… Pek azı yazılı kitapları okumaya yönelebildi.

Son olarak okumanın hayatla, gidişatla, toplumla, sistemle… “sorunlu” olanların işi olduğunu belirtmeme izin verin. Ancak çözümlemeye çalıştığı bir “sorunu” olan kişiler okuma gibi mihnetli, mihnetli olduğu kadar da riskli (ve de yalnızlaştırıcı!) bir işe girişir. Kitap satışlarının toplumsal-siyasal-iktisadî kriz momentlerinde artış göstermesi, sanırım buna işaret ediyor.

 

N O T L A R

[1] Eleştirel Pedagoji,  Yıl:5, No:30, Kasım-Aralık 2013, ss.80-81.

[2] André Gide.

95758

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sibel Özbudun

Siyasi Tutsakların Tecridi Kırma Mücadelesinin Neresindeyiz? (Yorum)

Emperyalist kapitalist sisteme karşı mücadele eden devrimcilere, komünistlere karşı hemen her ülkede gözaltı ve tutuklama sistematik bir şekilde devam ediyor.

Bu sistematik durum, bu faşist devletler nezdinde tutuklananların her gün daha da derinleşen br şekilde tecrit altında bırakılması anlamına da geliyor.

Egemenler dünyanın dört bir yanındaki devrimci ve komünistlere dönük saldırılarını, katletmekle bitiremediğinde esir alma, tutsaklar üzerinden muhalif güçleri, toplumu sindirme, hapishaneleri bu sindirmenin en önemli aracı haline getirmek hedefiyle yürülüğe sokmaktadır.

Artsakh (Dağlık Karabağ) Tehciri: Stalin Düşmanlığı ve Sosyalizme Saldırı

Uluslararası alanda sömürü, baskı, saldırı ve ilhaklar son dönemlerde katbekat artmış ve katmerli boyutlara tırmanmıştır. Emperyalist devletler ve onların güdümündeki gerici devletlerin, tüm ezilen sınıflar ve toplumlar üzerindeki saldırı furyası, had safhaya ulaşmış durumda. Öyle ki, uluslararası hakim sistem bir taraftan mevcut sorunların bedelini giderek ezilen yığınlara ve mazlum uluslara daha fazla yüklerken diğer taraftan saldırılarını da daha acımasız ve daha şiddetli boyutlara tırmandırmış durumdadır.

Garod – “Hasret” (Nubar Ozanyan)

Halkların coğrafyaları suç ve cinayet örgütü gibi çalışan devletler tarafından zorla boşaltılıyor. Soykırım, işgal, tehcir zulmüyle toprakları cehenneme dönüşen halklar; belirsizliğe, bilinmezliğe, karanlığa doğru zorla sürülüyor. Boyunlarında geleceksizlik zinciriyle birlikte adına yaşamak denilen zulme mahkum ediliyor.

Gerilla, haktır ve halktır (Nubar Ozanyan)

Sınırları ateşten ordularla kuşatılmış her dört parça toprakta, yaşam ve var olma hakkı ellerinden zorla gasp edilmiş Kürt halkının, direnme ve isyan etmekten başka çıkış yolu var mıdır? Kürtlere, ezilenlere kıyamet yaşatılırken her bir karış toprağına ölüm yağdırılırken, en dezavantajlı koşullar altında gerilla, çıplak elleri ve cesur yürekleriyle özgürlükleri uğruna savaşmaya devam ediyor.

TURAN TALAY’IN ANISINA…

Onu maalesef ki çok erken denilebilecek bir yaşta, henüz 68’indeyken, 11.10.2023 tarhinde yitirdik. Bu ani ve erken ölümü tüm sevenlerini, yoldaşları ve dostlarını derinden sarstı ve acılara boğdu.

Akciğer kanserine yakalanmıştı. Hastalık, özelliklede ikinci kez nüksettikten sonra çok hızlı ve sinsi bir şekilde gelişti. Öyle ki doktorların her şeyin normal göründüğünü söylediklerinin kısa bir süre sonrasında yapılan muayende, kanserin kafaya sıçradığı ve de yayıldığı tespit edildi. Artık tıbben yapılabilecek bir şey de yokmuş. 

Emperyalist Kamplar Arasına Sıkıştırılmış Bir Halk: Filistin

Filistin-İsrail sorunu olarak bilinen ve esas olarak da Filistin topraklarında İsrail'in kurulmasının teorik ve politik temeli 1890'lı yılların sonunda atılıyor. 1. emperyalist paylaşım savaşıyla koşullar olgunlaştırılıyor. 2. emperyalist dünya savaşı sonrası ise emperyalist burjuvazi, Filistin'i parçalamayı ve orda İsaril devleti inşa etmeye karar veriyor ve bunu Filistin halkının soykırıma uğratma pahasına gerçekleştiriyorlar. Alman emperyalizmi tarafından soykırıma uğratılan yahudi halkı, bir başka ulusu (Filistinlileri) soykırıma uğratarak kendi ulusal varlığını inşa ediyor.

Hazan Ayının Şehitleri

Kasım, proletarya partisinin en değerli kadro, komutan ve savaşçılarının katledildiği aylardandır.  Hüzün ve öfkenin birlikte yaşandığı aydır. III. Konferans delegelerini, komünist önder Mehmet Demirdağ’ı ve Aliboğazı şehitlerini hep bir hazan ayında kaybettik. Zafere açılan kapıyı adım adım aralayan, özgürlüğe giden yolu damla damla döşüyen Kasım ayı şehitlerimiz tarihin yüceliğine kavuşanlardır. Onlar, yarınların mutlak yenenleri olarak yazılacaktır parti ve devrim notlarımıza.

“Durum İyidir, Gerçekler Devrimcidir”

Yaşadığı dönemin özelliklerini anlayarak, savaşın hükmüne, zorun değiştirici rolüne inanan, sınırlı yaşamını sınırsız davaya adayan önder yoldaş Mehmet Demirdağ ölümsüzdür! Özgürlüğü ve kurtuluşu herkesten ve her şeyden daha fazla isteyen bu uğurda emeğin eğittiği bilinçle savaşarak şehit düşen proletarya partisinin dördüncü genel sekreteri Mehmet Demirdağ yoldaşı üstlendiği öncü pratik ve önder duruşuyla tanırız.

Yalım Nubar’dan Ozanyan Nubar’a Süren Hikaye Bizim!

Botan’dan Yozgat’a dek uzanan toprakların bağrından çıkıp İstanbul Ermeni yetimhanelerinde okumaya gelip, orada bilge önder İbrahim Kaypakkaya yoldaşın devrimci görüşleriyle tanışan ve tutkuyla bağlanan yoksul Ermeni çocukların hikayeleridir, Ermeni devrim şehitlerimizin hikayeleri.

Onları doğdukları topraklardan koparıp buruk ve sancılı bir şekilde İstanbul yollarına düşüren tarihsel gerçeklerin yanında yokluk ve yoksulluktur da. Onları İstanbul yolculuğuna çıkaran çaresizlik, yalnızlık, sahipsizliktir.

Mısır'ı Mesken Tutan Türk Tekelleri

Deutsche Welle (DW)'de Aram Ekin Duran'ın, „Türk Şirketleri Mısır'a Kaçıyor“ adlı bir haberi yayınlandı. Sıradan bir haber gibi gözüküyor, ama, Türkiye ekonomisinin ve Türk devletinin niteliğini araştıranlar, sorgulayanlar için küçük bir haber olmaktan öte bir anlam taşıyor. Özellikle de kendine ML ve Maoist diyen komünist örgütler için daha fazla önem taşıması gerekiyor.

Hesaplaşma mı? Kutlama mı?

Faşist TC devleti hem ülke içinde hem de bölgesel düzeyde, resmi ve sivil militarist güçleriyle başta Kürt halkı olmak üzere demokrasi ve özgürlükten yana olan herkesi yok etmek ve devlet terörüyle susturmak için çalışmaya devam ediyor. Bu süreç aynı zamanda TC’nin kuruluşunun da yüzüncü yıl dönümüdür.

TC, yüz yıl önce Osmanlı yıkıntıları üzerinde tekçi bir zihniyetle kuruldu. Ermeni soykırımında, diğer azınlık halkların yok edilip sindirilmesinde aktif rol alan ittihatçı birçok ırkçı kadro da kuruluş sürecinde rol aldı.

Sayfalar