Partizan’ımızı Özlüyor, Mücadelesini Örnek Alıyoruz | Hüseyin Şenol

Partizan’ımızın hayatını kaybetmesinin üzerinden tam iki yıl geçti… Dursun Çaktı’nın bize bıraktığı miras gibi; demokratik kitle örgütlenmesi anlayışının tüm alanlarda yerleşmesi olmazsa olmazımız olmalıdır…
İki yıl önce 25 Şubat’ta, daha 65 yaşında kaybettiğimiz Dursun Çaktı’yı, Partizan’ımızı özlemle anmaya devam ediyoruz ve sürekli anacağız.
Unutmamak ve unutturmamak için O’nu ve bize bıraktığı; devrimci duruşu, demokratik çalışma tarzını, kaplayıcılığını, sahiplenişini sürekli anlatacağız. Anlatmakla da kalmayacak, mirasını sürdürmek için “aynı” alanlarda durmaya, daha fazla durmaya devam edeceğiz.
Kurucusu olduğu Almanya Türkiyeli İşçiler Federasyonu (ATİF) bünyesinde faaliyet yürüten Tohum Kültür Merkezi (TKM) Ulm’a üye olmamda O’nun payı çok büyüktü. O’nun ölümünden sonra üye olsam da, bunda payı çok. O, TKM’yi sürekli tüm devrimcilerin kullanımına açan önemli bir kişiydi. Düzenlediğimiz panel, söyleşilerin yoğun katılımlı olması için yoğun çaba harcayarak büyük katkı sunardı. Bu toplantılarımızda bizzat bulunur, görüşünü de belirtmekten geri durmazdı.
…
Belki biraz tekrar olacak ama, iki yıldır dile getirdiğim duygularımı, daha da genişleterek tekrar paylaşmak istiyorum sizlerle. Bu duygularımı tekrar tekrar dile getirmekten geri duymayacağım. O çok daha fazlasını hak ediyor.
Benden 6-7 yaş büyüktü. 40 yıl önce yaş farkı çok gibi duruyordu, sonraları gitgide yıllar geçtikçe ara daralmıştı. Ama O, bizim hep yol gösterici yoldaş abimizdi. Ve o kadar alçak gönüllüydü ki, O bana ve diğer sevdiklerine yaş farkı gözetmeksizin abi abla derdi.
Çok erken oldu be Dursun Yoldaşım.
Seni kaybettiğimiz günlerde de duygularımı yazıya dökmüş “Senin yokluğun büyük bir eksiklik yaratacak. Ama mirasına sahip çıktığımız oranda, bu eksiklik en aza indirgenecek, bunu da biliyoruz.” demiştim. Az bile demişim.
Ölüm yıldönümü aynı günlere (28.02) denk gelen ünlü yazarımız Yaşar Kemal ne güzel demiş: “İnsan, evrende gövdesi kadar değil, gönlü kadar yer kaplar.” Bu söz en çok da Dursun Çaktı’ya yakışıyordu. Cüssesi büyük değildi ama, yüreğiyle bulunduğu tüm alanı kaplardı. Yani o kadar geniş ve kocaman yürekliydi.
…
Ben 12 Eylül Askeri Darbesi sonrası, 6 gün sonra 18 Eylül geldim Almanya’ya (Şansa pasaportum hazırdı. Yoksa zor çıkardık). Yani 42 yıldır fazla bir süredir buradayım ve o zamandan beri tanıyorum kendisini. O 24, ben 17 yaşındaydım. Ben Kurtuluş’çu, O Partizan’cıydı. 42 yıl önce Ulm-Söflingen’deki dernekteydik sürekli. (Yıllar öncesinden başlayarak, çok iyi örgütlenmişlerdi.)
En çok onunla tartışırdım ve bu tartışmalarda sesimizi yükselttiğimiz zamanlarda oldu tabii ki, ama bir gün bile dargın ve küskün durmadık. O’na kızmak mümkün değildi, tartışırken peşin hükümlü davranmıyordu. Teorik donanımlıydı. Hepimizden daha fazla bilgiliydi ve sürekli kendini geliştiriyordu. Hiç bir zaman tartışmada ezmeyi seçmedi, üslubunu bozmadı. “İlkelerde savaş, devrimci ahlak ve tavır” için de muazzam bir örnekti.
Ben ondan yedi yaş küçüktüm ama bana da abi derdi. O herkese abi derde… Eşim Ayşegül’e de “abla” derdi. Halbuki o hepimizin abisiydi.
Bugünlerde Kosova’yı daha fazla işliyorum. 17 Şubat bağımsızlığın yıldönümü, 28 Şubat Kosova’nın Mandelası Adem Demaçi’nin doğum günü, 7 Mart Adem Jashari’nin katledilmesi ve devam eden sömürgeci Sırbistan’ın provokasyonları… Ve yine bir çok konuda olduğu gibi Dursun Yoldaşım aklıma geliyor. “Kosova, Arnavutluk ve çevresi bir gezi-tarih turu ayarlasana Şenol abi” derdi sürekli. Tabii ki tarihe ve bölgeye ilgili ve meraklıydı biliyorum. Çünkü dünyanın tüm bölgelerine ve halklarına yakındı. Anlayacağınız, aslında tur muhabbetinin gezmekten öte, benim ilgi alanıma, Arnavut oluşuma ve konuyu sürekli işlememiş olmamaydı ilgisi. Yani destekti onun tavrı. Çok isterdim onunla bu bölgeleri gezip, enternasyonalist yoldaşımla üzerine konuşmayı…
O, hayatın her alanında vardı. Türkiye halklarıyla dayanışma hareketinin en ön saflarındaydı. Göçmen ve azınlık olmaktan kaynaklanan haklar mücadelesinin de en başındaydı. İşçi sınıfı mücadelesinden, sendikal mücadeleye ve barış hareketine önem verirdi. Türkiye’deki seçimler kadar, Almanya’daki seçimler için de aktif faaliyet yürüttü.
O sadece Ulm sokak, meydan ve salonlarında değil, Almanya ve Avrupa’nın bir çok ülke ve kentinde etkinliklerde, bıkmadan usanmadan sürekli yer aldı.
Gazete, dergi, bilet sattığımızda onun da orada olmasını çok isterdik ve önce ona verirdik. Bir kez olsun geri çevirmediği gibi, herkesin alması için de büyük çaba harcardı. Kimse yoksa, biletlerden bir-iki adet değil, 4-5 adet alırdı.
Evet çok alçak gönüllüydü, yani mütevaziydi, dinlerdi, sorardı anlamaya çalışırdı ama taviz de vermezdi devrimci ilkelerden…
…
Ölümünden 4-5 ay evvel hastalığını ilk duyduğumuzda, ‘ağır’ bir durum değildir diyorduk. Nasıl derdik ki? “Tek bir hap bile kullanmıyorum, herhangi bir rahatsızlığım yok” derdi sürekli.
Bir öğrendik ki pankreas.
Kötü yıkıldık.
O bize moral vermeye çalışıyordu “Bunu da atlatırız, teslim olmayız” diyordu.
Sonra bir duyduk ki sadece pankreas da değil.
Yayılmış lanet olası kanser illeti.
Çok daha fazla yıkıldık ve beklemeye koyulduk hep birlikte.
Koronavirüsü salgınına denk gelmesi de ayrıca bir sorundu. Kendisini ziyaret de edemiyorduk. Arada kısa telefon konuşmalarının da sonu gelmişti son günlerdi.
Bu ortamı hiç hak etmeyenlerin başında geliyordu O. İyi günde, kötü günde herkesle sürekli ilgilenirdi. Şimdi o rahatsız ama biz onu ziyaret edemiyor, uzun uzun muhabbet edemiyorduk.
Biraz grafikten anladığım için, afişleri pankartları bildirileri roketleri hazırlamam için ricada bulunuldu. O anda babamın sözü geldi aklıma; “Düğünle cenaze beklemez” derdi.
Görselin en güzelini, en yakışanını yapmak istiyor haliyle insan. Ama en zorlandığım grafik çalışmalarımdan biriydi. Bir türlü ölümü yakıştıramıyordum kendisine. Öldüğü hemen o saatte duyulmasın, insanlar şok olmasın diye, baskıya gece gönderdim afiş, rozet, pankart ve bildirileri. Olur da “Önce oradan geçenler görür” diye çekindim. Dedim ya; konduramıyordum ölümü kendisine.
Bir yandan, zaten gidip göremiyoruz diye kahroluyorduk. Aynı durumu taziyesi ve cenaze töreni içinde düşünüyordum sürekli.
Üç-dört gün Tohum Kültür Merkezi’nde taziyesi oldu ve her gün dernek içi ve önünde yüzlerce insan toplandı. Taziyede arada anons ediliyordu, “Lütfen uzun kalmayalım, şehir dışından gelenlere öncelik tanıyalım…” diye. Sosyal mesafeye de dikkat çekildi sürekli.
Cenaze töreninden önce şöyle demiştim yazımda: “Yarın anma ve cenaze töreni var, Ulm’un Merkez Mezarlığında. 100 kişinin üstü yasak. Napalım, yüzü aşarız tabii ki, ama binler adına orada olacak 100 ve üzeri…”. Ve yanıldım. Tüm uyarılara rağmen, 700’ün üzerinde katılım vardı anmada. Korona ve “dışarıdan gelmeyin” uyarılarına rağmen bu kalabalık. Normal bir zamanda binleri bulurdu katılım.
Yazımı uzatmamak için şimdilik yine virgül koyuyorum.
Demokratik Kitle Örgütlenmesi
Yazımın başında da belirttim; Tohum Kültür Merkezi’ne üye olmamızın en büyük nedenlerinden biri Dursun Yoldaşın yaklaşımıdır, devrimcilerin birliği için, yakınlaşması için gördüğü “tutkal” işlevidir.
Geçtiğimiz günlerde gerçekleştirdiğimiz ve benim de üçüncü kez üye olarak yer aldığım Tohum Derneği’nin 47. Genel Kurulu gerçekleştirildi. Dernek, ölümünden sonra da O’nun meyvelerini vermeye devam ediyor. Son bir-iki yılda derneğin üye sayısı oldukça arttı. En önemlisi de farklı, yeni üyelerin farklı gelenekten devrimci-demokrat ve yurtseverler olması.
Son kongrede de demokratik kitle örgütlemesi üzerine tartışma yaşandı. Kendim de özellikle tartışmaya katılmış olsam da, bu tartışmayı anlamlı buluyorum. Keşke daha geniş çerçevede yapılsa ve kongre beklenmese bu tartışma için. Arada, muhabbetlerde, yazışmalarda, söyleşilerde ve diğer ortamlarda tartışmanın derinleşmesi, Tohum Kültür Merkezi’nin daha fazla güçlenmesini beraberinde getirecek, anti demokratik yaklaşım kendine zemin bulamayacak.
Bu kongrede, yine farklı gelenekten aktivist iki arkadaşımızın üye olacaklarını beyan etmesi beni çok mutlu ederken, zaten sürekli gelişen ve büyüyen derneğin, geleceğe yönelik demokratik kitle örgütlenmesi yolundaki gelişimi, büyük umut verdi.
Başka bir yazımın-yazılarımın konusu olacak olan Demokratik Kitle Örgütlenmesi (DKÖ) üzerine, yıllar sonra önemli bir ilham kaynağı ve gelişmelerden biri Tohum Kültür Merkezi. Darısı, Almanya ve Avrupa genelinin başına.
Her alanda demokratik ve sosyalist demokrasi tarzının yerleşmesi mücadelesinden asla taviz verilmemeli. Mücadelemizin başarısını da belirleyecek olan en önemli tarz bu.
Dursun Çaktı’nın bize bıraktığı miras gibi; demokratik kitle örgütlenmesi anlayışının tüm alanlarda yerleşmesi olmazsa olmazımız olmalıdır…
…
Evet, Partizan’ımızı sonsuzluğa uğurlamamızın üzerinden iki yıl geçti. Ama O her zaman mücadelemizde yaşamaya devam edecek. Her zaman anacak, O’nu sürekli yazacağız, gelecek kuşaklara anlatacağız.
Dursun Çaktı, giderken de tüm devrimci-demokrat ve yurtsever yelpazeyi bir araya getirerek, her zaman yaptığını bize bir kez daha yaptı. Devrimci dayanışma sergilendi anmasında. Kesin, bu yıl da, önümüzdeki yıllarda da bu durum böyle devam edecek.
O grupçu değildi. Bir tutkal görevi görüyordu.
Tam anlamıyla yoldaştı, yoldaşımdı.
Sana sözümüz devrim ve sosyalizm.
Seni özlüyoruz devrimci-sosyalist enternasyonalist yoldaşım.
Partizan Yoldaşım, seni mücadelemizde yaşatmaya devam edeceğiz…
Hüseyin Şenol – 20.02.2023
Son Haberler
Sayfalar

Şehrin Işıkları
Şehrin gri havasından akşamın karanlığına yürüyorken, herkes, bir telaşla kaçan trenin arkasından koşar gibi, tempoyla, koşturuyor. Şehir o kadar hızlı akıyor ki; insanlar zamanın ve süreçlerinde aynı hızda aktığını zannediyor. Elleriyle dokundukları, gördükleri ve duydukları her şey bir sonraki gün biçim değiştiriyor, aldıkları kokular değişiyor. Gazeteler bir gün önce yazdıklarını ertesi gün hatırlatamıyorlar bile.

Kimliksizlik kimlik olmuş! Tahir Canan
Star Gazetesi İnternete yönelik baskıları savunmak için basın ahlak kurallarını hiçe sayarak basın yasasını hiç görmeyerek dilde kemik yok misali İnternet sansürüne karşı çıkanları porno savunmakla suçlamış. Kendi ilkesizliğini de ilke olarak lansa etmiş. Deyim yerinde ise ilkesizlik ilke olmuş, kimliksizlik de kimlik yerine geçmiş. Yalan dolanla hükümeti” yalama “ yalakalığı erdeme dönüşmüş! Halkı kandırmayı da meslek etmişler. Bunun adına da Gazetecilik denmiş! Gazeteciliğin kamusal görevini hükumetin, devletin ululuğu altına gömmeyi” meslek ilkesi” kabul etmişler.

Yüce bir ölüm!/Agop Ekmekciyan
24 Ocak 1988 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğü I.Şube polisleri tarafından boş bir arsada kurşuna dizilerek öldürüldüğü vakit Manuel Demir henüz 25 yaşındaydı. Genç yaşında ,inandığı dava uğruna düşüncelerinden taviz vermeyen,onurlu duruşu ile cellatları çılgına çeviren Manuel Demir hunharca öldürüldü. Faşizmin azgınca terör estirdiği yıllarda tüm hak ve özgürlüklerin rafa kaldırıldığı,yurtsever,devrimci,komünistlerin hapishanelere atıldığı 12 Eylül faşizminin kol gezdiği şartlarda devrimci mücadeleye ara vermeden,,çekinmeden devam etti.

Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu (vd’leri) için 11 not/ Temel Demirer
normal tarihsel koşuldur.”[1]
i) Gezi/ Kızılay/ Gündoğdu (vd’leri) güzergâhı, “devrimin güncelliği” fikrine veda etmeyenler için şaşırtıcı olmadığı gibi, “beklenilmeyen” de değildi…
Bu bağlamda Kaan Arslanoğlu’nun, “Bu memleket adam olmaz”, “insanların üzerinde ölü toprağı var”, “insan doğuştan/genetik olarak itaatkârdır,”[2] türünden zırvalarını yerle yeksan eden Haziran Başkaldırısı, tarihsel bir yanıt oldu.

Akademisyen sorumlulugu /Sibel Özbudun
“En büyük bilgelik kendine egemen olabilmektir.”[2]
1. Entelektüel üretimin akademiye ve belli şablonlara sığdırılmaya çalışıldığı günümüzde, sizce akademi dışında entelektüel bir üretim zeminin oluşturulma imkânları nelerdir? Bu bağlamda Özgür Üniversite deneyimini nasıl değerlendirirsiniz?

Benzeşen Toplumları Talilde Unutulanlar / Ergün Aslan
Teori proletarya köylünün yaşamsal mücadelesinin devrimcide akademik olarak dile gelişidir.
Konuya girmeden önce,
Kapitalizmin.., işverenin.. karşısında proletarya köylü olmanın nasıl bir şey demek olduğunu unuttuysan ...
Bu tuzsuz baharatsız sosyo - ekonomik yapı neymiş ya.
Her şeye deva.
Ülkenin sosyo-ekonomik yapısını, inşasını mı talil edecen; Katma işin içine sömürgeciliği..., sosyo - ekonomik yapının sınıflar yüzerinde yol açtığı karekterliği.... tamam.

Umreye Giden Düşkünler/ Erdal Yıldırım
Gündemde AKP iktidarı Kültür Bakanlığınca organize edilen 100 Alevi kökenli ‘dede’nin önce Necef’e, Kerbelâ’ya ve sonra da umreye götürülmesi olayı var. Ve (ben de dahil) bir çok yazar çizer, kanaat önderi, kurum yöneticisi günlerdir bu konuda, konuşuyor, yazıp çiziyor ve ülkenin başkaca bunca önemli yaşamsal sorunuları varken, bu konu gündemde önemli bir yer tutuyor.

On yıl mı beş yıl mı bu ne demektir?
AKP’nin başı Başbakan mahpusların uzun yargılama süresini kısaltacağını açıkladı! Herhalde bravo dememizi bekliyorlar. Ne diyelim ülkemizin kara mizahı böyle oluşmakta. Ülkeyi öyle ki yazboz tahtasına çevirdiler ki. Bu zevatlar ne yaptıklarını biliyorlar mı? Yoksa, bizlerle dalga mı geçiyorlar? Sanki on yıldır bu iktidarda olan, bu yasal düzenlemeleri yapan kendileri değilmiş de başka biri imiş gibi ortalığa çıkıp ne iyi düzenleme yapacaklarını ballandıra ballandıra anlatıp duruyorlar.

Abdullah Öcalan,Hatip Dicle ve “Kapitalist Modernite”’
Time dergisinin her yıl açıkladığı “Dünyanın En Etkili 100 Kişisi” listesinin 2013 versiyonunda Ortadoğu’dan sadece iki liderin adı vardı: Abdullah Öcalan ve Fethullah Gülen.Liderliğini esaret koşullarında sürdürmesiyse Abdullah Öcalan’ın çok özel durumuna işaret ediyor.Tam anlamıyla bıçak sırtında yapılan bir politika üretiminden bahsediyoruz.Bu politika üretimine ilişkin tartışmalar Öcalan’ın bir komployla 15 Şubat 1999’da TC’ye tesliminden ve takip eden sorgu aşamasındakı performansından itibaren hiç durmadı.Öcalan’ın özeleştiri vererek önünü kesmediği bu tartışmalar başta PKK dü

Mültecilik ve düşünce üretimi
Türkiye Devrimci Hareketi (TDH) içinde eskiden beri “mülteciliğe” bir kızgınlık ve yabancılaşma vardır. Özellikle “mülteci” devrimcilere iyi gözle bakılmaz. Bunun TDH’ne, “kötü” olarak yansıması TKP’nin mülteciliğinden kaynaklanıyor. TKP önderleri,,, ülkedeki baskı koşularından dolayı uzun bir süre yurtdışında (o zamanki adıyla Sovyet bloku ülkelerinde) yaşamak zorunda kalmaları, 1970’lerden sonraki devrimci kuşak içinde, “lanetlenen” bir durum oldu.