Birinci Dünya Savaşı Sırasında Ermenilerin Kıyımı – Raymond Kévorkian

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Türk milletine dayalı bir ulus devlet inşası projesi, Türk olmayan unsurların dışarıda bırakılması fikrini zımnen öngörüyordu. Toprak kayıpları, özellikle Balkan Savaşlarında (1912-1913) alınan aşağılayıcı mağlubiyet, Jön Türk merkez-i umumisinin üyelerinin radikalleşmesine yol açtı ve kamuoyu nazarında Birinci Dünya Savaşı sırasında Rum ve Ermenilerin “cezalandırılmasını” mümkün kılan bir şeytanlaştırma sürecini hazırladı.
Radikalleşme Süreci ve Kararın Alınması
Almanya ve Avusturya Macaristan’ın yanında savaşa girilmesi Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olmayan unsurlarının, özellikle Ermenilerin, yok edilmesine uygun bir çerçeve üretir. Savaş ilanı, Ağustos 1914’ün başından itibaren yirmi ila kırk yaş arası Ermeni erkeklerin ki 28 Şubat 1915’ten beri resmen silahsızlandırılmışlardır, seferberlik kapsamında çağrılmasına ve daha sonra ortadan kaldırılmalarına izin verir. Bu durum Ermeni toplumunu savunmasız bırakacaktır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin şefleri tarafından planlanan Küçük Asya’nın etnik olarak bir örnekleştirilmesi Ermeni ve Süryanilerin sistematik olarak yok edilmesi girişimi şeklini alır. Yok etme planının uygulanmasına başlanması kararı, Jön Türk merkez-i umumisinin 20 ila 25 Mart 1915 arası gerçekleştirilen bir çok toplantıları esnasında alınmıştır.
Kıyımın ilk aşaması (Nisan-Ekim 1915)
Askere alınmış Ermenilerin ortadan kaldırılmasından sonra 24 Nisanı 25 Nisana bağlayan gece İttihat ve Terakki Cemiyeti İstanbul’da ve taşra şehirlerinde daha önceden oluşturulmuş listeler uyarınca siyasi, iktisadi, entelektüel ve dini alanlarda önde gelen Ermenilerin tutuklanmasına girişti. Taşrada Türk yetkililer 24 Nisan 1915’de yayınlanan bir kararname uyarınca harekete geçti. Bu belge özel şahısların elinde bulunan silahların beş gün içinde askeri komutanlıklara teslim edilmesi, aksi halde bunların müsadere edileceğine hükmediyordu.
Özellikle Ermenileri hedef alan bu genel hüküm yetkililerin arama yapmak, sert sorgulamalar gerçekleştirmek, yerel ileri gelenleri hapse atmak ve bunları işkenceden geçirmek, amacıyla evlere, eğitim kurumlarına, kiliselere girebilmesine olanak sağlıyordu. Bunun sonucu Ermeni nüfusunun genelini şüpheli ve suçlu duruma düşürmektir. Bu uygulamalar, asi olarak görülmemek için ilke olarak yetkililerle işbirliği yapmayı reddedemeyen yerel Ermeni kurumlarını çok hassas bir duruma sokuyordu. Bunlar korkunç bir ikilemle karşı karşıyaydılar; silahların toplanması öncelikle onlara tevdi edilmiş bir sorumluluk olduğundan silahlarını teslim etmeyi reddedenleri kınamak durumundaydılar, bununla birlikte silahlar olmadan ahalinin yağmacıların veya aşiretlerin insafına kalacağının da farkındaydılar.
Katliam, tehcir ve ölüm yürüyüşleri
Bazı bölgelerde daha önceden uygulanmaya başlansa da, Erzurum, Van ve Bitlis’i içeren üç doğu vilayetinde Ermeni nüfusun tehciri bakanlar kurulu tarafından ancak 13 Mayıs 1915 tarihinde kararlaştırıldı. 23 Mayıs tarihinde İskân-ı Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyeti bu vilayetlere yerinden edilenlerin Musul vilayetine yerleştirileceğini bildirdi. Birkaç hafta sonra 7 Temmuz 1915’te Müdüriyet yerinden edilenlerin götürüleceği yerler olarak Deyr-i Zor, Harran ve Kerek sancaklarını belirtti. Bu bölgeler yaşamanın mümkün olmadığı çöl arazileriydi.
Tehcir ve ortadan kaldırma süreci bölge bölge incelendiğinde tarihsel Ermenistan kabul edilen altı doğu vilayetindeki Ermeni ahaliyi yok etme planının ilk hedef olduğu görülür. Daha sonra gerçekleşen Batı Anadolu’daki Ermeni yerleşimcilerin tehciri tamamlayıcı bir tedbir olarak gözükmektedir. Doğuda plan silah altına alınmış olsun ya da olmasın tüm erkeklerin acilen ortadan kaldırılmasını ya da emek güçlerinden rasyonel bir biçimde faydalanmayı öngörürken, batı bölgelerinde erkekler aileleriyle birlikte tehcir edilmiştir.
1915’in Nisanından Ağustosuna kadar çoğunluğu kadın ve çocuk olan 1.040.782 Ermeni’nin bulunduğu 306 tehcir konvoyu Suriye ve Mezopotamya’daki toplama kamplarına doğru yola çıkmıştır. Yerinden edilenlerin en yoğun olduğu aylar Haziran (225.499), Temmuz (321.150) ve Ağustostur (276.800).
Tehcir edilmeyen dokuz yüz bin Ermeni’nin kaderi çok farklı biçimlerde tecelli etmiştir. Üçüncü ordu tarafından askere alınan yaklaşık yüz yirmi bin kişi kısa süre içinde öldürülmüştür. Altı doğu vilayetinin yetişkin erkekleri yaşadıkları yerlerin yakınlarında katledilmiştir. Van vilayetinin kuzeyinde, gene kuzey ve Erzurum’un doğusundaki kırsal bölgelerde, Muş ovasındaki köylerde, Bitlis’in ilçelerinde, Siirt ve Sason’da ahali yaşadıkları yerlerde katledilmiştir. İstanbul ve İzmir’deki Ermeni nüfusun bir kısmı yerlerinde kalmıştır. Kuzeydeki sınır bölgelerinde mukim Ermeniler Kafkaslara doğru kaçabilmiştir. Vanlı Ermeniler etraftaki yerleşimlerden kaçanlarla birlikte şehre sığınmıştır. Çatak ve Hizan’ın dağlı ahalisi ise Ağustos 1915’teki geri çekilişi sırasında Rus ordusunu takip etmiştir. Birkaç bin kadın ve çocuk ise Türk ve Kürt arkadaşları tarafından saklanmıştır.
Kıyımın ikinci aşaması (Şubat-Aralık 1916)
Kıyımın son aşaması büyük oranda Anadolu ve Çukurova, az miktarda da Ermeni vilayetleri kökenli hayatta kalanları hedeflemekteydi. Şiddetin bu aşamadaki esas adresi Suriye ve Mezopotamya’da bulunan yirmi kadar toplama kampıydı. Bunlar İskân-ı Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyeti tarafından Ekim 1915’ten itibaren kurulmuştu. Müdüriyetin başındaki Müftüzade Şükrü Kaya Bey Ağustos sonunda Halep’e tehcir edilenlerle ilgilenecek bir birim oluşturmak amacıyla gelmişti. Bu birimin başına Abdülahad Nuri getirilecekti.
Dahiliye Nezaretine bağlı İskân-ı Aşâir ve Muhacirîn Müdüriyeti ile doğrudan doğruya Jön Türk merkez-i umumisine bağlı Teşkilat-ı Mahsusa arasındaki eşgüdüm tehcire tabi tutulan ve bölgeye gelen yüz binlerce kişinin yok edilmesinde temel mekanizmayı kesinlikle sağlamıştır.
Tehcir edilenler idaresi tarafından yönetilen kamplar üç temel aks boyunca kurulmuştu. Bir tanesi Bağdat demiryolu boyunca Suruç, Kobane, ve Serê Kanîyê kamplarını ihtiva etmekteydi. İkincisi İslahiye Halep hattı boyunca Mamura, Bab, Lale, Tefrice, Ahterim, Rajo, Azaz ve Manbij kamplarını içermekteydi. Sonuncu ve en ölümcül hat ise Fırat nehri boyunca Meskene, Dipsi Abuharar, Hamam ve Rakka kamplarını içine alarak uzanıyordu. Bu hattın sonunda Deyr-i Zor vardı.
Ekim 1915’ten Mart 1916’ya kadar tehcir edilenlerin yekûnu hastalık ve yetersiz beslenmeden ötürü artarak azalmaktaydı. Kamplarda bu dönemde herhangi bir günün sabahında yüzlerce ölü bulunuyordu. 1916 Şubatında kamplarda beş yüz bine yakın Ermeni hala hayattaydı. Bunlar Halep ve Şam ile Fırat ve Deyr-i Zor arasında dağınık bir biçimde bulunmaktaydılar. Yüz binden fazla insan Şam ve Ma’an arasında, on iki bin kişi kadar Hama ve çevresinde, yirmi bin kişi Humus ve çevre köylerde, yedi bin kişi Halep’te, beş bin kişi Basra’da, sekiz bin Bab’da, beş bin Manbij’de, yirmi bin Serê Kanîyê’de, on bin Rakka’da, üç yüz bin kişi kadar da Deyr-i Zor ve etrafında bulunmaktaydı. 22 Şubat 1916’da Dahiliye Nazırı Mehmet Talat Fırat hattı boyunca bulunan toplama kamplarında kalan son Ermenilerin de ortadan kaldırılmasını emretti.(1)
Operasyon Serê Kanîyê kampını hedeflemekteydi. 17 Mart 1916’dan itibaren beş gün içerisinde kampta tutulan kırk bin kişinin temizlenmesi gerçekleştirildi. Bir sevkiyat genel müfettişi, İsmail Hakkı Bey Ağustos 1916’da bölgeye gelerek Meskene’den Deyr-i Zor’a kadar bütün toplama kamplarının temizlenmesini koordine etti. Bu 1916 yılının Temmuzundan, Aralık ayına kadar devam etti. Kaymakam Salih Zeki Deyr-i Zor bölgesine yerleştirilmiş 192.750 tehcir edilen Ermeni’nin yok edilmesini Marat, Suvar, Şeddadiye, Haseke ve Markade kamplarında gerçekleştirdi.
Bu kitle şiddetinin bilançosu
Savaşın sonunda hayatta kalanlar iki kategoride sınıflandırılabilir. Ekim 1918 ateşkesinden sonra kurtarılan Bedevi aşiretlerinin kaçırdığı birkaç bin çocuk ve genç kız ile çoğu Çukurovalı Halep, Humus, Hama, Şam, Ma’an ve Sina hattına tehcir edilmiş ve çoğu ordu hizmetinde çalışan yüz binden fazla kişi. Bu sonuncular 1917 ve 1918 boyunca Filistin ve Suriye’deki yavaş ilerleyişi esnasında Britanya ordusu tarafından bulunduklarında tarif edilemez bir durumdaydılar.
Başka yerlerdeki sayılara bakarsak on binlerce hayatta kalan İran ve Kafkasya’da, seksen bin kadar İstanbul’da, on bin kadar İzmir’de, birkaç bin ise Bulgaristan’da mevcuttur.
Savaş öncesi yaklaşık iki milyonu bulan Osmanlı İmparatorluğunun Ermeni nüfusunun, üçte ikisinden fazlası Birinci Dünya Savaşı sırasında yok edilmiştir. Bu bir milyon üç yüz bin insan anlamına gelmektedir. Bu sayıya Osmanlı ordusu ve ona bağlı paramiliter güçler tarafından İran ve Rus Azerbaycan’ında ve Kafkaslarda yürütülen askeri operasyon ve katliamların kurbanı Ermeni sivil halk da eklenirse kesinlikle bir milyon beş yüz bine yakın bir sayıya ulaşılır.
(1) Takvim-ı Vekayi [Resmi Gazete], n° 3540, 5 Mayıs 1919, s. 5. Talat’ın 12 Nisan 1919’da Jön Türklerin yargılandığı ceza mahkemesinin duruşmasında okunan telgrafı.
Son Haberler
Sayfalar

Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -2-
Son yıllarda, emperyalist savaş tehlikesinin zemininin güçlenmesine paralel, dünya genelinde ırkçı hareketlerin ve partilerin dikkat çekici boyutta güçlendiğine vurgu yapmış, bu yükselişin, sadece belirli demografik gruplarla sınırlı kalmadığını, kadınları da içine aldığını gördüğümüzü ifade etmiştik.
Peki, kadınlar neden bu tür hareketlere katılıyor? Bu sorunun yanıtı, birçok faktörün karmaşık bir birleşiminde yatıyor.

Faşizmin Yüzünü Örten Çirkin Bir Maske (Nubar Ozanyan)
İttihatçı Türk kompradorları, ekonomik-mali-siyasal krizden bir türlü kurtulamıyor. Faşizmi maskeleyen kaba uydurma parlamentoyla bile ülkeyi yönetemiyor. Zorbalık her taraftan fışkırıyor. Kötülük ve çirkinlik her yerde bütün utancıyla görülüyor. Dağda, köyde, sokakta Kürt ve emekçi kanı dökmekten çekinmeyenler dünyanın gözü ve kulağının üzerinde olduğu parlamentoda bile Kürt kadın parlamenterin kanını dökmekten çekinmiyor. Zorbalık, pervasızlık, yasa, hukuk tanımamazlık ayyuka çıkmış, had safhaya ulaşmıştır.

Emperyalist haydutlar, 3.Dünya savaşı hazırlıklarını yoğunlaştırmakla meşgul…
Bazı sol-sosyalist ve kendilerini komünist addeden kesimler hâlâ (evet, hâlâ) bir 3. Dünya Savaşı çıkacak mı çıkmayacak mı ve keza “süreci belirleyen esas etmen savaş mı devrim mi?” ikilemi girdabında, adeta miskince bir fikirsel jimnastik rehavetiyle, sorunu ele almaya devam ede dursunlar; fakat süreç, maalesef ki hem de çok hızlı bir şekilde, o istenmeyen malûm sona doğru ilerliyor.

Fakir (Nubar Ozanyan)
Yaşamı boyunca hep yokluk ve fakirlik içinde yaşadı. Bundandır ki arkadaşları ona “Fakir’’ dedi. Ne zaman biraz dünya nimetlerine yakın olan olanaklara sahip olsa o yine fakir yaşamından ayrılmadı. Yaşamı fakir, bilinç ve yüreği zengin olan Nubar Ozanyan en alttakilerin, yoksulların, mazlumların yoldaşı olmaktan bir an olsun geri durmadı.

Servet Vergisi ve Sermayenin Olmayan Vijdanı
Bugünlerde de toplumsal eşitsizlik sermayenin birikimine ve merkezileşmesine koşut olarak artınca, zenginlerden servet vergisi alınmasını dilendirenlerde çoğalmaya başladı.[1] Servet vergisi, toplumsal servetin belli ellerde birikmesinden bu yana ara sıra gündeme getiriliyor. Zaman zaman kısmen de uygulanmıştır. Örneğin savaş dönemlerinde vb. Yine ABD'de, 1960'larda 400 zenginden %53 oranında vergi alınmıştır.

Inger Nubar Can, Hewal Nubar, Nubar Yoldaş’a!
Halen pek çoğumuzun inanmak istemediği Nubar Ozanyan’ın ölümsüzleşmesinin 7. yılında, onu bir kez daha saygı ve sevgi ile anarken, şehadetinin yıldönümünde onu anlatmak da bizim için en zor yazılardan olacaktır.

Rusya / Ukrayna Savaşında Yeni Bir Aşama
Savaşın Rus topraklarına doğru genişlemesi Ukrayna'daki savaşın yeni bir aşamaya geçmesi anlamına geliyor.
6 Ağustos Salı gününden bu yana Ukrayna birlikleri Rusya sınırını geçerek Rusya'daki savaşta yeni bir cephe açtı. En az üç Ukrayna tugayı ve çeşitli taburlar savaşa dahil oldu ve ilerleme Rus topraklarının yaklaşık 30 kilometre içine kadar ulaştı. Bu, savaşın yeni bir aşamasının başlangıcına ve dünya savaşı tehdidinin önemli ölçüde yoğunlaşmasına işaret ediyor.

İKTİDARIN BÜYÜK YALANI: “HİÇ KİMSENİN YAŞAM TARZINA KARIŞMIYORUZ.”
Genel olarak tüm siyasal İslamcıların, ama özel olarak da İslamo-faşist Erdoğan ve iktidarının, başvurduğu en kullanışlı “idare etme” araçlarının ilk sırasında hiç kuşkusuz ki dinlerince de serbest sayılan takiyedir. Yani amaçlananı gerçekleştirebilmek için, gözünü dahi kırpmadan YALAN SÖYLEMEKTİR.

Belliki sol-sosyalist eski nostaljik söylemlerin tekrarı bugün artık kitlelerde herhangi bir karşılık bulmuyor!
Geçenlerde, “dini bütün” olarak tabir edilen kesimlerden bir ahbabımla, “ne olacak bu memleketin hali” kıvamında sohbetteyken, şöylesi bir cümle kurmuştu: “Abi benim anlamadığım, bunca açlık, yoksulluk, işsizlik ve zulüm varken, yani koşullar aslında tam da siz devrimci solcuların kolayca taban bulmanıza ve kitleleri harekete geçirmenize ve hatta devrim bile yapmanıza bunca uygunken; bu derece atıl ve etkisiz olmanız, sence normal mi?”

KADINLARIN BİRLİĞİ | Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -1-
Emperyalistler arası çelişkiler derinleştikçe, ekonomik kriz ağırlaştıkça vb. bu sistemin sarıldığı en temel dayanaklardan birinin ırkçılık-faşizm olduğunu biliyoruz. Zira bunun, sistemin alametifarikalarından biri olduğunu birçok -acı- deneyimiyle elbette biliyoruz. Şu anda yine tam da böyle zamanlardan geçtiğimizi söylüyoruz. Bu tehlikeye dair önlemler almaktan bahsediyoruz, özellikle Avrupa’da ırkçı partilerin yükselişini izlerken, Avrupa Parlamentosu’ndan çeşitli Avrupa ülkelerinin kendi seçimlerine odaklarımızı çeviriyoruz vs.