Cumartesi Mayıs 18, 2024

Dağlar Erirse / Zevebân…(1)

“Ben şiir yazıyorum.Kedi uyukluyor Güneş sıcak.Çok şükür yaşıyoruz.Suyun şavkı vuruyor bize Çınara, bana, kediye, güneşe, bir de ömrümüze...”[2]

Hiç merak ettiniz mi; son zamanlarda neden en “şiir” gibi şiirler Kürt coğrafyasından geliyor? Neden suyun batı yakasının çocukları ya şiir yazmayı – ve de okumayı neredeyse hepten bırakmışken; ya da sponsorlu, bienalli,  küratörlü, genellikle büyük şirketlerin adıyla birlikte anılan etkinliklerde vücut bulan “şiirimsi”lere yönelirken (teslim etmek gerekir ki şiir, sanat “alem”ini saran bu yeni kavramlardan en az nasipleneni. Bir başka deyişle, diğer sanatsal ifadelerle karşılaştırıldığında, “piyasası” en düşük olanı. Bu da şiirin şansı, herhalde…), suyun doğu yakasının çocukları, dağlarda, hücrelerde, ya da özgürce, kardeşçe yaşayacakları bir dünyayı inşa ederken şiir gibi şiiri eksik etmiyorlar yaşamlarından.

Çünkü yaşanmışlıkların hülasasıdır şiir. Yaşamak ise, hiç kuşkusuz salt soluk alıp vermek, her saniyesi sizin dışınızda birileri, dinsel, siyasal, ailevi ya da ticari bir yetke tarafından tasarlanmış bir sürece boyun eğmek değil, “başka bir yaşam mümkün”ü düşleyebilmek, kendi yolunu çizebilmek, cüret etmektir.

Acı verir elbette… Fiziksel ve tinsel… Kimi zaman bedeni, kimi zaman yüreği örselenir insanın. Soluğunuz kesilir bazen. Kimi zaman amansız bir düşkırıklığı, bir ye’is kaplar içinizi. Kimi zaman kocaman bir kayayı tepeye doğru sürüklerken, ve tam doruğa ulaşacakken kayanın gerisin geriye yuvarlanması ve her şeye yeni baştan başlayacak olmanın bezginliği…

Kimi zaman en yakınlarınız, en sevdikleriniz, omuzbaşınızda yok edilirken suskun, seyretmek zorunda kalırsınız. Bazen en yakınlarınız terk eder sizi. İhanetin ağulu şarabından tadarsınız…

Hasılı, hüzün verir, acı verir… Ve o hüzün, siz fark etmeden şiir tortuları olarak birikir yüreğinizde. Sonra da apansız, kabuğunu patlatıp ortaya çıkar.

Yani, acı ve hüzün şiirin terkibindendir. Belki de bu nedenle hedonizme yaslanan piyasaya dahil olamamaktadır bir türlü. Ve bu nedenledir ki günümüzde en “şiir gibi” şiirler, en çok suyun doğu yakasından, acılarını onlarca yıldır biriktiren Kürt coğrafyası çocuklarından gelmektedir. 

Yakın bir zaman önce de Zevebân çıkageldi. Mazlum Çetinkaya’nın ilk şiir kitabı.[3] Hüzünlerden damıtılmış… Bu sancılı coğrafyanın bütün acılarına duyarlı bir sessiz çığlık olarak. 

Çetinkaya’nın bir “ilk kitap” için ustaca dokuduğu metaforların gerisinde yalnız Kürt coğrafyasının değil, tüm Anadolu’nun yakın-uzak acıları yığılıyor. [gökyüzünde unutulan bir şey vardı/ acı…/ çocuklar babalarını bekler/ üzgün akmasın sular diye…/ gömleğimde kurumamış bir leke yiğitlik/ kadavralar giydirilirdi yanı başımızda dostlara…/ türküler uygun adım olmaz/parkamdaki fermuar/ acı…]

Sayfaları karıştırırken kimi zaman Cumartesi analarına bürünüyor dizeler [eller, koynunda kadınlar gibi durur güvercinler/ yağmur altında/ suskun tenha/ içlerindeki bir masalı ayrıştırır gibi/ kayıp çocuklar gibidir/ bütün kayıp heceler/  güvercinler konuyordu/ bir postane ağacının dalına/ elleri koynunda/ bir haber akıyordu/ kayıp bir cumartesi]

Bazen o kocaman gözlerini şaşkınlıkla açmış Ceylan’a, yaşayamadığı kadınlığın çilesini anlatıyor [kendimi öldürtecek katiller doğuruyorum durmadan/ göğsümdeki kırmızıyı çoğaltıyorum/ aşk’ı kilimlerin desenlerinde… ben kadınım/kavimlerin göçüyüm raylara sürülmüş/ sarı gelinin Ermeni kızıyım/ toprağa düşen bir ‘kılam sesiyim’/ doğduktan beri/ kayıp çilli küçük kızıyım Dersim’in...]

Roboskî’nin ölümün bombardıman olarak çullandığı otuzbeş gencecik can’a “ah” ediyor ardından [yine ölüm/ ölüm ölüm ölüm/ ulu(r)derede kuduruyor hayat…]

Sonra dönüp Hrant’a sesleniyor […gül kokladım üzerinde bir agosun/ bilemezsin/ ey toprağın tuzu/ bilemezsin ki/ küçük bir tırtılın kozasında/ zevebân etmek/ bir dağı dikine yürümektir aşk…]

Zevebân  “erime, buharlaşma” anlamına gelirmiş. Mazlum, onu “dağın erimesi” anlamında kullanıyor, nice dağın göçtüğü bu sancılar coğrafyasında. Ve soyları kırılan Ermenilerden Dersim tertelesine, asit kuyularında yok edilen, topraklarından sürülen Kürtlerden örselenmiş kadınlara, bir daha hiç dönmeyecek

babalarını bekleyen çocuklardan bir daha hiç görmeyecekleri çocuklarını bekleyen analara… zevebân’a uğramış, göçertilmiş, yüreklerinde bir dağ göçmüş insanları dokuyor şiirinin ilmeklerinde.

En çok, birikmiş acı ve hüzün tortularının patlamasıdır şiir. Bu nedenledir ki bugünlerde en çok, demir parmaklıkların arkasından, faili meçhul ölülerini arayan evlerden, halkı göçertilmiş ıssız kentlerden, topraklarından kemikler fışkıran coğrafyadan yükseliyor…

 

N O T L A R

[1] Kaldıraç, No:156, Haziran 2014.

[2] Nâzım Hikmet.

[3] Mazlum Çetinkaya, Zevebân, Düşülke Yayıncılık, Şubat 2014, 76 sayfa.

94426

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

Büyük kalıcı tarihsel projeleri birlikte inşa edelim...

12 Mart,12 Eylül ve daha sonraki süreçlerden günümüze dek Türk Devletinin zulmüne maruz kalmış, ülkesini, terk etmek zorunda bırakılmış, Ailesinden, eşinden, dostundan, kardeşinden, yoldaşından ve uğruna mücadele yürüttüğü halkından nedeni ne olursa olsun kopmak zorunda kalmış; kimileri işkence görmüş, kimileri uzun yıllar zindanlarda kalmış 120 civarındaki Sürgün 15 Aralık 2012 tarihinde Köln’de bir araya gelerek Avrupa’da Sürgünde yasayan İnsanların sorunlarına sahip çıkmak, bulundukları ülkelerden imkanları ve olanakları ölçüsünde Sürgünlüğe yol açan Türk Devletinin bugünde devam eden ba

Kaypakkaya Partizan ve Yol Ayrımları

        Bir görüşü savunmanın en mutlu yanı o görüşün çoğalması ve kitleselleşmesidir. Eğer yaptığınız iş buna hizmet ediyorsa, adımlarınız hep ileriye dönükse anlam kazanacaktır, tatmin edici olacaktır. Yaptığımız işlerin özeleştirisini yaptığımız kadar eleştrilerini de yapmalı ve gerekirse çıkmaza girildiğinde dönüp kendimize bakıp ne yapıyorum denilmelidir. Gittiğimiz yol 1 adım ileri 2 adım geri gidiyorsa burda durup düşünmek ve ortaya çeşitli tespitler koymamız gerekmektedir.

BARIŞ GÜVERCİNLERİNE KURŞUN SIKILMAZ

 

Sakine Cansız (Sara), Fidan Doğan (Rojbin) Leyla Şaylemez

 

Her biri birbirinden değerli onurlu üç Kürt siyasetçisi ,Farklı dönemlerde KUH katılmış adeta nesilden nesile devam eden  kurtuluş hareketinin bayraklaşan isimleri,

PKK nin kurucu kadrolarından olan, mücadelenin bütün aşamalarında alnının akıyla çıkan, düşmanın dahi  saygı duyduğu devrimci bir kadındır Sakine Cansız,

Cezaevi resimlerine bakıldığında zayıf, çelimsiz, üflesen düşecek gibi görünmektedir.

“Yarı-Feodal” Brezilya...?

 11.01.2013 tarihinde Özgür Gelecek gazetesinin internet portalında; “Süreç devrimcilerin lehine dönecektir!” adlı bir yazı okudum. Sanırım Brezilya Komünist Partisi (Maoist)’e ait. Yazının altında böyle bir imza yoktu. İsim konusunda yanılmış olabilirim. Burası çok önemli değil. Benim açımdan önemli olan, yazının Brezilya ile ilgili değerlendirmesiydi. Esas olarak da, böyle bir değerlendirme yazısının kendine “Maoist” diyen bir örgüt tarafından yapılmasıdır. Eğer, kendisini “Maoist” olarak adlandırmasaydı, böyle bir yazı yazma ihtiyacı da duymazdım.

 

AKP’nin Eğitim Sistemi: Milliyetçi, Maneviyatçı Ve Piyasacı…[*]

 

“Bilginin iktidarla ilişkisi

sadece uşaklıkla değil,

hakikâtle de ilgilidir.”[1]

 

Sürdürülemez Kapitalist Krizin Topoğrafyası[1]

 

Krizin içindeyiz.

Krizle sarsılıp, savruluyoruz.

Her gün, her an krizin “sonuçları”ndan etkileniyoruz.

Vs., vd’leri…

Bunlar böyleyken; hâlâ krizi “tartışıp”, “konuşuyoruz”.

“Hâlâ” dememek için sürdürülemez kapitalist krizin topoğrafyasını çıkarmak gerekiyor.

Neo-Liberal Türkiye'de Muhafazakârlaşma/ Düşkünleşme Diyaletiği[*]

 

“Yükselen her şey düşecektir.”[1]

 

Bir ‘Millî Gazete’ yazarı, Türkiye’de son yıllarda fuhuş,[2] uyuşturucu kullanımı, cinayet, gasp ve tecavüz gibi olayların hızla arttığına, içki kullanım yaşının 11’e düştüğüne,[3] boşanmaların arttığına,[4] kadınlara yönelik şiddetin yoğunlaştığına[5] vb. işaret edip soruyor: “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’?”

Alevilerin cennette zaten işi yok

 

TRT’de yayınlanan Açı programında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Sedat Laçiner’in Şiilik ve Şiilerle ilgili söylediği bir söz günlerdir sosyal medyada “Aleviler cennete gidemez” şeklinde yer alıyor ve kendisine ‘Aleviyim – Kızılbaşım’  diyen kimi basın yayın organları, kişi ve kurum temsilcilerince de Alevilere yapılan bir hakaret olarak algılanıyor ve kamu oyuna da öyle yansıtılıyor.

 

SAVAŞ, BARIŞ VE KÜRTLER

 

Savaş ve barış iki zıttın birlikteliğidir. Savaşın olduğu yerde barış olacaktır, barışın olduğu yerde de savaş olacaktır. Dünyada savaş koşulları ortadan kalktığında barış kelimesi de kendiliğinden ortadan kalkacaktır. İnsanlar artık “barış” kelimesini kullanma gereksinimi duymayarak, onu ölen kelimeler yığını içine atacaktır. Ve bunun yerine yeni bir kelime türtecektir. Bu da, ancak, sınırsız ve sınıfsız bir dünaya kurulduğu zaman gerçekleşebilecektir.

 

Nepal Halkı'nın Kerenski'ye değil Lenin'e ihtiyacı var ve Nepal Devrimi'nin Sorunları

 

Giriş:

Entellektüel Aydın Bulanıklığı Ya da Devrimi Ehlileştirme Aymazlıkları

 

BirGün gazetesinde 7 Aralık 2011 tarihinde bir röbartaj yayınlandı. Fikret Başkaya(FB) ile Gün Zileli(GZ)’nin konuşmaları. Konuşmanın ana konusu "devrimler”di. Aydınların devrim üzerine konuşmaları, fikir yürütmeleri ve üretmeleri, burjuvaziyi ve onun düzenini "teşhir etmeleri” elbette olumludur. Sorun devrim üzerine olunca, bunun değerlendirilmesi ve tartışılması da bir o kadar gerekli oluyor.

Sayfalar