Pazar Eylül 22, 2024

Devrimin objektif ve subjektif koşulları üzerine kısa bir değini

Emperyalist sistemin içinde bulunduğu uluslararası müzmin kriz varlığını devam ettiriyor. İstikrarlı sürece bir türlü giremeyen bu ülkelerin finans kapitali, krizin faturasını kendi ülke proletaryasına ve bağımlı ülke halklarına çıkarıyor.

Nitekim çeşitli milliyetlerden Türkiye halkı da bu külfetten payını aldı. Bunun sonucu 20 Temmuz OHAL darbesiyle uygulamaya konan siyasi, ekonomik ve sosyal baskı ve yaptırımlar daha katmerli boyutlara tırmandırılmıştır. OHAL ilanıyla parlamentoyu iyice işlevsiz kılan ve faşist kararnamelerle ülkeyi yöneten cumhurbaşkanı liderliğindeki devlet erki, tamamen kontrolden çıkmış, baskı ve saldırı unsuru doruğa çıkarılmıştır. Ama bu durum aynı zamanda sınıf mücadelesinin objektif (nesnel) koşullarının daha ivme kazanması demektir... Mevcut konjonktürde objektif duruma kıyasla zayıf olan subjektif (öznel) durumun lehine yeni bir sürece girilmesi demektir...

Objektif Koşullar

İçinde bulunduğumuz uluslararası konjonktür sınıf çelişkilerinin ve siyasi baskıların giderek üst düzeylere tırmandığı bir sürece tekabül ediyor. Öyle ki, emperyalist ülkelerde ve ekonomik olarak ilhak ettiği ve siyasi olarak bağımlı kıldığı yarı-sömürge ülkelerde sömürü, baskı ve tahakküm doruğa çıkmıştır. Bu durum uluslararası düzeyde mevcut toplumların objektif koşullarını daha olgunlaştırmıştır. Objektif koşullar, tarihsel olarak bir toplumun istek ve irade dışı varoluş yasalarıyla oluşmuş halidir. Bu durum, üretici güçler ile üretim ilişkilerinin bileşiminden oluşan üretim tarzının kendi iç yapısındaki durumun dışa vurumudur. Üretim tarzında, üretici güçler geliştikçe, ilk başlarda üretim ilişkileriyle olan uyum, yerini uyumsuzluğa bırakır. Üretici güçler, toplumun tarihsel evriminde üretimin ilerici, devrimci yanını oluştururken; üretim ilişkileri engel teşkil eden, muhafazakar, gerici yanını oluşturur. Ve bu uyumsuzluk ve çelişki giderek gelişir ve keskinleşir. Bu tezat durum geliştikçe ve giderek öne çıktığında sınıf mücadelesinin objektif koşulları oluşur ve giderek ivme kazanır. Bu da toplumun çelişkilerini giderek geliştirir.

Tarihsel materyalizme göre oluşan objektif durum her toplumun üretim tarzına göre oluşmuştur.  İlkel komünal toplumda da objektif durum oluşmuştur. Ama bu toplumda sınıflar olmadığı için o toplumun üretim tarzındaki objektif koşullar -sınıf mücadelesi dışında- üretici güçlerin gelişmesine karşın, giderek köhneyen ve miadını tamamlayan üretim ilişkisinin engel teşkil etmesi sonucu oluşan nesnel durumdur. Sonraki toplumlarda üretim tarzı, sınıfları ve sınıf mücadelesini oluşturur. Dolayısıyla oluşan objektif durum sınıflara ve sınıf çelişkilerine tekabül eder. Bunun sonucu köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplumların objektif koşulları nitel olarak birbirinden farklılık içerir.

Emperyalizm ve proleter devrimlerçağında da, üretici güçler geliştikçe, muhafaza edilen gerici sistemin mülkiyet biçimi, oluşan çelişkiyi keskin boyutlara tırmandırmıştır. Bundan dolayı sınıf mücadelesinin ve devrimin objektif koşulları iyice olgunlaşmıştır. Dolayısıyla bu nesnel gerçeklik reddedilemez. Ve sınıf mücadelesinde bu nesnel durumdan kopuk hareket edilemez. Toplumdaki her insan ezen veya ezilen sınıfa mensuptur. Dolayısıyla insanlar toplumsal yapıdan kopuk, sınıflar üstü bir iradeyle hareket edemezler. Tersine mensup oldukları sınıfın maddi varoluş yasalarına göre hareket ederler.

Nitekim Amerika, Fransa, İngiltere, Almanya, Japonya, Çin, Rusya gibi emperyalist ülkelerde sistemin çelişkileri giderek gelişmektedir. Üretici güçlerin iyice gelişerek mevcut konjonktürde en üst düzeye çıkmasına karşın, üretim ilişkilerinin (üretim araçlarının mülkiyet biçiminin) muhafaza edilmesi, uluslararası düzeyde mevcut çelişkileri en üst düzeye tırmandırmıştır. Bunun sonucu üretimde merkezileşmenin ve toplumsallaşmanın kapitalizm-emperyalizm tarihinde doruğa çıkması ve beraberinde meta sermayenin üretildiği oranda pazarlarda tümden tüketilemeyip para sermayeye dönüşmemesi, aşırı üretim ve mali krizi müzmin boyutlara tırmandırmıştır. Üretim tarzının neden olduğu bu mevcut durum sonucu sınıfsal, sosyal ve siyasal çelişkilerin daha gelişmesiyle, bu ülkelerde objektif durum daha olgunlaşıyor.

Diğer bağımlı ülkeler gibi Türkiye açısından da bu durum geçerlidir. Sistemin ürettiği çelişkiler ve sorunlar giderek artıyor. Sınıf çelişkileri, Kürt ulusunu hedef alan baskı ve saldırılar, siyasal baskılar, ekonomik ve sosyal yaptırımlar, artan işsizlik vb. baskı ve tahakküm artmıştır. Mevcut bu durum sonucu AKP/Saray erki kontrolden iyice çıkmış daha saldırgan bir hal almıştır.

Öyle ki, 20 Temmuz darbesiyle AKP/Saray kliği ilan ettiği OHAL üzerinden emekçilere, Kürtlere, devrimci, demokrat kesimlere saldırılarını katbekat artırmıştır. Nitekim 200 bin kişi işten çıkarılmış, on binlerce kişi tutuklanmış, hapishanelere konmuştur. Beraberinde Kürt ulusuna yönelik ulusal baskı ve katliamlar da aynı boyutlarda ivme kazanmıştır. OHAL öncesi Silvan, Sur, Silopi, Cizre, Nusaybin, Batman ve diğer il ve ilçelere yapılan saldırılar ile evleri-barkları yakılıp-yıkılan Kürtler üzerindeki katmerli saldırılar, OHAL ile tırmandırıldı. HDP’li belediye başkanlarının hemen hemen hepsi görevden alınmış, cezaevlerine konularak, yerlerine kayyum atamaları yapılmıştır. 500’ün üzerinde HDP üyesi ve HDP eş başkanlarıyla beraber 12 vekil tutuklanmıştır. Tüm bunlar HDP/Saray erki tarafından yargıya gönderilen fezlekeler üzerinden yapılmıştır.

Anayasa’nın 138. maddesini kendileri ihlal etmiştir. İşçi grevleri yasaklanmış, KHK ile işten çıkarıldıkları için açlık grevine giden Nuriye Gülmen ve Semih Özakça tutuklanmıştır. 1400’ü aşkın dernek, vakıf gibi kuruluşlar ile 20’den fazla televizyon, radyo kapatılmıştır. İşçilerin kıdem tazminatı hakkının kaldırılması kararı alınmış, ama, tepki sonucu şimdilik geri çekilmiştir. Tüm bunlar OHAL döneminde KHK (Kanun Hükmü Kararnameler) üzerinden yürütülmektedir.

Bu katmerli baskı ve saldırılara karşın AKP ve R.T. Erdoğan yönetimi kitleler nezdinde iyice teşhir olmuştur. Baskı, sömürü, hile, entrika, şaibe, yolsuzluk almış başını gidiyor. Artık AKP/Saray çığırından iyice çıkmış, kitlelerin gözünde iyice teşhir olmuştur. Referandumdaki hile ve entrika mevcut yönetimin gerçek yüzünü iyice deşifre etmiş, halkın ileri kesimlerinin gözünde meşruiyetlerini yitirmişlerdir. Bunun sonucu seçimler öncesi ve sonrası artan baskılara karşın kitlelerin tepki ve öfkesi sindirilememiştir. İlan edilen OHAL ve çıkarılan kararnamelere rağmen emekçi ve ezilen kesimler, muhalif hareketler tepkilerini ve öfkelerini dışa vurmuşlardır.  Ülkemizdeki ezen ve ezilenler arasındaki çelişkinin iyice ayyuka çıkması, devrimin ve sınıf mücadelesinin objektif (nesnel) koşullarını daha olgunlaştırmıştır.

Subjektif Koşullar

Ezilen sınıf ve katmanların sömürü ve baskıya karşı tepki göstermeleri gayet doğaldır. Bu sınıf mücadelesinin sonucudur. İçinde bulunduğumuz çağda sınıf çelişkileri inişler-çıkışlar gösterse de evrensel olarak tüm ülkelerde varlığını devam ettirmiştir. Bunun sonucu işçi sınıfı ve tüm emekçi katmanların yürüyüş, miting, grev, gösteri vb. türden eylem yapmaları çelişki yasasının ürünüdür. Bu eylemler sendika, dernek, kooperatif vb. kurumlar üzerinden yapılabilir ya da kitlelerin kendiliğinden eylemleri olabilir. Bu eylemlerin haklı ve meşru talepleri vardır. Ve demokratik muhteva taşır. Sistemin sömürü ve baskı mekanizması ezen-ezilen çelişkisine nesnel zemin oluşturur. Ancak sorunları, çelişkileri, baskıyı ve zulmü yaratan düzeni ve kökenini hedef almayan düzen içi hareketlerdir. Çünkü bu tür hareketler, eylemler haklı talep ve isteklerine karşın, konumları nedeniyle sistemin temellerini bağrında barındıran üretim tarzını ve üst yapısını pratikte hedef almazlar. Sistem içinde kalan, düzen talepleriyle faaliyet yürüten hareketlerdir.

Dolayısıyla bu eylemler ve bu minvaldeki hareketler mevcut sistemi ve tüm kurumlarını hedef alan örgütlenme ve mücadeleden kopuktur. Ancak bu, ekonomik, demokratik, sosyal taleplerle oluşan bu tarz örgütlenmeye ve harekete ihtiyaç olmadığı anlamına gelmez. Bu örgütler, demokratik ve sosyal hakların mücadelesini verirler. Lakin bu kitle örgütler objektif sürece doğrudan müdahale eden devrim hareketleri değildir. Var olan boşluk ancak subjektif-öznel gücün oluşturulmasıyla doldurulur. 

Subjektif, yani öznel koşulların oluşturulması işçi sınıfı ve tüm ezilen yığınların örgütlenmesini devrim teorisiyle üstlenmektir. Bunun sonucu teori, devrim programı, irade birliği ve devrim perspektifiyle hareket eden subjektif (öznel) güç oluşturulur.  Daha açık bir deyimle, var olan objektif koşullara müdahale eden subjektif gücün inşa edilmesi ve emekçi kesimlerin devrim şiarıyla seferber edilmesidir. Yığınların devrim güzergahında sevk ve idare edilmesi ve yönlendirilmesidir, Bu öznel güç de sınıf bilinçli proleterya partisinin öncü müfrezesinin örgütlenmesiyle ve sosyal pratiğe müdahale rolünü üstlenmesiyle mümkündür.

Subjektif güç, oluştuğunda ve giderek geliştiğinde ve önderlik misyonunu daha etkin olarak oynadığında gelişen objektif duruma müdahale edebilir. Aksi takdirde subjektif güç oluşmadan objektif koşulların bağrından kendiliğinden devrim çıkması söz konusu olmaz. Objektif koşullar istediği kadar gelişsin devrim programına sahip örgütlenme zorunludur. Önderlik rolü de devrimin öncü müfrezesi parti ile yerine getirilir. Bu konuya ısrarla değinen Lenin şöyle der: “Şimdi sadece, öncü savaşçı rolünü ancak öncü-teorinin kılavuzluk ettiği bir partinin yerine getirebileceğine işaret etmek istiyoruz.” (Lenin, Cilt 2, s. 56)

“Öncü-teorinin kılavuzluk ettiği bir partinin”(abç) olmadığı zaman, objektif koşullara müdahale edilemez, eskinin bağrından yeni sistem çıkarılamaz. Objektif koşulların ve devrimci durumun en olgun olduğu anlarda bile, kitleler meydanlara çıksa da, öncü müfreze ve devrim teorisi oluşmamışsa ya da kitlelerle henüz kucaklaşmamışsa, yığınlar devrim fırsatını kaçırır.

Sorun devrim teorisinin oluşturulması ve ezilen, sömürülen kitlelere mal edilmesidir. Marks’ın deyimiyle; ancak o zaman “Teori, yığınları kucakladığı zaman maddi bir güç halini alır.” Görüldüğü gibi, sorun salt teorinin oluşturulması değil; beraberinde yığınları kucaklama sorunudur.

Bunda kitlelerin bilinç düzeyi, öncü müfreze önderliğinde örgütlenme, saflarında yer alma ihtiyacını hissetmelerinin de rolü vardır. Aksi takdirde kitleler subjektif olarak örgütlenmeye hazır olamaz ve kolektif yapı içerisinde yeterince yer almazlar. Dolayısıyla sorun öncü müfrezenin ve teorinin oluşturulmasıyla bitmiyor. Beraberinde kitlelerin öncü müfrezeye ve teorisine inanmaları da gerekiyor. Bunda, kitlelerin edindiği deney ve tecrübenin de rolü vardır. Yığınların deney ve tecrübesiyle beraber, öncü yapının gerçek yapıya uygun önderlik rolünü oynaması, emekçi yığınları kucaklayan bir öncü harekete dönüştürür. 

Ülkemizdeki somut duruma bakıldığında günümüzde objektif koşulların daha olgunlaşmasına karşın, subjektif koşulların aynı düzeyde geliştirilemediği gerçeği görülmelidir. Bunda ülke devrimini üstlenen yapının, olması gereken yerin gerisinde kaldığı görülmeli ve nedenleri üzerine gidilmelidir. Elbette ki programa ve mücadele tarihimize, olumlu yanlarımıza sahip çıkılmalıdır. Ama sahip çıkılan teori ve programla yanlışların üzerine gidilmeli, mahkum edilmeli ve kolektif yapının önü açılmalıdır. Önderlik misyonunu üstlenen hareket bunda kendi payını görebilmeli ve hatalarının üzerine gidebilmelidir. Mevcut durumda kendi iç yapısından çıkan tasfiyeci, benmerkezci, dogmatik çizginin üzerine gitmeli ve bertaraf etmelidir. Ancak o zaman önü açılacak ve yer aldığı minvalde güçlenerek ilerleyecektir. Öznel güç, objektif sürece o zaman müdahale edecektir.

Yukarıda belirtildiği gibi objektif durum son dönemlerde daha olgunlaşmıştır. Alt ve üst yapısıyla kitleler çürüyen, pörsüyen sistemin yüzünü daha iyi görüyorlar. Bunun sonucu Kürdistan’daki mücadeleyle beraber, son yıllarda batı illerinde yığınların mücadelesi TEKEL direnişinde, Gezi İsyanı’nda, seçimler öncesi ve sonrası eylemlerde giderek öne çıktı. Hakim sınıflar arasındaki iktidar kavgasının sonucu CHP’nin başlattığı Ankara-İstanbul yürüyüşünde de kitleler, CHP’ye rağmen aslında bu tepkilerini gösterdiler. Elbette ki CHP’nin öncülüğü tasvip edilmez. Ama diğer yandan kitleler bu düzen partisine de teslim edilmemelidir. Bu ve benzeri eylemler içerisinde yer alarak kitlelerin ileri kesimleriyle bağ kurmalı ve subjektif koşulları geliştirmelidirler. 

Şu anki objektif süreç bunu emrediyor... Şu anki öznel sürecin yüklediği asli görev de budur...

41212

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Sayfalar

Partizan'dan

Kaypakkaya, Ortadoğu meselesine yaklaşım ve Oryantalizm

Emperyalistler arası gerilimlerin en net sahası olan Ortadoğu bugün sınıfsal durumun en verili halini ortaya koymaktadır. Bu açıdan Ortadoğu merkezli bir bakış emperyalistlerin uzun vadeli politikalarını ortaya koyacağı gibi hem de sınıf hareketleri açısından verili bir örgütlenme zemini ortaya koymaktadır. Mao Zedung’un bilimsel katkılarını daha net şekilde göreceğimiz bu coğrafyada buradaki sosyal-sınıfsal örgütlenmeye dahil olmak katkı sunmak en net haliyle MLM’yi kitle pratiği içerisinde geliştirmek anlamına gelecektir.

Kaypakkaya ve 71 devrimcilerinden kopuş

TDH içerisindeki ’71 devrimci kopuşunun Türkiye açısından ve bir bütün devrimci hareket açısından önemi büyüktür. Artık yalnızca kalemler değil, silahlar konuşmaya başlamıştır. Deniz Gezmiş ve THKO ile başlayan sürecin takipçisi Mahir ve THKPC olmuştur. Devrimin bir şamar gibi patlamasını ve bozkırın tamamen kurumasını bekleyenlere karşı da komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve kurucusu olduğu Proletarya Partisi doğmuştur.

Taş söken “kudurmuşlar”, imkansızı isteyen gerçekçiler ve “abartılmış” devrimciler

“Yerin, göğün, tarihin, zamanın ve suyun huysuzları”ydılar onlar. Cezayir’den Fransa’ya, Vietnam’dan Çin Halk Cumhuriyeti’ne, Rusya’dan ABD’ye, Japonya’ya, Brezilya’dan Türkiye’ye, Kürdistan’dan Filistin’e… Kaypakkaya, Haki Karer, Dörtler, Deniz-Hüseyin-Yusuf, Nurhak’ta Sinan Cemgiller, Ulaş Bayraktaroğlu… Bu huysuzlar isyan ettiler, kaldırım taşlarını söktüler, burjuvazinin sırça köşklerinin camlarını kırdılar, güçlü görünenin zorbalığına isyan ettiler, özgürlük istediler, iktidarı istediler… Yendiler, yenildiler, yaşadılar ve öldüler…

Yerli Milli Dindar ve Politika

Yerli sözlük anlamında ‘ulusal’ anlamına gelmektedir. Ek olarak ulusa millete ait olan, taşınamayan şeyleride kapsıyor. Milli ise yerliyi içermekle beraber çoğu zaman yerli ile eş anlamlı olarak da kullanılıyor. Yerli bölgesel özelliklerin ölçeğini yansıtırken milli devletin sınırlarının ölçeğini gösteriyor.

Dindar ise belirli bir dinin kurallarına uygun olarak yaşayan kimseyi temsil ediyor. Bu üç kelime Erdoğan siyasetinin sürekli tekrar ettiği, tekrarlar arttıkça inandırıcılık taşıyor gibi görünen üç cehennem halkasıdır.

Kaypakkaya’nın yöntemi ve komünist kişiliği üzerine (Bir Partizan)

Soyut gerçeklik yoktur; gerçeklik her zaman somuttur. Kaypakkaya’nın teorik ve pratik eserini gerçeğe dönüştürmek, onu somutluk haline getirmek ancak kitlelerle buluşturmakla olacaktır. İncelemelerimiz bu amacın işaret ettiği noktaya konumlanılarak yapılacaktır.

PARTİZAN | “Kaypakkaya, kurtuluş çağrısı ve arayışıdır!”

Tarihi kitleler yazıyorsa, elinde kalemi tutanlar ve yaşananları an’a kazıyarak ona şekil verenler de önderler olmuştur!

Tarihte yığınlar ile önderlerin rolü arasında kopmaz bir bağ vardır. Yığınlar, bir kez özgürlük ve kurtuluş için sokağa çıktı mı mutlaka içlerinde en öne koşanlar, ipi ilk göğüsleyenler ve ardındakilere yol gösterenler olacaktır! Bundandır ki, tarihin seyrini değiştiren, yeni bir yol açan ve buzu kıranlar; mutlak suretle yığınların bentleri yıkan, coşkunca akan, sel suları gibi çağlayan o deviniminin içinden çıkmıştır.

İbrahim KAYPAKKAYA anısına.- Davut Kurun

İbrahin Kaypakkaya Türkiye sosyalist hareketine yeni bir bakış açısı, Türkiyede hakim siyasi değerler ve dengeleri sorgulayan bir bakış açısı kazandırdı. Daha yolun başında idi ve ilk adım olarak Kemalizm, ordu ve milli mesele konularında farklı teorik tespitler ortaya koydu. Ancak unutulmamalıdır ki, İbo’nun siyasi derinliği eldeki yazılı metinlerle sınırlı değildir. Çünkü bu metinler kendi doğrularını koyma yerine ‘Şafak revizyonizminin eleştirisi’ temelinde yazılmıştı.

Ölen ama yenilmeyen: İBRAHİM KAYPAKKAYA! Mustafa Demir

KISA NOT

1975 yılı başları idi. Stuttgart’ta İbrahim Kaypakkaya’nın fikirleri doğrultusunda faaliyet yürütüyorduk. O günkü kitlelerin ve sosyalistlerin çok ilerisinde düşüncelerdi bunlar.

• Devletin faşist yapısı tahlil ediliyor, onun yıkılıp, önce demokratik bir devlet, durmaksızın sosyalist yapıya geçiş, nihayetinde komünist toplumun inşası öneriliyordu.

• Kemalizm’in tahlili yapılıyor, onun bir diktatörlük olduğuna vurgu yapılıyordu.

24 Haziran’da düzen değişmeyecek!

AKP-MHP “Cumhur İttifakı”nın 24 Haziran’da seçim kararı almasıyla, politik arenada çok hızlı bir süreç işlemeye başladı. Sürenin çok kısa olması, gerek C. Başkanlığı gerekse de milletvekili adayları açısından takvimin ciddi anlamda sıkışmasını getirdi.

Erken seçim sadece erken seçim değildir! “HAYIR”larımız daha bitmedi! Burjuva faşist partilere bir kez daha oy yok!

2019 yılında yapılması gereken çoklu seçimlerin AKP ve MHP’nin kararıyla 24 Haziran 2018 tarihinde yapılmasına karar verildi. Türkiye’nin tek gündemi, şu anda 24 Haziran tarihinde yapılacak olan erken genel milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmış bulunuyor. Görünen o ki, AKP, Efrin işgalinin “rüzgarını” arkasına alarak seçimleri erkene alma çabasında başarıya ulaşmış durumda. Şunu en başta belirtelim; faşist ittifakın seçimleri erkene alma çabasının ve bu telaşın esas gerekçesi AKP’nin artık ülkeyi yönetemez duruma gelmesi, köşeye sıkışmasıdır.

Devrimci olmak mı devrimci olmaya çalışmak mı?

İster kısa önce ister uzun bir tarihi dilim içinde devrimci saflarda yer alarak devrimci olduğumuz konusunda açık beyanlarda bulunuruz bazen. Oysa pratiklerimize ve yaptıklarımıza baktığımızda yerine getirilmeyen, eksik, yarım kalan, tamamlanmayan birçok görevimiz olduğunu görürüz ,pratikte onlarla bir biçimde karşılaşırız. Ya da başarılamayan, etkili ve sonuç alınamayan tarzda sonlanan birçok görevle karşı karşıya kalırız.

Sayfalar