Tecrit etme ve teslim almanın bir öğesi olarak; TEK TİP ELBİSE (1)

15 Temmuz darbe girişimiyle toplumsal muhalefet güçleri başta olmak üzere işçi sınıfı ve emekçilere, ezilenlere yönelik saldırılarının dozajını arttıran devlet, bunun bir parçası olarak şimdi de zindanlarda TTE uygulamasını gündeme getiriyor. Toplumun tek tipleştirilmesi vesilesiyle teslim alınmasını hedefleyen oldukça kapsamlı bu saldırının amacı, içeriği ve buna karşı neler yapılabileceğine dair tartışmaları, geçmişin deneyimleriyle birlikte yürütmek doğru olacaktır. 12 Eylül Cuntası döneminde TKP/ML TİKKO davasından zindanlarda bu süreci ilk elden direniş mevzilerinin tamda içinde yaşayan bir Partizan tarafından kaleme alınan yazıyı güncelliğinden dolayı yayımlıyoruz:
12 AFC’sinin zindanlarda uyguladığı yıldırma, tecrit etme ve teslim alma operasyonlarının başat bir öğesi olarak; TTE (Tek Tip Elbise) Yaptırımı
Karşı devrimci cephe hızlı bir biçimde gelişen toplumsal mücadelelerin üstesinden mevcut politik aygıtları aracılığıyla- bir “yönetememe krizi” içerisinde olduğundan- çıkamayacağını anladığı anda kendini farklı bir çözüm arayışında hissetti. Bu yönetememe krizi aynı tarihsel kesitte “bağımlılık ilişkileri” sebebiyle kapitalist emperyalist efendilerinde çıkarlarına tezatlık arz etmekteydi.
Burjuva-feodal devletin politik yönelimleri, “düzen dışılıkla” yüzleşmekteydiler. Burjuva-feodal sistemin sadece iç ilişkileri sebebiyle değil kapitalist-emperyalist sisteme bağımlılık ilişkileri üzerinden “krizlerinin sürekliliği” zaten ülkedeki bütün sosyal tabakaların, katmanların, dönem dönem şiddetlenen, hızlanan mücadelelerini de zorunlu kılmaktadır ki bu arada öngörülmesi gerekenin hareketlerin kendiliğinden değil bilinçli, örgütlü, hedefine kilitlenmiş olmasıdır.
Dönemin getirdiği şartlar altında bu toplumsal tabakaların sözcülüğünü üstlenmek, yığınların talep ve beklentilerine cevap vermek, mücadelenin ivmesiyle orantısız bir şekilde olsa da örgütsel temelde daha çok küçük gruplar halinde kümelenmeyle biçimleniyordu. Yerel ve uluslararası alandaki farklılaşmalar, bu sınıf ve tabakaların talep ve istemlerine göre, örgütlülükler yaratıyor, ancak bunların zaaf ve zayıflıklarını bağrında taşıyor hem de felsefi ideolojik akımların belagatini politik argümanlarında dışa vuruyordu.
Kısaca kavganın öncülüğünü üstlenen örgütlülüklerin, “bu form”u onların daha çok dar deneyci ve eklektik olmasını koşulluyordu. Daha sonraki yıllarda ve 12 Eylül’ün ağır yaptırımları karşısında bu daha net ve açık olarak görülecekti. Bu yüzden 12 Eylül 1980’de AFC “Askeri Faşist Darbe” gerçekleştirildiğinde sosyo-politik mücadelenin dibe vurması, temsili yet iddiasında bulunan örgütlerin ağır darbeler ve yenilgilerle yüzleşmesi kaçınılmaz oldu.
Kapitalist-emperyalist efendilerinde onayıyla “ki bu iktisadi yönüyle 24 Ocak kararlarıyla somutlanmıştı”, “iktidara”, “devlet aygıtına”, “baskı aracına”, “yönetme aygıtına” vb. el koyan AFC, militarist-despotik yöntemlerle toplumun üzerine çullanmış karabasandan kurtulmuş geri yığınların huzursuzluğunun ve korkusunun gücüyle düşman olan, ( kendi dışındaki bütün güçler) her kesime fütursuzca saldırıya girişmiştir. Düzen sağlanmıştır, faşist devlet aygıtı korunmuştur, burjuva-feodal sistem güvencelenmiştir.
AFC’nin diğer tüm sosyo-politik örgütleri (sendikalar, dernekler, vakıflar, partiler vb.) yanı sıra düzen partilerini de (AP, CHP, MHP, MSP vb.) kapatması sadece toplumsal alanda faşist devlet aygıtına güven tazeleme aygıtıydı. Ama ne tarih böyle işler ne diyalektik böyle görür. Modern toplumlar büyün işlerini, politik mecralarda, kulislerde, bakanlıklarda çözümlerken bizim gibi “bağımlılıkta” sürekliliği olan (burjuva demokratik devrimini başaramadığı için) ülke çözümü askeri yöntemlerde çözmekte görüyor aslında mevcut yapılmış olanları da kırıp döküyor. Yani toplumun ilerleyişine ket vuruyor, toplumu onlarca yıl geriden yeniden ve yeniden başlamak zorunda bırakıyordu. Aslında bu kısır döngü emperyalizme göbekten bağımlı ülkelerin aşılmaz engelidir. Ki burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği günden beri bundan çıkışı da yoktur. Bu anlamda burjuva-feodal sistem AFC diktatörlüğü ile geçici olarak sükûnet sağlanmış gibi gözükse de aslında “siyasi kriz” kalıcıdır.
AFC’nin desteğini aldığı emperyalist, komprador efendilerinin emir ve taleplerini kayıtsızca onaylaması, yönetememe krizini “açık faşizm” ile aşmasını sağladığı için siyasi krizde görünürde geçici olarak ötelenmiştir. Ancak bu sürecin en ağır tahribatı tüm toplum yani bürokrat kapitalistler ve büyük toprak ağalarının dışındaki sınıflar, katmanlar ile uluslar ve ulusal azınlıklar yaşamıştır.
Daha dar anlamda ise egemen sınıflara karşı mücadele eden ilerici, demokrat, sol örgütlülükler olmuştur. AFC “sağ-sol” çatışması ekseninde toplumu terörize ederek militer güçleriyle toplumu zapturapt altına almıştır. İlerici-yurtsever, devrimci, demokrat örgütler, bir bütün olarak sürecin gelişmelerini sağlıklı bir değerlendirmeden uzak kaldıkları için sübjektif güçlerini buna göre yönlendirememiştir. Burada ideolojik-politik yetersizliklerinin payı belirleyicidir. AFC’nin emperyalist, komprador efendilerinin ve yerli işbirlikçilerin “emir eri” olarak işkencehaneler, zindanlar ve darağaçlarıyla toplumu sindirmeye yönelmesi sonucunda mahpushaneler birer toplama kampı ve işkence merkezi haline dönüştürülmüş; yargısız infazlar, gözaltına kaybetmeler ve katletmeler, idamlar peş peşe gerçekleştirilmiştir. Böylece bütün toplumun teslim alınması ve tek tipleştirilmesinin asgari gereği yerine getirilmiştir.
Zindanlar AFC koşullarında “Direniş Cephesi”ne dönüşüyor
Ezilen emekçi yığınların bir neferi olarak dönemin getirdiği atılganlıkla gençlik cephesinde politize olan ama daha donanımını sağlamamış (kendini tanıma, ilerici olma) bir devrimci olarak 12 Eylül AFC’si işbaşına geldikten kısa bir süre sonra tutsak edildim. Birçokları için bir “talihsizlik” ya da “mücadelemizin sonuçlarından biri” gibi değerlendirilebilecek cezaevleri benim için zorlu ama yeni bir başlangıcın alanıydı. Zor zamanlardı ama bünyemizde yer eden yeni gelişmelerinde farkındaydık.
Karşı devrimin saldırganlığının en ürkütücü, en yaygın ve en karanlık olduğu o günlerde tutsak olan bizler daha ileri kadroların hazırladığı olumlu bir zemin üzerinde cezaevleri ile tanıştık.
Aslında bu çok önemliydi çünkü henüz bağımsız olarak yönümüzü tayin edebilecek bir öngörüye ve deneyime sahip değildik. Belli fikirlerimiz vardı ama bu henüz bir bünyenin tamamına hükmetmiyordu. Kısa bir dönem şube- tutukevi vb. de korkmuş, ürkmüştük, ancak bu kısa dönem zorlu ve yükselen bir evreye de tanıklık ediyordu. Bu mücadele olay ve olgulara daha geniş bakmamızı ve bünyeyi de sağlamlaştırmayı da getiriyordu. İşkencehaneler “sır vermeme”, zindanlarda “ser vermemeye” dönüşüyordu ama gururla. Başlangıçta bulunduğumuz alandaki direniş bilinci ve ruhu karşı devrimin saldırıları karşısında bizleri diri tutan yönlerdi.
Dışarıda bunu kazanmamış olabiliriz ama içeride hiç değilse karşı olduğumuz gerici dünyaya karşı ilerici, tutarlı ve demokrat bir kimlik kazanmak uğraşı ve yolundaydık. Gerek faşist devletin tanımlanması gerekse de örgütün- örgütümüzün ve direniş güçlerini tanıma-tanımlama benim için esas olarak bu dönemin ürünüydü. 12 Eylül’le birlikte başlayan azgın saldırı dalgası cezaevlerinde daha katmerli bir şekilde gündeme geliyordu.
İşkencede sınır yoktu (Kaba dayağından falakalara vb.). Dayatmaların sınırı yoktu (“Dua okuma, istiklal marşı söyleme vb.). Yaptırımların sınırı yoktu (Hazır ol, tek sıra halinde yürü, asker traşı vb.). Bu sürecin uygulamalarının bazılarıydı. Zorla koğuş değişiklikleri, işkenceli ve talancı aramalar, zorla saç traşları, ziyaret yasakları, haberleşme önüne çıkarılan engeller, avukat kısıtlamaları, kış falakaları da cabasıydı… Süreç bir bütün olarak toplumu tek tipleştirme ve teslim almanın, gelişen sınıflar mücadelesinin önüne geçmenin, burjuva-feodal sistemin “istikbal ve istiklalini” garantiye almanın, zorla ve baskıyla (militarizme) şekillenen bir süreçti. Ki cezaevleri bu sürecin dışında kalamazdı.
Bu yüzden ırkçı-şoven bir geleneğe sahip olan TC devleti cezaevlerini es geçemezdi. Buralardaki hâkimiyet (“yeniden tesis” yani tek tipleştirme, yani teslim alma) aynı zamanda tüm toplumsal kesimleri yansıtan bir ayna olacaktı. Ancak başta tek tek, kısım kısım gelişen “direniş çizgisi” bir süre sonra kitleselleşerek daha nitelikli bir hal almış, bu yüzden faşizan devlet başından sonuna cezaevlerinde hedefine ulaşamamış, bu anlamda (dönemin ihtiyaçlarının da farklılaşması sonucunda) uygulamalarını “ertelemek” zorunda kalmış, bir dönem için rafa kaldırmıştır.
Bu anlamda, birlik-mücadele-zafer sarmalı bir kez daha varlığını hissettirmiştir. Tecrit ve teslim alma, yıldırma ve kişiliksizleştirme hamlelerinin her biri devrimci direniş çizgisine toslamıştır. Fiziki direnişler esas olmak üzere (ki cezaevleri gerçekliğinin an be an üzerinde yükseldiği ve yükseleceği çizgide budur) koşullara dâhil bütün taktik mücadeleler direnişin kitleselliği bir an bile gözden kaçırılmadan kullanılmalıdır. Bu anlayış tek tek bireysel direnişlerin önemini küçümsemez aksine onu yüceltir.
Ortak değerlerin, kararların, birlikte mücadelenin öneminin bu düzeyde kavranılmaması- ah şu popülizm- “sol çocukluk” hastalıklı hal sebebiyle süreçte görüleceği ve görüldüğü gibi cezaevleri mücadeleleri çok büyük bedeller ödetmek zorunda bırakmıştır. Bizler “komünizm” davasının günümüz şartlarında asgari ve azami politik ideolojik -yönelimlerine göre sınıfların konumlanışlarına göre, onların beklenti ve taleplerini gözetmek, politik ufkumuzu buna göre şekillendirmek zorundayız. Bu yönelim, bu bakış açısı, cezaevlerinde bile “başarılı olma-düzelttim” şansını yükseltir.
Yeri gelmişken birçok sol yapılanmanın” ufuksuzluğunun” bir sonucu olarak bunlardan cezaevlerinde de çok uzak kal(ın)mıştır-düzeltme- Sınıf mücadelesini devrim lehine ilerletme, yönünü tayin etme, inisiyatifi geliştirme, toparlanma, yeni bir form kazanma ve varlığını kabul ettirme, bunlar bu tip hareketlerin gündeminin dışındaydı.
(Devam Edecek)
Son Haberler
Sayfalar

Katledilişinin 50. Yılı Vesilesiyle KAYPAKKAYA ve TKP-ML
Faşist T.C. Devleti tarafından, bundan 50 yıl önce bir komünist önder, aylarca süren işkenceli sorgular ardından hunharca katledildi. Buradan bir kez daha bu cinayeti kınıyor ve Türkiye-
K. Kürdistan devrimci hareketinin ender yetiştirdiği bu komünist önderi saygıyla anıyor ve ideallerine bağlı kalacağımızın sözünü yineliyorum.
Onun katli, “işkence sonucu ölüme sebebiyet verme” şeklinde olmayıp; bizzat devletin ilgili ve yetkili kurum ve kişilerince, “devletin ulvi çıkarları adına” karar altına alınan bilinçli ve iradi bir cinayettir.

Partizan’ımızı Özlüyor, Mücadelesini Örnek Alıyoruz | Hüseyin Şenol
Partizan’ımızın hayatını kaybetmesinin üzerinden tam iki yıl geçti… Dursun Çaktı’nın bize bıraktığı miras gibi; demokratik kitle örgütlenmesi anlayışının tüm alanlarda yerleşmesi olmazsa olmazımız olmalıdır…
İki yıl önce 25 Şubat’ta, daha 65 yaşında kaybettiğimiz Dursun Çaktı’yı, Partizan’ımızı özlemle anmaya devam ediyoruz ve sürekli anacağız.

Ölümün susturduğu yaşamlar (Nubar Ozanyan)
Yoksulluk, zulüm yetmiyormuş gibi depremin ve kışın beyaz zulmü de halkımızı ölüm karşısında çaresiz ve yalnız bıraktı. Devlet, yüz binlerce insanı canlı canlı toprağa gömdü. Kapitalizmin sermayesi yine halkın canı ve kanıyla yıkandı.
Depreme dayanıksız konutlar halkın mezar taşı oldu. Yoksulluk, kış, çaresizlik, ölüm ezilenleri üşütmeye devam ediyor. Kapitalist sistem, kendisiyle birlikte insanlığı hızla belirsiz bir yıkım ve sona doğru götürüyor. Her şeyi metalaştıran kapitalizm, yaşam gibi ölümü de metalaştırarak insanlığı çaresizliğe ve yıkıma doğru sürüklüyor.

Halk Düşmanı Faşist İktidar Yargılanmalıdır!
Deprem yerkürenin doğal bir harektliliğinin sonucudur, insanlar için bir felaket haline gelmesi ise, toplumsal sistemin sınıfsal karakteriyle doğrudan ilgilidir. Bilim ve buna bağlı olarak teknolojinin gelişmediği zamanlarda insanların doğal felaketlerden daha büyük zarar görmesi doğaldı. İnsanlık doğanın hareketini öğrendikçe onunla uyumlu yaşamasınıda öğrendi.

2023 Seçimlerinde okun sivri ucunu neden hakim sınıf kliklerinden en gerici en faşist olanına yöneltmek zorundayız ?
Başta Emek ve Demokrasi Bloğu olmak üzere halk güçlerinin önemlice bir kesimi 2023 seçimlerinde Tayip Erdoğan ve AKP ve MHP dinci faşist iktidar blokunun önünün kesilmesini; günün isabetli siyasi taktiği olarak belirlemişken, ancak ne var ki bir kesim sol-sosyalist ve komünist güçler ise, bunun aksine; “bir faşisti indirip yerine bir başka faşistin gelmesi için oy kullanamayız” diyerek, cumhur başkanı seçiminde ‘boykot’ taktiğini, günün isabetli taktiği olarak ileri sürmekte.

Birazda Muziplik
1) Kadrolar sürekli birliktelik (mutluluğu dışarda arama) yarışına sürüklenir.
2) Yarışı beceremeyenler, geri kalanlar veyahutta ret edenler diskalifiye olur.
. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Sizde bizi kandırmıyorsunuz değil mi...
Ah... devrimci demokrasiciğim... ah....
İnsanların ilişkilerini kınarken, kınadığı insanlarla bozulan arasını düzeltmeye gelenlere kınadığı ilişkilerle yakalanmak....
Ve yahutta....

Katledilişinin 50. Yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya HESAPLAŞMA, KOPUŞ VE YENİ BİR YOL
Kafasında üstü yırtık ve yamalı kahve renkli bir kasket, sırtında yerli bir askeri parka, altında ceket, kazak… üst üste giyilmiş üç tane pantolon, ayağında bir çift beyaz yünden yapılmış ve köylerde elle örülen çorap ve onun üzerinde naylon çorap, bir çift 45 numara Çelik marka lastik ayakkabı”yla tutsak edildi.1

Kavganın ve Mücadelenin Ozanı; Yetiş Yalnız…
İbrahim Kaypakkaya, ilgilenenler tarafından bugüne kadar birçok özelliği ile tanındı, bilindi. En yaygın bilinirliği‚ “ser verip sır vermemesidir” sanırız. Doğrudur, Kaypakkaya işkencede direndi. Onun düşmana karşı direnişi inadından veya acıya dayanıklı olmasından kaynaklanmıyordu elbette… Bunu nereden mi biliyoruz? Dönemin en azgın faşist uygulamaların yapıldığı Amed Zindanı’nda yapmış olduğu siyasi savunmadan. Kemalist faşist diktatörlüğe karşı, onun elinde tutsakken dahi örgütsel ilişkilerini deşifre etmeden, uğruna mücadele ettiği komünizm düşüncesini savunmasından biliyoruz.

“Ermenilerin hepsi ASALA olsun” (Nubar Ozanyan)
Yaklaşık 45 gündür Artsakh, vicdansız ve eşitsiz bir kuşatma altında. Artsakh halkı buz kesen soğukta direniyor. Dünya sağır ve suskun.

30. Ölümsüzlük Yılında MANUEL DEMİR/ՄԱՆՈՒԵԼ ՏԷՄԻՐ Yaşıyor! Partizanlar yaşıyor! (1)
Manuel Demir’i 30. ölümsüzlük yılında saygıyla anıyoruz. Bu vesileyle Ermeni Fedailer adıyla başlattıkları ve hayatlarını Ermeni halkının davasına adadıkları, bugün ise Partizan hareketine dönüşerek devam eden mücadelede sayısız Ermeni devrimciler Hrantlar, Hayrabetler, Armenaklar, Yalımyanlar, Ozanyanlar ve Manueller’i de anıyor ve aradan yüz yıl geçmiş olsa da bu mücadelenin devam edeceğini belirtiyoruz.

TKP-ML OPK Üyesi Ünal Orhan: Yeni Yılda Umudu ve Özgürlüğü Güçlendirmeliyiz, Güçlendireceğiz!”
Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist Ortadoğu Parti Komitesi (TKP-ML OPK) üyesi Ünal Oral ile yapılan röportajı sizlerle paylaşıyoruz.