Pazartesi Mayıs 20, 2024

“Wernicke Korsakofflular"!! Kim onlar :Ganime Gülmez

“Wernicke Korsakofflular ve Eski Mahpuslar 4. Yaz Kampı’nda Bir Araya Geliyor” başlıklı haberi okuyunca, içimde yine küçücük kır çiçekleri filizlendi.

Bir küçük çocuğun yaz sıcağında dondurma almak isterken, iradesine hükmedemeyip ; “ben de istiyorum” diye çırpınması gibi, ayaklarımı yerlere vurup, “ben de istiyorum” diyerek dalga geçtim kendimle. Kıskançlığımdan, haberi açıp açıp bakmama rağmen okumayı başaramadım. Buluşacak olanları dehşet  kıskandım!

Bu Ağustos akşamında, hele de dün sabahlayıp, hapishaneye mektup yazmanın güzel ağırlığını atmayı başardıktan sonra; yağmur altında yürüyüp-güzel bir ıslanıp kendime gelip, dönüp tarihe cumburlop atlama cesaretimi topladım. Su damlaları, esen rüzgar…beni doğayla buluşturdu; içimde filizlenen kır çiçekleri henüz solmadı! Onlar solup, yenileri filizlenene kadar beklemeyip, hemen oturup yazmak istedim….

Tıpkı geçen yıl ki 2013 Yaz Kampı’nı; Avrupa Sürgünleri sayfasında tesadüfen “Film-Videolar” bölümünde bulup izlediğim gibi yaptım. Kutsiye Bozoklar’ın kitabını açıp; yürüyememenin ne demek olduğunu bilmediğim, ya da “engel” ne demek bilmediğim zamanlarda okuyup-es geçtiğim satırları buldum yine. Onun tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda oluşunun ne demek olduğunu anlamadığımıza bir kez daha hayıflandım; “ Bu zor Ağustos gecesinde, yazı yazmak istemiyor canım. Tüm kelepçelerime inat DİZ VURUP ZEYBEK OYNAMAK İSTEMEKTEYİM…Bu gece olduğum safta ve de “bizim” tarafta olmanın sevinciyle doluyum ben. Bu gece YÜREĞİM ZEYBEK OYNAMAKTA SEVDİKLERİMLE. Ve aydınlık bir demet yolluyorum, insanlık onurunu ayakta tutanlara yüreğimin tüm güllerinden”. Ya da; “KULLANABİLDİĞİM sol elimi sedyeden uzatıp yağmura dokundum. Yaşama sevinci doluyordu düşen damlalarla sanki avucuma. Yağmura gülümsedim…”. Ya da; “Geceye bakıyorum. Ay ışığı düşüyor ellerime. Gümüşten bir yol düşlüyorum. YÜRÜYÜP gitsem üstünden, nerelere götürür ki beni?”.

Sonra, Yaz Kampı! Seza, Memik, Ümit Efe, Eyüphan, Fehmi, Analar…son gördüğüm hallerine göre yaşa yaş katmış olsalarda; Çav Bella’yı söylerkenki yüz ifadelerinin aynılığı! Nice yol, zindan, ayrılık, tarihsel yolculukların ardından; nice gidenlerin ardından kalanlar olarak söylenen türkülerin güzelliğine güzellik katılıyor yüreğimde.

Muzo; “vız gelir celladınız, sehpalarınız”, derken hangi tarihleri döküyor bir tanık olarak önümüze..

En yaşlı Analar’a kadar, hepsinin bu türkülerle tek dil-tek yürek konuştuğunu izliyorum. Ne artakalıyor ki yaşamdan, bu güzel-gerçek anlardan başka? Yüreğim sevgiden-özlemden dışarıya fırlayacakmış gibi oluyor. Bu duygulara özlemle, yine dondurma isteyen bir çocuğun çaresizliğindeymişçesine hem hüngür hüngür ağlıyorum, hem de “mutluluk bu işte” diye gülümsüyorum.

Duvara tutunup yürüyen, halay çekerken iki taraflı destek alan(14 yıl sonra ilk kez iki ay önce, halay çekenleri dağıtmadan halay çekebilebilen bir gazi olarak), suya girdiğinde tam hareket edemeyen gazileri izlerken; tüm hücrelerimde, bedenimde-bilincimde atıyor onlar. “Bu dostluğumuz hep kalsın, hepberaber ama..” diyen gaziyi dinlerken, “biz sadece o tarihin özneleri değildik, taşıyıcılarıyız..” diyen gazinin, konuşma engelinden dolayı tam devam edememesinin ne demek olduğunu direk bilmekle dinlerken; yine yaz şimdi dedim kendi kendime.

TİHV(Türkiye İnsan Hakları Vakfı), “Wernicke Korsakoff Sendromu” Almanya’ya ait bir keşif olmasına rağmen; bunun Türkiye’de literatüre geçmesi için çok çok ciddi mücadeleler verdi. Almanya’daki teorik yazılı arşivlere vakıf olan doktorlar, bunun Türkiye’deki Açlık Grevleri’yle görünen versiyonlarını döküme etmek için çok emek verdi, bizlerle paylaşmak için de ellerinden geleni yaptı. Onların tarihe yaptıkları bu katkıya, bir kez daha yürekten teşekkür etmeden geçemeyeceğim!

Tarihler aktı-geçti! Körlere; “görme engelli”, tekerlekli sandalyede yaşamını sürdürenlere sakat değil; “yürüme engelli”, …gibi evrensel birsürü kavramın geliştirildiği nice tarihlere de tanıklık edildi!

Kim bu “Wernicke Korsakofflular” dendiğinde karşımıza; “unutkanlık var mı unutkanlık” sorularıyla karşılaşılan bir hasta muamelesi yıllar boyunca beliriverdi. Çevremizde bu isim, böyle bir kavramla bütünleşti. Bu soru nice zamanlar, ciddi hafıza kaybı ve unutkanlığı olanları; sorudan kaçınabilmek için kan ter içinde bırakır hale geldi. Tarihin hangi parçalarına tanık olunduğuna ve sonrasında tıbbi olarak nelerle yüzyüze kalındığına YABANCILAŞILDI. Çünkü bunların özneleri tarafından topluca süzülmesine-adım adım aktarılmasına imkan olmadı, İMKAN SUNULAMADI!

Her yıl bir 19 Aralık Anması’nı bekleyip, o anda; “Unutmadık, Unutturmayacağız!” diyoruz. Avrupa’da bulunan onlarca Ölüm Orucu Gazisi’ni; “Wernicke Korsakofflu”mu, değil mi acaba diye bir süzüyoruz. Onların tüm geçmişlerine-yani tarihe ve tıbbi gerçekliklerine günden güne YABANCILAŞIYORUZ!

Biliyoruz ki, bugüne-bugünden başlayıp kurtaramazsak; yarını kurtarmamız imkansız hale gelir. Bu yabancılaşmaya dur dememiz gerekiyor. Çünkü Ölüm Orucu Gazileri’nin yabancılaşmaları mümkün olmayan bir tarihsel süreç; beyinlerinin sağlam kalan her hücresinde-bedenlerinin her hareket edişinde ömür boyu sürmeye mahkum(bu konuda tıbbi-bilimsel sayfalarca yazı yazabilirim….).

Kısaca, Sürgünler Meclisi çalışma alanlarından bir tanesi, hem de çok önemlilerinden bir tanesi olarak, “Wernicke Korsakofflular” sıcak bir atmosferde biraraya getirilip; en azından, sadece bu tıbbi tanıyla tanımlandığımızda neler düşündüğümüzü, bunun nasıl olması gerektiğini, neler yapabileceğimizi süzebiliriz-süzmek zorundayız. Ardından tıpkı Türkiye’deki gibi, hem de burada daha fazla olanak içende yaşarken; bu gaziler sadece devletin sunduğu-sunmadığı çözümler içinde BOĞULMAYA TERKEDİLMİŞLİKTEN döndürülebilinir. Onların “kendi mayalarına” uygun üretime seferber olabilmelerine, üretmekle tekrar hayata dönebilmelerine; TARİHE HAYAT VEREBİLMELERİNE su taşınabilir…

Bunların tarihsel bir zorunluluk olduğuna inanıyor muyuz? Vaktimizi-emeğimizi biraz da olsa buna yoğunlaştırmamız gerektiğine inanıyor muyuz? Ben her “2013 Yaz Kampı” görüntülerine, küçücük ama pırlanta kadar değerli bu örneğe baktığımda, yürekten inanıyorum buna; hem de bu tarihsel zorunluluğu yerine getirme isteğinin heyecanıyla, yüreğim dışarıya fırlarcasına!

“Sahiplenecek bir geçmişimiz ve hayal edilecek bir geleceğimiz olduğunu bilmek, umutlu bir sevinçtir. Yolumuz umutlu sevinçlerden, güvenle örülmüş sevgilerden, kolektif kavgalardan geçiyor”.-Kutsiye Bozoklar, “Güven” başlıklı yazısından-

23 Ağustos 2014

88538

Kürt krallığı için mi Halepçelerde öldüler ?

 

            Gazeteler geçenlerde Mesut Barzani ile Celal Talabani'nin İstanbul'daki mülklerini sıralayınca, Halepçe'de soykırıma uğratılan Kürtler geldi gözümün önüne.

Devrim Bir Maceradır

Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.

Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.

Kürt siyasetinin kurtlarla bitmeyen dansi

Bir halk için tarih tekerrür ediyorsa, bu o halkın tarihten ders çıkarmadığını gösterir ki, vay o halkın haline. Burada kastedilen elbette halkın kendisi değil önderleridir. Kürtler de, önderleri tarihten pek ders çıkarmayan talihsiz bir halktır. Kürt önderleri yüz yıldan beri Türk devlet yöneticileriyle diyalog kurmaya çalışmış ama hep hüsrana uğramışlardır. Hatırlanacağı gibi daha birkaç ay önce devletle müzakere havası esiyordu Newroz' un barış güvercinleri uçurulan Kürt semalarında. Şimdi ise bir ümitsizlik rüzgârı esmekte halaylar çekilen o meydanlarda.

On’ların Öğrettiği

birer birer, biner biner ölürüz

yana yana, döne döne geliriz

biz dostu da düşmanı da biliriz

vurulup düşenler darda kalmasın…//

çünkü isyan bayrağıdır böğrüme saplanan sancı

çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum…

sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata…”[1

 

Yukarıdaki dizeler Orhan Kotan’ın, Diyarbakır Zindanı’nda kaleme aldığı “Gururla Bakıyorum Dünyaya”sındandır; yazmaya gayret edeceklerimin özetidir sanki…

Aysel Tuğluk ve ekrad-i bi idrak

Fazla söze gerek yok.2007’de Kemalist bürokrasinin yaklaşan tasfiyesini öngöremeyip “Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir.

BAŞKALDIRININ -ÖN- DEĞERLENDİRİLMESİ[*]

“Ve bizim bir haziranımız

Bir yıl kadar yetecektir dünyaya

Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış

Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız

Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen

Bir olgu olmayacaktır sana

Ölülerimiz toplanacaktır

Doldurulan bir kıyı gibi.”[1]

 

Erdem Aksakal’ın, “2011 yapımı ‘Ya Sonra’ filmine, Özcan Deniz aşkını şu sözlerle anlatarak başlar. ‘Masallar neden en güzel yerinde biterler? Sonra ne olur bilinmez. Biz de masallara göre sona geldik. Peki ya sonra?’

KENTİ (YOKSULLARINDAN) “TEMİZLEMEK”…[1]

“Ahlâk ve para aynı çuvala girmez.”[2]

Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, bugün İstanbul’un en “in” mekânlarından sayılan Erenköy-Göztepe arasında geçti. O yıllarda İstanbul’un tartışmasız bir numarası Teşvikiye- Nişantaşı-Osmanbey karşısında biraz “ikinci sınıf” sayılan, ancak “sayfiye” olarak muteber, bizim gibi yaz-kış kalanların hafiften “taşralı” muamelesi gördüğü, ama geceleri Bağdat caddesinde “anahtar teslim”ine yarıştırılan lüks, spor arabalara bakıldığında, geleceğinin “parlak” olduğunu sezdiren, üç katlı apartmanlar diyarı…

KÜRDİSTAN ULUSAL KONGRESİ VE BDP’NİN TÜRKİYELİLEŞME SİYASETİ

Herşeyin içinin boşaltılarak hızla tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Post-modern bir cehalet her yanımızda. Düşüncelerimizin, yaşamlarımızın, ilişkilerimizin, eğitimlerimizin hatta gıdalarımızın içi boşaltılmış ve global ekonomik sistemin ihtiyacına göre yeniden düzenlenmiş durumda. Wachowski Kardeşlerin unutulmaz filmi Matrix’te anlatılan insanı metalaştıran sanal düzenin bir benzeri hepimize dayatılmış.

ANNEME İnci Taneme

“Bu akşam, annem kamerada seninle konuşmak istiyor” diye mesaj geldi erkek kardeşim Nuri’den. Bir arkadaşa misafirliğe gidecektik. Erteledik. Bilgisayarın başındaki yerimizi aldık.  Ben, Nuran ve Ezgi… Ekranın gerisinde annem ve kardeşlerim… Selamlaşıyoruz. Annemin gözlerindeki mutluluk tarif edilir gibi değil. Yüzünde bir çocuk sevinci.  

“Nasılsın anne, nasılsın babaanne?”

Haksiz emperyalist savaslara karsi, halklarimizin hakli ozgurluk ve bagimsizlik savasinin yaninda olalim!!! Hasan Aksu

Haksiz emperyalist savaslara karsi, halklarimizin hakli ozgurluk ve bagimsizlik savasinin yaninda olalim!!!

OLASI BİR YAĞMA SAVAŞI ve “ÜÇ VAKTE KADAR”

 

Sayfalar