Pazartesi Mayıs 20, 2024

Zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih! (1)

Dünyada 1965-1970 yılları arasında emperyalist-kapitalist sistemin kaynaklık ettiği ana çelişkiler giderek şiddetleniyordu. Bu başlıca çelişkiler; emperyalizm ile ezilen halklar ve uluslar arasındaki çelişki, emperyalist-kapitalist ülkelerde proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki ve yine çeşitli emperyalist ülkeler arasındaki çelişkilerdi.

Bu çelişkilerin varlığı bir yanda egemenlerin baskı, sömürü ve saldırganlık politikalarını derinleştiriyordu. Diğer yanda da bu saldırganlık siyasetine karşı Asya, Afrika ve Latin Amerika başta olmak üzere enternasyonal proletaryanın, ezilen dünya halkları ve ulusların emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı mücadelesine giderek zemin hazırlıyordu. Devrimci dalganın kabardığı bu yıllar yeni Ekim devrimlerinin, demokratik halk cumhuriyetlerinin güçlü işaretlerini de içeriyordu.

Avrupa merkezli 1968 gençlik hareketleri ve Vietnam Devrimi anti-emperyalist mücadeleye ivme kazandırıyordu. Tüm bu olumlu gelişmelerin yanısıra Stalin’nin ölümünden sonra, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nde yaşanan iç ihanet, ideolojik olarak devrimci saflardaki kirlenmeyi de derinleştiriyordu. Başkan Mao, bu sosyalist maskeli bürokratik burjuvaları ortaya çıkaran nesnel koşulları bilimsel bir tarzda sorguladı. Ki aynı dönemde yaşanan Çin’deki Büyük Proleter Kültür Devrimi de bu bilimsel sorgulayıcılığın eseridir. Sosyalizmde sınıf mücadelesi ve bu mücadelede tarihin yaratıcısı olan kitlelerin rolü, bu kavrayışın daha da derinleştirilmesinin ürünüdür.

Dünyadaki bu gelişmelerin Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nı etkilememesi düşünülemezdi. İşçi, köylü ve gençlik cephesinde kendiliğinden gelişen bu hareketler yeni devrimci parti ve örgütlerin açığa çıkmasına zemin hazırladı. Hiç tartışmasız bu süreçte Türkiye sol hareketi içinde Kemalizm’in etkileri ve parlamentarist hayaller güçlüydü. Kürt ulusal sorununa yaklaşımda sosyal şovenizmin etkisi, devrimin yolu konusunda da parlamentarist düşünüş tarzı, sol cephedeki ideolojik yozlaşmanın ana kaynağıydı. Reformizm, revizyonizm ve her türden tasfiyecilik bu kaynaklardan besleniyordu.

Proletarya partisini tarih sahnesine çıkaran koşullar da dünyada ve Türkiye’deki bu gelişmelerdir. Kaypakkaya yoldaş önce Türkiye İşçi Partisi ve daha sonra da Proleter Devrimci Aydınlık ve Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi içinde yer almıştır. Kaypakkaya, kurucusu olduğu proletarya partisinin ideolojik siyasal hattında burjuva düşünüş tarzına karşı yürüttüğü bu ideolojik mücadele üzerinde şekillendirmiştir. Yani proletarya partisinin temel tezleri tarihsel tecrübeler ışığında Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nın somut koşulları üzerinde şekillenmiştir. İşçi grevlerine, toprak işgallerine, gençlik hareketlerine katılan Kaypakkaya, edindiği bu tecrübe ve deneyimle proletarya partisinin tarihsel tezlerini oluşturdu.

Burada devrimci teori ile pratiğin uyumu vardır. Burada tarihi tecrübeleri somut koşullara yaratıcı bir tarzda uygulama gerçeği vardır. Kısacası burada uygulanan yöntem bilimsel bir yöntemdir. Bu yöntem, gücünü Marksizm-Leninizm-Maoizm’den almaktadır. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünü olan proletarya partisi de bu kaynaklardan beslendi.

Kimilerinin iddia ettiği gibi proletarya partisi tarafından şekillendirilen “5 temel belge, 11 ilke” Çin devrim stratejisini Türkiye coğrafyasına dogmatik bir tarzda uyarlama çabası değildir. Demokratik Halk Devrimi, Halk Savaşı, Kemalizm, ulusal sorun vb. konulardaki tüm tezler, Osmanlı yıkıntıları üzerinde kurulan TC’nin iktisadi ve siyasi analizine ve bu diktatörlüğe karşı nasıl mücadele edileceği gerçekliğine işaret ediyor. Çünkü Kaypakkaya, bu sonuçlara, TC’nin kuruluş sürecinde emperyalistlerle girdiği ilişkileri, Kürt coğrafyasındaki gelişmeleri vb. inceleyerek ve kendisinin bizzat katıldığı işçi ve köylü hareketlerinde edindiği deneyimlerle sentezleyerek ulaşmıştır.

Keza Kaypakkaya şu konularda nettir: Zora karşı zor yani karşı-devrimci şiddete karşı devrimci şiddet ve her türden burjuva düşünüş tarzına karşı tereddütsüzce ideolojik mücadele. Ama dönemin parti, kadro ve militanlarının esas olarak bu anlayışı içselleştirdiğini söyleyemeyiz. Zira 1976 yılında dönemin önderliğinin (Koordinasyon Komitesi’nin) darbeci bir tarzda anti-MLM düşüncelerini proletarya partisine dayatması bunun en somut örneğidir. Burada şu gerçeğe dikkat çekmek, önyargılı bir yaklaşım değildir.

Proletarya partisi, TİİKP’nin burjuva çizgisine karşı mücadele içinde doğan komünist bir partidir. Bu partinin ideolojik, siyasal, örgütsel inşacısı, baş mimari Kaypakkaya’dır. Fakat bu çizgi o kısa zaman dilimi içinde kendi kadrosunu yaratamamıştır. 1976 yılında dönemin geçici küçük burjuva önderliğinin parti içi demokrasi kültürünü, iki çizgi mücadelesini yadsıyan ve kendisini dayatan bu yıkıcı anlayış proletarya partisinin kuruluşu sonrasında var olan en kötü miraslardan biridir.

Bu kötü miras, düşman saldırıları ve içte yaşanan ideolojik kırılmaların yanısıra proletarya partisi, kadrosal-niteliksel anlamda da zayıflayınca daha yıkıcı hale geldi. Kadrosuz parti düşünülemez. Güçlü bir komünist parti, güçlü kadroların eseridir. Sürekliliği sağlanmış bir önderlik, güçlü kadrolar yaratan bir proletarya partisiyle mümkün olabilir. Böylesi bir parti hem devrimci şiddeti uygulamada hem de her türden anti-MLM anlayışa karşı mücadelede amansız ve tavizsiz olur. Kaypakkaya’nın tutumu da budur. Daha sonraki önderliklerin esas olarak yapamadığı da budur. Bu konuda hem sorgulayıcı hem de yol gösterici bir görevle karşı karşıya olduğumuzu asla unutmamalıyız.

Başkan Gonzalo’yu bir kez daha saygıyla anarken, onun PKP’nin kuruluş sürecine dair yaptığı şu değerlendirmelere bakmakta yarar vardır. Çünkü, bu değerlendirmeler proletarya partisinin kuruluş sürecinde Kaypakkaya’nın tarihsel rolüne dair benzerlikler içermektedir.

Başkan Gonzolo: PKP için Mariategui onun kurucusudur. O, partiyi berrak bir ML temel üzerinde inşaa etmiştir. Böylece onu açık bir ideolojik tavır ile donatmıştır. Ona göre Marksizm-Leninizm kendi zamanının, kendi döneminin Marksizmiydi. O, partiye genel bir siyasi hat temin etmiştir. Mariategui bugüne kadar Amerika kıtasının yarattığı bu en büyük Marksist, bizlere en büyük eserini yani PKP’yi miras bırakmıştır. Onu kaybetmemizin parti için ne anlam taşıdığını çok iyi anlıyoruz. Ancak şurası açık olmalıdır ki, o bütün hayatını bu büyük eserin gerçekleşmesini adamıştır. Partinin kuruluşu onun bütün yaşamını almıştır, kastettiğimiz budur. Ama partiyi sağlamlaştırmak ve geliştirmek için zamanı olmamıştır. Bir düşünün. Partinin kuruluşu üzerinden henüz iki sene bile geçmeden, hayatını kaybetti. Tarihi görevini yerine getirebilmesi için, partinin sağlamlaşma, gelişme zamanına ihtiyacı vardır.” (Başkan Gonzalo Konuşuyor, s. 13)

Kaypakkaya, proletarya partisinin kurucusudur. Ve o bize bu güçlü mirası bıraktı. Onun bu çizgiyi derinleştirmeye, sağlamlaştırmaya zamanı olmadı. Bu çizginin savunucuları olarak, bizler esas olarak bu görevleri başaramadık. Ama sınıf savaşımı sürüyor. Ve başaramadığımız her şey önümüzde görev olarak duruyor. Ellinci yılını selamlarken, her militan görevlerine bu tarihsel sorumluluk bilinciyle yaklaşmalıdır.

Neden başaramadık sorusuna yanıt aramak ve durmadan sorgulamak görevdir.

Bilindiği gibi proletarya partisi, kuruluş sürecinde Türkiye sol hareketi içinde tabu olarak görülen ve dokunulmayan konulara dokundu. Bu anlamıyla proletarya partisi ile dönemin diğer devrimci parti ve örgütleri arasında temel bir ayrım söz konusudur.

Bu ayrım noktası yalnız Türkiye coğrafyasının gerçekliğini çözümlemeyi kapsamıyordu. Aynı zamanda uluslararası komünist hareketin içinde sürmekte olan burjuva çizgiyle proleter çizgi arasındaki mücadelede de doğru bir noktada konumlanmasını sağlıyordu. Proletarya partisinin Başkan Mao’nun önderliğinde modern revizyonizme karşı yürütülen mücadelenin yanında saf tutması asla bir rastlantı değildir. Bilakis sahip olduğu proleter düşünüş tarzının bir sonucudur. Proletarya partisinin 50 yıllık mücadele tarihine baktığımızda, uluslararası komünist hareket içinde yaşanan saflaşmalarda tüm yetersizliklerine rağmen esas olarak doğru bir noktada konumlanmıştır. Bu gerçekliği modern revizyonizme karşı tutumunda da görmek mümkündür. Bu gerçekliği Arnavutluk Emek Partisi ve Çin Komünist Partisi’nde yaşanan iç ihanetlere karşı aldığı tutumda görmek mümkündür.

Proletarya partisi bu gücünü üzerinde yükseldiği ideolojik zeminden almaktadır. Çünkü tüm yetmezliklerine ve sınıf savaşımı içinde geri savrulmalarına rağmen Marksizm-Leninizm-Maoizm’i savunmadaki ısrarı onu güçlü kıldı. Elbette ki daha güçlü bir çıkış ideolojik sorgulamada derinleşmeyi, siyasal alanda yetkinleşmeyi ve örgütsel olarak güçlü bir partiye dönüşmeyi zorunlu kılıyor. Ve proletarya tarihi tecrübeleriyle biliyor ki, komünist parti içinde boy veren oportünizme ve revizyonizme karşı amansız bir mücadeleye girilmezse özgür gelecek yürüyüşü sakatlanır. Çünkü revizyonizm, oportünizm her koşulda komünist partisinin birliğini bozmaya çalışır. Komünist güçleri bölmek, parçalamak bu burjuva düşünüş tarzının hedeflerinden biridir. Revizyonizmin proleter saflardaki ideolojik ajanlık tanımı da bu gerçekliğe işaret eder.

Bugünkü durum, görevlerimiz ve birleşik mücadele

“… emperyalizm çürüyen, can çekişen kapitalizmdir. Bir bütün olarak kapitalizmin gelişmesinin son aşamasıdır. Sosyalist Dünya Devriminin başlangıcıdır.” (1928 Komünist Enternasyonal Programı, s. 22)

Evet aradan yaklaşık olarak bir yüzyıl geçmesine ve hala emperyalist-kapitalist sistem varlığını sürdürmesine rağmen Komünist Enternasyonal’in bu saptaması gerçekliğinden bir şey kaybetmemiştir. Çünkü tarih sınıf mücadelesi tarihidir. Ve sınıf mücadelesi, tüm tarihi süreci içeren, sömüren ile sömürülen arasında süren uzun bir zaman dilimini kapsar. Bu süreç aynı zamanda zaferlerle ve yenilgilerle iç içedir. Bugün de emperyalist-kapitalist sistem her geçen gün dünyada yaratıcısı olduğu adaletsizlikleri daha da derinleştiriyor. Dünyanın kaynaklarını yok ediyor. Bu anlamıyla kapitalizm yalnız insanlığın geleceğini değil, doğayı da tahrip ediyor.

Keza kapitalizm toplum için değil, bir avuç egemen sınıf için zenginlik üretiyor. Bundan dolayı artık “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemi de, üretenlerin bu sömürü düzenini değiştireceğine işaret ediyor. Bilindiği gibi yerküremiz yalnız ekonomik bir krizle değil, siyasal, ekolojik, iklim krizi içinde de debelenmektedir. Elbette ki krizler ne denli büyük olursa olsun kapitalizmin yıkımına yol açmaz. Sadece yıkmak için tarihsel olanaklar sunar. Bu anlamıyla proletarya önderlikli devrimler bir ihtiyaçtan öteye, bir zorunluluktur. Tüm mesele başta işçi sınıfı olmak üzere, geniş emekçi yığınların bu zorunluluğun farkına ne zaman varacağı sorunudur. Bugün enternasyonal proletarya ve devrimci güçlerin tüm çabası da bu gerçeklerin görülmesine ve buna uygun tarihsel sorumlulukların yerine getirilmesine dönüktür.

Proletarya partisinin ellinci kavga yılında; ezilen yığınların değişim istemi devrimle taçlanacaktır. Bunu durdurmaya emperyalist-kapitalist sistemin ve dünya gericiliğinin gücü yetmeyecektir. Bu tarihin kanunudur. Eğer tersi durum olmuş olsaydı, insanlık tarihinin saati köleci toplumda duracaktı. Oysa tarihin saati her daim çalıştı-çalışmaya da devam ediyor. Bu tarih hem bağrında onlarca devrimi hem de zikzaklı bir yürüyüş yolculuğunu barındırıyor. Ve bundan dolayı devrimler kaçınılmazdır diyoruz.

  1. yüzyıl “barış, refah ve özgürlük” yüzyılı olacaktır diyen emperyalistler ve kiralık kalemşörlerinin bu söylemlerinin enternasyonal proletarya ve ezilenler için ne anlam ifade ettiği açık ve nettir. Onların sözünü ettiği “barış”, “ücretli kölelik” sisteminin sorunsuz bir tarzda sürdürülmesidir. Baskıya, sömürüye ve zulme karşı enternasyonal proletaryanın ezilen halklar ve ulusların çöl sessizliğine gömülmesidir.

Ama ezilenler, sömürülenler böylesi bir sessizliği kabul etmeyeceklerdir. Dünya çapında yaşanan huzursuzluklar da bunu gösteriyor. Kapitalizmin içine girmiş olduğu ekonomik kriz beraberinde siyasi krizi daha da derinleştirecektir. Yine an itibariyle ortada güçlü bir devrimci dalga yoktur. Ama süreç bu yöne doğru evrilmekte, krizin yaratmış olduğu bu yoksulluk ve sefalet tablosu sokaklarda daha güçlü yeni kitle hareketlerinin gelişmesine yol açacaktır. Temel sorun dipten gelen bu dalgayı siyasal iktidar mücadelesine kanalize edecek proleter önderliklerin yaratılmasıdır.

Tarihi tecrübelerimizle biliyoruz ki, burjuvazi 20. yüzyılda Ekim Devrimi, Demokratik Halk Devrimleri korkusuyla yaşadı. Ve bugün ellinci mücadele yılında bir kez daha haykırıyoruz; enternasyonal proletarya 21. yüzyılda yeni Ekimlerle, Demokratik Halk Cumhuriyetleriyle emperyalist burjuvazinin korkusunu daha da büyütmeye devam edecektir. (Devam edecek)

2234

Devrim Bir Maceradır

Devrim bir maceradır. Kayıtsız kuyutsuz, şartsız koşulsuz, sorgusuz sualsiz devrim denen bir deryanın içine atmaktır kendini devrimcilik. Geriye bakmadan, arkada kalanları kara kara düşünmeden, hep ileriye yönelmektir devrimcilik.

Geceyi gündüze, yeri geldiğinde gündüzü geceye çevirmektir, yarınların getireceği yakıcılığı düşünerek, devrim denen maceranın içine hesapsızca atılmaktır devrimcilik.

Kürt siyasetinin kurtlarla bitmeyen dansi

Bir halk için tarih tekerrür ediyorsa, bu o halkın tarihten ders çıkarmadığını gösterir ki, vay o halkın haline. Burada kastedilen elbette halkın kendisi değil önderleridir. Kürtler de, önderleri tarihten pek ders çıkarmayan talihsiz bir halktır. Kürt önderleri yüz yıldan beri Türk devlet yöneticileriyle diyalog kurmaya çalışmış ama hep hüsrana uğramışlardır. Hatırlanacağı gibi daha birkaç ay önce devletle müzakere havası esiyordu Newroz' un barış güvercinleri uçurulan Kürt semalarında. Şimdi ise bir ümitsizlik rüzgârı esmekte halaylar çekilen o meydanlarda.

On’ların Öğrettiği

birer birer, biner biner ölürüz

yana yana, döne döne geliriz

biz dostu da düşmanı da biliriz

vurulup düşenler darda kalmasın…//

çünkü isyan bayrağıdır böğrüme saplanan sancı

çünkü harcımı öfkeyle, imanla karıyorum…

sıkılmış bir yumruk gibi giriyoruz hayata…”[1

 

Yukarıdaki dizeler Orhan Kotan’ın, Diyarbakır Zindanı’nda kaleme aldığı “Gururla Bakıyorum Dünyaya”sındandır; yazmaya gayret edeceklerimin özetidir sanki…

Aysel Tuğluk ve ekrad-i bi idrak

Fazla söze gerek yok.2007’de Kemalist bürokrasinin yaklaşan tasfiyesini öngöremeyip “Kurtarıcı motif, tarihsel imge Mustafa Kemal ve onun tarihsel eylemselliğinin büyüklüğü kendisini gösterdi ve gösterecek. O bir mucizedir, ölümsüzdür. Uluslaşmada temel direktir.

BAŞKALDIRININ -ÖN- DEĞERLENDİRİLMESİ[*]

“Ve bizim bir haziranımız

Bir yıl kadar yetecektir dünyaya

Çünkü yoğun ve ateşle yaşanmış

Çünkü ellerimiz, başımız ve kanımız

Hayasız pençelerini kokuyla gizleyen

Bir olgu olmayacaktır sana

Ölülerimiz toplanacaktır

Doldurulan bir kıyı gibi.”[1]

 

Erdem Aksakal’ın, “2011 yapımı ‘Ya Sonra’ filmine, Özcan Deniz aşkını şu sözlerle anlatarak başlar. ‘Masallar neden en güzel yerinde biterler? Sonra ne olur bilinmez. Biz de masallara göre sona geldik. Peki ya sonra?’

KENTİ (YOKSULLARINDAN) “TEMİZLEMEK”…[1]

“Ahlâk ve para aynı çuvala girmez.”[2]

Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım, bugün İstanbul’un en “in” mekânlarından sayılan Erenköy-Göztepe arasında geçti. O yıllarda İstanbul’un tartışmasız bir numarası Teşvikiye- Nişantaşı-Osmanbey karşısında biraz “ikinci sınıf” sayılan, ancak “sayfiye” olarak muteber, bizim gibi yaz-kış kalanların hafiften “taşralı” muamelesi gördüğü, ama geceleri Bağdat caddesinde “anahtar teslim”ine yarıştırılan lüks, spor arabalara bakıldığında, geleceğinin “parlak” olduğunu sezdiren, üç katlı apartmanlar diyarı…

KÜRDİSTAN ULUSAL KONGRESİ VE BDP’NİN TÜRKİYELİLEŞME SİYASETİ

Herşeyin içinin boşaltılarak hızla tüketildiği bir çağda yaşıyoruz. Post-modern bir cehalet her yanımızda. Düşüncelerimizin, yaşamlarımızın, ilişkilerimizin, eğitimlerimizin hatta gıdalarımızın içi boşaltılmış ve global ekonomik sistemin ihtiyacına göre yeniden düzenlenmiş durumda. Wachowski Kardeşlerin unutulmaz filmi Matrix’te anlatılan insanı metalaştıran sanal düzenin bir benzeri hepimize dayatılmış.

ANNEME İnci Taneme

“Bu akşam, annem kamerada seninle konuşmak istiyor” diye mesaj geldi erkek kardeşim Nuri’den. Bir arkadaşa misafirliğe gidecektik. Erteledik. Bilgisayarın başındaki yerimizi aldık.  Ben, Nuran ve Ezgi… Ekranın gerisinde annem ve kardeşlerim… Selamlaşıyoruz. Annemin gözlerindeki mutluluk tarif edilir gibi değil. Yüzünde bir çocuk sevinci.  

“Nasılsın anne, nasılsın babaanne?”

Haksiz emperyalist savaslara karsi, halklarimizin hakli ozgurluk ve bagimsizlik savasinin yaninda olalim!!! Hasan Aksu

Haksiz emperyalist savaslara karsi, halklarimizin hakli ozgurluk ve bagimsizlik savasinin yaninda olalim!!!

OLASI BİR YAĞMA SAVAŞI ve “ÜÇ VAKTE KADAR”

 

6/7 Eylül 1955 kan-gözyaşı ve ölüm

               Ermeni soykırımı tarihinin ilk evresi, Osmanlı imparatorluğu hakimiyeti altında yaşayan Ermenilere karşı Abdülhamit döneminde uygulanan katliam ve baskılar ile başlamaktadır.1896 yılına kadar birçok vilayette yapılan katliamlarda yüzbinlerce insan öldürülmüştür.Bir ulusun yok edilmesinin ikinci evresi 1915 yılında İttihat-Terakki hükümetinin 1,5 milyon insanın ölümüne sebep olan yeni bir yüzyılın başlangıcında ilk SOYKIRIM olayıdır.Üçüncü ve son devresi ise Ulus devleti inşasında kurulan TC,yani Kemalist Türkiye'sinde azınlıklara karşı uygulanan politikalar sonunda  b

Sayfalar