Pazar Mart 16, 2025

KÜÇÜK BURJUVAZİNİN ÖZGÜRLÜĞÜ ARADIĞI YER

Küçük burjuva aydınları sosyalizmi sevmezler. Gerçekte, onların sevdiği düzen, kapitalist sistemdir. Kapitalist sistemin kendilerine dokunmamasını isterler. Onların tek istekleri; “özgürce yazmak”, “özgürce sanatlarını gerçekleştirmek”... Ancak, bu kutsal “özgürlüğün” içinde, kapitalist sistem tarafından ezilen işçi ve emekçilerin özgürlüğü yoktur. Onlara göre, işçi ve emekçilerin görevi; kapitalist iş bölümü gereği sermaye sahibine artı-değer üretmek... Hatta o kadar ileri giderler ki; “toplumun bu alt tabakasının bir iş bulup çalışması, en büyük özgürlükleridir”  diyerek, kendi üstünlükleri üzerine toz kondurmazlar. “Aydın” oldukları için “el üstünde tutulmalıdırlar.” İşçiyi, "istihdam ve istatistik" kategorileri içinde ele alırlar.

 

Sosyalist özgürlük onlara sıkıcı gelir. Çünkü sosyalizmde öne çıkan çalışanlar ve onların eşitliğidir. Sıkça yineledikleri, "bireysel özgürlük" toplumsal özgürlüğün reddini içerir. Oysa, toplumsal özgürlük bireysel özgürlüğün teminatıdır. Ancak, bireysel özgürlük toplumsal özgürlüğün teminatı olamaz. Kapitalist toplumda, bireysel özgürlük vardır, toplumsal özgürlük ise yoktur. Küçük burjuvazi, kapitalist toplumdaki bireysel özgürlüğü savunur. Ancak, bu bireysel özgürlük, toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan milyonlarca işçi ve emekçinin kölece çalışma ve yaşamaya mahkum edilmesi pahasına olduğu gerçeği bilinir, ama görmezden gelinir. Kapitalist toplumdaki “bireysel özgürlük”ten kasıt, bir avuç burjuvazinin ve bu sistemin kırıntılarından yararlanan kesimlerdir. 

 

Kapitalist sistemdeki özgürlüğün özü, sermayenin, yani onun sahipleri olan burjuvazinin özgürlüğüdür. Bu özgürlük ise, toplumu oluşturan ezilenlerin özgürlüklerinin ellerinden alınması karşılığında oluşmuştur. Burjuvazi de, kendini savunan, kapitalist sistemin özüne dokunmayan ve onu ideolojik olarak besleyenlere kısmen özgürlük tanır. İşte küçük burjuva aydınlarımızın sözünü ettikleri “özgürlük” budur.

 

Küçük burjuva aydınları, her ağızlarını açtıklarında, “sosyalizmin bir diktatörlük olduğunu” söylerler. Ama, kapitalist sistemin ise burjuvazinin diktatörlüğü olduğu gerçeğinin üzerini örterler. Oysa, sosyalistler, sosyalizmin proletarya diktatörlüğü olduğunu, yani, çoğunluğun azınlık üzerindeki zorunlu bir diktatörlüğü olduğunu zaten gizlemiyorlar. Bunu açık açık söylüyorlar. Diğer bir söyledikleri ise, kapitalizmin de burjuvazinin diktatörlüğü olduğunu; yani, bir avuç burjuvazinin toplumun ezici çoğunluğu olan çalışanlar üzerinde bir diktatörlüğü olduğu gerçeğini vurguluyorlar.

 

Küçük burjuva aydınlar; “sosyalist sistemde aydınların yaratıcılıklarının elinden alındığını” ileri sürüyorlar.

 

İşçi ve emekçilere yabancılaşmış ve onların yaşamlarıyla ilgisi olmayan, yalnızca bir avuç burjuvazinin çirkinleşmiş beyinlerine hitap eden sanata “özgürlük ve yaratacılık” diyenlerin gerçek sanatla da bir ilişkisi olmadığı açıktır.

 

Buradan hareketle, bir çok kelli-felli meşhur aydınlar, konuyla ilgisi olmasa da konuşma aralarında Stalin’e ya da Mao’ya dokunmadan, bunlar hakkında teşhir edici sözler söylemeden rahat edemiyorlar; daha doğrusu, sosyalizmin temsilcilerine, işçi ve emekçilerin büyük bedeller pahasına yarattıkları tarihi birikimlerine ve değerlerine kem söz etmeden oturdukları konuşma koltuklarından kalkamıyorlar. 

 

Bogaziçi Ünüversitesi’nin 18.01.2013 tarihinde düzenlediği, “ Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı“ nda , ‘Türkiye ve Oluşan Dünya Düzeni’ adlı bir konferans veren Noam Chomsky, uzun konuşmasının arasında, şöyle bir şey de söylemeden kendini tutamıyor:

 

"Arap baharıyla ilgili bakınca, kamuoyu son derece önemli. ABD o yüzden bölgede işleyen demokrasi olsun istemiyor. Sürekli demokrasiden bahsediliyor ama bu Stalin'in demokrasi söylemi kadar ciddi. Stalin'i ciddiye alan olmamıştı, ABD yapınca herkes ciddiye alıyor." (Bkz. 19.01. 13 tarihli gazeteler)

 

Konun özü kapitalist sitemle ilgili ve daha çok da ABD emeryalizminin Ortadoğu’daki faaliyetleriyle ilgili olmasına karşın, Stalin’de bu konuşmadan nasipleniyor. Düşünür “ünlü” olunca, her sözü “doğru” kabul ediliyor ve alkışlanıyor. Aslında, Chomsky’nin bir derdi de Stalin şahsında sosyalizmdir. Onun istediği sistem, “güleryüzlü” kapitalizmdir. Ancak, kapitalizmin güleryüzlüsü olamaz. O kanlıdır ve sermayeyi, kan akıtarak, insanlığa acı vererek biriktirir. Bu nedenle de, ne kadar “insan hakları”ndan söz ederse etsin, ne kadar “demokrasi” havariliği yaparsa yapsın, bugün ne yapıyorsa onu yapmak zorundadır. Kapitalist sistemin demokrasisi budur. Tam da Chomsky’nin eleştirdiği noktalardır. Fakat, Chomsky’nin bilmezden geldiği nokta; kapitalist sistem eleştirilerle düzeltilemez. O yıkılarak ve yerine sosyalist sistem kurularak düzeltilebilir. Çünkü kapitalist sistem, bir kaç burjuvazinin aç gözlülüğünden dolayı “demokrasi dışı” işler yapmıyor. Bu, kapitalist sistemin yapısal bir özelliğidir, bir başka söylemle, genel karakteristiğidir.

 

Chomsky  gibi küçük burjuva aydınlarımız, kapitalizmi düzeltmek için boşuna çırpınıyorlar. Kapitalist sistemin “aşırı uçları” törpülenerek, kapitalizm insanlığın yaşayabileceği bir sistem haline getirilemez. Kapitalizm insanlığı ve onun üzerinde yaşadığı doğayı uçuruma götürüyor. Görülmesi gereken burası ve kapitalizmin ise alternatifi vardır: O, soyalizm ve nihayetinde komünizmdir. İnsanlığın kurtuluşu sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz komünist toplumdur. Gerçek alternatif budur.

 

Chomsky ve benzeri aydınlar, insanlığın namuslu aydınları olamak istiyorlarsa, Stalin, Mao ve diğer proletaryanın ustaları ve öğretmenlerini teşhir edecekleri yerde onlardan öğrenmeleri ve ezilen milyonların yarattığı bu değerleri sahiplenmeleri gerekir. ABD demokrasisi, Stalin demokrasisi değil, olsa olsa Hitler demokrasisi olabilir. Stalin, hiç bir zaman işçi ve emekçilere saldırmadı. Stalin, emperyalist amaçlarla bir başka ülkeyi işgal etmedi. Stalin, 2. Emperyalizm savaşında insanlığı emperyalist destekli Hitler faşizminden kurtardı. Burjuvazinin, Stalin’e karşı  hıncının büyüklüğü buradan geliyor, ya küçük burjuva aydınlarımızın hıncı nerden geliyor...? Bir tas çorba için de bu kadar eğilinmez ki!...

 

Emperyalist burjuvazinin Stalin düşmanlığı, açıktan karşı safta, işçi ve emekçilerin karşısında yer aldıkları için analaşılabilir, ancak küçük burjuva aydınlarımızın Stalin düşmanlığı hoş karşılanamaz. Çünkü bu, “kapitalizme karşıymış” gibi sahte görüntü altında, direkt işçi ve emekçilerin değerlerine, onların yaşamı güzelleştirmelerine karşı bir duruştur. Şekere bulanmış burjuva ideolojisidir.

 

Stalin’in, Sovyet aydınlarının bir toplantısında ki konuşmasından uzun bir pasajı buraya kataralım:

 

„Bir zamanlar I. Petro, Avrupa’ya kapıları açmıştı. Ama 1917’den sonra emperyalistler, sosyalizmin ülkelerine yayılmasından korkarak o kapıyı uzunca bir süreliğine sıkıca kapattılar. İkinci Dünya Savaşından önce radyolar, filmler, gazeteler ve dergiler aracılığıyla bizler dünyaya dişleri arasına kanlı bıçaklar sıkıştırmış kuzeyli barbarlar gibi tanıtıldık. Proletarya diktatörlüğünü böyle resmettiler. Halkımız ayağında hasır terlikler, eski püskü giysiler içinde, semaverden votka içen insanlar olarak gösterildi. Birden bire, bu “hasır terlikli” Rusya, bu mağara adamları, dünya burjuvazisinin alt insanlar olarak tasvir ettiği bu insanlar, karşılarında tüm dünyanın korkuyla titrediği iki büyük gücü – Almanya’daki faşistleri ve Japonya’daki emperyalistleri ezip geçti.

Bugün dünya, böylesi bir kahramanlığı kimin başardığını ve insanlığı kimin kurtardığını bilmek istiyor.

İnsanlık, gürültüsüz ve şatafatsız, en zor şartlar altında sanayileşmeyi ve kolektivizasyonu başaran, savunma sistemini canları pahasına kuvvetlendirip komünistlerin liderliğiyle düşmanı yenen sıradan Sovyet halkı tarafından kurtarılmıştır. Yalnızca savaşın ilk altı ayında cephede en az beş yüz bin ve toplamda üç milyondan fazla komünist hayatını kaybetti. Onlar aramızdaki en iyilerdi; onurlu, tertemiz, özverili, sosyalizm için, halkın mutluluğu için mücadele eden fedakar savaşçılardı. Şimdi onları özlüyoruz. Eğer hayatta olsalardı, birçok güncel sorunumuz artık geride kalmış olurdu. Bugün, yaratıcı Sovyet aydınlarımızın asıl görevi, eserlerinde bu sade, muhteşem Sovyet insanını tüm yönleriyle yansıtmak ve bu karakterin en iyi özelliklerin bulup gözler önüne sermektir. Bugün edebiyatın ve sanatın gelişimindeki genel ilke budur. (Yaratıcı Aydınlar Toplantısındaki Tartışma, 19 Ağustos 1946, Sorun Yayınları‘nın internet sitesinden)

 

Stalin ve Sovyet aydını, Sovyet insanı budur. Onlar, insanlığın kurtuluşu uğruna canlarını veren milyonlardır. Sovyet demokrasisi, Sovyetler kuruluna kadar yeryüzüne hiç gelmemişti. Sosyalzimle birlikte işçi ve emekçiler gerçek demokrasiyi tanıdılar ve yaşadılar. Sosyalist demokrasi, işçi ve emekçilerin özgürlüğü olduğu için, kendilerini burjuvaziye kiralayan küçük burjuva aydınların pek de hoşlarına gitmez. Bu nedenle de, Stalin ve Mao dönemine durmadan saldırırlar. Emperyalist burjuvazi milyonlarca insanı bombalarla katlederken, onlar yine suçu Stalin ve Mao‘da bulurlar. Çünkü onlar için, milyonlarca, milyarlarca işçi ve emekçilerin özgürlüğü değil, kendi küçük burjuva dar dünyaları daha önemlidir. Düşün ufuklarının uzaklığı, burjuva sermayesinin çizdiği ufuk çizgisiyle sınırlıdır. Bir avuç burjuvazinin özgürlüğüne bakarak kitlelerin „özgür“ olduğunu sanırlar. Bu nedenle de, işçi ve emekçilerin sosyalist sistemdeki gerçek özgürlüğünü kavrayamazlar, kavrayamadıkları içinde düşüncelerini yönlendirenin burjuvazinin bencil çıkarları olduğunun ayrımına bir tülü varamazlar.

 

Burjuvaziye ve onun küçük aydınlarına karşı Stalin, işçi ve emekçilerin dalgalandırdığı kızıl bayraklarda kurtuluşun semboli olmaya devam ediyor. Rus burjuvazisi de dahil, bütün dünya burjuvazisinin ve onun küçük aydınlarının Stalin’i yok saymalarına karşın, özellikle, Rusya işçi sınıfı, bugün, miting ve gösterilerinde Stalin’in resimlerini daha yükseklerde taşımaya devam ediyorsa, Chomsky gibi aydınlar, işçilerin ellerindeki kızıl bayraklara bakarak bir şeyler öğrenebilirler. Ancak, küçük burjuvazinin özgürlüğü aradığı yer, maalesef, burjuvazinin çöplüğüdür.

 

Eleştirilen Stalin olduğu için ondan uzun bir alıntıyla sözü noktalamam, umarım okuyucuyu sıkmaz:

 

“Coşkulu bir Amerikan senatörü “Bolşevik Rusya’yı korku filmlerimizde gösterebiliyor olsaydık, komünist inşayı mutlaka söküp atardık” diyordu. Lev Tolstoy sanat ve edebiyat beyin yıkamanın en güçlü biçimidir diye boşuna dememiştir. Bugün sanat ve edebiyatın yardımıyla kimin ve neyin beynimizi yıkadığı üstünde ciddiyetle düşünmeli, bu alandaki ideolojik sapmaya bir son vermeliyiz. Bence, kültürün, toplumsal ideolojideki önemli bir egemenlik ögesi olduğunu, onun her zaman sınıfsal olduğunu ve egemen sınıfın kültürü çıkarları için kullandığını, kültürü bizim için çalışanların çıkarlarını, proletarya diktatörlüğünün çıkarlarını korumak için kullanmak gerektiğini anlamanın ve içselleştirmenin zamanı gelmiştir. Sanat için sanat yoktur. Toplumdan bağımsız, bu toplumun üstünde duran “özgür” sanatçılar, yazarlar, şairler, oyun yazarları, yönetmenler ve gazeteciler yoktur, olamaz. Kimsenin onlara ihtiyacı yoktur. Böyle insanlar var olamazlar. Eski karşı devrimci burjuvazi geleneklerinin kalıntıları Sovyet halkına hizmet etmek istemiyorlarsa ya da kendini Sovyet halkına hizmet etmeye adamış işçi sınıfı iktidarının karşısında duruyorlarsa, ülkeyi terk etmeleri ve dışarıda yaşamaları için onlara izin veriyoruz. Bırakalım her şeyin alınıp satılabildiği, yaratıcı aydınların yaratma eylemlerinde finansal çekim merkezlerine tamamen bağımlı olduğu, kötü ünlü burjuva toplumundaki “özgür yaratıcılık” kavramı onları ikna etsin."  (aynı  konuşmadan)***20.01.2013

105995

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

12 Eylül yargılandı... mı?

“Eğer biz imkânsızı yapmazsak,olanaksız ile karşı karşıya kalacağız.”[1]

Geçtiğimiz günlerde, Türkiye 12 Eylül darbesi aktörlerini “yargıladı”, “mahkûm etti”, hatta mahkeme darbeci generallerin “rütbelerinin sökülmesine” hükmetti…

Böylece, onyıllar sonra da olsa, “adalet yerini bulmuş”, ülke “darbe geçmişiyle hesaplaşmış”, ve bu yolla da “demokratikleşme yolunda çok önemli bir adım atılmış” ve hatta (galiba) “ileri demokrasi”ye geçilmişti…… mi?

Pontos bir ülkedir ve sahte aydinlar bu gerçegi degistiremez /Tamer Çilingir

Eline silah verilip, Hrant Dink’i katleden kişi, kendisinin Türk olduğunu ve Türklüğe zarar veren herşeyin düşmanı olduğunu söylüyordu. Peki ‘‘Türkiye‘‘ diye adlandırılan devletin sınırları içinde neden ‘‘en Türk‘‘ o idi?

Ya da aynı gerekçeyle Trabzon’daki Santa Maria Aziz Meryem Katolik Kilisesi’nin papazı Andrea Santoro’yu  2006’da öldüren 16 yaşındaki çocuk nasıl bir ruh hali içindeydi? Neden onca Türk milliyetçisi olmasına rağmen ‘‘Türklük‘‘ adına ‘‘vatan‘‘ için Trabzonlu bu çocuk cinayet işliyordu?

Dersimin Büyük Bilgesi: Firik Dede

Seni sevenlerin can içinde canısın / Aşıklar katredir sen ummanısın / Gönül bir gemidir sen dümenisin   / Yelken açmak ister bu dervişlerin” Virani                                                                                            Aslen Dersim Ovacık’lı ve Devreş Cemal ocağının bir bireyi, asıl adı Seyfi Firik Dede olan Firik Bava yaşamı boyunca Alevi Kızılbaş geleneğine, yol’una, ritüellere ve öğretisine göre yaşayan ve bu öğretiyi topluma da sözleriyle, şiirleriyle ileten bir bilgedir.

Özgür Gelecek, Halkın Günlüğünleşebilir mi ?/

Acaba objektif olmayı becerebilen kaç insan Türkiye solunun kadrolaşma ihtiyacını aktif toplumsal davranışlar içerisinde karşılamadığını söyleyebilir ? 

Evet kaç insan ?

Kim bilir ?

Neyse yazımın konusu da  bu değil.

Hemi yazımın konusu bir zamanlar kitleleşme tabanı olanlarca şimdi  dışlananlar olsaydı ben eylerdim ?

Düşününsenize bir kez ne makalenin giriş, geliş, sonuç arasındaki ilişkisi kalırdı. 

Ne de :

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMLERİ VE DELİ SAÇMASI

Cumhurbaşkanlığı seçimleri taktik bir muhteva içermiyor. Bilakis stratejik muhteva içermektedir. Taktik her zaman stratejiye uygun, ona bağlı ele alınmak zorundadır. Eğer ki başvurulan taktik eylem -örgütlenme ve politika stratejimize hizmet etmiyorsa uygulanan taktik politika yanlıştır. Bundan vazgeçilmelidir. Taktikle strateji iyi kavranıp doğru ayrıştırılmıyor. Birinin uzun vadeli bir programı içerdiği, diğerinin ise kısa vadeli politik atılım veya geri çekilmeleri içerdiği doğru kavranamamaktadır. 

Cumhurbaşkanlığı seçimi ile düzeni meşrulaştırma seçimi boykot et !

Türk devletinin en üst temsilcisini belirlemek için, 10 ağustos 2014 tarihinde yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimi, bir taraftan egemen kliklerin temsilcisi oldukları sermaye gruplarının çıkarlarına kullanmak iken, diğer yandan da düzenin devamlılığını sağlamaya yönelik bir oyundur. Bundandır ki, mevcut düzen partileri devletin bekasını “güçlendirmek” için yalan ve yanlış bilgilerle halkı maniple ederek bu sürece dahil etmek için bizleri bu oyunun bir tarafı yapmayı hedeflemektedirler.

Pastırmacıyan ailesinin kaderi / Ragıp ZARAKOLU

Erivan. Anadolu’da Ermeni devrimci gerilla hareketi, Zeytun, Sason, Van, Şebinkarahisar gibi yörelerin kırsalında, 1890’ların ilk yarısında başladı. Amaç, esas olarak öz savunma, Ermeni köylerinin çeşitli aşiretler tarafından yağmalanmasının önüne geçilmesi, 1877 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında yerinden yurdundan edilen Ermeni köylülerinin geri dönmesinin sağlanması idi.

Halifeden bozma başkan adayı yeni Mustafa Kemal mi ?

Cumhurbaşkanlığı için AKP’nin adayı uzun ve bıktırıcı bir tartışmanın sonunda “nihayet” açıklandı. 1 Temmuz’da şaşaalı bir toplantıyla T. Erdoğan aday olarak ilan edildi. Yani Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı için kendisini tercih etti diyebiliriz.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine dair... Doğru politika boykot politikasıdır.

Son dönemde özellikle ulusal baskıya karşı verilen mücadelenin yarattığı devrimci-demokratik mevzileri sahiplenme, bu mevzileri güçlendirme anlayışıyla hareket ettiğimiz malum. Bu yönelime uygun olarak “yeni” türden örgütlenmelerin içinde de yer alarak egemenler karşısında etkin bir muhalefet oluşturmanın gerekliliğini de savunduk. Bundan vazgeçmiş değiliz. Bilakis, bu alandaki eksikliklerimizin giderilmesi gerektiğine daha çok dikkat çekiyoruz. Bu dönem içindeki seçimlerde bu yönelimimizin gereğini yerine getirmeye özel dikkat gösterdik. Eksikliklerimizin yoğunluğu bu gerçeği değiştirmez.

Ağarlar ve Veli Küçükler dışarıda, Sarp Kuray zindanda

Devlet cezaevine kapattığı evlatlarıyla sulh yaptı ve hepsini salıverdi. Mehmet Ağarlar ve Veli Küçükler şimdi dışarıda ama Sarp Kuray yıllardır zindanda. Eli kanlı katiller ortalıkta cirit atıyor, Sarp Kuray ise F tipi zindanın çarmıhında çürütülüyor. Sadece Sarp Kuray değil, her siyasi görüşten binlerce siyasi tutsak yıllardır, on yıllardır mezar evlerinin karanlığında tutuluyorlar.

Tamer Çilingir : Pontos'un son Partizanı:Eleni Çavuş

Son partizan, bir kadındı… Silahlar bırakılmış, mübadeleye uygun olarak sürgün başlamış, bütün Karadeniz’de kendini Rum olarak ifade edenler çoktan gitmişlerdi… Sadece bir partizan, sadece bir kadın terketmedi, 3 bin yıllık topraklarını…

Sadece o kalmıştı koca Karadeniz’de “Ben Rumum, ne aslımı inkar edeceğim ne de gideceğim vatanımdan” diyen… 1924 yılının Aralık ayında son çatışma haberi geldi Nebyan’dan (Bafra)… Yüzlerce askerin kuşattığı bir mağarada günlerce direnen “Eleni Çavuş adlı Pontoslu Rum Partizan ölü olarak ele” geçirilmişti.

Sayfalar