ROBOSKİ’NİN KANAYAN KARANFİLİ
“Acıya yenilmek istemiyorsan,
onunla yüzleşmen gerek.”
(Lanza del Vasto.)
Masamın üzerinde bir karanfil duruyor şu an. Rengi kızıla çalan bir karanfil. Roboskî karanfili. Çamurlu patikadan otuz dört fidanın mezarlarının yan yana dizili durduğu mezarlığa doğru tırmanırken KESK’li Sedar’ın elime tutuşturduğu… Her şeyin acıya karıldığı o sisli anlarda ne yaptığımı, ne yapacağımı bilemeyip çantama atıvermişim. Eve döndüğümde çıktı…
İnsanın karşısındakinin acısı önünde ne edeceğini, ne diyeceğini bilemeyip lâl kaldığı zamanlar vardır… Yüreğinizin sancısı canınızı yakar, nerenizin yandığını kestiremezsiniz. Her türlü teselli sözcüğü anlamsızlaşır; dualar, ağıtlar ipinden kopmuş balonlar gibi havada seyreder nafile… “Adalet/hak/hukuk”a dair kelamlar karikatüre dönüşür, gülmek düşmez aklınıza.
Otuz dört ananın gözlerine bak(ama)mak böyle bir duygu. İstekleri öyle yalın, öyle kırılgan ki oysa… Irak’a “kaçağa gitmiş” oğullarının, katırlarıyla birlikte dönüş yolunda, Şırnak’ın Qileban ilçesi Roboskî mevkiinin Irak sınırından içeri uzanan dağlarında, gözleri önünde Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait jetlerce bombalandığını bilmemizi istiyorlar yalnızca. O ışıl ışıl bakışlı, güzelim çocukların bedenlerine ait parçaların yine katır sırtında Roboskî ve Beju köylerine taşındığını… Onlar bu felaketin henüz bilincine varmamış, canlarının başucunda feryat ederken üstlerinden Türk jetlerinin alçak uçuş yaptığını…
Ve bu katliamın “neden” olduğunu birilerinin kendilerine anlatmasını istiyorlar… “Yanlışlık olmuş, pardon”; “Biz onları PKK’lı sandıydık”; “Zaten kaçakçıymışlar”; “Alın şu yazmaları… Ayrıca da helalinden yüzyirmişer bin lira… Arzu ederseniz bir miktar koruculuk kadrosu da tahsis edelim size!” hoyratlığı yüreklerini soğutmak bir yana, daha da, daha da cırmalıyor…
Gözlerinde kapanmaz bir uçurum, uzatıyorlar o dünya güzeli çocukların sevecenlikle çerçevelenmiş fotoğraflarını gözlerinize… Kalem gibi incecik, saçlarını yatırmış, afili bakışlı otuzdört delikanlı. Onlu, yirmili yaşların pervasızlığıyla, aldırmazlığıyla gülmüşler objektife. Biri askeri üniformalı! Taş çatlasa onbeşindeki bir başkasının anasına “Ne kadar güzelmiş oğlun,” dediğimde duyulur duyulmaz bir sesle yanıtlıyor beni: “Güzel”. Belki Türkçesinin yetmezliği; ama bence oğluna “di’li geçmiş zaman”ı yakıştıramayışından… Yakışmıyor, gerçekten; hiçbirine yakışmıyor…
Bejulular, Roboskîliler ve bütün Anadolu Kürtleri, soğuk bir Aralık gecesi sabaha karşı yedikleri bu apansız baskının, yaşatıldıkları katliamlar zincirinin bu en taze, en akılalmaz halkasının anlamını kavramaya çalışadursunlar; onlara bu zulmü yaşatanların kılının kıpırdamadığı besbelli. Diyarbakır’dan Roboskî’ye her birinde ayrı ayrı durdurulup kimliklerimizin alındığı, birinde ise (ne hikmetse Konya Savcılığı’nın izniyle) üstlerimizin arandığı on kontrol noktasındaki askerlerin, komutanların gözlerinde en ufak bir mahcubiyet emaresi bul bulabilirsen… Roboskî/Uludere onlar nezdinde “Bölücü terör örgütü yandaşları”nın olay çıkarmak için istismar ettikleri bir bahane daha, yalnızca. Katliamın birinci yıldönümünde Roboskîlilerin, Bejuluların acılarını paylaşmak, içine düştükleri yalıtılmışlık uçurumunda ellerini tutup bir nebze olsun içlerini ısıtabilmek için yanlarına koşan BDP’lilere, kitle örgütleri temsilcilerine, devrimcilere, sosyalistlere, feministlere “potansiyel suçlu” muamelesi çekerken ne denli eminler kendilerinden… Mustafa Muğlalı’nın, atalarına layık olmak için çırpınan torunları…
Ya başbakan? Bombardıman sıcağında katliamı gerçekleştiren komutanları tebrik eden… ne zaman Uludere lâfı açılsa “niye teröre kurban gitmiş şehitlerimizden bahsetmiyorsunuz?” diye diklenen… “Para verdik, eşlerimizi ziyarete gönderdik, daha ne istiyorsunuz?” sakilliğine sarılan… katliamla ilgili bir özrü “hele dava sonuçlansın hele”ye öteleyen; Roboskîlilere aba altından “öyle ucu bucağı belli olmayan örgütlerin oyununa gelmeyin” sopasını gösteren…
AKP’liler bugünlerde “devlet olmanın dayanılmaz ağırlığı”na kaptırdılar kendilerini. İktidarı ele geçiren mazlumun “zalim”e metamorfozunda son perdeye ulaştık. Yıkım kelebeği kozasını deldi, kanatlarını açtı.
Türkiye’de “devlet olma hâli”nin kimi kaideleri vardır, bilinir… Ezilenler/sömürülenler karşısında ceberut olursun, bir. İnkârcı-asimilasyonist olursun, iki. Muhaliflerini baskıyla susturur, susmayanları tepelersin, üç. “Hep haklı, hep hakkı yenmiş”i oynarsın, dört. Biz ölümlülerin aklının eremeyeceği, bilmemizin akıl sır ermez zararlara yol açacağı bir takım hikmet”ler doğrultusunda hareket ediyormuş gibi davranırsın, beş… Bu “kalıp”ları dolduran, bu ülkede “devlet” olmayı hak etmiş demektir; Osmanlı’dan T.C.’ne uzanan kallavî bir “raison d’état” geleneğinin elinden alır “ustalık” belgesini. Nice acemi yamak, devlet kapısında böyle terbiye olmuş, biz naçiz reayayı idare etme ber’atını kazanmıştır. Artık sıra AKP’de…
* * *
Roboskî’nin karanfili kanıyor. Nafile “adalet” nutukları atarak durduramayız o kanı. O anaların dinmek bilmeyen yürek sancılarını “hesabını soracağız” sloganlarıyla söndüremeyiz.
Bu acı belki gerçekten de bir mahkemede sonlanır. Yargıç ve savcı kürsüsünde Roboskîlilerin yer aldığı, sanık sandalyesinde ise asker ya da sivil, katliam emrini verenlerin, uygulayanların, onları alkışlayanların, olayı saptırmaya, zamana yayarak sündürmeye çalışanların, suskun kalanların… oturduğu bir “ezilen halklar mahkemesi”nde.
Böyle bir mahkemenin verdiği hüküm ne olursa olsun, “halkların kardeşliği” adını verdiğimiz şey, ancak ondan sonra hayata geçebilecektir.
30 Aralık 2012 16:31:48, Ankara.
Sibel Özbudun
1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;
1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.
Son Haberler
Sayfalar
Somut Duruma Dair Bazı Gerçekler
Gerek uluslararası planda ve gerekse yaşadığımız coğrafyada devrimci ve komünist hareket emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı mücadelede geniş emekçi yığınların desteğine sahip değildir. Yine kendiliğinden gelişen kitle hareketlerini örgütlemede ve uluslararası dayanışmayı geliştirip büyütmede de yetersizdir.
NATO, SAVAŞ KIŞKIRTICISI BİR ODAKTIR; DERHAL DAĞITILMALIDIR!
Başını ABD’nin çektiği, emperyalist bir saldırganlık paktı olarak kurulan ve icraatlarıyla bunun gereğince davranan NATO’nun 75. Kuruluş yıl dönümü vesilesiyle gerçekleştirilen zirvede, ABD Başkanı Biden, NATO’nun: “Saldırganlığa ve saldırganlık korkusuna karşı bir kalkan yaratma umuduyla kurulduğunu” söylüyorsa da ama tarihsel gerçekler bunun külliyen kaba bir yalandan ve de arsızca bir manipüle edişten ibaret olduğunu kolayca gözler önüne serer.
Bozkurt’un anlamı (Nubar Ozanyan)
Yoksullar ve ötekiler için her yer ölüm kokan mayın tarlasına döndü. Türk olmayanların, -ötekilerin- Türkiye’de soluk alması ve yaşaması zulme dönüştü. Öteki olarak yaşamak, çalışmak, kendi ana dilinde Kürtçe, Arapça konuşmak, şarkı söylemek, yasak ve suç olan bir ülkede demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsedilebilir mi?
Seçimler ve siyasi parti konusunda proletaryalarla sohbet
İstanbul'u kazanan türkiye'yi kazanır.
Nedir bu tayyip'in sözleriyle vücut bulan yaklaşım.
Bir hayel mi yoksa bir gerçeklik mi?
Veyahut da burjuvaların içerisinde bir insanın söyledikleri hala dört nala giden atlarıyla şehirlerin surlarını yıkabileceğini düşünen bizim insanların söylediklerinden daha gerçekçi sözler mi?
Gerçekten noelibarel politikaların en yoğun olarak hissedildiği şehirleri kazanmak türkiye'yi kazanmak mı demek?
Peki bunu böyle kabul etmek kolay mı?
DEVRİMCİ SİYASAL MÜCADELEYİ ANIN SOMUT GÜNCEL TOPLUMSAL SORUNLARI ÜZERİNDEN ÖRGÜTLEMEK.
Temel hedefleri, mevcut kurulu düzeni devrimci bir kitlesel kalkışmayla tasfiye edip, yerine sosyalist bir sistem kurmak olan devrimci sol-sosyalist ve komünist güç ve yapıların, devrimi gerçekleştirebilmeleri esasen, devrim öncesi süreci, devrimi örgütleyebilme hedefiyle ele almalarına ve bundaki performans ve başarılarına bağlıdır.
ADİL OLAMASINI BECEREMEYECEKSEK; BU SİSTEMİ YIKMAYA NE GEREK VAR Kİ?
Bugün, Devletin “üst aklı” denilen birimlerince organize edilip, şeriat özlemcisi dinci yobaz karanlık güçlerce gerçekleştirilen Sivas-Madımak vahşetinin 31. Yıl dönümü. Tam iki gün sonra da yine devletin aynı karanlık derin güçlerinin bir şekilde yönlendirdiği besbelli olan bir başka vahşetin, Erzincan-Başbağlar katliamının 31. Yıl dönümü.
BUGÜN ARTIK ÇOK DAHA AÇIK BİR HÂL ALAN ŞERİAT TEHDİDİNE KARŞI LAİKLİĞİ SAVUNMAK, SÜRECİN ÖNE ÇIKAN ACİL VE ÖNEMLİ GÖREVLERİNDENDİR.
Kendisini “Anayasal Hukuk Devleti” olarak tanımlayan bir devlet düşünün ki Anayasasında hâlâ; “Türkiye Cumhuriyeti, (…), demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” İlkesi yürürlükteyken; bu ülkede şeriat propagandası yapmak serbest olsun ve ama dayanağını mevcut Anayasa ve yasalardan alan, şeriata karşı çıkmak ve de laikliği savunmak suç olsun!
Oy Zemano (Nubar Ozanyan)
Her yönüyle çürümüş sistemin katilleri, Kürdistan topraklarını yakmaya devam ediyor. Amed ve Merdin’de hem insanları hem de buğday ve mısırları yaktı. Evlat kokan Kürdistan toprakları şimdi duman kokuyor. Ateş ve dumanla yazılı TC’nin yüz yıllık tarihi “yakma ve yıkma”nın tarihidir. Bilmeyenler bilsin, duymayanlar duysun. Dün Ermeni kadın ve çocukları kiliselerde, Alevileri inanç ve ibadet mekanlarında, Kürtleri mağaralarda, köylerde yakanlar bugün yine Kürdü kadim topraklarında yakıyor.
CHP’NİN “Türkiye yüzyılı maarif modeli ”Ve kürtlerin iradesinin gaspı karşısında laisizm ve hukuk sınavı.
İslamo-faşist Erdoğan diktatörlüğünün, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile yapmaya çalıştığının, tam olarak,eğitim ve öğretim sistemininSunni İslamcı dini esasları üzerine oturtulması olduğu, daha önceki iki yazıda ve keza Kürtlerin iradesine karşı bir sömürge siyaseti olan kayyum uygulaması da bir başka yazıda özetlenmişti.
Kadro Olmak Aynı Zamanda Kendimize Karşı da Kadro Olmak Demektir
Bir kadronun ihtiyaç duyduğu nitelikler bugün sürekli ideolojik saldırı altındadır. Burjuvazi sadece protestoları, teoriyi, örgütleri değil aynı zamanda doğrudan tek tek kadroları da hedef almakta ve onları ideolojik etki yoluyla etkisizleştirmeye ya da kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.