Çarşamba Şubat 26, 2025

Biyoloji kader mi?Yada fitrat"a-dair.

“Cinsel ahlâkın ilk ve tek ilkesi:Suçlayan her zaman suçludur.”[1]

Soru, hem ahlâk felsefesi ve ondan kaynaklanan sosyal bilimler, hem de doğa bilimleri açısından oldukça eski. Antropolojide ise, 20. yüzyıl başlarında ABD antropolojisinin kurucularından Franz Boas, yanıtını net bir biçimde veriyor, insanın “kültürel” bir varlık olduğu, biyolojisini çevresi/kültürü aracılığıyla dönüştürebildiğini öne sürüyordu - Boas’ın ünlü deneyi, ABD’ye göç eden Avrupalıların kafatası ölçülerinin ikinci kuşakta değişime uğradığını göstermekteydi! O zaman sosyal çevreye, yani kültüre ilişkin süreçler, biyolojimizi etkiliyor olmalıydı...

“Davranışçılık” olarak adlandırılan ekolün kurucusu ABD’li John B. Watson, Boas’ın biyolojinin özerkliğini kabullenen yaklaşımının çok daha ötesine geçen radikal bir tutum geliştirecekti: insan tümüyle (sosyo-kültürel) çevresinin ürünüydü: doğal (biyolojik/genetik) mirası ne olursa olsun.

Karl Marx ise, daha 19. yüzyıl ortalarında, insanın doğal ve toplumsal-kültürel bir varlık olduğunu ve doğasını emeği aracılığıyla dönüştürdüğünü söylüyordu. 1980’li yıllarda Marksist biyolog Levontin ise, biyolojik determinizmin burjuva ideolojisinin bir aracı olduğunu öne sürerken tartışmayı “doğa mı kültür mü?” çerçevesinden, tartışmanın kendisinin ideolojik yüküne doğru yöneltmişti. Bir başka deyişle, doğanın insan üzerindeki belirleyiciliğini savunan görüşler -gerçekliğe uygunluk ya da uygunsuzluklarından bağımsız olarak- burjuva ideolojisine hizmet ediyordu...

Her durumda, sosyal bilimler 20. yüzyıl boyunca, “insan davranışını belirleyen doğadır/kültürdür” tartışması konusunda devasa malzeme biriktirmiş, sosyal bilimciler bu konuda ciltler dolusu yazı yazmıştı.

Ne ki bu tartışma literatürü bir “ufak” ayrıntıyı atlıyor ya da görmezden geliyordu. Tüm bu ateşli tartışmaların öznesi “insan”, erkekti (man); kimse kadınlardan söz etmiyordu! Ta 1970’li yıllara kadar, “biçimlenişinde doğanın mı yoksa kültürün mü rol oynadığı” tartışılan “insan”, erkek(ler) olarak kurgulanmıştı. Kadının ne adı vardı, ne de gövdesi...

Durum sosyal bilim çevrelerinde 1970’lere gelindiğinde, yükselen kadın hareketinin bu alana sirayet etmesiyle birlikte fark edilecekti. Özellikle de antropolojik çalışmalara...

Antropolojik araştırmalarda kadınlardan söz edilmediğinden değil. Hayır, araştırmalarda kadınlar mevcuttu; ancak (Margaret Mead ve Ruth Benedict gibi iki öncü antropologu saymazsak) sadece edilgin nesneler olarak. Onlar Fransız antropolog Claude Lévi-Strauss’un yapıtında gruplar arası takasa sokulan dilsiz “trampa nesneleri” idi. Ya da Afrika’da değerli antropolojik çalışmalar gerçekleştiren Evans Pritchard Man and Woman Among the Azande (Azandelerde Kadın ve Erkek - 1974)’sini kaleme alırken tek bir Azande kadınıyla görüşmüş değildi. Onlar hakkındaki tüm bilgisi, Azande erkeklerinin söylediklerinden ibaretti!

Doğrudur, antropoloji 20. yüzyılın büyük bölümü boyunca bir “erkek mesleği” olagelmiştir. Pek az kadın, dünyanın ücra bucaklarında yaşayan avcı-toplayıcılar ya da hortikültüralistler[2] arasında yıllarca yaşamayı göze alabilecek bir özgürlük ve özgüvene sahiptir henüz. Bunu yapabilen kadın antropologların çoğu, yine antropolog olan kocaları ile birlikte çıktıkları bu serüvende kocalarının muavini ve sekreteri olarak, antropolojik araştırmaya marjinal kabul edilen kadınlar arasına karışıp onların “dedikodu”larını kayda geçirmekle, mahrem adetlerini çözümlemeye çalışmakla yükümlenmişti - ama ister araştırmacı gruba, isterse araştırılan gruba dahil olsun, kadınlar ikincildi. Esas olan, erkekti; onun pratkleri ve anlattıklarıydı.

İngiliz antropolog Edwin Ardener’ın bu “makus talih”in kırılmasındaki etkisi büyüktür. Kamerun Bakweri’leri arasında çalışan Ardener, sorunun salt “yaban” halkların kadınlara bakışından, ya da onların ataerkilliğinden kaynaklanıyor olmayabileceğini öne sürdü. Ya da “araştırıcı”nın, yani antropologun evreni de en az araştırdığı kadar “eril-merkezli”ydi. Bir başka deyişle “kadının ikincilliği” veya “suskunluğu/ bastırılmışlığı” antropologun kültürel önkabulleri arasındaydı, onun gözlemlediği “yaban” dünyaların bir gerçekliği olup olmamasından bağımsız olarak!

Gerçekten de antropoloji yıllar boyu, “erkek=kültür; kadın=doğa” öncülünden hareket etmişti. Erkeğin kültürün faili, kurucusu olduğu, doğurganlığı, emzirmesi, aybaşı görmesi vb. ile kadının ise doğaya daha yakın, biyolojik bir varlık olarak tanımlanması gerektiği paradigması! Kadının biyolojisi, onun kültür katılımcısı olarak rolünü kısıtlamakta, “avcı erkek-toplayıcı kadın” mitosunun zeminini oluşturmaktaydı. Hâlen popüler kültürde başat olan bir mitos... (“Doğanın ortaya koyduğu iş bölümünde kadın ev merkezli, evin düzeniyle çocuğun yetiştirilmesiyle ilgileniyor, yemeklerle ilgileniyor, ev kültürü merkezli bir varlık. Doğanın öyle bir işbölümü var. Erkek ise av kültürü merkezli bir varlık. O dışarı çıkıp avlanıp bir şeyler getirmek durumunda... Kadın, ev işlerinde erkeğin yardımını istiyor, erkek bir savaşçı olduğundan evdeki işlere katılmak istemiyor, gönülsüz yapıyor...” diye buyuruyor örneğin bir erkek profesör, öğretim elemanları arasında kadın algısını ölçmeye çalışan araştırmacıya![3])

Ardener’in bu saptamaları, -en azından yeni antropolog kuşakları için- çok ufuk açıcı oldu.[4] Kadınlar belki de eski kuşakların varsaydığı gibi kabileler arasında trampaya tabi tutulan suskun ve doğurgan nesnelerden ibaret değildi -onları öyle görmeyi seçen kendi kabilelerinin erkekleri ve o kabileleri inceleyen erkek antropologların niyetlerine rağmen! Belki “kadınlık hâli”, biyoloji tarafından belirlenen bir evrensel değil, zaman ve mekân içerisinde değişime uğrayabilen kültürel bir durumdu. Belki “Kadın doğulmaz, olunur” diyen Simone de Beauvoir, haklıydı!

Antropologlar toplumlara bu gözle bakmaya koyulduklarında, “kadınlık”ın farklı kültürlerde binlerce farklı biçimde tanımlanıp farklı rol beklentileriyle donatıldığını ayırd etmeye başladılar. Balililerde (Endonezya) örneğin, kadınlarla erkekler arasındaki cinsel farklılaşma, asgarî düzeydeydi. Her iki cins de benzer tarzda giyinmekte, benzer görevleri icra etmekte, birbirlerini ikame etmekteydi. Bu durum Bali mitolojisinde de yansımasını bulmaktaydı: eril ve dişil figürler arasındaki farklar alabildiğine muğlaktı...

Öte yandan, erkeklerin avcılık, kadınların toplayıcılıkta uzmanlaştığı Orta Afrika Mbutileri ve Güney Afrika !Kunglarında, bu farklılaşmaya karşın, iktisadî denetim, dinsel ve simgesel yetke, çocuk bakımı gibi konularda cinsiyet rolleri arasındaki farklılaşma, asgarî düzeydeydi... Bu avcı-toplayıcılarda erkekler kadınlar üzerinde ne iktisadî, ne toplumsal ne de cinsel denetim uygulayabiliyordu; kadınlar olabildiğince özerk bir varoluş sürdürmekteydi.

Buna karşılık, kimi toplumlarda, erkeklik ve kadınlık rolleri arasındaki farklılaşma ileri boyutlardaydı; Brezilya-Venezüella arasındaki yağmur ormanlarında yaşayan Yanomamöler’de eril şiddet, kadınlar üzerinde kolektif bir baskı ve yıldırma aracı olarak kullanılmaktaydı, örneğin... Ya da Afrika’nın batı kıyılarında yaşayan Fulanilerde (olasılıkla İslâm’ın da etkisiyle) katı bir kamusal alan-özel alan ayrımı güdülmekte, kadınların kamusal alanda boygöstermesine ancak örtülü olmaları kaydıyla izin verilmekteydi. Fulanilerde eril ile dişil toplumsal rolleri birbirinden kesin hatlarla ayrılmıştı... Bir başka deyişle, o güne dek “doğa-kültür süregenliği”nin “doğa” ucuna daha yakın olarak görülen küçük ölçekli toplumlarda kadınların konumu ve kadınlık rolleri, hiç de “doğa”ları tarafından dikte edilir gibi gözükmüyordu; aksine, toplumların geçim örüntülerinin avcı-toplayıcılığa mı yoksa hortikültüre mi dayandığına, soyun kadın tarafından mı, erkek tarafından mı izlendiği gibi bir dizi sosyo-kültürel değişkenle bağlantılı olarak geniş bir çeşitlilik sergiliyordu.

Bu durumda, kadınlık ile erkeklik arasındaki -hemen bütün toplumlarda varolduğu gözlemlenen sınırların biyolojinin çizdiği “sınır”larla çakışmadığı görülecektir. Dahası, pek çok küçük ölçekli toplum, tektanrılı dinlerin “doğal değil” diye lanetlediği eşcinsel pratikleri onaylamakta, kimi zaman va’zetmekte, kimi zaman da kutsamaktaydı. Farklı kültürler, biyolojiyi, biyolojik farklılıkları farklı “okumaktadırlar”.

Bundan böyle toplum bilimlerinde (biyolojik temelli) “cinsiyet”tense, (toplumsal-kültürel temelli) “toplumsal cinsiyet (gender)”den söz edilecektir.

Öte yandan, bu durumda şöyle bir soru çıkmaktadır ortaya: (biyolojik) eril ile dişil arasındaki sınırlar ile kültürün çizdikleri örtüşmüyorsa, bizatihi biyoloji, bir “kültürel okuma”dan ibaret olmasın? Toplumsal hiyerarşileri “doğallaştırmak”, onaylamak, meşrulaştırmak üzere başvurulan bir kaynak, örneğin? Çünkü toplumsal hiyerarşileri onaylamak üzere başvurduğumuz simgeler bedenlerimizden kaynaklandığı, yani “biyoloji” üzerine temellendikleri sürece, daha “doğal”, daha inandırıcı gelir kulağa: “Beş parmağın beşi bir değil”dir gerçekten; ve “ayaklar baş olunca” düzen bozulur! “Baş”kan başa, “ayak takımı” ise emekçilere, yoksullara, işsiz güçsüzlere, kısacası alt sınıflara tekabül eder. Popüler dil, doğru; “bilimsel” dayanaktan yoksun; pekâlâ. Ya Spencer’inden Durkheim’ına, Malinowski’sine onyıllar boyu bize toplumu bir “organizma” olarak tahayyül etmemizi öneren “bilimsel” organizmacılığa ne demeli?

Şu hâlde, şunu teslim etmeliyiz: biyoloji, insanların nerede nasıl davranmasını dikte etmekten çok, insanların nerede, nasıl davranması gerektiğine ilişkin iktisadi-siyasal-toplumsal kural ve kararları meşrulaştıran eğreltilemelerin kaynağı olarak kullanılageliyor.

Yeni “devletlû”ların “fıtrak”a ilişkin bitmez tükenmez nutuklarını dinlerken, bunu bir an olsun akıldan çıkarmamalı!

15 Nisan 2015 10:01:56, Ankara.

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:170, Eylül 2015…

[1] Theodor Ludwig Wiesengrund Adorno.

[2] Küçük ölçekli tarımcılar.

[3] F. Seda Kundakçı (2007). İktidar, Ataerkillik ve Erkeklik. Ankara Örneğinde Erkek Akademisyenler Üzerinde bir Çalışma. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı, Siyaset Bilimi Yuksek Lisans Programı için hazırlanmış Yüksek Lisans Tezi. Ankara. 2007: 77.

[4] 1970’lerde verimli tartışmaların sürdüğü “kadın antropolojisi”nin belli başlı örneklerini içeren bir derleme için bkz. Rayna R. Reiter (der.), Kadın Antropolojisi, Dipnot Yayınları, Ankara 2012.

64045

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Son Haberler

Sibel Özbudun

Güzel insanların ardından kurulan her cümle yetersizdir…(İsmail Cem Özkan)

Şimdi anıları olanlar hemen anılarını paylaşmayacak, zamanı gelince yazarlar ya da anı kitabı yapılacaksa oraya bir kaç kelime bırakacaklardır ama popüler olanı yapacaklar yani varsa birlikte çektikleri/ çekildikleri fotoğraflarını paylaşacaklar...

Turan Eser benim geçmişi (artık geçmiş oldu, zamanda üzerine eklenince) uzun bir sancılı dönemin dostluğuna dayanıyor...

Emperyalizm Üzerine Notlar-6

 

13-15 Eylül 2024   ICOR Uluslararası “Lenin’in Öğretileri Yaşıyor” Semineri 1.  Gün

Giriş: Almanya’nın Thüringen Eyaleti’ndeki Truckenthal’da 13-15 Eylül 2024 tarihleri arasında ICOR’un, Lenin’in 100. ölüm yıldönümü anısına, ”Lenin’in Öğretileri Yaşıyor” adı altında uluslararası büyük bir seminer yapıldı. Bu seminer’de “Lenin ve Emperyalizm” başlıklı 1. bölüm’de ben de bir sunum yaptım.

Rothe Fahne (Kızıl Bayrak) dergisinden kısa bir bilgilendirmeyi buraya alıyorum.

Erdoğan ve cumhur ittifakı’nın hazırlıkları iç savaş odaklıdır!

İçinden geçilmekte olan sürecin bu ayırt edici özelliği, rejimin ne kadar da kırılgan bir durumda olduğunun, çıplak bir ifadesi olarak da okunabilir elbet.

Serdareme, Caneme, Hevaleme…

Her devrimci değerlidir. Ancak bazıları istisnadır. Yaşam ve duruşlarıyla, söz ve eylemleriyle derin izler, unutulmaz anılar geride bırakır. Geçtikleri her yerde devrimin, özgürlüğün dinmeyen esintilerini bırakır. Devrimcilerin değerlerini belirleyen her daim hatırlanan pratik ve eylemleri ve yazdığı unutulmaz eserleridir. Serdar Can yoldaş her ikisini de doğru yapmaya çalıştı. Hem devrimin kalemini hem de devrimin silahını iyi kullandı. Hem de en geç yaşlarında.

Erdoğan yeni anayasa istemi ne tür bir ihtiyacin ürünü ?

Siyasal İslamcı din bezirganı Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, özelliklede son yerel seçimlerde uğradığı ağır hezimetin ardından, adeta gün aşırı bir sıklıkla, toplumun artık yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu dilendirmekte. Bu demek oluyor ki Erdoğan’a göre, 22 yıllık iktidarları döneminde yeni bir anayasa, toplumsal bir ihtiyaç haline gelmemiş. Gelse, ille ki o zaman da bunu gündeme taşır ve çözmek isterdi, değil mi? Peki şu son dört-beş aylık zaman diliminde ne oldu da birdenbire acil bir ihtiyaç haline geldi?

Asıl Olan, Örgütlü Yığınların Mücadelesidir

Çağımız, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Yaşanan tüm değişimlere, ideolojik anlamdaki çürüme ve yozlaşmaya rağmen işçi sınıfının ezen ve ezilenler mücadelesindeki tarihsel misyonu hala gerçekliğini korumaya devam ediyor.

Yaşanmakta olan, ikili hukuk denkleminde,bir ara rejim midir?

Resmi adıyla, “Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi”ne, günlük kullanım diliyle “tek adam diktatörlüğü”ne geçişle birlikte ve özellikle de ırkçı faşist-kontra bir odak partisi olan MHP katılımıyla oluşturulan “Cumhur İttifakı” iktidarı altında; sistemin, Anayasasında kendisini tanımlaya geldiği ve iyi kötü ve de taklidi de olsa, bir şekilde uygulanmaya çalışılan “laik” ve Anayasal “hukuk Devleti” prensipleri, adım adım terk edilmeye başlandı.

Komutan Orhan Cihat Bingöl (Nubar Ozanyan)

Duyduğumuzda inanmakta ve kabul etmekte zorlandığımız şehit haberleri yüreğimizi fena halde acıtsa da ideallerine ve anılarına bağlı kalma, mücadele bayraklarını daha yükseklere taşıma sözü vermeye devam edeceğiz.

Kürt ve özgürlük düşmanları sevinmesin! Hesapsızca toprağa düşen her gerilla Kürdistan topraklarında yeniden doğacaktır. Ve onlar her daim ölümsüzlük içinde çoğalarak büyüyecek birer dağ olup düşmanın üstüne yürüyerek anılacaklar. Ne yaşamları ne toprağa düşüşleri ucuz ve kolay olmayacaktır.

Vitrin olma kız... vitrin olma...

Sen, senle halk arasında artırılan düşmanlığı çözmenin araçlarının neler olduğunu bilmiyorsan...

Şimdi ne kadar güzel olurdu değil mi kız...

ne kadar güzel olurdu...

mecliste, belediye başkanlıklarında bir...

Öyleyse.... öyleye...

Hayeller.... söylemler...

Kitleler...

yüzlerini dahil seçemeceğimiz kalabalıklar...

Gerçekler ise....

Zil zurna, kah kaha atarken sümükleri dahil ağızlarına giren masaları tek tek dolaşarak, mekan yeni insanlar..

Hemi... hemi...

hayat bu... gerçeklik bu ise...

Şeriat ve kadın

Tüm  kurumları üzerinden devlet erkine artık tamamen hakim hale  geldiğini düşünen siyasal İslamcı Erdoğan iktidarı, dini esaslar üzerinden toplumsal yaşamın yeniden kurgulanması esas hedefi doğrultusundaki ana hamlelerini, “İstanbul Sözleşmesi”ni feshederek, “Her kürtaj bir Uludere’dir”tavrıyla, en nihayetinde vasat ölçüler içinde kadın haklarını belli yönleriyle koruyan “6284 Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası”na ilişkin tutumuyla ve  keza “9.

Türkiye ve kuzey Kürdistanlı solculara yönelik bayrak eleştirisi

Kendisi de sol-sosyalist cenahtan olan yazar ve aynı zamanda televizyon programcısı sayın Merdan Yanardağ, on binlerce solcunun, Fransa’da faşistleri yenilgiye uğratarak seçimlerin galibi olan Yeni Halk Cephesi’nin zaferini kutlamak için, ellerinde Fransa bayrağı ile toplaştığı Cumhuriyet Meydanı’nda, coşkuyla Enternasyonal marşını seslendirmelerinden övgü ve gıptayla bahsederken: “Bakın diğer ülke devrimcilerinin kendi ulusunun bayrağıyla bir sorunu yok. Ellerinde Fransa Bayrağı ile hep birlikte Enternasyonal okuyorlar.

Sayfalar