AVM,ler diğerleri ve kent haklari …[*]
“Ben buyum dersin arkadaş Ceketim sol omzumda.”[1]
“Kayseri’de bir otelde kalıyordum, civarda yapacak ne var diye sorunca ‘AVM’ye gidin’ dediler. Böyle olması doğal, insanların eline kredi kartını veriyorsun, başka bir hobisi yok. Çocukları evde patırtı kopartıyor. Ne yapacak? Tiyatroya değil AVM’ye gidecek tabii.”
Ya da,
“Şehirde parklara ihtiyacımız çok, tinerci gelecek diye parkı kaldıramayız. Evsizse, gece orada yatıyorsa onun için bir hizmet koyulur, bu sosyal bir meseledir. Gezi Parkı’nı içine alan aks otellerle bozuldu, eskiden Nişantaşı’na kadar yürüyebiliyorduk parkın içinden geçip…”
İLK AVM ANISI…
Sizce bu sözleri kim söylemiş olabilir?
Hayır, yanıldınız; “müzmin muhalif” dinozor bir sosyalist, Taksim Dayanışması ya da Platformu sözcüsü, TMMOB’li bir mimar, bir çevreci aktivist, “halkına tepeden bakan” solcu bir “entel” filan değil…
Bu sözlerin sahibi, Ertun Hızıroğlu. “O da kim,” mi? Tanıyacaksınız. Carrefour ve Forum AVM’lerin mimarı. 1990’lı ve 2000’li yılları AVM projeleri çizerek geçirmiş. Şimdiyse, “AVM’ler ömürlerini doldurdu. Amerika’da işlemeyenleri hastane, büro olarak değiştiriyorlar. Bizim de bir müşterimiz aradı, ‘Acaba büro olarak değerlendirebilir miyiz?’ diye. O tür yatırımlar giderek azalıyor,” diyor…[2]
Kapitalizm böyledir. Nedamet getirmez… Özeleştiri yapmaz… “hata yaptık, yanılmışız” demez… Yatırımlarının kâr oranının düşmeye meylettiğini hissettiği anda, sırtını döner, başka alanlara çevirir dümeni… Geride bir yıkım alanı, iflas etmiş onbinlerce işletmeci, intiharlar, gözyaşları, talan edilmiş bir çevre, hiçbir işe yaramayan metruk binalar, heba edilmiş milyonlarca lira vb. bırakarak…
Yıllar önceydi, uzun yıllar. Henüz Turgut Özal Türkiye’nin ilk AVM’si Galleria’yı âla-yı vâla ile açmamış. “Süpermarket” sözcüğünü yeni yeni telaffuz etmeye başlamışız; Ferhan Şensoy “Kahraman Bakkal”ı daha kaleme almamış… Market, süpermarket deyince de aklımıza ya Tansaş geliyor, ya Gima, ya da Migros… Yani bir şeylere ihtiyaç duyduğunuzda gidip, alacaklarınızın bir kısmını unuturken sepetinizde mutlaka fuzulî birkaç kalem eşyayla çıktığınız, size veresiye defteri açmayan, ayaküstü mahalle dedikodularını değiştokuş edemediğiniz geniş dükkânlar; ama o kadar. Bakkalla, kasapla, manifaturacıyla, eczacıyla, aramız bozulmamıştı o zamanlar.
Bir vesileyle İsviçre’deydim, Zürih yakınlarında bir banliyöde, yarı-İsviçreli bir arkadaşın evinde kalıyorum. İki katlı, bahçe içinde güzel bir ev, arkasındaysa nefis bir orman var. Envai çeşit ağaç, sincaplar, kuşlar, tavşanlar, börtü böcek…
“Çok sıkıldım,” dedi bir ara arkadaşım. Kalk biraz çıkıp hava alalım.” Sevindim tabii. Ormanda bir yürüyüş; ne güzel…
Yanılmışım. Arabaya atladık, Yarım saatte Zürih’i tutmuştuk. Bir anda kendimizi kentin saçaklarında dev bir AVM’nin otoparkında bulduk.
Elimizde alışveriş arabası, 5-6 katlı merkezin koridorlarında dolanıyoruz… Vitrinlere bakıyoruz, arkadaşım fiyatları karşılaştırıyor, ufak tefek ihtiyaçlarını alıyor; yoruldukça küçük “coffe-shop”larda oturup birer kahve içiyor, acıktıkça kafeteryalarda bir şeyler atıştırıyoruz… Adımbaşı yerleştirilmiş çöp kutuları plastik bardaklar, karton kutular, kağıt peçetelerle tıkabasa dolu. Birbirine tıpatıp benzeyen, binlerce insanız. Tornadan çıkmış gibi. Arada bir birbirimize çarpıp, kimsenin duymayacağı bir sesle özür dileyip geçiyoruz. Çarptığımızın kadın mı erkek mi olduğunun ayırtına varmadan. Kameralarca gözetleniyoruz, hatta kaydedilmiş görüntülerimizi vitrinlerdeki ekranlardan izliyor, ama aldırmıyoruz. Yapay ışıklandırma, insan sesleri, müzik, anonsların oluşturduğu yapay uğultu hepimizi bir uyurgezere dönüştürmüş, adeta…
“Fena mı oldu,” diyor arkadaşım, dönüş yolunda, arabada. “Biraz hava aldık, değişiklik oldu…”
Hava mava almamıştık oysa. Zaman algısını yok edecek, günışığını görmeyecek tarzda tasarlanmış AVM’deki klimatize havayı saymazsak tabii…
Hava almak için ormana, deniz, göl, dere kıyısına, ya da kent meydanına, sokaklara değil de, AVM’lere gitmek… o sıralar Türkiye’de insanın rüyasında görse hayra yormayacağı şeylerdi…
Oysa 1983 seçimlerini kazanıp 12 Eylül darbecilerini “mat eden” (!!!) neo-liberal “tonton”un kafasında daha o sıralar bizim için “güzel” planlar vardı. “Bir kaset koy da neşemizi bulalım, Semra” kıvamında, üzerinde saatte 200 km.yle hız yapacağı otoyollar, köprüler, en doğal sitlerin, en arkeolojik alanların üzerine, en muhteşem koylara kondurulacak 5 yıldızlı kazulet tesisler, illa ki AVM’ler…
Nitekim, Galleria’yı açarken, sanırdınız ki İstanbul’u fethetmiş bir Fatih’ti…
12 Eylül rejiminin kâbusundan kurtulmakta olan insanlar, devasa bir tahakküm mekanizması altında sıfırlanmış bellekleriyle, “günü kurtarmaya”, tezgâhları dolduran, vitrinlerden taşan kiwiler, çikita muzlar, İsviçre çikolataları, Amerikan sigaraları, neskafeler, viski, rum, bacardi şişeleri arasında “günlerini gün etmeye” kırıyordu rotayı. Mücadele damarı kalın, talepkârlığı ve politizasyon düzeyi yüksek toplumları alışveriş otomatlarına dönüştürecek formül ise bulunmuştu: “AVM aç… Hem de her yere!” [Bu durum, yıllar sonra iç savaş yorgunu El Salvador’un en iç savaş yorgunu, en çok direnmiş, en fazla gerillaya “yataklık etmiş” kenti Perquin’in bir Pazar günü yer yarılıp da içine geçmişçesine ortadan kaybolan halkını ararken dank edecekti kafamıza. “İnsanlar nerede?” diye sorduğumuz tombul, mestizo polis kadın neşeyle yanıtlayacaktı: “hepsi kent dışındaki yeni açılan AVM’ye gittiler, señora! Her pazar öyle yapıyorlar…”]
AVM’LER CEHENNEMİ…
Söylenildiğine göre Türkiye’deki sayıları 310’u bulmuş![3] Yalnızca İstanbul’da sayıları şimdilik 114.[4] “Şimdilik” diyorum, çünkü İstanbul’da 32 AVM projesi inşaat için sırasını bekliyor.[5] Ankara’da ise bu sayı hızla 40’a doğru tırmanıyor. Üstelik Ankara, birçok AVM’nin “gizli ortağı” olduğuna dair söylentiler ayyuka çıkmış Büyükşehir Belediye Başkanı sayesinde, bir “Avrupa rekoru”na imza atmış durumda: Ankara, “Belediye başkanımızın övünerek söylediğine göre, bin kişi başına düşen AVM alanı sıralamasında da 215 metrekare ile sadece Türkiye’de birinci olmakla kalmıyor, Avrupa ortalamasını aşan tek il unvanını da yakalıyordu.”[6]
“Çoğunda in cin top oynuyor,” diyebilirsiniz. Haklısınız. Ancak kapitalist iktisadın mantığı sizin-benim anadan-atadan kalma “israf düşmanı” havsalamız uyarınca işlemiyor. Şöyle ki, “Açıklamalara göre, AVM’lerde gerçekleşen satış 50-60 milyar TL yani 28 milyar dolar. Türkiye’nin 2012 hanehalkı harcama tutarı 580 milyar dolar. Bundan konut, ulaştırma, eğitim, sağlık gibi harcama kalemlerini ayıklarsak, yaklaşık 385 milyar dolarlık bir tüketim harcaması ve bundan nasiplenen irili ufaklı bir ticaret erbabından söz edebiliriz. Bu durumda sayıları 310’u bulan AVM’lerden yapılan alışveriş, henüz yaptığımız harcamaların yüzde 7’si. (…) Birçok AVM, umduğunu bulamıyor. Ama, bu sonuç, birçok büyük yerli-yabancı yatırımcı için de ‘AVM’lere daha çok ekmek var’ şeklinde yorumlanıyor.”[7]
Bir başka deyişle, kapitalizm, sizin-benim doğal-tarihsel dokunun tahribi, kültüre saldırı, israf gördüğümüz yerde “potansiyelini tamamlamamış bir Pazar” görebiliyor. Bu nedenledir ki, “kâr kokusu” aldığı yere yığılıp, boğduktan sonra altta kalanlarının enkazını bırakarak başka talan alanlarına doğru çeviriyorlar dümeni… Bu nedenledir ki boş buldukları alanlara dikmeyi sürdürüyorlar AVM’lerini: Stadyumlara (Edirne - 25 Kasım Stadyumu[8]) kent ormanları ve lagünlerin üzerine (İzmir - Kemeraltı[9]) tarihî sit alanlarına (Bursa, Mudanya, antik Myrleia kenti yıkıntıları üzerine[10]) İstiklal caddesine, sel yataklarına (Samsun’da Temmuz 2013’de, 11 kişinin yaşamını yitirdiği sel sonucu tarumar olan Lovelet AVM[11])…
Peki, “ne sakıncası var AVM’lerin?” diye soranınız çıkar mı bilmiyorum. Aslında, başbakanın gözümüzün içine baka baka “Taksim Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nı da yapacağız, içine de AVM de” deyişinden sonra olan bitenleri düşündükçe, sanmıyorum da. Bardağı taşıracak son damlayı damlattığını nereden bilsin, garip?
Olsun, yine de sıralayayım. Bir kere AVM’ler küçük esnafı öl-dü-rü-yor! Nasıl mı? Şöyle: “Esnaf ve sanatkârların çatı kuruluşu olan TESK, istatistik kayıtlarını tutmaya başladığı 2005 yılı başından 31 Mayıs 2013 tarihine kadar olan dönemi incelemiş… Buna göre; 1 milyon 145 bin 641 esnaf ve sanatkâr mesleği bırakarak sicil kaydını sildirmiş. Yani faaliyete geçen her 4 esnaf ve sanatkârdan 3’ü topu atmış…”[12]
Bu durum o kadar gerçek ki, AVM’ci Başbakan Tayyip Erdoğan bile itiraf etmezlik edemiyor: İstanbul’daki bir alışveriş merkezinin açılışında “Küçük esnafın şikâyetini biliyorum. Fakat Türkiye değişiyor, bu gerçeği görüp birleşsinler. Eskiden sokak aralarında mahalle bakkalları vardı. Bugün hayatın gerçeği alışveriş merkezleri,” dememiş miydi?[13] Esnafın nasıl birleşeceği, birleşip de ne yapacağı, hızla, muazzam ölçeklere ulaşan kentsel ranta yönelen ve GYO’lar (gayrımenkul yatırım ortaklıkları) olarak yeniden örgütlenen büyük sermaye karşısında ne yapabilecekleri, son derece kuşkulu. Üstelik de siyasal iklim bütün gücüyle bu
alanda büyük patronların arkasında dururken![14] Ali Ağaoğlu’nun “devletin kentsel dönüşüm projesiyle sadece İstanbul’dan trilyon doların üzerinden gelir elde ettiğini”[15] söylemesi boşuna değil!
Şu hâlde AVM’lerin ikinci büyük toplumsal zararı, muazzam sermaye temerküzüne yol açması. Ama gelin bu başlığı, az ileride “rantsal dönüşüm” başlığı altında ele alalım.
AVM’ler, küçük esnafın yıkımının yanı sıra, kentin uzağına kuruldukları ölçüde otomobilleşmeyi, bir başka deyişle bireysel araç kullanımını katmerlendiriyorlar. Yıllarca metro inşaatının üzerinde yatan Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in Eylül 2013’te aşka gelip ODTÜ öğrencilerini ve 100. Yıl sakinlerini gaza, kimyasallı suya ve coplara boğarak 15-20 günde tamamladığı, ve Eskişehir yolundaki trafiği büyük ölçüde rahatlatacağı söylenen yola “ihtiyaç”, neden birden böylesine vahim boyutlara varmıştı, acaba? Bu yoğunluğa Eskişehir yolu üzerinde mantar gibi birbiri ardısıra biten AVM’ler katkıda bulunuyor olmasın?
Her durumda, AVM’lerin “otomobil uygarlığı”na katkıları, bizzat kent dışındaki, ancak otomobille ulaşılabilen dev kapalı alışveriş merkezlerinin ilk tasarımcısı Victor Gruen (ABD, 1956) tarafından, “toprağı ziyan eden park yeri denizleri”[16] olarak lanetlenecekti.
Bu kadar da değil; AVM’lerin sosyo-kültürel doku üzerinde de geri dönüşsüz tahribatları var.
İnsan ne için alışverişe çıkar? Bir ihtiyacını karşılamak için? Vitrinlere bakmak için? Sosyalleşmek için? Vakit geçirmek için? Değişiklik olsun diye? Muhtemelen… Peki ya bu faaliyet, tüm bir iç tasarımın, dekorasyonun, düzenli değiştirilen raf düzeninin sadece ve sadece tüketimciliği körüklemek olduğu, örneğin günün, alışveriş arzusunu körükleyecek tarzda, yapay aydınlatmayla uzatıldığı ve planlanmasında, dizaynında görevleri sadece ve sadece insanların daha çok, daha düşüncesizce, daha doymazca alışveriş yaptırmak olan yüzlerce, binlerce uzmanın (psikolog, sosyolog, antropolog, pazarlamacı…) görev aldığı AVM’lerde gerçekleşiyorsa? Bu durumda tezgâhlar, ihtiyaç ve/veya istek sahibi müşterinin gereksinimi karşılayan mekânlar olmaktan çıkıp, insanların zaaflarını biçimlendirip kullanan, manipüle eden simülakrlara dönüşmezler mi? Doyum sağlamak yerine sürekli ve doymak bilmez bir açlığı körükleyen? Evet, “alışveriş hastalığı” (oniomania, ya da kompülsif satın alma bozukluğu) diye bir hastalık var. ABD’de nüfusun yirmide birini etkilediği düşünülüyor.[17] Hastaların “malî durumlarını sarsan, iş yaşamlarını tehlikeye atan, evliliklerde derin sarsıntılara, birçok durumda boşanmaya yol açan, bireysel borçluluğu katlayan” ve kadınlarda teşhis oranı erkeklerin beş katı olan oniomania’nın Türkiye’de de yayıldığı da vurgulanmakta.[18] Hastalığın yaygınlaşmasında AVM’lerin katkısı, tartışmasız…
Bu kadar da değil… İçlerinde bilinçsizce gezinen insanları alışveriş otomatlarına dönüştüren AVM’ler, kentlerin en önemli sosyalleşme mekânlarından olan “plaza”ları (=piyasa; meydan), sokakları, sokak yaşamını da yok etmekte… Sokaklarda çekirdek çitleyerek gezinme, köşedeki tuhafiyeciyle hoşbeş edip geçen kış yarım kalan atkınızın yününü arama, balıkçıyla şakalaşma, kasaba fiyatların yüksekliği konusunda çıkışma, eczanede biraz soluklanıp o yılın gribinin ne kadar ağır geçtiğinden yakınma, bakkalla seçimleri, büfeciyle Galatasaray-Fener maçını kimin kazanacağı konusunda iddialaşma… Mahalle yaşamının bu lezzetleri geri dönüşsüzce yok olurken, biraz daha yalnızlaşıyor, biraz daha yabancılaşıyor insanlar. Oysa, “cenazenizi AVM değil, mahalle bakkalı kaldırır,” Oktay Ekinci’nin de Bursa’da bir panelde belirttiği üzere[19]…
Ve nihayet, AVM’ler emeğin, özellikle de genç işgücünün acımasızca sömürüldüğü “taşeron cennetleri”dir. Yani, “Bütün bunların yanında, AVM’lerin, çalışma yaşamına dönük görünmeyen bir etkisi bulunuyor. AVM’lerin haftanın yedi günü de açık olması, hizmet sektörünün gelişimi olarak sunulsa da çalışanların günlük mesai saatlerinin esnetilmesi, tatil günlerinin kısıtlanması anlamına gelmektedir. Bayram, yılbaşı gibi özel gün ve tatil günlerinde hizmet vermeleri ile sadece geleneksel alışveriş modeli değişikliğe uğramıyor, aynı zamanda işçi hakları da önemli bir şekilde kısıtlanmış oluyor.”[20]
ANAP’TAN AKP’YE NEO-LİBERAL TALAN EKONOMİSİ
“Peki bütün bunlar ne için” mi?
Neo-liberalizm, kapitalizmde spesifik bir sermaye birikim rejimine denk düşmekte. Üretim ile maliye arasındaki tüm bağların koptuğu, kârın büyük ölçüde ranta ve spekülasyona dayandığı, modernist düşünürler tarafından “rasyonel” ilan edilmiş bir iktisadî sistemin olasıdır ki en “akıldışı” evresi…
Neo-liberalizm ile birlikte, yeryüzünde aklınıza gelebilecek soyut ve somut her şey: toprak, hava, su, genetik dokular, imgeler, simgeler, hayaller, fikirler, gülümseme, zayıflık, sağlık, sohbet, tarih, ırmaklar, kıyılar, adalar, ağaçlar, inançlar, ibadet, cinsellik, sanat, edebiyat, eğitim, bilgi, gençlik, zindelik, spor, oyun, dostluk, aşk… her şey ama her şey metalaşma yetisiyle donandı. Bir başka deyişle, bir kullanım değerinin yanı sıra, bir de değişim değeri edindi. Marifet onu satılabilir hâle getirmekti artık, yani pazarlamacılık; bunu
becerebilen, yaşına-başına, burjuva sınıfı içindeki tarihine bakılmaksızın, Bloomberg’in “En zenginler” listesine dahil olabiliyordu - isterse bir seneliğine olsun…
Denilebilir ki kapitalizm, neo-liberalizm ile birlikte olası sonuçlarına ulaştı, içerdiği tüm olasılıkları tamamladı.
Türkiye kapitalizminin Turgut Özal ile birlikte yöneldiği yol, bu. Pazarlanabilecek her şeyi pazarlayarak sıcak paraya dayalı bir büyüme sağlamak.
Bunun en kolay yolu ise, kentsel alanları ranta dönüştürmek…
Sevda Tepesi’ni hatırlar mısınız? İstanbul Boğazı’nın en güzel manzarası… Hani İstanbul’un ANAP’lı Belediye Başkanı Bedrettin Dalan’ın, Başbakanı Turgut Özal’ın talimatıyla, 250 milyon dolarlık kredi karşılığında, bir emlakçı gibi İstanbul’u dolaştırarak yer beğendirmeye çalıştığı Veliaht Prens Abdullah bin Abdülaziz’e “jest” olsun diye pazarladığı… Tepe’nin sahiplerinden Emin Dırvana’yı pazarlığa oturtup kaş-göz işaretleriyle satışa razı ettiği “Veliaht Prens’i İstanbullu yapmak bizim için onurdur. Ondan sonra bin işadamı daha gelir, ev ve iş sahibi olur...” diye diye…[21]
AKP’liler, ANAP’ın şanına layık ardılları olduklarını, o da ne kelime, “sonradan çıkan boynuzun kulağı geçtiğini” attıkları her adımda kanıtlıyorlar… Yalnızca 16. 05. 2012 tarih ve 6306 numaralı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ile, “sadece İstanbul’da 500 milyar dolar, tüm Türkiye’de ise 1 trilyon doları aşacak bir rantın oluşturulması söz konusu”[22] olduğu akıldan çıkartılmamalı!
Doğru, Bedrettin Dalan Sevda Tepesi’nin Prens’e satışını “bağlamıştı” bağlamasına ama…
Arazi 1. dereceden sit alanı olduğun için her türlü yapılaşmaya kapalıydı… Ve bugüne dek hiçbir iktidar partisi, Suudilerden gelen onca basınca karşın bu yasağı bypass etmeyi başaramamıştı…
Bugüne kadar…
AKP, İstanbul’u haraç mezat pazarlamaya, “çılgın projeler”le rantı katlamaya koyulmuşken, “Sevda Tepesi” meselesinin hâlli için de kolları sıvadı. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin AKP’li üyeleri, kaldır parmak indir parmak, bir imar değişikliğiyle Sevda Tepesi’nde “turistik tesis” iznini çıkarıverdiler. Tabii karşılıksız değil; Prens’ten bunun için bir 10 milyar dolar daha kopardıklarını[23] bizzat müstafi bakan Erdoğan Bayraktar açıklayacaktı![24] Tabii “kayıtdışı” bir girişti bu!
İş yalnızca Sevda Tepesi’yle sınırlı kalsa, haydi nice vurgunlar yemiş bir toplum olarak, yine susalım, sabredelim… Ama Yalçın Doğan’ın kısacık bir köşe yazısında, bir-iki yıllık bir zaman diliminde, üstelik yalnızca İstanbul’da gerçekleşen yağma ve rantsal talan, insanı isyan ettirmiyor mu? Buyurun:
“PARA lazım, kaynak yaratacağız, onun için sat, sat, saaaaattıııım.
Arazi belediye ya da hazineye ait. İmar planlarında ‘sosyal kültürel tesis alanı’ olarak görünüyor. İnşaat zor. Kolayı var. İmar Planında ufak bir değişiklik, haydi, hoop, önüne bir ‘özel’ lafı ekle, oluyor sana, ‘Özel Sosyal Kültürel Tesis Alanı’. Şimdi oraya ister otel yap, ister eğlence yeri, ister alış veriş merkezi.
Örnek mi, Üsküdar Çengelköy, Kartal Yakacık, Eyüp Yeşilpınar, Bağcılar Çınar Mahallesi.
Ya da yeşil alanlar. Beykoz Kavacık’ta 219 bin metrekare yer hazineye ait, yeşil alan. Planda parklar, çocuk oyun alanları, İETT oto terminali. Önce bir vakfa tahsis ediliyor. Sonra plan değiştiriliyor. Ardından hastane ve üniversite için inşaat izni veriliyor. (18.02.2011/348).
Üsküdar Kısıklı, 85 bin metrekare. 1. derece SİT alanı, inşaat hakkı yok. Koruma Kurulu birinci dereceden çıkartıyor, üçüncü derece SİT alanına alıyor. Sonra iki kat konut yapımı izni veriyor. (12.01.2012/ 107).
Pendik Çakmaklı’da Büyükşehir mülkiyetindeki park alanı ile Pendik Kurtköy’deki Pendik Belediyesi mülkiyetindeki fuar alanı akaryakıt istasyonu yapılıyor.
Boğaziçi Yasası ‘Boğaz’da buralara ağaç dikeceksiniz’ diyor, diyebilir, desin.
Çubuklu ve Burunbahçe Mesire Alanlarında inşaat yasağı varken, ‘turizm alanı’ ilan ediliyor. (16.12.2011/182 ve 183 sayılı raporlar). (…)
Otopark ihtiyacını karşılamak Büyükşehir Belediyesinin görevi. Oysa, para lazım. Kat otoparkı olarak görülen arsalarda plan değiştiriliyor, ondan kolay ne var, nasıl olsa Belediye Meclisi’nde AKP çoğunlukta, anında değişiklik, kat otoparkı yerine al sana Ticaret-Turizm Alanı.
Ticaret ve turizm alanları İstanbul’un her yanında dizi dizi. Beşiktaş 2.882, Pendik 7.118, Güngören 2.741 metrekare, Büyükşehir mülkiyetinde. Otoparklar sizlere ömür, yerlerine artık nasıl turizm alanı ise.
Daha neler, neler. Mahkemeden dönen kararlar karşısında, Büyükşehir Belediye Meclisi neler yapıyor, tutanaklarda hepsi var…”[25]
Görüldüğü üzere, AKP iktidarı, İstanbul’dan yuttuğu her lokmanın ardından eli biraz daha büyüterek zücaciyeci dükkânına girmiş bir fil misali yol alıyor: “Durmak yok, yola devam”… Sırada “3. Boğaz köprüsünden[26] Boğaz karayolu tüneline, karayolu tünellerine, Haydarpaşa Garı[27] ve Çamlıca Tepesi
düzenlemelerine, Kanal İstanbul’a,[28] her biri milyonluk iki yeni kent kurulması projesine değin çok önemli projeler gündemdedir…”[29]
“YAŞAMAKTA DİRENMEK…”
Başta (yeryüzünün tüm hırsızlarının başını döndürecek ölçüde zengin bir yağma ve talan alanı) İstanbul olmak üzere tüm kentlerin AKP “projeleri” hayata geçtiğinde nasıl bir görünüm alacağını düşünmek, insanın tüylerini ürpertiyor… Ormansızlaşmış, ağaçsızlaşmış, tarihsizleşmiş, insansızlaşmış, kişiliksizleşmiş bir beton-çelik-pleksiglas yığını. Bir Dubai simülakrı… Ortalarından otoyollar geçen, uçsuz bucaksız bir AVM görünümünde kentler. Yoksulların ta dışlarına, uzağında, üst üste yığılmış bloklara tıkıştırıldığı… Her bir bucağı titizlikle “tasarlanmış”…. Her milimetrekaresi kameralarla taranan… İçinde tek “sosyal” faaliyetin alışveriş yapmak olduğu… Steril, ifadesiz, anlam-yoksunu kimliksiz “yer-olmayan”lar...[30] Kalabildiği kadarıyla sokaklarında dolaşırken nerede olduğunuza dair en ufak bir ipucu duyumsamadığınız… Cansız, nabızsız, yapay… Ve pahalı!
Bu distopya’da “kent hakları” neye tekabül eder, sizce?
Sanırım önce yoksulları olarak kent dışına sürülmeye karşı durmayı. …“Kentsel dönüşüm” adına yaşam alanlarımıza yönelen açgözlü zorbalığa karşı çıkmayı… Yaşamı savunabilmek için, çoğumuzun belki dudak bükerek hatırladığı, elinde bir bıçak ya da bir bidon benzin, gecekondusunun damında yıkıma karşı direnen kadın ya da erkeğin gözü karalığına ve ısrarına sahip olmayı Tek bir ağaç uğruna, Haziran 2013 kararlılığını göze alabilmeyi… Meydanlara, sokaklara sahip çıkmayı… Tarihî mekânlara, yeşil alanlara, yaşam yerlerimizin ortasına dikilen AVM’leri boş ve metruk bırakmayı… “Otomobil uygarlığı”na karşı soluk alma hakkını savunmayı… Parklarda, ağaçların altında iki el tavla atan, çarşıda-pazarda karşılaşıp ayak üstü dedikodu yapan, elleri cebinde, aylak aylak sokakları arşınlayan, sinemaya-tiyatroya giden, sahaftan, kitapçıdan kitap arayan, esnaf lokantasında ucuza karnını doyuran, köprüden olta atıp balık tutan, kıyıda taş sektiren, sıradan yurttaşlar olma hakkımıza sahip çıkmayı…
Çünkü ünümüzde kapitalizm bizden yalnızca emeğimizi değil, aynı zamanda soluduğumuz havayı, içtiğimiz suyu, ektiğimiz toprağı istediğini, yani artık salt emekle yetinmeyip, tüm bir bios’u istiyor. Ona istediğini vermemek, insan olma ve yaşama hakkını savunmaktır…
6 Ocak 2014 20:10:16, Ankara.
N O T L A R
[*] Onbirinci Tez Teorik-Politik Dergi, No:1, Mart 2014…
[1] Edip Cansever. [2] Elif İnce, “AVM’ler Ömrünü Doldurdu”, Radikal, 24 Ocak 2013. http://www.radikal.com.tr/hayat/ avmler_omrunu_doldurdu-1118332. [3] Mustafa Sönmez, “AVM Avanaklığı ve Taksim Gezi”, 1 Haziran 2013, http://mustafasonmez.net/?p=3196.
[4] Bir karşılaştırma için söylüyorum. Paris’te AVM sayısı 17 (Galerie Lafayatte tarzı geniş perakendecilerin sayısı ise 7. Bilgiler e.parisinfo.com’dan alındı); Berlin’de 23 (Kaynak: europe-cities.com), Zürih’te 3 (kaynak: http://www.cbre.eu/portal/pls/portal/res_rep.show_report?report_id=1672)... Bir başka deyişle, İstanbul, AVM sayısı bakımından Avrupa’nın başlıca metropollerine, deyim yerindeyse “nal toplattırıyor”! [5] “İstanbul’da Kaç Tane AVM Var?” http://www.emlakkulisi.com/istanbulda-kac-tane-avm-var/170896.
[6] Güven Sak, “Kent Çocuk Dostu Değilse, Elbette Her Yere AVM Yapılır”, Radikal, 31 Aralık 2013, s.25. [7] Mustafa Sönmez, “AVM Avanaklığı ve Taksim Gezi”, 1 Haziran 2013, http://mustafasonmez.net/?p=3196. [8] “AVM’ler Esnafı Yok Etmektedir”, http://www.edirnetv.com/haber/avm-ler-esnafi-yok-etmektedir. [9] Nehir Yüksel: “İzmir’in Akciğerlerine AVM Dikecekler”, 13 Ağustos 2013, http://www.yurtsuz.net/ News.aspx?newsid=1668.
[10] “Antik Kent Üstüne AVM İzni Çıktı!” Radikal, 6 Mart 2013.
[11] “Lovelet’in ‘alışveriş aşkını yaşatmak için tasarlanan ilk AVM’ olmak gibi bir iddiası da var. Alışveriş aşkı... Çok net bir özet değil mi? Bu sevdadan mülhem seramik kalpleri, dağı oyarak elde ettikleri duvara mıhlamışlar; şimdi yazık, hepsi çamur içinde. Laf cambazlığı değil, kullanım alanını genişletmek için dere yatağının yanındaki Toptepe bildiğiniz oyulmuş. Açılışa katılan birinden bizzat dinledim, birçok kişi çok da değerli olmayan bir arsanın dağ oyularak, ortasından geçen dere ıslah edilerek nasıl iyi bir yatırıma dönüştürüldüğünden konuşuyormuş gıptayla!” (Pınar Öğünç, “Dere Yatağında ‘Alışveriş Aşkı’…”, Radikal, 6 Temmuz 2012, s.6.)
[12] Murat Muratoğlu, “Bir AVM Aşığı Recep Erdoğan”, Sözcü, 26 Haziran 2013.
[13] Mehmet Y. Yılmaz, “Kahraman bakkal süpermarkete karşı!”, Hürriyet, 1 Şubat 2010. Yılmaz bu hatırlatmadan sonra şöyle devam ediyor: “Başbakan’ın durumları hiç iyi olmayan küçük esnafa önerebileceği çözüm demek ki bu: Birleşin! Bunun o kadar kolay olmadığını biliyoruz. Dünyanın gelişmiş bütün ülkelerinde de biliniyor. Bildikleri için de kent merkezlerinde belli bir alandan daha büyük ‘marketlerin’ açılmasına izin vermiyorlar. Eğer o dev marketlerden birini açmak istiyorsanız, kent merkezinden
bilmem kaç kilometre uzağa gitmeniz gerekiyor. Birbirine yürüme mesafesinde büyük alışveriş merkezlerinin açılmasına da izin vermiyorlar. Büyük alışveriş merkezlerinin kent içinde kurulmasının, kent yaşamının ayrılmaz bir parçası olan sokak çarşılarını bitireceğini biliyorlar çünkü. Kentlerini planlarken, ‘küçük esnafın’ da o toplumda yaşamaya hakkı olduğu gerçeğini unutmuyorlar.”
[14] Nasıl mı? Örneğin, “Yıllardır gündemde bir görünen bir kaybolan Alışveriş Merkezleri, Büyük Mağazalar ve Zincir Mağazalar Kanun Tasarısı Taslağı uzun süredir “uyutuluyor”. Bu arada konunun Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı ile birlikte geriye doğru üç hükümette ilgili üç bakanı meşgul ettiğini; hepsinin görev süreleri içinde kanunun çıkarılacağını beyan ettiklerini ama bir türlü başaramadıklarını da belirtelim. AVM yatırımlarını disipline edecek kanun tasarısı her nedense, her nasılsa ve nasıl bir güç önlüyorsa, bir türlü TBMM’ye ulaşamıyor!” (Taylan Erten, “Gezi Park’ında AVM Vak’ası (Kanunsuz AVM Politikası)”, Dünya, 5 Haziran 2013.
[15] Aktaran: Fuat Ercan, “Kışla ve AVM’ye Karşı Üçbeş Ağaç: Kent ve Metalaşma Üzerine Notlar”, http://www.sendika.org/2013/07/kisla-ve-avmye-karsi-uc-bes-agac-kent-ve-metalasma-uzerine-notlar-fuat-ercan-toplumsol/
[16] “Shopping Mall”, Wikipedia, The Free Encyclopedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Shopping_mall.
[17] http://www.myaddiction.com/news/shopping/survey-says-shopping-addiction-is-more-rampant-than-we-realize
[18] “Kadınlarda alışveriş hastalığı erkeklerin beş katı”, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim üyesi Prof. Dr. Oğuz Erkan Berksun’la röportaj. Hürriyet, 14 Ekim 2013. [19] “Oktay Ekinci: Cenazenizi Avm Değil Bakkal Kaldırır”, http://www.f5haber.com/oktay-ekinci-cenazenizi-avm-degil-bakkal-kaldirir-fotohaber-409547. [20] “AVM Değil, Çarşı!”, Sol Haber Portalı, 10 Kasım 2013. http://haber.sol.org.tr/kent-gundemleri/avm-degil-carsi-haberi-82387.
[21] Oktay Ekinci, “Sevda Tepesi’nin Talan Öyküsü”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2012, s.9.
[22] Mehmet Bekaroğlu, “Bir Deli Dumrul Yasası”, Radikal İki, 28 Ekim 2012, s.10-11.
[23] “Kral Abdullah’a ait Sevda Tepesi’ne imar izni çıkarılması, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar tarafından savunuldu. İktidara yakın Star gazetesinden (23 Haziran) aynen nakledelim: ‘Adam 20 küsur yıl önce satın almış, yazıktır. İmarı da çok verilmedi. Arazisi 57 dönüm, imar 3400 metrekareye verildi. Kral ailesi Türkiye’ye yardımcı oluyor. 10 milyar dolar tutarında bir yardımı oldu. Dünya piyasaları krizde ve nakit darlığı var. Şimdi Suudi devleti yeni bir yardım yapabilecek.’ ‘Esrarengiz Döviz Girişleri’ başlıklı yazısında bu konuyu gündeme getiren Prof. Korkut Boratav, ‘Suudi Kralı’nın Türkiye’ye yaptığı ‘10 milyar dolarlık yardım’ ilgi çekmelidir’ diyerek soruyor: ‘Bu dolarlar ne zaman geldi? Nereye, kime gitti? Hangi hesaba kaydedildi? Ve ekliyor: Ben bu parayı ödemeler dengesi hesapları içinde aramayı yeğliyorum. Yardım tanımına en uygun döviz girişleri, ödemeler dengesi tablolarının, cari transferler başlığı altında yer alır. Ne var ki, Suudi Kralı’nın 10 milyar dolarını bu kalemlerde bulamıyoruz. Çeşitli uluslararası kurumlardan, devletlerden, devlet-dışı kuruluşlardan TC hükümetine veya özel şirketlere, derneklere, bireylere yapılan transferlerin (ödemeler dengesi tablolarının D.1 ve D.2.2 kalemlerinde yer alan) toplamı, AKP’li yıllar boyunca 6 milyar doları biraz aşmıştır. O hâlde kralın 10 milyar dolarlık ‘yardımını’ kayıt dışı sermaye hareketlerinde aramak gerekir. 2008 krizinin patlak vermesiyle Türkiye ekonomisi, adeta ‘gökten zembille inen’ bol kepçe kayıt dışı döviz girişleriyle önce ‘kefeni yırtmış’, sonra da ‘ihya’ olmuştur. Yabancı sermaye çıkışları döviz piyasalarını sarsmaya başlarken milli gelirin yüzde 1.8’ine ulaşan ‘esrarengiz’ kaynak girişi, 2008-2009 krizinin bir finansal çöküntüye uğramasını önlemiştir. Sonraki otuz ay içinde, kayıt dışı girişler dörtnala devam etmiştir.” (Özlem Yüzak, “Suudi Kralı’nın 10 Milyar Dolar Yardımı”, Cumhuriyet, 4 Temmuz 2012, s.11.)
[24] “Kılıçdaroğlu: Nasıl Bir Ülkeyiz”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2012, s.6.
[25] Yalçın Doğan, “İstanbul Haraç Mezat”, Hürriyet, 13 Temmuz 2012, s.21.
[26] Bakın Prof. Dr. Haluk Gerçek 3. köprü konusunda neler diyor: “Bir kere üçüncü köprünün yapılması, yapıldığı yer yanlış. Üçüncü köprü ve Kuzey Marmara otoyolunun güzergâh alanının yüzde 48’i ormanlık alan, su toplama havzaları, kuşların göç yollarının içinde. Dolayısıyla da burası doğal SİT alanı. (…) Zaten üçüncü köprü güzergâhının geçtiği alanların şimdiden el değiştirmiş durumda olduğunu biliyoruz. Oralarda büyük rant bölgeleri yaratıldı. Oralarda büyük yapılaşmalar olacaktır. Ayrıca Başbakan’ın kendisinin açıkladığı yeni yerleşim planları var. Örneğin Kaya Şehir. Üçüncü havaalanının hemen yanında ve Kuzey Marmara otoyoluna bitişik bir alanda nüfusu bir milyona ulaşacak yeni bir şehir planlandı ve yapımına da başlandı. Aynı şekilde, Anadolu Yakası’nda Tuzla’nın yakınında yeni bir gelişme alanı planlandı. ( 2011’de yapılan İstanbul’un Çevre Düzeni Planı’nı –b.n.) akademisyenler, plancılar, uzmanlardan oluşan kalabalık bir kurul tarafından dört-beş yıl uğraşılarak hazırlandı ve İstanbul’un geleceğini koruma amaçlı hazırlanan bir plandı. Kent kuzeye doğru gelişmeyecekti. O planda ne 3. köprü ne Harem’den Kazlıçeşme’ye gidecek karayolu otomobil tüneli ne de o yeni yerleşim alanları var. Bunlar İstanbul’un son doğal alanlarını tahrip edecek. 3. köprü ve bağlantıları bunu tetikleyecektir. (…) Üçüncü köprü bir ulaşım projesi değil. Çünkü oralarda daha yüksek gelir gruplarına hitap edecek yeni yerleşim alanlarının planları yapılıyor. Üçüncü havaalanı da oraya konumlandırıldı. (…) Üçüncü köprü yap-işlet-devret modeli. Bildiğim kadarıyla üçüncü köprüyü yapacak konsorsiyuma DPT’nin karşı çıkmasına rağmen, trafik garantisi sağlanamadığı takdirde aradaki farkın devlet tarafından ödenmesi taahhüt edilmiş. (…) Bu sadece üçüncü köprü projesinde değil İzmit Körfez geçişinde de var. Tabii bu paralar devletin cebinden çıkmayacak. (Leyla Tavşanoğlu, “İstanbul Kalmayacak”, Cumhuriyet, 21 Temmuz 2013, s.10.)
[27] Haydarpaşa Port Koruma Amaçlı Nazım İmar Planı geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nden geçti. Plana uygun proje hazırlandığında 1 milyon metrekarelik ‘ Haydarpaşa Port’ta Harem Otogarı’ndan Kadıköy Moda’ya kadar olan kısım dev bir turizm ve ticaret merkezi hâline gelecek. Böylece tarihi kentin Anadolu yakasında yeni bir siluet oluşacak. Haydarpaşa ‘ya yeni bir kruvaziyer limanın yanı sıra, dini tesisler, konaklama ve turizm alanları yapılacak. Tarihi Haydarpaşa Garı restore edilerek konaklama ve turizm amaçlı kullanıma açılacak. 941 bin metrekarelik alanın yaklaşık 817 bin metrekaresine inşaat yapma izni getirilecek. Plan 45 gün içinde askıya çıkarak ilan edilecek ve 1 aylık itiraz süresinin ardından eğer itiraz olmaz ise ihaleye çıkılarak hayata geçecek. (Ömer Erbil, “Anadolu Yakasına Yeni Siluet Geliyor”, Radikal, 16 Eylül 2012, s.4.)
[28] İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Kadir Topbaş, “Arap ve İslâm âleminden, Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkelerinden, İstanbul’a yatırım hareketliliği var. Özellikle Kanal İstanbul projesi büyük cazibe oluşturuyor” diyor. (“Sırada Süleymaniye Var”, Cumhuriyet, 28 Haziran 2012, s.9.)
[29] Güngör Evren, “Çevreye ve Kente Sahip Çıkma Hakkı ve Görevi”, Cumhuriyet, 12 Kasım 2012, s.17.
[30] Antropolog Marc Augé, tüm yerel/kültürel ayırt ediciliklerinden soyunmuş, dünyanın neresinde olduğuna dair en ufak bir gösteren içermeyen (beş yıldızlı otel, havaalanı, AVM gibi) mekânlara “yer-olmayan” (non-lieu) der. (Bkz. Marc Augé, Yer-Olmayanlar. Üstmodernliğin Antropolojisine Giriş, Kesit Yayınları, 1997.)
Sibel Özbudun
1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;
1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.
Son Haberler
Sayfalar
Güzel insanların ardından kurulan her cümle yetersizdir…(İsmail Cem Özkan)
Şimdi anıları olanlar hemen anılarını paylaşmayacak, zamanı gelince yazarlar ya da anı kitabı yapılacaksa oraya bir kaç kelime bırakacaklardır ama popüler olanı yapacaklar yani varsa birlikte çektikleri/ çekildikleri fotoğraflarını paylaşacaklar...
Turan Eser benim geçmişi (artık geçmiş oldu, zamanda üzerine eklenince) uzun bir sancılı dönemin dostluğuna dayanıyor...
Emperyalizm Üzerine Notlar-6
13-15 Eylül 2024 ICOR Uluslararası “Lenin’in Öğretileri Yaşıyor” Semineri 1. Gün
Giriş: Almanya’nın Thüringen Eyaleti’ndeki Truckenthal’da 13-15 Eylül 2024 tarihleri arasında ICOR’un, Lenin’in 100. ölüm yıldönümü anısına, ”Lenin’in Öğretileri Yaşıyor” adı altında uluslararası büyük bir seminer yapıldı. Bu seminer’de “Lenin ve Emperyalizm” başlıklı 1. bölüm’de ben de bir sunum yaptım.
Rothe Fahne (Kızıl Bayrak) dergisinden kısa bir bilgilendirmeyi buraya alıyorum.
Erdoğan ve cumhur ittifakı’nın hazırlıkları iç savaş odaklıdır!
İçinden geçilmekte olan sürecin bu ayırt edici özelliği, rejimin ne kadar da kırılgan bir durumda olduğunun, çıplak bir ifadesi olarak da okunabilir elbet.
Serdareme, Caneme, Hevaleme…
Her devrimci değerlidir. Ancak bazıları istisnadır. Yaşam ve duruşlarıyla, söz ve eylemleriyle derin izler, unutulmaz anılar geride bırakır. Geçtikleri her yerde devrimin, özgürlüğün dinmeyen esintilerini bırakır. Devrimcilerin değerlerini belirleyen her daim hatırlanan pratik ve eylemleri ve yazdığı unutulmaz eserleridir. Serdar Can yoldaş her ikisini de doğru yapmaya çalıştı. Hem devrimin kalemini hem de devrimin silahını iyi kullandı. Hem de en geç yaşlarında.
Erdoğan yeni anayasa istemi ne tür bir ihtiyacin ürünü ?
Siyasal İslamcı din bezirganı Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, özelliklede son yerel seçimlerde uğradığı ağır hezimetin ardından, adeta gün aşırı bir sıklıkla, toplumun artık yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu dilendirmekte. Bu demek oluyor ki Erdoğan’a göre, 22 yıllık iktidarları döneminde yeni bir anayasa, toplumsal bir ihtiyaç haline gelmemiş. Gelse, ille ki o zaman da bunu gündeme taşır ve çözmek isterdi, değil mi? Peki şu son dört-beş aylık zaman diliminde ne oldu da birdenbire acil bir ihtiyaç haline geldi?
Asıl Olan, Örgütlü Yığınların Mücadelesidir
Çağımız, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Yaşanan tüm değişimlere, ideolojik anlamdaki çürüme ve yozlaşmaya rağmen işçi sınıfının ezen ve ezilenler mücadelesindeki tarihsel misyonu hala gerçekliğini korumaya devam ediyor.
Yaşanmakta olan, ikili hukuk denkleminde,bir ara rejim midir?
Resmi adıyla, “Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi”ne, günlük kullanım diliyle “tek adam diktatörlüğü”ne geçişle birlikte ve özellikle de ırkçı faşist-kontra bir odak partisi olan MHP katılımıyla oluşturulan “Cumhur İttifakı” iktidarı altında; sistemin, Anayasasında kendisini tanımlaya geldiği ve iyi kötü ve de taklidi de olsa, bir şekilde uygulanmaya çalışılan “laik” ve Anayasal “hukuk Devleti” prensipleri, adım adım terk edilmeye başlandı.
Komutan Orhan Cihat Bingöl (Nubar Ozanyan)
Duyduğumuzda inanmakta ve kabul etmekte zorlandığımız şehit haberleri yüreğimizi fena halde acıtsa da ideallerine ve anılarına bağlı kalma, mücadele bayraklarını daha yükseklere taşıma sözü vermeye devam edeceğiz.
Kürt ve özgürlük düşmanları sevinmesin! Hesapsızca toprağa düşen her gerilla Kürdistan topraklarında yeniden doğacaktır. Ve onlar her daim ölümsüzlük içinde çoğalarak büyüyecek birer dağ olup düşmanın üstüne yürüyerek anılacaklar. Ne yaşamları ne toprağa düşüşleri ucuz ve kolay olmayacaktır.
Vitrin olma kız... vitrin olma...
Sen, senle halk arasında artırılan düşmanlığı çözmenin araçlarının neler olduğunu bilmiyorsan...
Şimdi ne kadar güzel olurdu değil mi kız...
ne kadar güzel olurdu...
mecliste, belediye başkanlıklarında bir...
Öyleyse.... öyleye...
Hayeller.... söylemler...
Kitleler...
yüzlerini dahil seçemeceğimiz kalabalıklar...
Gerçekler ise....
Zil zurna, kah kaha atarken sümükleri dahil ağızlarına giren masaları tek tek dolaşarak, mekan yeni insanlar..
Hemi... hemi...
hayat bu... gerçeklik bu ise...
Şeriat ve kadın
Tüm kurumları üzerinden devlet erkine artık tamamen hakim hale geldiğini düşünen siyasal İslamcı Erdoğan iktidarı, dini esaslar üzerinden toplumsal yaşamın yeniden kurgulanması esas hedefi doğrultusundaki ana hamlelerini, “İstanbul Sözleşmesi”ni feshederek, “Her kürtaj bir Uludere’dir”tavrıyla, en nihayetinde vasat ölçüler içinde kadın haklarını belli yönleriyle koruyan “6284 Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası”na ilişkin tutumuyla ve keza “9.
Türkiye ve kuzey Kürdistanlı solculara yönelik bayrak eleştirisi
Kendisi de sol-sosyalist cenahtan olan yazar ve aynı zamanda televizyon programcısı sayın Merdan Yanardağ, on binlerce solcunun, Fransa’da faşistleri yenilgiye uğratarak seçimlerin galibi olan Yeni Halk Cephesi’nin zaferini kutlamak için, ellerinde Fransa bayrağı ile toplaştığı Cumhuriyet Meydanı’nda, coşkuyla Enternasyonal marşını seslendirmelerinden övgü ve gıptayla bahsederken: “Bakın diğer ülke devrimcilerinin kendi ulusunun bayrağıyla bir sorunu yok. Ellerinde Fransa Bayrağı ile hep birlikte Enternasyonal okuyorlar.