Salı Mart 4, 2025

Tecrit etme ve teslim almanın bir öğesi olarak; TEK TİP ELBİSE (1)

15 Temmuz darbe girişimiyle toplumsal muhalefet güçleri başta olmak üzere işçi sınıfı ve emekçilere, ezilenlere yönelik saldırılarının dozajını arttıran devlet, bunun bir parçası olarak şimdi de zindanlarda TTE uygulamasını gündeme getiriyor. Toplumun tek tipleştirilmesi vesilesiyle teslim alınmasını hedefleyen oldukça kapsamlı bu saldırının amacı, içeriği ve buna karşı neler yapılabileceğine dair tartışmaları, geçmişin deneyimleriyle birlikte yürütmek doğru olacaktır. 12 Eylül Cuntası döneminde TKP/ML TİKKO davasından zindanlarda bu süreci ilk elden direniş mevzilerinin tamda içinde yaşayan bir Partizan tarafından kaleme alınan yazıyı güncelliğinden dolayı yayımlıyoruz:

12 AFC’sinin zindanlarda uyguladığı yıldırma, tecrit etme ve teslim alma operasyonlarının başat bir öğesi olarak; TTE (Tek Tip Elbise) Yaptırımı

Karşı devrimci cephe hızlı bir biçimde gelişen toplumsal mücadelelerin üstesinden mevcut politik aygıtları aracılığıyla- bir “yönetememe krizi” içerisinde olduğundan- çıkamayacağını anladığı anda kendini farklı bir çözüm arayışında hissetti. Bu yönetememe krizi aynı tarihsel kesitte “bağımlılık ilişkileri” sebebiyle kapitalist emperyalist efendilerinde çıkarlarına tezatlık arz etmekteydi.

Burjuva-feodal devletin politik yönelimleri, “düzen dışılıkla” yüzleşmekteydiler. Burjuva-feodal sistemin sadece iç ilişkileri sebebiyle değil kapitalist-emperyalist sisteme bağımlılık ilişkileri üzerinden “krizlerinin sürekliliği” zaten ülkedeki bütün sosyal tabakaların, katmanların, dönem dönem şiddetlenen, hızlanan mücadelelerini de zorunlu kılmaktadır ki bu arada öngörülmesi gerekenin hareketlerin kendiliğinden değil bilinçli, örgütlü, hedefine kilitlenmiş olmasıdır.

Dönemin getirdiği şartlar altında bu toplumsal tabakaların sözcülüğünü üstlenmek, yığınların talep ve beklentilerine cevap vermek, mücadelenin ivmesiyle orantısız bir şekilde olsa da örgütsel temelde daha çok küçük gruplar halinde kümelenmeyle biçimleniyordu. Yerel ve uluslararası alandaki farklılaşmalar, bu sınıf ve tabakaların talep ve istemlerine göre, örgütlülükler yaratıyor, ancak bunların zaaf ve zayıflıklarını bağrında taşıyor hem de felsefi ideolojik akımların belagatini politik argümanlarında dışa vuruyordu.

Kısaca kavganın öncülüğünü üstlenen örgütlülüklerin, “bu form”u onların daha çok dar deneyci ve eklektik olmasını koşulluyordu. Daha sonraki yıllarda ve 12 Eylül’ün ağır yaptırımları karşısında bu daha net ve açık olarak görülecekti. Bu yüzden 12 Eylül 1980’de AFC “Askeri Faşist Darbe” gerçekleştirildiğinde sosyo-politik mücadelenin dibe vurması, temsili yet iddiasında bulunan örgütlerin ağır darbeler ve yenilgilerle yüzleşmesi kaçınılmaz oldu.

Kapitalist-emperyalist efendilerinde onayıyla “ki bu iktisadi yönüyle 24 Ocak kararlarıyla somutlanmıştı”, “iktidara”, “devlet aygıtına”, “baskı aracına”, “yönetme aygıtına” vb. el koyan AFC, militarist-despotik yöntemlerle toplumun üzerine çullanmış karabasandan kurtulmuş geri yığınların huzursuzluğunun ve korkusunun gücüyle düşman olan, ( kendi dışındaki bütün güçler) her kesime fütursuzca saldırıya girişmiştir. Düzen sağlanmıştır, faşist devlet aygıtı korunmuştur, burjuva-feodal sistem güvencelenmiştir.

AFC’nin diğer tüm sosyo-politik örgütleri (sendikalar, dernekler, vakıflar, partiler vb.) yanı sıra düzen partilerini de (AP, CHP, MHP, MSP vb.) kapatması sadece toplumsal alanda faşist devlet aygıtına güven tazeleme aygıtıydı. Ama ne tarih böyle işler ne diyalektik böyle görür. Modern toplumlar büyün işlerini, politik mecralarda, kulislerde, bakanlıklarda çözümlerken bizim gibi  “bağımlılıkta” sürekliliği olan (burjuva demokratik devrimini başaramadığı için) ülke çözümü askeri yöntemlerde çözmekte görüyor aslında mevcut yapılmış olanları da kırıp döküyor. Yani toplumun ilerleyişine ket vuruyor, toplumu onlarca yıl geriden yeniden ve yeniden başlamak zorunda bırakıyordu. Aslında bu kısır döngü emperyalizme göbekten bağımlı ülkelerin aşılmaz engelidir. Ki burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği günden beri bundan çıkışı da yoktur. Bu anlamda burjuva-feodal sistem AFC diktatörlüğü ile geçici olarak sükûnet sağlanmış gibi gözükse de aslında “siyasi kriz” kalıcıdır.

AFC’nin desteğini aldığı emperyalist, komprador efendilerinin emir ve taleplerini kayıtsızca onaylaması, yönetememe krizini “açık faşizm” ile aşmasını sağladığı için siyasi krizde görünürde geçici olarak ötelenmiştir. Ancak bu sürecin en ağır tahribatı tüm toplum yani bürokrat kapitalistler ve büyük toprak ağalarının dışındaki sınıflar, katmanlar ile uluslar ve ulusal azınlıklar yaşamıştır.

Daha dar anlamda ise egemen sınıflara karşı mücadele eden ilerici, demokrat, sol örgütlülükler olmuştur. AFC “sağ-sol” çatışması ekseninde toplumu terörize ederek militer güçleriyle toplumu zapturapt altına almıştır. İlerici-yurtsever, devrimci, demokrat örgütler, bir bütün olarak sürecin gelişmelerini sağlıklı bir değerlendirmeden uzak kaldıkları için sübjektif güçlerini buna göre yönlendirememiştir. Burada ideolojik-politik yetersizliklerinin payı belirleyicidir. AFC’nin emperyalist, komprador efendilerinin ve yerli işbirlikçilerin “emir eri” olarak işkencehaneler, zindanlar ve darağaçlarıyla toplumu sindirmeye yönelmesi sonucunda mahpushaneler birer toplama kampı ve işkence merkezi haline dönüştürülmüş; yargısız infazlar, gözaltına kaybetmeler ve katletmeler, idamlar peş peşe gerçekleştirilmiştir. Böylece bütün toplumun teslim alınması ve tek tipleştirilmesinin asgari gereği yerine getirilmiştir.

Zindanlar AFC koşullarında “Direniş Cephesi”ne dönüşüyor

Ezilen emekçi yığınların bir neferi olarak dönemin getirdiği atılganlıkla gençlik cephesinde politize olan ama daha donanımını sağlamamış (kendini tanıma, ilerici olma) bir devrimci olarak 12 Eylül AFC’si işbaşına geldikten kısa bir süre sonra tutsak edildim. Birçokları için bir “talihsizlik” ya da “mücadelemizin sonuçlarından biri” gibi değerlendirilebilecek cezaevleri benim için zorlu ama yeni bir başlangıcın alanıydı. Zor zamanlardı ama bünyemizde yer eden yeni gelişmelerinde farkındaydık.

Karşı devrimin saldırganlığının en ürkütücü, en yaygın ve en karanlık olduğu o günlerde tutsak olan bizler daha ileri kadroların hazırladığı olumlu bir zemin üzerinde cezaevleri ile tanıştık.

Aslında bu çok önemliydi çünkü henüz bağımsız olarak yönümüzü tayin edebilecek bir öngörüye ve deneyime sahip değildik. Belli fikirlerimiz vardı ama bu henüz bir bünyenin tamamına hükmetmiyordu. Kısa bir dönem şube- tutukevi vb. de korkmuş, ürkmüştük, ancak bu kısa dönem zorlu ve yükselen bir evreye de tanıklık ediyordu. Bu mücadele olay ve olgulara daha geniş bakmamızı ve bünyeyi de sağlamlaştırmayı da getiriyordu. İşkencehaneler “sır vermeme”, zindanlarda “ser vermemeye” dönüşüyordu ama gururla. Başlangıçta bulunduğumuz alandaki direniş bilinci ve ruhu karşı devrimin saldırıları karşısında bizleri diri tutan yönlerdi.

Dışarıda bunu kazanmamış olabiliriz ama içeride hiç değilse karşı olduğumuz gerici dünyaya karşı ilerici, tutarlı ve demokrat bir kimlik kazanmak uğraşı ve yolundaydık. Gerek faşist devletin tanımlanması gerekse de örgütün- örgütümüzün ve direniş güçlerini tanıma-tanımlama benim için esas olarak bu dönemin ürünüydü.  12 Eylül’le birlikte başlayan azgın saldırı dalgası cezaevlerinde daha katmerli bir şekilde gündeme geliyordu.

İşkencede sınır yoktu (Kaba dayağından falakalara vb.). Dayatmaların sınırı yoktu (“Dua okuma, istiklal marşı söyleme vb.). Yaptırımların sınırı yoktu (Hazır ol, tek sıra halinde yürü, asker traşı vb.). Bu sürecin uygulamalarının bazılarıydı. Zorla koğuş değişiklikleri, işkenceli ve talancı aramalar, zorla saç traşları, ziyaret yasakları, haberleşme önüne çıkarılan engeller, avukat kısıtlamaları, kış falakaları da cabasıydı… Süreç bir bütün olarak toplumu tek tipleştirme ve teslim almanın, gelişen sınıflar mücadelesinin önüne geçmenin, burjuva-feodal sistemin “istikbal ve istiklalini” garantiye almanın, zorla ve baskıyla (militarizme) şekillenen bir süreçti. Ki cezaevleri bu sürecin dışında kalamazdı.

Bu yüzden ırkçı-şoven bir geleneğe sahip olan TC devleti cezaevlerini es geçemezdi. Buralardaki hâkimiyet (“yeniden tesis” yani tek tipleştirme, yani teslim alma) aynı zamanda tüm toplumsal kesimleri yansıtan bir ayna olacaktı. Ancak başta tek tek, kısım kısım gelişen “direniş çizgisi” bir süre sonra kitleselleşerek daha nitelikli bir hal almış, bu yüzden faşizan devlet başından sonuna cezaevlerinde hedefine ulaşamamış, bu anlamda (dönemin ihtiyaçlarının da farklılaşması sonucunda) uygulamalarını “ertelemek” zorunda kalmış, bir dönem için rafa kaldırmıştır.

Bu anlamda, birlik-mücadele-zafer sarmalı bir kez daha varlığını hissettirmiştir. Tecrit ve teslim alma, yıldırma ve kişiliksizleştirme hamlelerinin her biri devrimci direniş çizgisine toslamıştır. Fiziki direnişler esas olmak üzere (ki cezaevleri gerçekliğinin an be an üzerinde yükseldiği ve yükseleceği çizgide budur) koşullara dâhil bütün taktik mücadeleler direnişin kitleselliği bir an bile gözden kaçırılmadan kullanılmalıdır. Bu anlayış tek tek bireysel direnişlerin önemini küçümsemez aksine onu yüceltir.

Ortak değerlerin, kararların, birlikte mücadelenin öneminin bu düzeyde kavranılmaması- ah şu popülizm- “sol çocukluk” hastalıklı hal sebebiyle süreçte görüleceği ve görüldüğü gibi cezaevleri mücadeleleri çok büyük bedeller ödetmek zorunda bırakmıştır. Bizler “komünizm” davasının günümüz şartlarında asgari ve azami politik ideolojik -yönelimlerine göre sınıfların konumlanışlarına göre, onların beklenti ve taleplerini gözetmek, politik ufkumuzu buna göre şekillendirmek zorundayız. Bu yönelim, bu bakış açısı, cezaevlerinde bile “başarılı olma-düzelttim” şansını yükseltir.

Yeri gelmişken birçok sol yapılanmanın” ufuksuzluğunun” bir sonucu olarak bunlardan cezaevlerinde de çok uzak kal(ın)mıştır-düzeltme- Sınıf mücadelesini devrim lehine ilerletme, yönünü tayin etme, inisiyatifi geliştirme, toparlanma, yeni bir form kazanma ve varlığını kabul ettirme, bunlar bu tip hareketlerin gündeminin dışındaydı.

 (Devam Edecek)

47119

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Son Haberler

Sayfalar

Partizan'dan

Somut Duruma Dair Bazı Gerçekler

Gerek uluslararası planda ve gerekse yaşadığımız coğrafyada devrimci ve komünist hareket emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı mücadelede geniş emekçi yığınların desteğine sahip değildir. Yine kendiliğinden gelişen kitle hareketlerini örgütlemede ve uluslararası dayanışmayı geliştirip büyütmede de yetersizdir.

Diktatör 'Reis' çıkış arıyor ..

Malum olduğu üzere T.C.

NATO, SAVAŞ KIŞKIRTICISI BİR ODAKTIR; DERHAL DAĞITILMALIDIR!

Başını ABD’nin çektiği, emperyalist bir saldırganlık paktı olarak kurulan ve icraatlarıyla bunun gereğince davranan NATO’nun 75. Kuruluş yıl dönümü vesilesiyle gerçekleştirilen zirvede, ABD Başkanı Biden, NATO’nun: “Saldırganlığa ve saldırganlık korkusuna karşı bir kalkan yaratma umuduyla kurulduğunu” söylüyorsa da ama tarihsel gerçekler bunun külliyen kaba bir yalandan ve de arsızca bir manipüle edişten ibaret olduğunu kolayca gözler önüne serer.

Bozkurt’un anlamı (Nubar Ozanyan)

Yoksullar ve ötekiler için her yer ölüm kokan mayın tarlasına döndü. Türk olmayanların, -ötekilerin- Türkiye’de soluk alması ve yaşaması zulme dönüştü. Öteki olarak yaşamak, çalışmak, kendi ana dilinde Kürtçe, Arapça konuşmak, şarkı söylemek, yasak ve suç olan bir ülkede demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsedilebilir mi?

Seçimler ve siyasi parti konusunda proletaryalarla sohbet

İstanbul'u kazanan türkiye'yi kazanır.

Nedir bu tayyip'in sözleriyle vücut bulan yaklaşım.

Bir hayel mi yoksa bir gerçeklik mi?

Veyahut da burjuvaların içerisinde bir insanın söyledikleri hala dört nala giden atlarıyla şehirlerin surlarını yıkabileceğini düşünen bizim insanların söylediklerinden daha gerçekçi sözler mi?

Gerçekten noelibarel politikaların en yoğun olarak hissedildiği şehirleri kazanmak türkiye'yi kazanmak mı demek?

Peki bunu böyle kabul etmek kolay mı?

DEVRİMCİ SİYASAL MÜCADELEYİ ANIN SOMUT GÜNCEL TOPLUMSAL SORUNLARI ÜZERİNDEN ÖRGÜTLEMEK.

Temel hedefleri, mevcut kurulu düzeni devrimci bir kitlesel kalkışmayla tasfiye edip, yerine sosyalist bir sistem kurmak olan devrimci sol-sosyalist ve komünist güç ve yapıların, devrimi gerçekleştirebilmeleri esasen, devrim öncesi süreci, devrimi örgütleyebilme hedefiyle ele almalarına ve bundaki performans ve başarılarına bağlıdır.

ADİL OLAMASINI BECEREMEYECEKSEK; BU SİSTEMİ YIKMAYA NE GEREK VAR Kİ?

Bugün, Devletin “üst aklı” denilen birimlerince organize edilip, şeriat özlemcisi dinci yobaz karanlık güçlerce gerçekleştirilen Sivas-Madımak vahşetinin 31. Yıl dönümü. Tam iki gün sonra da yine devletin aynı karanlık derin güçlerinin bir şekilde yönlendirdiği besbelli olan bir başka vahşetin, Erzincan-Başbağlar katliamının 31. Yıl dönümü.

BUGÜN ARTIK ÇOK DAHA AÇIK BİR HÂL ALAN ŞERİAT TEHDİDİNE KARŞI LAİKLİĞİ SAVUNMAK, SÜRECİN ÖNE ÇIKAN ACİL VE ÖNEMLİ GÖREVLERİNDENDİR.

Kendisini “Anayasal Hukuk Devleti” olarak tanımlayan bir devlet düşünün ki Anayasasında hâlâ; “Türkiye Cumhuriyeti, (…), demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” İlkesi yürürlükteyken; bu ülkede şeriat propagandası yapmak serbest olsun ve ama dayanağını mevcut Anayasa ve yasalardan alan, şeriata karşı çıkmak ve de laikliği savunmak suç olsun! 

Oy Zemano (Nubar Ozanyan)

Her yönüyle çürümüş sistemin katilleri, Kürdistan topraklarını yakmaya devam ediyor. Amed ve Merdin’de hem insanları hem de buğday ve mısırları yaktı. Evlat kokan Kürdistan toprakları şimdi duman kokuyor. Ateş ve dumanla yazılı TC’nin yüz yıllık tarihi “yakma ve yıkma”nın tarihidir. Bilmeyenler bilsin, duymayanlar duysun. Dün Ermeni kadın ve çocukları kiliselerde, Alevileri inanç ve ibadet mekanlarında, Kürtleri mağaralarda, köylerde yakanlar bugün yine Kürdü kadim topraklarında yakıyor.

CHP’NİN “Türkiye yüzyılı maarif modeli ”Ve kürtlerin iradesinin gaspı karşısında laisizm ve hukuk sınavı.

İslamo-faşist Erdoğan diktatörlüğünün, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile yapmaya çalıştığının, tam olarak,eğitim ve öğretim sistemininSunni İslamcı dini esasları üzerine oturtulması olduğu, daha önceki iki yazıda ve keza Kürtlerin iradesine karşı bir sömürge siyaseti olan kayyum uygulaması da bir başka yazıda özetlenmişti.

Kadro Olmak Aynı Zamanda Kendimize Karşı da Kadro Olmak Demektir

Bir kadronun ihtiyaç duyduğu nitelikler bugün sürekli ideolojik saldırı altındadır. Burjuvazi sadece protestoları, teoriyi, örgütleri değil aynı zamanda doğrudan tek tek kadroları da hedef almakta ve onları ideolojik etki yoluyla etkisizleştirmeye ya da kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.

Sayfalar