Mecbur insanlar vardır... (1)

Yaşar Kemal bir röportajında şu cümleyi kuruyordu; “Mecbur insanlar vardır!” Hikaye şöyle; Osmanlı’nın son dönemlerinde, hikayenin geçtiği yöredeki köylülerin umudu, ağaların da korkulu rüyası olmuş bir eşkıya vardır.
Bu eşkıyaya, bölgeden ayrılması karşılığında para ve hayatının bağışlanması teklifinde bulunulur, fakat o, bölgeye yığılan güçle öldüreceğini anlamasına rağmen, Osmanlı’nın teklifini köylüleri düşünerek reddeder. Ve teklifi neden reddettiğini soranlara “mecburum” diye cevap verir.
Onun mecburiyeti, köylüleri ağaların zulmü altında bir yaşama terk etmeyi, böyle bir ihaneti düşünememesinden kaynaklanıyordu. Yani bir bakıma, bütün halk önderlerinin, Pir Sultanların, Şeyh Bedrettinlerin durumu ve tavrının özeti gibidir. Örneğin Şeyh Bedrettin de bir mecbur insandır. Neden böyle söylüyoruz? Çünkü onun eriştiği bilgi seviyesi, Osmanlı’nın ve birçok devletin saraylarında maddi zenginlikler içerisinde bir yaşam kurmasına imkân veriyorken, o, tüm bunları elinin tersiyle iterek, kendi doğruları ve gerçeğine uygun yaşamayı tercih etmiştir. Adalet düşüncesiyle başladığı devlet görevlerinin, ne kadar hakkaniyetli davranırsa davransın, sömürü çarkının dişlilerinden biri olduğu ve bu düzen hüküm sürmeye devam ettiği için adalet uğraşısının bir işe yaramayacağı, aksine sömürünün devam etmesine hizmet edeceği sonucuna varmış ve o da artık bir “mecbur insan” olmuştur.
Çağımızın devrimcileri de “mecbur insan”lardır. Çünkü ezilenlerin baskı ve sefalet koşullarını bizzat yaşayıp, görüp hissetmelerinin yanında, bunun nedenlerinin tam ve doğru bilgisine sahiptirler. Bu açıdan bakıldığında devrimciliğin, genel anlamda ezilenlere karşı duyulan sorumluluk ve bunun için gösterilen fedakârlık şeklinde açıklanması, gerçeğin bir yanını ifade etmesi bakımından doğrudur ama tek yanlıdır. Devrimciler, toplumsal sorunlara yatkınlıklarını sorumluluğa dönüştürerek sahip oldukları ideoloji sayesinde kendilerini insanlaşmasının tek yolu bu olduğu için de devrimcidirler.
Yani sadece “kendi dışındaki insanlar” için değil, en az onun kadar kendileri için de devrimcilik yapmaktadırlar. İnsan olarak var olmanın-kalabilmenin tek yolu budur. Zorunluluğun bilinci, tek tek insani yanlarımızı geliştirdiği kadar, aynı oranda da örnek, güzel, sevilesi kişiler yapmaktadır devrimcileri. Bu noktada zorunluluğun bilinci ile hareket eden kutup yıldızlarımız şehitlerimizdir.
Her birimiz hayatımızın en azından bazı kesitlerinde şehitlerimizin yaşamından etkilenerek kendimizi sorgulamış ve de sorular sormuşuzdur. Onların ölümü kucaklayışları, yoldaşlık ilişkileri, işkence karşısındaki direnişleri, halka yaklaşımları, sorunları kavrama ve çözme yöntemleri, zayıf yanları ile hesaplaşma yöntemleri vb. “acaba ben yapabilir miyim?” sorusunu sormamıza yol açmıştır.
En çok da ölüm-yaşam ilişkisi düşündürür bizi. Bu bir yanıyla doğalken diğer yanıyla da kökeni doğru ve yeterli anlaşılmadığında onların ölüm karşısındaki gücü; gizemli, erişilmesi zor, herkesin sergileyemeyeceği bir örnek olarak kalır.
O zaman şu soru gündeme gelir; “Şehitlerimiz ölümü nasıl oluyor da böyle korkusuz karşılayabiliyor?” Cevap, onların ölümün karşısındaki güçlerini devrimci yaşamlarından aldıklarıdır. Yaşamla ölümün nesnelliğinin bilincini, zorunluluğun bilinciyle pekiştirerek yakaladıkları yaşam, onlara her türlü zorluğun üstünden gelme gücünü vermektedir. Yitirdiklerimizin yaşamlarına baktığımızda birçok zaaf ve yenilgileri olsa da başarı ile ölümü yenebilmelerini sağlayan üç temel özelliğin olduğunu görüyoruz. Bu özellikler değişen oranlarda, az veya çok hepsinde bulunmaktadır. Birincisi emekçilik; ikincisi kolektivizm ve kitlelerle kurdukları güçlü bağ ile yakaladıkları toplumsallık; üçüncüsü tüm bunları ve bunlarla birlikte çok önemli başka özellikleri de kazandıran, doğru temelde inşa etmeye çalıştıkları bilinçleridir.
Bilinç belirleyicidir, evet. Çünkü kendiliğinden haldeki tüm diğer olumluluklarını, edinebildikleri bilinç oranında iradi kılabilmekte, yönlendirebilmekte ve daha üst biçimde gerçekleştirebilmektedirler. Örneğin, emek onlar için artık çok daha önemlidir. Yaşamsal bir amaçtır ve yaşamak için bir araç olma halinden çıkmış, bu yola girilmiştir.
Girildiği ölçüde de “on bin yıl çok uzun/sarıl güne sarıl saate” şiarına uygun hareket ederek herhangi bir sınır, koşul, engel vb. tanımadan tüm hünerini, tüm gücünü kavgaya vermeye başlamışlardır. Yorulur, ama yorulmak bilmezler. Yorgunluktan düşüp bayılacak hale gelmesine rağmen yürümeye devam eden, günlerce uykusuz kalan, saatlerce kazma kürek sallayıp ardından hiç dinlenmeden kilolarca yük taşıyan, aylarca açlıkla savaşan, saatlerce zorluklar içinde takip atlatmaya çalışan, hücrede tıpkı dışardaymış gibi direnen vb. vb.
Örneğin Bülent Ertürk yoldaş...
Çok küçük yaşlardan itibaren çalışmak onun yaşamına girmişti. 12-13 yaşlarında inşaat işlerinde çalışmaya başlamış, yaşamı boyunca değişik işlerde çalışmıştı. Proletarya partisi ile ilişkisinin henüz başında, ardından tutsak düştüğünde, şehit düştüğü ana kadar, gerillada da proleter emekçi tavrı, pratiğinde hep daha gelişerek devam etmiştir. Bir metre karın yağdığı ve henüz barınağın yapılamadığı bir günde odun toplarken dahi gerillaların parmaklarının donduğu, çakmağı zar zor çakabildiği koşullarda hemen işe girişip ateşi yakmak için uğraşması, ardından hiç beklemeden tekrar odun toplamaya gitmesi sadece bir örnektir.
Barış Aslan ve Kemal Tutuş da emekçi yönleri ile öne çıkan yoldaşlarımızdandır. Barış yoldaş, gerilla birliğinin kışın dışarıda kaldığı bir süreçte, gece-gündüz düşman takibinin devam ettiği, birliğin bu yüzden konaklama yerine vardığında bitkin düştüğü bir zamanda, ayakta kalmasını bilmiş ve hemen ateş yakmak için işe koyulmuştur. Kemal yoldaş da, kışın karda ya da buz gibi sularda bata çıka ilerler ama moralini hiç bozmazdı.
Bu yoldaşların ağızlarından bir kez bile, yaptıkları işin fiziksel zorluğundan yakınmaya ait bir söz duyulmamış, herhangi bir eringenliklerine tanık olunmamış ve yaptıklarını anlattıkları-övgü bekledikleri görülmemiştir. Ya da Murat Deniz yoldaş... O daha da zorlu dönemler yaşamış, yoldaşları tarafından zorunlu olarak tutuklanmış, sınırlanmış bir şekilde uzun zaman kalmış olsa da, duyarlılık ve hassasiyeti bir an olsun bırakmamış, kolektifin verdiği görevleri almaktan geri durmamıştır.
(Devam edecek)
Son Haberler
Sayfalar

AKP’nin Eğitim Sistemi: Milliyetçi, Maneviyatçı Ve Piyasacı…[*]
“Bilginin iktidarla ilişkisi
sadece uşaklıkla değil,
hakikâtle de ilgilidir.”[1]

Sürdürülemez Kapitalist Krizin Topoğrafyası[1]
Krizin içindeyiz.
Krizle sarsılıp, savruluyoruz.
Her gün, her an krizin “sonuçları”ndan etkileniyoruz.
Vs., vd’leri…
Bunlar böyleyken; hâlâ krizi “tartışıp”, “konuşuyoruz”.
“Hâlâ” dememek için sürdürülemez kapitalist krizin topoğrafyasını çıkarmak gerekiyor.

Neo-Liberal Türkiye'de Muhafazakârlaşma/ Düşkünleşme Diyaletiği[*]
“Yükselen her şey düşecektir.”[1]
Bir ‘Millî Gazete’ yazarı, Türkiye’de son yıllarda fuhuş,[2] uyuşturucu kullanımı, cinayet, gasp ve tecavüz gibi olayların hızla arttığına, içki kullanım yaşının 11’e düştüğüne,[3] boşanmaların arttığına,[4] kadınlara yönelik şiddetin yoğunlaştığına[5] vb. işaret edip soruyor: “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’?”

Alevilerin cennette zaten işi yok
TRT’de yayınlanan Açı programında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Sedat Laçiner’in Şiilik ve Şiilerle ilgili söylediği bir söz günlerdir sosyal medyada “Aleviler cennete gidemez” şeklinde yer alıyor ve kendisine ‘Aleviyim – Kızılbaşım’ diyen kimi basın yayın organları, kişi ve kurum temsilcilerince de Alevilere yapılan bir hakaret olarak algılanıyor ve kamu oyuna da öyle yansıtılıyor.

SAVAŞ, BARIŞ VE KÜRTLER
Savaş ve barış iki zıttın birlikteliğidir. Savaşın olduğu yerde barış olacaktır, barışın olduğu yerde de savaş olacaktır. Dünyada savaş koşulları ortadan kalktığında barış kelimesi de kendiliğinden ortadan kalkacaktır. İnsanlar artık “barış” kelimesini kullanma gereksinimi duymayarak, onu ölen kelimeler yığını içine atacaktır. Ve bunun yerine yeni bir kelime türtecektir. Bu da, ancak, sınırsız ve sınıfsız bir dünaya kurulduğu zaman gerçekleşebilecektir.

Entellektüel Aydın Bulanıklığı Ya da Devrimi Ehlileştirme Aymazlıkları
BirGün gazetesinde 7 Aralık 2011 tarihinde bir röbartaj yayınlandı. Fikret Başkaya(FB) ile Gün Zileli(GZ)’nin konuşmaları. Konuşmanın ana konusu "devrimler”di. Aydınların devrim üzerine konuşmaları, fikir yürütmeleri ve üretmeleri, burjuvaziyi ve onun düzenini "teşhir etmeleri” elbette olumludur. Sorun devrim üzerine olunca, bunun değerlendirilmesi ve tartışılması da bir o kadar gerekli oluyor.

materyalist bilgi teorisi ve komünist partileri
“İnsan pratiği, materyalist bilgi teorisinin doğruluğunu tanıtlar.” Marks
İnsanın üretimdeki, üretim içindeki ilişkileri ve faaliyetleri, diğer tüm faaliyetlerinin üstünde ve onların üzerinde belirleyici bir rol oynama temel özelliğine sahiptir. Bu bağlamda, insanın bilgisi üretimdeki faaliyetlerinden bağımsız değil, bizzat ona bağlı olarak gelişir ve şekillenir.

HER GÜN DÖRT İŞÇİ, BEŞ KADIN
“Son kötü günleri yaşıyoruz belki
İlk güzel günleri de yaşarız belki
Kekre bir şey var bu havada
Geçmişle gelecek arasında
Acıyla sevinç arasında
Öfkeyle bağış arasında//
Biz kırıldık daha da kırılırız/
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.”[1]

ÇİN: KARMAŞIK BİR SORU(N)…[1]
“ben hiç başlamamış bir dündeyim.
yağmur yağacak...
hiç başlamamış bir yarın çok var.
hiç bitmeyen bir dün de çok var...”[1]
Arif Dirlik’in, “Sadece bir ulus değildir; bir uygarlıktır,” notunu düştüğü Çin’in geneli veya özelde ise “bugünü” hakkında yazmak kolay değil.
Binlerce tarihsel bağıntı ve güncel referanslarıyla Çin, çoklu bir örnektir.