TKP/ML-GYDK:Halk savaşını sürdürme kararlılığımızın temsilcisi şehitlerimizin adları ve idealleri sonsuza dek yaşayacaktır!

Yoldaşlar; Çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçiler;
OCAK ayı, hem partimiz ve hem de UKH açısından özel bir önem ve anlamla yüklüdür. Partimizin mirasçısı olduğu TKP’nin kurucusu yoldaş Mustafa Suphi ve ondört yoldaşı bu ayda Kemalistler tarafından katledildiler. Uluslararası Komünist Hareketin önderi yoldaş Lenin bu ayda aramızdan ayrıldı. UKH’in en kalifiye temsilcileri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht bu ayda Alman tekelci burjuvazisinin silahlı güçleri tarafından hunharca katledildiler. Partimizin en değerli kadroları, Ali Haydar Yıldız, Meral Yakar ve Atilla Özkan bu ayda şehit düştüler. Ve de partimizin önderi, kurucu-kuramcısı, yoldaş İbrahim Kaypakkaya bu ayda düşman güçleri tarafından tutsak edildi. İşte tam da bu nedenden dolayı partimiz TKP/ML Ocak ayınının son haftasını Parti ve Devrim Şehitlerini Anma Haftası olarak ilan etti 1978 yılındaki ilk parti konferansında.
Bu yılki Parti ve Devrim Şehitlerimizi anma süreci öncesi, kuşatılmış kale konumundaki Aliboğazı’nda 8 yoldaşımızın, en elverişsiz koşullarda, havadan ve karadan oluşturulan kuşatma ve yoketme saldırısında, günler süren çatışma sonucu kasımın son haftasında şehit düşmesinin derin ve içten acısını yaşadığımız, düzene karşı ise gerçek bir öfkeyle doluptaştığımız bir döneme denk geldi.
Aliboğazı, burjuva-feodal faşist devletin bağrına saplanmış bir kamaydı, faşist devletin av köpeklerine geçit vemiyor, gerillayı bağrında gizliyordu. Yoldaşlarımız, sarsılmaz bir kararlılık ve gözüpeklikle savaşarak şehit düştüler ama, sonrakilere, yoldaşlarına, ilham alabilecekleri yüce bir direniş mirası bıraktılar. “Sekizler”in adları Aliboğazı’na kandan ve ateşten harflerle yazıldığı devasa bir direniş destanı olarak geçecektir partimiz TKP/ML’nin tarihine. Yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik statümüzün kendine özgü özellikleri ve özgünlüklerinde şu bir gerçektir ki; devrim ancak, sayısız şehitlerinin omuzlarında yükselebilir. Devrimimizin özel gelişme yolu, ısrarla ve inatla bunu emrediyor. Ve bu yol, başka şeylerin yanında, aynı zamanda bizi bir arada tutan çimentodur da.
Geçtiğimiz yüzyılın devrimler tarihinin de işaret ettiği gibi, bizimkisi gibi bir ülkede, devrimci şiddet devrimimizin temel biçimidir. Bu da, “silahların eleştirel gücünde ısrarlı” partimize zorlu ve büyük görevler yüklüyor. Partimiz TKP/ML, faşist iktidara karşı, uzun süreli savaş üzerinden giriştiği zorlu ve amansız kavgada, tarihsel hareketin yönü üzerinde etkide bulunarak savaşçı parti kimliğiyle uzun süreli ve dağınık halk-gerilla savaşında ısrar ediyor. Ve, Demokratik Halk Devrimi yolundaki her adımı, parti şehitleri kervanına yenilerini ekliyor. Zira, “zafer hiçbir zaman kendi kendine gelmez; her zaman söküp alınır”; ağır bedeller, sayısız şehitler pahasına da olsa.
Halk demokrasisi, bağımsızlık, sosyalizm ve altınçağa giden yolun tuğlaları ateş nehrinden geçerek örülebilir. En çok da Dersim’in “Beşleri”, ve sonra Cengiz, Özgüç, Hakan, Haydar agdal,Murat Tekgöz ve “sekizler”, yani Ersin, Hasan, Murat, Alican, Samet ve ismi henüz saptanamayan diğer üç yoldaşımız bunun bilincindeydiler. Partimiz TKP/ML, “şehirleri kırlardan kuşatma” stratejisi temelinde, uzun zamana yayılan bu zorlu halk savaşı sürecinde başta Parti kurucumuz İbrahim Kaypakkaya olmak üzere sonraki yıllarda şehit düşen genel sekreterlerimiz, Süleyman Cihan, Kazım Çelik ve Mehmet Demirdağ ve yüzlerce parti kadro, üye ve sempatizanını şehit verdi. Ama yitim süreci aynı zamanda onların deneyimleriden doğru dersler çıkarma süreci de oldu.
Yoldaşlar;dostlar Çelişme ve çatışmaların ağırlık merkezinin Ortadoğu ve Türkiye’ye kaydığı bu süreçte, kapitalist sistem, krizin kaosu içinde yolunu şaşırmış durumda. Sermaye kendi gelişmesinin taşıdığı kaçınılmaz çelişme ve uzlaşmazlıkların baskısı altında gitgide güçten düşüyor. Dünya pazarının sınırlı kapasitesiyle, kapitalizmin üretken olanaklarının aşırı büyümesi arasındaki derin uçurumun felaketli sonuçları, sistemi her yerinden zincire vuruyor. Artı-değer avcıları zorda; sistemin dikişleri tutmuyor. Güç alanlarını genişletmek için müdahil oldukları Ortadoğu ve Kürt coğrafyası ise ateşle sarsılıyor. Türkiye ve Türkiye-Kürdistanı, özellikle 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tarihinin en pervasız saldırganlığıyla karşıkarşıya. Darbe girişimi,devletin dümenindeki Tayyip ve AKP için, ülkeyi yeniden dizayn etmede “Tanrının bir lütfu” oldu. Ötekileştirilen herkes potansiyel suçlu. Nefes almanın bile yasaklandığı bir süreçtir yaşanan. Tek bayrak, tek millet, tek devlet üzerinden azgın Türk milliyetçiliğinin, ortaçağ küfü dini gericilikle harmanlanarak pompalandığı bu özgün mecra, koyu bir faşizmin hüküm sürdüğü yaygın bir “sürek avı”dır; işçiye, emekçiye, özellikle Kürte, komünist, devrimci ve ilericilere ve onların örgütlenmiş kurum ve güçlerine, Selahattin Demirtaş ve diğerleri örneğinde olduğu gibi seçilmiş vekillere bile yönelebilen.
Ne ki, bu dönem, aynı zamanda aydınlığa açılan kapıyı da aralayan olanaklar, fırsatlar ve koşulları da bağrında taşıyor. Felsefi olarak ifade edersek eğer, herşey karşıtıyla, kendi yıkılışının unsurlarıyla eyerlidir. Proletarya partisi açısından tarihsel fırsatların, tarihsel olanakların ve tarihsel görevlerin üstüste bindiği bir mecradır girilen dönem. Eğer tarihin akışının yarattığı bu ender olanı, yanı başımızda akıp giden bu süreci karşılamada üstümüze düşeni, yeni ve özgün koşullara yanıt verebilecek biçimde yenilenmeyi başarabileceğimiz yeni taktikler ve pratik politikamızdaki zenginliklerle karşılayabilirsek, fırtınaya yön verebileceğiz; ve bu, davamızı büyüterek, partimizi çekim merkesi haline getirir. Faşist iktidarın ülkenin her santimetrekaresinde topyekün azgınca bir saldırıya giriştiği bu yeni dönem, yaygın ablukayı dağıtmak için Kürt ulusal hareketi ve devrimci güçlerle bir blok, bir anlaşma ve bir ittifakın, bilhassa “savaş ittifakının”, sınırları, politik amaç ve hedefleri berrakça saptanmış eylem birlikleri üzerinden tarihsel bir sorumluluk ve zaruret halini aldığı bir dönemdir.
Hemen yanıbaşımızdaki Kürt ulusal hareketi ve onun toplumsal tabanında uzun zamandan beridir saflar yeni mücadele düzenine girmiş ve mücadele barışçıl evreden bir üst evreye, mücadelenin silahlı biçimleri evresine varmış bulunmaktadır. Bu biçimi dayanak noktasına dönüştürmek ve Kürt ulusal hareketinin girdiği bu yönelimle gücümüz yettiğince ortak paydada buluşmak, tarihsel sorumluluğumuzdur. Mücadelenin silahlı biçimlerinin, koşulların zorlayıcı baskısıyla herzamankinden daha fazla kendisine yolu açtığı bir mecrada bulunuyoruz. Ve bu biçim, en yalıtılmış kitlelerde bile fevkalade karşılık buluyor. Mücadelenin atardamarı, şimdilik, faşist abluka altındaki Türkiye-Kürdistanı’nda atmaktadır. Faşist rejim, imha ve inkarla ve topyekün bir kuşatma ve yoketme savaşıyla bu damarı kesmek istemektedir. Üstelik bu damar yalnızca Türkiye Kürdistanı’nda değil, başta Rojava olmak üzere birbirlerinin cephe gerisi haline gelmiş olan tüm Kürt coğrafyasında Türk faşist devletinin ve onun “kucak köpeği” cihatçı selefi grupların vahşi saldırıları altında da kesilmek istenmektedir. Bu damara kan taşımak hem tarihsel sorumluluğumuz ve hem de çeşitli milliyetlerden işçi ve emekçi kardeşliğinin, ulusal sorundaki politikamızın sınandığı pratik ilişkiler alanıdır da. Marx’ın İrlanda örneğine yaslanarak konuşursak eğer, bu tarihsel sorumluluk, aynı zamanda ve esas olarak da proletarya ve müttefiklerinin, burjuva-feodal faşist iktidara karşı devrimci mücadelesinin çıkarları bakışaçısı bunu gerektirdiği içindir de. Bu çıkarlar halk savaşını besler, büyütür; ona derinlik ve genişlik kazandırır; yeni dünyaya açılan kapıyı aralamada katalizör olur. Tersi; “gerçeğe karşı günah işlemek olur''
Şehitlerimizi andığımız bu mecrada onların devrim ruhuyla dolu azmi ve savaşı sürdürme cüret ve cesareti, “başarırız”ı yaşamın yaşayan gerçeği haline getirme pratik kararlığı, bu partiyi yenilmez kılmada herşeydir. Onların uzun süreli kavgalarında devrimimizin geleceği yatıyordu; bu geleceği halk savaşı ile kazanmak partimizin boynunun borcudur ve şehitlerimize verilmiş komünist sözümüzdür. Bunun için “hayatımız yeter de artar.''
YAŞASIN HALK SAVAŞI!
ŞAN VE ŞEREF OLSUN PARTİ VE DEVRİM ŞEHİTLERİMİZE!
ŞAN VE ŞEREF OLSUN PARTİMİZ TKP/ML’YE; TİKKO VE TMLGB’YE!
TKP/ML- GYDK Ocak 2017
Son Haberler
Sayfalar

Somut Duruma Dair Bazı Gerçekler
Gerek uluslararası planda ve gerekse yaşadığımız coğrafyada devrimci ve komünist hareket emperyalizm ve dünya gericiliğine karşı mücadelede geniş emekçi yığınların desteğine sahip değildir. Yine kendiliğinden gelişen kitle hareketlerini örgütlemede ve uluslararası dayanışmayı geliştirip büyütmede de yetersizdir.

NATO, SAVAŞ KIŞKIRTICISI BİR ODAKTIR; DERHAL DAĞITILMALIDIR!
Başını ABD’nin çektiği, emperyalist bir saldırganlık paktı olarak kurulan ve icraatlarıyla bunun gereğince davranan NATO’nun 75. Kuruluş yıl dönümü vesilesiyle gerçekleştirilen zirvede, ABD Başkanı Biden, NATO’nun: “Saldırganlığa ve saldırganlık korkusuna karşı bir kalkan yaratma umuduyla kurulduğunu” söylüyorsa da ama tarihsel gerçekler bunun külliyen kaba bir yalandan ve de arsızca bir manipüle edişten ibaret olduğunu kolayca gözler önüne serer.

Bozkurt’un anlamı (Nubar Ozanyan)
Yoksullar ve ötekiler için her yer ölüm kokan mayın tarlasına döndü. Türk olmayanların, -ötekilerin- Türkiye’de soluk alması ve yaşaması zulme dönüştü. Öteki olarak yaşamak, çalışmak, kendi ana dilinde Kürtçe, Arapça konuşmak, şarkı söylemek, yasak ve suç olan bir ülkede demokrasiden, özgürlükten, insan haklarından bahsedilebilir mi?

Seçimler ve siyasi parti konusunda proletaryalarla sohbet
İstanbul'u kazanan türkiye'yi kazanır.
Nedir bu tayyip'in sözleriyle vücut bulan yaklaşım.
Bir hayel mi yoksa bir gerçeklik mi?
Veyahut da burjuvaların içerisinde bir insanın söyledikleri hala dört nala giden atlarıyla şehirlerin surlarını yıkabileceğini düşünen bizim insanların söylediklerinden daha gerçekçi sözler mi?
Gerçekten noelibarel politikaların en yoğun olarak hissedildiği şehirleri kazanmak türkiye'yi kazanmak mı demek?
Peki bunu böyle kabul etmek kolay mı?

DEVRİMCİ SİYASAL MÜCADELEYİ ANIN SOMUT GÜNCEL TOPLUMSAL SORUNLARI ÜZERİNDEN ÖRGÜTLEMEK.
Temel hedefleri, mevcut kurulu düzeni devrimci bir kitlesel kalkışmayla tasfiye edip, yerine sosyalist bir sistem kurmak olan devrimci sol-sosyalist ve komünist güç ve yapıların, devrimi gerçekleştirebilmeleri esasen, devrim öncesi süreci, devrimi örgütleyebilme hedefiyle ele almalarına ve bundaki performans ve başarılarına bağlıdır.

ADİL OLAMASINI BECEREMEYECEKSEK; BU SİSTEMİ YIKMAYA NE GEREK VAR Kİ?
Bugün, Devletin “üst aklı” denilen birimlerince organize edilip, şeriat özlemcisi dinci yobaz karanlık güçlerce gerçekleştirilen Sivas-Madımak vahşetinin 31. Yıl dönümü. Tam iki gün sonra da yine devletin aynı karanlık derin güçlerinin bir şekilde yönlendirdiği besbelli olan bir başka vahşetin, Erzincan-Başbağlar katliamının 31. Yıl dönümü.

BUGÜN ARTIK ÇOK DAHA AÇIK BİR HÂL ALAN ŞERİAT TEHDİDİNE KARŞI LAİKLİĞİ SAVUNMAK, SÜRECİN ÖNE ÇIKAN ACİL VE ÖNEMLİ GÖREVLERİNDENDİR.
Kendisini “Anayasal Hukuk Devleti” olarak tanımlayan bir devlet düşünün ki Anayasasında hâlâ; “Türkiye Cumhuriyeti, (…), demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” İlkesi yürürlükteyken; bu ülkede şeriat propagandası yapmak serbest olsun ve ama dayanağını mevcut Anayasa ve yasalardan alan, şeriata karşı çıkmak ve de laikliği savunmak suç olsun!

Oy Zemano (Nubar Ozanyan)
Her yönüyle çürümüş sistemin katilleri, Kürdistan topraklarını yakmaya devam ediyor. Amed ve Merdin’de hem insanları hem de buğday ve mısırları yaktı. Evlat kokan Kürdistan toprakları şimdi duman kokuyor. Ateş ve dumanla yazılı TC’nin yüz yıllık tarihi “yakma ve yıkma”nın tarihidir. Bilmeyenler bilsin, duymayanlar duysun. Dün Ermeni kadın ve çocukları kiliselerde, Alevileri inanç ve ibadet mekanlarında, Kürtleri mağaralarda, köylerde yakanlar bugün yine Kürdü kadim topraklarında yakıyor.

CHP’NİN “Türkiye yüzyılı maarif modeli ”Ve kürtlerin iradesinin gaspı karşısında laisizm ve hukuk sınavı.
İslamo-faşist Erdoğan diktatörlüğünün, “Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” ile yapmaya çalıştığının, tam olarak,eğitim ve öğretim sistemininSunni İslamcı dini esasları üzerine oturtulması olduğu, daha önceki iki yazıda ve keza Kürtlerin iradesine karşı bir sömürge siyaseti olan kayyum uygulaması da bir başka yazıda özetlenmişti.

Kadro Olmak Aynı Zamanda Kendimize Karşı da Kadro Olmak Demektir
Bir kadronun ihtiyaç duyduğu nitelikler bugün sürekli ideolojik saldırı altındadır. Burjuvazi sadece protestoları, teoriyi, örgütleri değil aynı zamanda doğrudan tek tek kadroları da hedef almakta ve onları ideolojik etki yoluyla etkisizleştirmeye ya da kendi tarafına çekmeye çalışmaktadır.