Cuma Eylül 20, 2024

Alevi Olmayan Aleviler:Rıza Aydın

kaypakkaya-partizan
Düşüncelerin serbestçe sergilenmesi her zaman için iyidir. Sol bu konuda Stalin döneminden başlayarak, kendi demokratik olmayan yapılarının sahici bir eleştirisini yaparak işe başlamalıdır. Hatta geç bile kalmıştır.

 

Beni içten içe eleştiren, dostlarıma yanıtımdır:

Janette HABEL. “Yahudi Meselesi ve Marksistler” adlı kitabında Isaac DEUTSCHER’in Marks için “Yahudi olmayan Yahudi” dediğini yazar. Bu son derece beğendiğim isabetli bir terimdir. Bu terimi ben, Marksın “Kapitalizm ile komünizm arasında kalan devrimci dönüşümler dönemi” diye tabir ettiği, “Geçiş dönemi” devletinin, devlet biçimi olan “Proletarya Diktatörlüğü”nü anlatırken kullandığı o cümleyi Aleviliğe uyarlayarak, “Alevilik din olmayan bir dindir” diye söyler dururdum. Bu kavramın kişi için de kullanılması benim için çığır acıcı oldu. Bilindiği gibi Marks Yahudi kültürünün etkin olduğu bir ailede, o kültürle yoğrularak yetişmiş, Yahudiliğin kurtuluşunun bulunduğu topluma asimile olmasıyla sağlanacağını savunan biriydi; bu yüzdende kendini Alman olan bir ateist olarak kabul ediyordu. Ama bir kişinin kendi hakkında beslediği düşüncelerine bakılarak karar verilemez[1], bu yüzden, Isaac Deutscher’in bu saptaması Marksa rağmen doğrudur. Kültürler bir iklim gibidirler, farkında olmadan etki alanındaki canlı cansız her şeyi etkiler. Bu yüzden, Kızılbaş-Alevi kültürel ikliminde yetişen kişiler, ne kadar Marksist olmaya çabalasalar da o iklimin etkilerini üzerlerinde taşırlar. Bu yüzden bizde onlar için “Alevi olmayan Alevi” yada çoğul olarak “Alevi olmayan Aleviler” tabirini kullansak yanlış olmaz.

Bunu Adana Askeri Cezaevinde, Kemal PİR’le komşuluk ederken çok iyi anlamıştım. Kemalle ranzalarımız yan yanaydı. Hemen hemen aynı yaşlarda, toplumsal açıdan da aynı dönemin ürünleriydik; o zamanlar 23 bilemedin 24 yaşlarında kendini sosyalist harekete adamış devrimcilerdik, aramızda bir iki yaş farkı olsa da şekil şemal olarak birbirimizden farkımız yoktu; boylu postlu benzer yapıda insanlardık. Kemal gil o zamanlar bol bol ulusal sorun üzerine yazılar okurlardı; tabi o zamanın modasının bir gereği olarak en çokta Stalin’inkileri okurlardı. Hatta belki bizden de daha fazla okurlardı. O zamanlar Marksizm’e gönülden bağlıydılar. Fakat bir şey gözlemlemiştim o zaman, genellikle Siverek’ten bizden bariz olarak çok daha yaşlı militanları geliyordu. Bunlar genellikle oradaki yerel otoritelerle savaşta yakalanmış militanlardı. Kendini Sosyalist sayan bu militanlar, Kemale sonsuz bir saygı, feodal bir bağlılık gösteriyorlardı. Dışardan gelir gelmez Kemali görünce hemen onun eline sarılıp, yerlere kadar eğilerek, elini öpmeye çalışıyorlar, onun yanında pür dikkat hazırolda duruyorlardı. Bu bir beş deyince, bir gün edemedim Kemale sordum “Ya Kemal” dedim “merak ettim siz bu insanlar üzerinde feodal bir otoritemi kuruyorsunuz, bu insanlar yaşça senden çok daha büyük oldukları halde karşında elpençe divan duruyorlar; bu ne ya Allah aşkına” dedim. Kemal biraz düşündü, “Rıza” dedi “bunları senin yanında yaşayınca bende çok sıkılıyorum, eriyip akıyorum adeta ama neylersin ki Kürt kültürü işte bu. Bir ağa yada şeyh ölünce onun yerine on yaşında biride geçse, altmış yaşındaki gelip ona secde ediyor, ağayı şeyhi kaldırdık, millet bizi onun yerine koydu, bunu yapmalarını engellesek mutsuz oluyorlar” dedi. “Buda biraz işinize geliyor, galiba” dedim, şöyle biraz düşündü, gülerek “şimdilik bir zararı yok” dedi.

Sonra bunun üzerine kendi kendimi çok düşündüm. Ben “Selman keşkullahtan geldi “Hu” diye içeri girdi, Kırklar ile beraber Muhammed’de ayağa durdu” diyen eşitlikçi bir kültürden geliyordum. Onlar Marksist klasikleri belki bizden daha fazla okuyorlardı ama okuduklarımız aynı olsa da onlardan anlayıp, yorumlarımız aynı değildi. Bunu Kemalle kaldığımız sürede çok iyi görüp anlamıştım. Tarih içerisinde “Işık Tayfası”, “Kızılbaş”, “Bektaşi” “Alevi” tabirleri ile anılarak bugünlere gelen kültür ile diğer kültürler yada dinler arasındaki farkı anlayıp anlatmaya çalışanlar sorunu bugüne kadar yanlış bir yerde arayarak boşuna yoruldular; bence fark kelamdan değil bu gurupların yaşadığı toplumsal yapıdan kaynaklanıyordu.

Kızılbaş-Alevi kültürünü oluşturan halklar –eşitlikçi komünal özellikler taşıyan-  genellikle çoban kavimler olduklarından medeniyet denilen, insanlığın tarımı keşfetmesiyle, efsanelerin diliyle konuşursak “buğdayı yeyip, cennetinden kovulmasıyla” başlayan köleci toplumu hiç yaşamayan, köleci topluma geçemeyen toplumlardı, bundan dolayda ortaklaşacı, birey özgürlüğünün, kadın özgürlüğünün egemen olduğu bir yaşam biçiminden geliyorlardı[2]. Özgür bir insanla, kuşaklar boyunca bunu içselleştirmiş bir köle, gökten inen vahi bile olsa aynı kelamı duyunca aynı şekilde anlamazlar, anlayamazlar. Bu eşyanın doğası gereği böyledir. Örneğin Kızılbaş kültürünü yaratan topluluklar içerisinde önemli bir yere sahip olan Türkmenler göçebe çoban kavimlerdi, kadınla erkek birbirine eşit, hatta kadın kültürel olarak eşitlikte bir adım öndeydi; belki eşitlikte “biraz daha eşitti” de diye biliriz. Türk yaradılış destanına bu açıdan bakın[3]. Bu yüzden “Türkçülüğün esaslarında”  Ziya GÖKALP döne dolaşa “Türkler dünyanın en feminist toplumlarıdır” der. Bu gerçeğin bir yanıdır ama bu  onların ırkı özünden değil, toplumsal yapılarından-yaşayışlarından gelir, bu acıdan bugün Aborjinler,  Kızılderililer de böyle “feminist” topluluklardır.  “İnsanların yaşamlarını belirleyen şey düşünceleri değil, aksine düşüncelerini belirleyen toplumsal yaşamlarıdır”[4]  sözü güzel olduğu için değil sahici bir gerçeği ifade ettiği için doğrudur.

Hâce Bektaş’in “Derya ne kadar geniş olursa olsun herkes kabı kadar alır” sözü bu açıdan önemli bir Hakikati ifade eder. Biz bu deryadan kabımız kadar alıyoruz; aldıklarımızı da bu kaba yerleştirerek şekiller veriyoruz. Bektaşi –Kızılbaş – Alevi kültürel ikliminde yetişmiş birinin kabı diğer kültürlerde yetişmiş birinin kabıyla aynı olmadığından dolayı, o ne kadar Alevi değilim, Komünistim vs. dese de yorumlarında bu kabın etkileri mutlaka vardır. Önemli olan siz onu görecek gönül gözüne sahip olun, onu hemen her yerde görüp anlarsınız. Bu yüzden hepimiz için “Alevi olmayan Alevi” betimlemesi kullanılsa yanlış olmaz.

İşte Alevilikle diğer dinler yada kültürler arasındaki farklılık buradan doğar; özgür insanla köle, özgürlüğüne aşık, kişiyi yücelten toplumların kültürüyle, köleci topluma dayanıp köleciliği içselleştiren, kölenin köle sahibine kayıtsız koşulsun itaatini, bağlanmasını savunan bir kültür aynı olmaz; istese de olamaz. Bunlar sözel olarak aynı gibi görülen sözleri bile farklı farklı anlayıp anlatırlar. Alevi kültürü üzerinde yükselen Alevi-Tekke edebiyatının özü aslında budur, örneğin şöyle diyor bir Alevi ozan: “Akıttım gözümden yaşı /Gör kimdir eyleyen işi / Kul olur ise bir kişi / Bu mülke sultan olur mu”[5]. Alevi söylencesi bu mülke kişinin sultan olmasını söyleyen, insanı yücelten bir yaşam biçimin felsefesidir. Seyh Edip Alinin “Ey oğul. İnsanı koru ki devlet yücelsin” dediği zaman köleliğin kulluğun hüküm sürdüğü dünyada daha insan kavramı bile gelişmemişti; Avrupa ortaçağını yaşıyordu, Allah’a yalvarmak için bile aracı kullanılıyordu. Yunus “Her ne ararsan kendinde ara” diyordu; Pir Sultan “Alemin muradı dünyada cennet” derken bu dünyaya sultan olmayı, bu dünyada cenneti kurmayı istediğinden, “Eşim bana huru evimde cennet” olsun diyordu. Efsaneleşenler ne kadar dünyevi değil mi?

Konuya eleştirel yaklaşıp,  aksi sözler söyleyen birine, benim düşmanca bakacağım söz konusu olamayacağı gibi, Sezar’ın hakkı Sezar’a bu kültürde eleştiriye kem gözle bakmaz, bakmamıştır da. Aksini söyleyen varsa beri gelsin, bu bilgi eksikliğinden kaynaklanmıyorsa haksızlık olur. Bu kültürde Yunus Emreden, Kaygusuz  Abdaldan buyana bilinen tarihlerden bir çizgi çekin, Sünni dininin[6], başta tanrı anlayışı olmak üzere, tümüne yergi deyişleri yazarak kendini varedegelmiştir. Buna örnek arayacak olanlar İsmet Zeki EYÜPOĞLU’nun “TÜRK ŞİİRİNDE TANRIYA KAFA TUTANLAR” adlı şah eserine baksınlar; orada bunun çok güzel örneklerini bulacaklardır. Ben sözü fazla uzatmadan bir tadımlık söyleyip geceyim.

Kaygusuz Abdal 1341 yılı ile 1444 yıllarında yaşamış, öyle kabul ediliyor. “Kıldan köprü yaratmışsın /Gelsin kullar geçsün deyü / Hele biz şöyle duralım / Yiğit isen geç a tanrı” diyor. Hatta daha da ileri gidip “ Anan yoktur atan yoktur sen benzersin piçe Tanrı” deyi veriyor. O zaman eleştiriyle ilgili sözü daha fazla uzatmadan, bu kültürde yetişmiş bir ozanın şu dizesini de anarak sözü tatlıya bağlayalım  “Cahil meclisinden firar eyledim / Kamil meclisinde karar eyledim / Övdüler beni zarar eyledim / Tenkit edilince karımdır bilim.”  Bu kültürde eleştireceksin ama, mümkün olduğu kadar sözünü pişirip diyeceksin, pişmemiş, kem sözler söylemeye dikkat edeceksin; o kadar. Eleştiri başımızın tacıdır.

 

Bu kültürde, sanılanın aksine Alevi doğulmaz Alevi olunur. Harabi gibi, Hilmi Dede Baba gibi nice ulu ozan böyle, Alevi bir ailede dünyaya gelmedikleri halde aklı balik olunca Alevi olmuşlardır, yani Alevi yoluna girmişlerdir. Alevi köyünde yada çevresinde yetişmiş, Aleviliğe meyleden kişilere bu kültürde Muhip derler. Muhip bizim literatürümüzdeki parti taraftarı, parti sempatizanının özdeşi olan kişiye denir.  Bu kişi, büyüyüp evlendikten sonra, yola girmeye meylettiği zaman, yani partiye üye olmak istediği zaman, kendisi gibi bir yol kardeşi (Musahip) bularak dördü bir, kendilerine askeri bir eğitim verecek olan bir rehber bulup, onun yol göstermesiyle askeri bir eğitimden geçerler, bu hazırlıktan sonra bir Cem Ayını hazırlayarak kendini yola alacak kişinin (dedenin) önüne getirilirler.  Askeri düzeyde eğitimden geçmiş (Yolun bilgisini almış) olan bu dört canı rehberleri yakalarından tutarak cemde dedenin önüne getir ikrar verip ikrar alırlar. Ceme katılan halkın bir ihtirazı yoksa dede onları yola alır; yola giren kişiler artık ölmeden önce ölmüşler yani yeniden doğup yeni bir hayata başlamışlardır. Yol dilinde bunlara Talip denir; biz buna parti militanı-parti üyesi diyoruz. Alevi olan  yola girmiş taliptir. Dedenin aslı görevlerinden biride bu taliplerin gelişmelerinden sorumlu olmasıdır. Talibiniz kalmamış, size talip olmak isteyen kitleniz yoksa dedeliğinizin de bir gereği kalmamıştır, işte o zaman dedeliği bırakırsınız. Babam gilin bağlı olduğu Yakup Abdal ocağının başına böyle bir şey geldiğinden dedeliği bırakmışlardı. Amcamla Sünnileşen eski taliplerinin ziyaretine gittiğimizi, o köylerde ahbapları olduğunu bilirim.  Ana tarafımdan Acırlıoğlu  dede ise dedelik hizmetini ölene kadar yürütmüştür. Buna hizmet yürütmek denir. Dedeliğin bırakılmasını bu açıdan değerlendirmekte fayda var. Bu açıdan babanızdan duyduğunuzu söylediğiniz “hiç kimse alevi olamaz” sözü bu günleri kastetmiş olsa bile gerçeği ifade eden bir söz değildir kanaatindeyim. Olabilir yaşatıla bilinir, umutsuz olmamak gerek.

Dersim olayları konusunda bende babanız gibi düşünüyorum, bunun merkezi devlete vergi vermeyi, asker göndermeyi kabul etmemekten çıkmış olabileceğini sanıyorum. Çok araştırmadım ama bilgilerim bu yönde. Merkezi devlet olmuşsanız, her otonom yapıyı buna bağlamaya çalışırsınız. Tarihsel, toplumsal koşulların bir sonucu olarak ta buna direnenlere karşı savaşı merkezileşen yapı kazanır. Nazım Hikmetin “Şeyh Bedrettin Destanında” çok güzel betimlediği gibi  “Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zarurî bir neticesi bu / deme bilirim! / O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim / Ama bu yürek o, bu dilden anlamaz pek. / O, hey gidi kambur felek, hey gidi kahpe devran hey”, der” Bizde hep bir ağızdan aynı türküyü söyleriz ama tarihin akışını tersine çeviremeyiz. Nazım yazsa, Kronstadt için ne yazardı bilmiyorum ama ne zaman Kronstadt dense yüreğimin iki yanı birden yanar Ruhu Su’nun o güzel sözleri çınlanır kulaklarımda hep “Ölen ben öldüren benden”.

Alevilerin Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılmasını istemediği sözünüzün bir bilgi eksikliğinden kaynaklandığından emin olduğum için üzerinde fazla durmayacağım. Bu konuda Bütün Demokratik Alevi kuruluşları adına Hacıbektaş Postişini, Velayettin ULUSOY’un  05.01.2008 tarihinde yaptığı basın açıklamasının okunmasını yeterlidir; orda her istemleri apaçık belirtilmiş. Bu bütün Alevi sitelerinde var, örneğin derneğimizin web sitesinin de şu adresi ziyaret etmeniz yeterli:   http://www.pirsultan.net/haber_detay.asp?ID=2099  

Ayrıca Velayettin ÜLUSOY’la  Ahmet KOÇAK’ın yapıp, “SERÇEŞME” Dergisinde yayınladığı mülakat (konuşma)da ilginç, söz buraya gelince bu mülakat,  mutlaka okunmalı.

“Demokratik Cumhuriyet” Talebi’nin içinin neyle doldurulduğu, neyle doldurulacağı üzerinde tartışılmalıdır. Öncelikle bu öneriyi yapanlarında demokratik bir işlerliğe kavuşması gerekir.  Demokratik Alevi Hareketi epey bir zamandır “Türkiye Laik Değil Laik Olacak” şiarını dillendirip, bunun mücadelesini veriyor. Demokratik Cumhuriyeti talep edenlerin Demokratik Alevi Hareketinin, Zorunlu Din Derlerine karşı verdiği mücadelede, Cem evlerinin ibadet yeri olarak kabul edilmesi için verdiği mücadelesinde bir desteğini gördünüz mü hiç. Bu garip değil mi?  Bu kesimlerin belediyeleri elinde bulunduğu illerdeki Belediye Başkanlarının bir Cemevi yapımını sağladığını vs vs görüp işittiniz mi? Demokratlık, Demokratik Cumhuriyetçilik  böyle mi hayata geçirilir. Biz dostuz, dost olduğumuzu bilirsiniz bu babda fazla söz söylemek istemiyorum ama herkes öncelikle kendi kendine bir bakmalıdır. Tanıdığım  Sosyalist Öncülerin,  Kızılbaşlığı- Aleviliği hiç bilmediklerini acı bir gerçek olarak görerek öğrenmiş biriyim. Bir şey bilmeden, anlamaya çalışılmadan, sevmeden anlaşılmaz; bu köklü bir öğretidir, anlamak için emek vermeyi gerektirir.

Yargılamak kolay, anlamak zordur, bende toptancı davranıp haksızlık etmeyim. Sosyalist öncüler camiasında Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Erdoğan Aydın gibi bir iki kişiyi bunun dışında tutuyorum, Aleviliği anlamak için inceleme zahmetinde bulunmuş olan yoktur. Yazınızda da sizin beni iyice anlamadan yargıladığınızı gördüm. Yazınızın son cümlesinde şöyle diyorsunuz: “Siz yazınızda bazı konularda tartışılmasını dahi ayıplamışsınız”. Pes doğrusu. Ben, bazı konular dediğiniz, Cemevlerinin yada Cemin hatta hatta Alevilikle ilgili her hangi bir şeyin eleştirilmesini ayıplamak şöyle dursun, bu konularda  çok eleştiriler yapmış biriyim. Böyle şey olur mu?  Benim bu tarihten sonra ayıp dediğim insanlar, “Cem evine ibadet hane denmesini kabul etmeyiz, böyle derseniz iç savaş çıkar” diye aba altından sopa gösteren bir tutum içindedirler. Ben bunu ayıplıyorum. Sizce bu zamandan sonra “Cemevleri ibadet yeri derseniz iç savaş çıkar” demek ayıp değil mi, bu bir eleştiri mi?

Örneğin sizin Önerdiğiniz Demokratik Cumhuriyette, Zorunlu din dersleri, Cemevleri konusunda bir açılım var mı? Neden yok diye sorguladınız mı?

Bugün Cemevleri sadece ibadet yeri olmayacak. Alevi inancının eğitiminin verileceği, dedelerinin yetiştirileceği, cenazelerinin kaldırılacağı bir yaşam merkezi olacaklar. Solculuk adına bu isteğe burun kıvırmak doğru olamaz. Bu istek Alevi burjuvalarındır vs gibi bir söylemle, sözde solculuk edip, bu haklı talebe seyirci kalmak doğru bir tutum değildir; bu aslında güçlüye haksıza hizmet etmektir. Burjuvalar da haklı bir istekte buluna bilirler, devrimciler bazı süreçlerde büyük burjuvaları, küçük burjuvaziye vs karşı desteklemişlerdir; Lenin “Rus Sosyal Demokratlarının Görevleri Nelerdir” adlı makalesinde bunu açık olarak yazar. Bu makale mutlaka okunmalıdır.

Düşüncelerin serbestçe sergilenmesi her zaman için iyidir. Sol bu konuda Stalin döneminden başlayarak, kendi demokratik olmayan  yapılarının sahici bir eleştirisini yaparak işe başlamalıdır. Hatta geç bile kalmıştır.

[1]Marx: “Nasıl ki, bir kimse hakkında, onun kendisi için beslediği fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, …” diyor  Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsözünde

[2]Bir gün Abbasi halifelerinden Me’mun şairleri toplamış. Hepsine milletleriyle övünmeleri için emretmiş:

“Arap şair, Hazreti Peygamber’in Arap olduğundan, Kur’an’ın Arap diliyle geldiğinden, Arap soyundan söz etmiş.”

“Acem şair, kısraların saraylarından, Acem ihtişam ve daratından (debdebe, gösteriş) dem vurmuş.

“Rum şair eski Yunanın sanat, mimari vb. Büyüklüğünü anlatmış.

“Sıra Türk şaire gelmiş. Me’un, ‘Sende övün bakalım’ demiş. İsmi geçen şairler, şaşkınlıkla bizimkine bakmaya; bu da ne söyleyebilir ki, söyleyecek neyi var ki, gibi bir davranışla bakmaya başlamışlar.

“Türk şair demiş ki:

“Benim doğduğum Türk illerinde, gerçi ne Arabın, ne Acemin, ne de Yunanın övündüğü şeyler yoktur. Fakat bu topraklarda Tanrı köle yaratmaz.”  Hikmet ÇETİNKAYA. Kızılbaş Türkler. Sayfa: 139.

Tek övünç kaynağı köleliğin olmadığı bir topraktan gelmiş olmak olan insanları, köleci topluma onun değerlerine tepkilerini düşünün bunun adını koyun, Aleviliği bulursunuz. İslam’ın diğer bütün dinlerden farkı egemen sınıf içinde gelişip, baştan beri egemen köle sahipleri sınıfının dini olup onların duygularını yansıtışıdır. Hıristiyanlık, Musevilik köleler içinde, kölelerin düşüncesi olarak doğup gelişmiştir, İslam’sa başından itibaren köle sahiplerinin düşüncesidir. Kölelerin kurtuluşunu, kölelerle kadınların diğer köle sahipleriyle eşitliğini emreden bir hükmü yoktur. Köleliği yasaklamaz, kadını erkekle eşit görmez. Kölenin sahibine itaatini, sahibinin de köleye merhametli davranmasını söyler. Halife Ömer’in dillere destan adaletinin özü budur, halife Ömer, insafa gelip kölesini ata bindirir. Bunun günümüze yorumu olan İslam’ı yaşamda biçimi sendikanın olmadığı, patronun insafına göre işçisine maaş verdiği toplum düzenidir. İran, Suudi Arabistan, bütün islami yaşamın eğemen olduğu devletler böyledir, çoktandır Türkiye’de buna doğru sürüklenmektedir. Günümüzün yaşan politik çalkantıların özeti budur.  

[3]Daha hiçbir şey yokken Tanrı Kayra Han’la uçsuz bucaksız su vardı. Kayra Han’dan başka gören, sudan başka görünen yoktu. Ay, yıldızlar, gök ve toprak yaratılmamıştı. Bütün tanrıların en büyüğü, varlıkların başlangıcı, insan oğullarının da ilk atası, Tanrı Kayrı Han’ın bu sâde sudan Alemde canı sıkılıyordu. O, yalnızlık içinde düşünürken suda bir dalga belirdi. (Akine) Ak Ana (denilen bir kadının hayâli görünerek) Tanrı’ya “Yarat!” dedi yine suya gömüldü. … W. Radloff’dan aktaran Nihat Sami Banarlı Türk Edebiyatı Tarihi. Sayfa 12.  Dikkat edilirse burada tanrıdan sonra var olan tek varlık kadın, bu kadın bunalmış tanrıya yol gösterip “Yarat!” de diyor. Tanrı kadının dediğine uymasa evren yaratılmayacak. Sonra kişi yaratılıyor kişi cinsiyetsiz bir varlık. Bu Tevrat’a dayalı yaradılış öykülerinin tam tersidir. Erkeğin kaburgası vs olmadan kadın vardır, Tanrıya yol gösterir. Alevi söylencelerinde kadının dediğine uyularak iyi şeylere vesile olunur. Örneğin: Hâce Bektaş’ın geldiğini bir kadın fark edip söyler. Yunus’un Yunus Emre olma sürecinin başlangıcı olarak Hâce Bektaş’a gelmesi de, Tabduk’un gönlündeki yerini öğrenmesi, yani Taptuk’un “Bizim Yunus mu geldi” demesi de kadınların dediği yoldan giderek ulaşılan mutluluklardır. Vb gibi, vb gibi. İslamiyet’te ise kadının dediğinin tersini yapmak esastır.

[4]“Tercümanlar o dilin peygamberidir” diye boşuna dememişler, bu cümlenin çok farklı çevirisel ifadeleri var, aklımda kalanı yazdıktan sonra kaynaklarıma baktım farklılık vardı, örneğin düşünce yerine bilinç demişler ama ben aklımda kalanı kaldığı gibi yazdım. Her zaman kütüphanemde olmuyorum ki, aklımla yetinmeliyim dedim.

[5]F. Köprülü. Türt Edebiyatında İlk Mutasavvuflar.  Yunus Ermenin te’sirleri ve takipcileri bölümü. D.İ.B. yayınları sayfa 346

[6]“Hamdüllah Çelebi’nin savunmasın”da  Sünniliğe bir din demesini gördükten beri, bende ona sadık kalıyorum. Bu savunmayı ibreti alem için herkes okumalıdır.

irizaaydin@hotmail.com 

Aykiridogrular.com

 

2717