Cuma Eylül 20, 2024

Pala Halkı Dersim'de Yaşıyor- Hüseyin Kaytan

kaypakkaya-partizan
Zındandaki Denizime, Hayati'ye...

  "Gran mestift ke xeweft esti; wigrese awd aw men wina... ezwayem ec mrn aguz...""Ağır sarhoşsun ki uykun var; kalk ve bana bak... Beni ölümün kucağından çıkar..."(1)                          

Kürtlerin ve Kürdistan'ın tarihi, bugün varolan literatür kapsamında, genel olarak bir belirsizlikler tarihidir ve birçok tarihsel veri veya yorum, henüz tartışma konusudur. Tartışma konularından en önemlisi de, Kürtlerin nereden geldikleri, belirdikleri ilk coğrafyanın neresi olduğudur. Bu problem bütünü, genellikle neredeyse devletlerarası bir ortak tutumla bilimin dışına atıldığından, daha çok siyasetin alanında kalmıştır. Sadece siyasetin alanına bırakılan herşey gibi, Kürtlerin tarihi ve varlıkları konusu da, yalnızca çıkarların yönlendirdiği bilinç biçimlerinin oluşmasına yol açmıştır. Hal böyle olunca, nerdeyse her yeni güç Kürt ve Kürdistan tarihini kendisiyle başlatmaya çalışmış, bunun daha kadim zeminlerini ise efsanelerle doldurmuştur. Siyasetin bu kolaycı tutumu –ki bu onun doğasıdır-, Kürt dünyasında "gerçeğin-hakikatin" değerini, değerler silsilesi içinde en sona itmiş, böylece Kürt topraklarına ve insan gücüne hakim olan devletlerin işi daha da kolaylaşmıştır. Araplar Kürtleri has müslüman saydı, ama çıkarları sözkonusu olduğu zaman, yine islam anlayışına dayanarak Kürtleri hayattan silmeye çalıştı. Türk Cumhuriyeti, önce Kürtleri "bunlar farklılaşmış Türklerdir" diye assimile etmeye girişti, bunu başaramadığı zaman yöntem değiştirerek jenoside başvurdu. İran hiç bir zaman Kürtleri yok saymadı, ancak kendilerini yönetici ilke olarak dayatarak, Araplar ve Türklerle eşdeğerde katliamlar gerçekleştirdi.

Çok daha önemli olan şudur: Ne Türkiye, ne İran, ne de Irak veya Suriye, gerçek anlamda egemen devletler değildir. Bu devletler, dünya çerçevesinde hakim olan bir sistemin bölgedeki sac ayaklarıdır. Hal böyle olduğunda, Kürtlerin işi daha zordur; ancak siyasetçilerimiz ise Kürtlere her zaman kolay yolu işaret etmişler ve kendi kişisel veya dar ailesel çıkarlarına göre, veya hakim devletlerle yaptıkları gizli-açık uzlaşmalara göre yönlendirmeye çalışmışlardır. "Bana biat edersen Kürtsün" kolaycılığı burdan gelmektedir.

Ancak, siyasetçilerin yöntemi bu olduğu sürece, Kürtler hiç bir zaman kendi gerçeklerini yaşamayacak, gerçeği bilmek bile istemeyecek, gerçekle karşılaşmaya karar verdiklerinde ve karşılaştıklarında ise, ilk tepkileri herhalde Matrix filminin ünlü sahnesindeki gibi kusmak olacaktır. Oysa hiçbir ulus, bir hakikat veya hakikatler manzumesi çevresinde bir araya gelmeksizin gerçek anlamda bir ulus olamaz. İran, bir Fars ulusu anlamına gelmez; ama Farsların merkezde olduğu, Şii prensipleri çevresinde bir araya gelmiş bir güç ortaklığıdır. Araplar islam manzumesi çerçevesinde uluslaşmışlardır. Günümüz Türkleri, Türk kavramını merkeze alan assimilatif bir ırkçılık manzumesi esası üzerinde, Avrupa sermayesi tarafından kendilerine verilen misyon aracılığıyla devletleşmişlerdir veya uluslaşmaya çalışmışlardır. (2)

Tarihleri yakılan ve bilim alanının dışına itilen Kürtlerin bu uluslaşma zeminleri kurutulmuştur; direnen Kürt varlığı ise fırsat bulunduğunda yokedilmeye, veya çıkarlar sistemi içinde maşa bir güç olarak değerlendirilmeye çalışılmaktadır.

Bilim, köken olarak doğa ve çevre hakkında edinilen bilinçtir ve insan düşünmeye başladığı andan itibaren varolmuştur. Ancak tanımı gereği, bilim bir mutlak gerçekler bütünü değildir. O daha çok bir yöntemin adıdır ki, hakikati, gerçeği esas alır. İnsanın, kendi varoluşu ve içinde gerçekleştiği hayat ve hayat dışının varoluşunu anlamak için geliştirdiği bu yöntem, daha başlangıçlarda, gücün ideolojik zemini olmuştur. Bilimle, düşünceyle desteklenmeyen güç, çabuk dağılmıştır. Aksine bilimi, düşünceyi esas alan güçler, bu esası korudukları sürece ayakta kalmış, kalmaktadırlar. Bu temeli kaybedenlerin ömrü uzun değildir.

Öte yandan günümüzün güçlü sermayelerinin öncelleri, yani sömürgecilik çağının başlangıcında bilimi kategorilere ayrıştırıp kendi çıkarlarına göre zincirleyenler, onu bir ideoloji haline getirmişlerdir. Büyük keşifler, buluşlar, icatlar bu sayede gerçekleşti. 18. yüzyıldan bu yana üniversitelere ve büyük sermayelerin laboratuvarlarına "içeri alınan" bilimin, yöntem olarak kendisiyle fazla bir ilgisi kalmamıştır. İster Batılı (occidental) üniversiteler olsun, ister Doğuda tektanrıcılığın at gözlüklerini takmış üniversiteler olsun, bilim ancak gücün ideolojisi olmayı kabul ettiği ölçüde yaşayacak alan bulabilmiştir. Bugün, güçlü silah projeleri üretmeyen veya sermayeyi geliştirmeyen hiç bir bilim anlayışı ya da girişimine, ne üniversitelerde, ne de onun dışında izin verilmemektedir.

Sevgili İsmail Beşikçi, bu anlamda bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Beşikçi, bilimin gerçek tarihsel ve hakikate dayanan ilkelerine göre hareket ettiği için üniversitenin dışına itilmiş, bilim çalışmasını üniversitelerde değil, zındanlarda gerçekleştirmeye çalışmıştır. Beşikçi'nin bilime, gerçeğin disiplinine bağlılığı, onu ahlaki tutumundan dolayı bir abideye dönüştürdü. Fakat o daha çok bir dönüm noktasıdır. Eğer Beşikçi'nin tutumu kuşaklar boyunca, özellikle Kürt kuşakları boyunca, sömürgeciliğin kendi ideolojisi haline getirdiği bilim dışında, gerçek anlamda, tarihsel ve güncel hakikatler bütününü esas alan bir bilim insanları zinciri yaratmayacaksa, her ateş gibi sönmeye mahkum kalacaktır. Beşikçi'nin hem bilimsel tutum anlamda, hem da ahlaki tutum anlamında, varlığı ne kadar değerli ise, onun bu çabasını değer olarak kaydederek, bilimin gerçek anlamda insan varoluşunu ve hayat ile hayat dışındaki herşeyi anlamaya çalışan bir çabanın yöntemi olarak sürdürülmesi de o kadar değerli olacaktır.

Beşikçi'nin bizzat kendisi, Kürtlerle olan ilişkisi, sunduğu önermeler (özellikle Uluslararası Sömürge Kürdistan kavramı) üzerinde düşünürken, umutsuzluk dolu şu yargıya varmıştım: "Batı sermayesinin maşası Türk ırkçılığı, tamamen jenoside uğratamadığı Kürtler üzerinde assimilasyon sürecini tamamladı, artık entegrasyon aşaması başladı ve Kürt örgütlerinin de desteğiyle başarıyla sürüyor. Yapacak fazla birşey kalmadı. Yapacak birşey varsa bile, buna ilk karşı çıkacak olan, basit çıkarları entegrasyon mekanizmasına bağlanan Kürtler olacaktır." Bu durum birilerine fazla önemli gelmeyebilir. Ancak Kürtleri sadece bir kavim, millet olarak değil, kadim ve mevcut sürenden farklı bir hayat anlayışının temsilcisi olarak görenler için, Türk ırkçılığının işini tamamlaması ve zaferini de her zamanki gibi asıl olarak Kürtlerin omuzları üzerinde yükseltmesi, tam bir kıyamet anlamına gelecektir. Kendi cenazesini taşıyan, kendi bedenini diri diri gömen bir varlık düşünülemez. Ruhunu elleriyle teslim eden bir varlık düşünülemez. Ancak Türkiye'de Kürtlere yaptırılan şey işte tam da budur.

Fazla uzun bir giriş olduğunun farkındayım, ancak varmak istediğim nokta, bu yazının aslı konusu. Pala halkı.

Eskiden beri, Dersim Kirmancki dilinde varolup da, diğer hiç bir dilde raslamadığım kelimelerin nereden geldiği üzerinde düşünürdüm. Örneğin biz güneşe "tij" deriz, başka bir halkın buna benzer isim kullandığını duymadım. Duvar anlamına gelen "dês" kavramına da başka dillerde raslamadım. Bu ve bunun gibi birçok kavramın, bize nerden miras kaldığını şimdi artık biliyorum. Beni yazılarıyla yönlendirerek, tarihe dönüp yeniden bakmaya teşvik ederek bu izleri bulmamı sağlayan Beşikçi'ye minnet borçluyum.

Konu üzerinde hala çalıştığım için, detayları bir yana bırakarak, Pala halkı üzerine bilgilerimi paylaşmak istiyorum.

Pala halkıyla ilgili bilgiler, bize ancak Hitit kaynakları içinde veya onlarla birlikte ulaşabildi. Hititler, Luwiler ve Palalar, dillerinin de birbirlerinin içinden çıkmış olmasının gösterdiği üzere, akraba halklar. Millattan önceki ikinci binyılın ortasından kalan yazıtlara göre Pala halkı, Batı Karadeniz kıyı şeridinide yaşıyordu. Onların güneyinde ve doğusunda Hititler vardı. Birçok bilim insanı, Pala dilinin bir süre sonra öldüğünü varsaydı. Çünkü bu dilin kadim Farsça'ya, Avesta ve Part diline dönüşümünün ara durağı olan ve hala yaşayan Kirmancki dilinden haberleri yoktu. Tamamen Türk ırkçı devlet yapısının denetiminde olan Türk ırkçı aydın örgütü, bu tabletleri inceleyen bilim insanlarının yaşayan Kirmancki diline erişimini engelledi. Palaki (palaic) levhaları inceleyen bilim insanlarından biri olan Onofrio Carruba, Pala diline ilişkin kitabının "Kaynaklar ve Kısaltmalar" bölümünde, "1931 ve sonrasında yapılan kazılarda ortaya çıkarılıp yayınlanmamış olan levhalar"dan sözetmektedir.(3) Tahminimce, bu metinlerin yazıldığı dilin bugünkü Kürdistan'da hala yaşadığının farkına varan Türk ırkçı devleti, devamen ortaya çıkan levhaları ya gizlemektedir, ya da eğer tahminlerin ötesinde bir yüreksizliğe sahipse, imha etmiştir. Çünkü bütün Kemalist Cumhuriyet tarihi boyunca, tarih bilimi alanında Türk bilim insanlarının (!) bütün çabaları, Anadolu tarihini, bilime bin takla attırarak kendilerine bağlamaktı. "Güneş Dil Teorisi" gibi saçmalıklar bunun için üretildi. Türkler bilimi, tarihi silmek için kullanırken, mevcut bütün güçlerini ise bu coğrafyanın kadim halklarını jenosidle, assimilasyonla vb. faşist yöntemlerle hayattan silmek için kullandılar ve hala bu çizgi üzerindedirler. İnsanlığın beşiği olan bu coğrafyayı kendi çıkarlarına göre değerlendirmek için, Türk ırkçılarını oraya jandarma olarak diken Britanya, Fransa ve Almanya güçleri de, bu tarih ve güncel hayatı silme işinde ortaktırlar. (Bir zamanlar Batının, hıristiyanlığın sembolü olan İstanbul 1920'lerde kendi ellerindeyken, onu Türk ırkçılığına bırakan Britanya'nın, bu uygarlık beşiğini ne karşılığında tek kurşun atmadan bu uygarlık düşmanlarına teslim ettiği, önemli bir sorudur.)

Pala halkının tanrılar panteonunda 3. sırada yer alan "tiyaz", bugünkü Kirmancki dilinde "tij" olarak yaşıyor. Doğrudan ve çok az ses kaymasına uğramış olsa da, bugün dilimizde hala yaşayan en önemli kavram bu. Bunun dışında ilk gözüme çarpanlar, Palaki "widesi"=duvar örmek (kelimenin kökü "des", "wi" öneki fiil yapıcı), Kirmancki "dês=duvar"; Palaki "weso"=iyi, hoş sıfatı, Kirmancki "wes"; tanrı Zaparwa'nın niteliklerinden/adlarından biri olan "Samaris"=hayvanların efendisi, sahibi kavramı bugünkü Kirmancki'de "SaêMoru"=Şahmaran ve Kirmancki kadim bir erkek ismi olan "Samali"... Bu zincir uzayıp gidiyor. Araştırmam ilerledikçe detaylandıracağım bu kavramlar dizisini şimdilik bir yana bırakarak, Palaki dilinden bütünlüklü bir parça metnin çeviri önermemi paylaşacağım (4):

"Nuku pasxullasas tiyaz tabarni LUGALi =Pane tija pasonê qulvau ra, teverika, qral a

Papazkuwar ti i = Kıvarê bavawu tı ya

Annazkuwar ti i = Kıvarê Anawu tı ya

Iskanussi ampi ti i = Westaê iskanızu tı ya

Arinussi ampi ti i = Westaê arinızu tı ya

Aruna ampi ti i widesi = Westaê dengızi tı ya, cırê dês vırazena

 [ -]antanan ti i widesi = [ -]tanu tı ya cırê dês vırazena

Kiat wulasinikies wasukinies simiyas kiitar = Kamij werdene weşiye sımıtene wazena itaro

Türkçesi:

"Vur (ışık ver) ocağın reislerinden güneş, yüce/kutsal kral

Babaları yaratan sensin

Anaları yaratan sensin

Karalarda (denizden uzakta) yaşayanların ustası sensin

Deniz halkının (Arilerin) ustası sensin

Denizin ustası sensin, ona duvar ördün

-ları sen ördün

İşte yiyeceklerin, tatlıların, içeceklerin burda."

Palaik levhaların tüm içeriği gibi bu bölümünün çevirileri de, henüz tartışma konusu. Diğer bilim insanlarının yanısıra, İlya Yakuboviç de yukarıya aldığım metin parçasını şöyle çevirmeyi önermiş (5):

"Şimdi Paskhullasas Tiyaz,  Kral tabarnaya gerçek ana ve baba sensin. Kutsa onu ve yücelt şimdi! İkiniz onu yükseğe doğru inşa edin (veya yüksekte görün) ve onu güçlü inşa edin (veya görün).

Yakuboviç de diğer bilim insanları gibi, bu çevirisini bir öneri olarak sunuyor. Ancak, Güneş Kral'ın hala yaşayan (ne yazık ki, eğer Kirmanc toplumu sahip çıkmazsa ölecek olan) bir bir dilde ve üstelik 4000 yıl önceki kadim ritüellerle yüceltilen bugünkü "tij" olduğunu bildikten sonra da, Kirmancki dilini araştırma alanı dışında tutmakta ısrar ederlerse, bu bilim insanlarının bu tutumlarında bir kasıt aramak gerekecektir.

Meselenin bilimsel yönünü sürmekte olan bu incelemenin sonuna bırakıyorum. İlgimi çeken diğer bir nokta ise, teşvikleriyle bu konuya girdiğim Beşikçi'nin, tam da bu levhaların bulunduğu bir coğrafyada doğmuş olması.

Bu yazının güncel-politik esprisi de şöyle olsun: Bizim bazı Kürtler, entegrasyonu tamamlamak sürecine geçen Türk ırkçı devlet aygıtının telkiniyle, "Bağımsız Kürdistan'ı çöp sepetine attık" derken, Bağımsız Kürdistan kadim tarihin içinden, hiç ummadıkları bir yerden, Batı Karadeniz bölgesinden beliriyor. Bu da onlara dert olsun.

Hüseyin Kaytan

 

Dipnotlar:

 (1) Mary Boyce, A Reader in Manichaean Middle Persian and Parthian (Leiden-Teheran-Liege 1975, p 108. Aktaran: Abdulqasen Ismailpour, Manichaean Gnosis and Creation Myth, Sino-Platonic Papers, No: 156, July 2005, s. 40

(2) Kapitalist kurumlaşma anlamında Türklerin ilk ulusal girişimi, 1856'da kurulan Bank-i Osmani-i Şahane'dir (bu "Şahane" bugünkü şahane değil, "emperyal" kavramının Osmanlıcadaki karşılığıdır). Bu bankanın gerçekte "Osmanlı" olmakla pek bir ilgisi yok; -hanedana kredi sağlamak ve çıkar paylaşımında hanedanı gözetmek dışında. Kurucu girişimcilerini Galata sermayedarlarının oluşturduğu banka, aslında Britanya devlet sermayesi, Fransa bankerleri ve Osmanlı Hükümeti'nin ortaklığıdır. Sermayenin % 59'undan fazlası Britanya devletinin, % 37'si Fransız bankerlerin, % 4'ten daha azı ise Osmanlı hükümetinindir ki, bunun adı Bank-i Osmani-i Şahane'dir. Osmanlı hükümeti veya hanedanı sadece borç almak yoluyla bu bankaya iştirak etti. Sonuçta, bu milli bankanın tek işlevi, Osmanlıyı borçlandırarak daha çok bağlamak ve hareket edemez duruma getirmek oldu. Bu sermaye aynı zamanda Türk ırkçılığının da finansörüdür. Kemalistler ve öncelleri, İngiliz ve Fransız çıkarlarının Osmanlı'daki temsilcileri olarak ortaya çıktı. Sözünü ettiğimiz milli ve "Şahane" bankanın kurulmasından sonraki süreçte, bu kez borçlanan ve borçlarını ödeyemeyen Osmanlı topraklarında, aynı Avrupa sermayedarları tarafından, yine Osmanlı adıyla yeni bir kurum oluşturuldu. Duyun-u Umumiye-yi Osmaniye Varidat-ı Muhassasa İdaresi adındaki bu kurumun yöneticileri de Avrupalılardı ve işlevleri, Osmanlı hanedanından geri alamadıkları borçları, doğrudan halktan ve topraklarından almaktı. Osmanlı bürokrasisi içinde en etkin sermaye kuruluşu haline gelen bu kurum, hem Avrupa sermayesine Osmanlı topraklarında iş yapmaları için aracılık yaptı, hem de demiryolları yapımı ve diğer endüstrileri yönetti. Ayrıca Ayşe Hür'ün ilgili makalesine bakınız: http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse_hur/bank_i_osmani_i_sahaneden_merkez_bankasina-1172603

.(3) Onofrio Carruba; Das Palaische, Texte, Grammatik, Lexikon. Wiesbaden 1970. "Literatur- und Abkürzungsverzeichnis" bölümü altındaki ilk madde.

(4) Carruba, ibid., s. 17

(5) Ilya Yakubovich, Were Hittite Kings Divinely Anointed? A Palaic Invocation to the Sun God and its Significance for Hittite Religion. Koninklijke Brill NV, Leiden, 2006. s. 121.

3412