Salı Mayıs 21, 2024

Şimdi De “Değerli Yalnızlık” Mı?

Bir dönemin gözde sloganıydı “değerli yalnızlık”(!) Tayyip Erdoğan henüz Başbakanken iç politikada Gezi İsyanı'yla sarsılan iktidarının ve çizilen karizmasının; dış politikada ise önce Mısır ve ardından da Suriye başta olmak üzere Ortadoğu politikasında TC'nin içine düştüğü içler acısı hali, Başbakan danışmanı bir zat tarafından afili bir şekilde dile getirilmişti. AKP kadroları tarafından, -artık çok iyi biliyoruz ki-, adeta sinekten yağ çıkarma politikası yürütülerek, en küçük gelişmenin bile kazanca dönüştürülmesinin bir ürünüydü bu söylem. Kulağa hoş gelen, kuyruğu dik tutan ama gerçekler karşında hiçbir hükmü olmayan, popülist bir söylemin gayet başarılı bir örneğiydi. AKP'ye ve günümüzde TC'ye yön veren kadrolar başından itibaren birer tüccar olarak davranmışlar, Beyaz Saray'larda adeta “at pazarlığı yapar gibi” politika yapmışlardır. Bakmayın siz bugün “ne güzel entelektüel bir başbakanımız var” tadında yılışık açıklamalara!

Denildiği üzere “müflis tüccar eski defterleri karıştırırmış”! Tıpkı şu an TC devleti kadrolarının yapmış oldukları gibi. “23 Nisan Başbakanı” Ahmet Davutoğlu'nun, T. Erdoğan tarafından “Bakanlar Kurulu Başkanlığına” atanmasının ardından, bir dönem kullanılmış olan “yeni Türkiye” kavramı yeniden piyasaya sürüldü ve o kadar sık kullanıldı ki, bu abartılı “yeni Türkiye” şahlanışı karşısında kendi içlerinden bile itiraz yükseldi. Şimdi ise “değerli yalnızlık” kavramının yeniden tedavüle sunulmasını bekliyoruz. Bu kavram TC'nin Ortadoğu politikasında içine düştüğü durumun şu anki durumuna daha çok karşılık gelen bir kavram olarak, tıpkı “yeni Türkiye” gibi yeniden güncellenmeyi bekliyor.

Kuşkusuz ki dün olduğu gibi bugün de TC devleti yalnız değil. Öyle sandıkları kadar değerli hiç değil! TC devleti emperyalizmin yarı sömürgesi bir ülke olarak, “saflarını seçmek” zorunda bırakılmış, NATO üyeliği gibi son derece “onur”lu bir üyelikle, bulunduğu coğrafyada emperyalizmin jandarmalığını yapan bir ülke kadar değerlidir! Tıpkı efendisinin uşaklığını yapan (uşak olarak çalışan emekçileri tenzih ederek) birisi kadar değerlidir! Yeri geldiğinde, çıkarlar gerektiğinde belki işten çıkartılmaz, personel revizyonuna gidilerek, daha uygun araçlar devreye sokulur. Emperyalizm açısından maşalık rolü değişmez ama maşalar değişir. Şimdilerde buna taşeronluk diyorlar!

TC devleti AKP'nin iktidarıyla birlikte, adeta Türkiye'nin emperyalizmle kurulduğu günden itibaren var olan sosyo ekonomik yapısını yeniden güncelledi. Kimi çevrelerce kompradorlaşma olarak tanımlanan bu durum, gerçekte TC'nin emperyalizmin “neo-liberal” politikalarına göre yeniden düzenlenmesinden ibaretti. Kuşkusuz işçi sınıfı ve köylülük başta olmak üzere Türkiye halkı için çok önemli sonuçlar doğurdu! Her şey bir yana günümüzde artık kitlesel boyutta süren iş cinayetlerinin arkasında yatan neden, bir yarı-sömürge ülke olarak TC devletinin; emperyalizmle ilişkilerinin, dış borçlanmanın muazzam artışıyla daha da sıkılaştığı, tarımsal alanda yoksul ve orta köylülüğün topraktan koparıldığı ve birer yarı proleter olarak, ucuz, güvencesi, taşeron çalışma koşulları içinde, başta madenler olmak üzere, inşaatlarda ve diğer iş kollarında sömürüye tabi tutulmasıdır.

TC devleti ve onun sahibi Türk hakim sınıfları, içte emperyalizmin tam bir taşeronu olarak, üretimi yeniden örgütlemiş, bunun içinde hatırlanırsa ilk önce hapishaneleri denetim altına alma hamleleri yapmıştı. Bunun nedeni bilindiği üzere hakim sınıfların işçi sınıfına ve halka yönelik saldırı politikalarının başarıyla sürdürülebilmesinde devrimci komünist muhalefetin yok edilmesi ya da geriletilmesi hedeflenmişti. F tipi infaz rejimi bu “stratejik aklın” ürünüydü!

Dolayısıyla TC devleti emperyalizmin bir yarı-sömürgesi olarak, hem içte hem de dışta öyle yalnız falan değildir. Kendi başına bağımsız bir politika yürütemez. Yapabileceği en fazla bölgesel konumunu kullanmak, efendilerinden daha fazla saldırgan olmak, emperyalistler arasındaki çelişkilerden yararlanmaya çalışmak ve böylece fiyatını arttırmaktır. Nitekim TC'nin son dönem Ortadoğu’ya yönelik politikası bu içerikte olmuştur. Emperyalist devletlerin bölgedeki çıkar dalaşına bodoslama dalmış ve özellikle Suriye politikasında, kendine biçilen rolü birazda sınırları zorlayarak layıkıyla yerine getirmiştir.

Neydi bu rol? Suriye'ye yönelik saldırganlıkta rol almak ve bunun için “ılımlı muhalifler” denilen, kendilerini İslamcı olarak adlandıran hırsızlar ve yağmacılar (bu haliyle AKP kadrolarından pek de farkı olmayan) güruhlarını her açıdan desteklemek! (Eski ABD Büyükelçisi Ricardone'nin bu konudaki açıklamaları manidardır.) Bu politikanın TC açısından artı getirisi ise S. Kürdistanı'nda ortaya çıkan oluşuma müdahale etmek oldu. Ancak ne var ki IŞİD emperyalistlerin çıkarlarına zarar verecek duruma geldi, Ortadoğu sahasında roller değişti. Bu kez TC'nin önüne IŞİD'le mücadele görevi kondu! TC IŞİD'e yönelik operasyonlarda yer alacaktır. Bakmayın siz rehinemiz var yalanlarına, insani yardım masallarına. TC tıpkı geçmişte olduğu gibi efendileri tarafından kendisine verilen rolü ama üstü kapalı ama çarpıtarak da olsa mutlaka yerine getirecektir. Nitekim Genelkurmay Harekat Dairesi Başkanlığı'nın “tampon bölge” oluşturmak için bir işgal planı hazırladığı haberleri basında yer almaya başladı bile.

TC açısından belirleyici mesele kendi sınırları içindeki Kürt sorunudur. Bu konuyu bir bekaa sorunu olarak görmektedir. Bu konuda attığı ve atacağı adımlar kendi iktidarı açısından belirleyicidir. O nedenle sembolik de olsa anadilde eğitim verilecek okullara saldırılması ve faşist kafaların her zaman olduğu gibi gülünç duruma düşmesi pahasına bu saçmalıkları savunmaya çalışması sebepsiz değildir. Bu durum aynı zamanda TC'nin çözüm sürecini ele alışına da uygundur. Ortak bir çözüme değil benim verdiğim çözüme ikna olacaksın! Ne diyordu “büyük Türk büyüğü”, Erdoğan; “herkes haddini bilecek”(!)

Yeni GEZİler Birikirken!

Ortadoğu'da yaşanan son gelişmeler, IŞİD'e yönelik operasyonlar ve bunun olası cevapları, “çözüm süreci” denilen ama bir türlü atılmayan adımlar, (ölüm sınırındaki hasta tutsaklar bile bırakılmıyor hala), Suriyeli misafirler, (mülteci statüsü verilmiyor), artan iş cinayetleri, kadın katliamları ve artan ekonomik kriz açıklamaları vb. vb. Kısacası Türkiye toplumu yeni Geziler biriktiriyor! Nitekim geçtiğimiz yıl içerikleri, yönelimleri itibariyle birçok eksikliği bünyesinde barındırsa da, son 20 yılın en yaygın grevlerin gerçekleştiği yıl oldu. 2013 ve 2014, 1989’dan bu yana en yaygın işyeri komitelerinin/taban örgütlenmelerinin kurulduğu yıllar olarak ön plana çıkıyor. Özellikle taşerona karşı etkili direnişlerin, eylem ve yürüyüşlerin yapıldığı görülüyor.

Tam da bu bilindiği içindir ki taraftar gruplarına “darbe” davaları açılıyor, en küçük hak talepli demokratik gösteriler dahi faşist bir saldırganlıkla yanıtlanıyor. Faşizm devrimci kurumlara ve devrimcilerin etkinliklerine resmi ve sivil kolluk güçleriyle, sivil faşist çeteleriyle saldırılar gerçekleştiriyor!

Bunun nedeni Türkiye koşullarında asıl olanın her dönem istikrarsızlık, tali olanın ise istikrar olmasıdır. Türkiye'de istikrarsızlık esas istikrar ise geçicidir. Aslında “bir istikrar dönemi” olarak adlandırılan on küsur yıllık AKP iktidarı bunun iyi bir örneğini oluşturur. Hakim sınıfların istikrardan ne kast ettiklerini daha iyi anlaşılır. 28 Şubat süreci, AKP'nin kapatılması davası, Ergenekon, Balyoz davaları, Gezi İsyanı, 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonları vb. vb. hep bu var olduğu söylenen istikrarın sonucudur!

Hakim sınıfların istikrardan anladıkları kendi içlerindeki dalaş değildir. Onlar ekonomik istikrar derken işçi sınıfı ve halka saldırıyı kast etmektedirler! Sömürü ve yağma düzeninin istikrarlı biçimde sürmesi. Yoksa kendi içlerinde bu yağmadan ve sömürüden pay alma dalaşını yapabilmelerinin koşulu kalmaz. “İstikrar sürsün Türkiye büyüsün” derken; sömürü, iş cinayetleri, yağma sürsün, bizde bu pastadan hakkımızı almak için birbirimizi yiyelim demektedirler. Ancak ne zamanki kendilerine karşı bir yönelim olsa, bunlar dış mihrakların, teröristlerin ve çapulcuların işi olur ve istikrar bozulur!

Türkiye'de istikrarsızlığın olması demek, hakim sınıfların yönetememe hali demektir. Devrimci durum demektir. Ve devrimci durum hali, hakim sınıfların istikrarlı biçimde, işçi sınıfına, halka, ilericilere devrimcilere saldırısı demektir. Bunu bazen son torba yasada olduğu gibi yeni yasalarla yapar ya da Sarıgazi Festivali’nde olduğu gibi halkın üstüne silahla ateş açarak! Biçim değişse de içerik değişmez!

Bu saldırılar karşısında enseyi karartmamak gerekir! Bir dönemin gözde kavramıydı “enseyi karartmamak.” Bir gazetecinin sık kullanımı bu kavramı revaçta yapmıştı. Oysa işin aslı enseyi karartmaktan ziyade başların yukarıya kaldırılmasından geçiyordu. Üstelik bu bizim “soy”umuz açısından yeni de değildi. Paris Komünü'nden başlayan, 1917 Ekim, 1949 Çin ve ardından da Büyük Proleter Kültür Devrimleri'yle süren bir geleneğin ürünüydü!

Son dönemde Türkiye devrimci ilerici kamuoyunun bir kısmında gerek dünyada ve Ortadoğu’da ve gerekse de Türkiye'de, AKP'nin seçim başarıları ve hemen her alanda yaşanan saldırılar ve ortaya çıkan gelişmeler, faşizm tehlikesi vb. tartışılmaya başlandı. Kimileri bu süreçten çıkış yolu olarak yeniden “Solda Birlik” tartışmalarına başladı. Kimileri hala “sol”un “direnmeyip çürüdüğü” masallarını anlatmada, hala siyaset yasakçılığını savunmada ve sosyal şovenizmde ısrara devam ediyor. İşçi sınıfı ise bir yandan katledilirken diğer yandan (en örgütsüz olanı ve hatta yarı proleter karakterli 3000 inşaat işçisinin yaptığı gibi), bir öfke patlamasıyla yol kesiyor ve bize yürünecek yolu gösteriyor.


82447

ZİNDANLARDAKİ ÇIĞLIK, BÜYÜK ÇIĞI OLUŞTURACAK…[1]

 

“Tarih, gelecek için

kavga verip, yitirmiş bile olsa,

insanlık için vuruşanları

hiç unutmaz.”[2]

 

Şu an elim tuttuğum 29 Ekim 2012 tarihli mektup Erzurum H-Tipi Kapalı Cezaevi’nin B-Blok’undaki 4. Odadaki Muzaffer Yılmaz’dan geldi…

Büyük kalıcı tarihsel projeleri birlikte inşa edelim...

12 Mart,12 Eylül ve daha sonraki süreçlerden günümüze dek Türk Devletinin zulmüne maruz kalmış, ülkesini, terk etmek zorunda bırakılmış, Ailesinden, eşinden, dostundan, kardeşinden, yoldaşından ve uğruna mücadele yürüttüğü halkından nedeni ne olursa olsun kopmak zorunda kalmış; kimileri işkence görmüş, kimileri uzun yıllar zindanlarda kalmış 120 civarındaki Sürgün 15 Aralık 2012 tarihinde Köln’de bir araya gelerek Avrupa’da Sürgünde yasayan İnsanların sorunlarına sahip çıkmak, bulundukları ülkelerden imkanları ve olanakları ölçüsünde Sürgünlüğe yol açan Türk Devletinin bugünde devam eden ba

Kaypakkaya Partizan ve Yol Ayrımları

        Bir görüşü savunmanın en mutlu yanı o görüşün çoğalması ve kitleselleşmesidir. Eğer yaptığınız iş buna hizmet ediyorsa, adımlarınız hep ileriye dönükse anlam kazanacaktır, tatmin edici olacaktır. Yaptığımız işlerin özeleştirisini yaptığımız kadar eleştrilerini de yapmalı ve gerekirse çıkmaza girildiğinde dönüp kendimize bakıp ne yapıyorum denilmelidir. Gittiğimiz yol 1 adım ileri 2 adım geri gidiyorsa burda durup düşünmek ve ortaya çeşitli tespitler koymamız gerekmektedir.

BARIŞ GÜVERCİNLERİNE KURŞUN SIKILMAZ

 

Sakine Cansız (Sara), Fidan Doğan (Rojbin) Leyla Şaylemez

 

Her biri birbirinden değerli onurlu üç Kürt siyasetçisi ,Farklı dönemlerde KUH katılmış adeta nesilden nesile devam eden  kurtuluş hareketinin bayraklaşan isimleri,

PKK nin kurucu kadrolarından olan, mücadelenin bütün aşamalarında alnının akıyla çıkan, düşmanın dahi  saygı duyduğu devrimci bir kadındır Sakine Cansız,

Cezaevi resimlerine bakıldığında zayıf, çelimsiz, üflesen düşecek gibi görünmektedir.

“Yarı-Feodal” Brezilya...?

 11.01.2013 tarihinde Özgür Gelecek gazetesinin internet portalında; “Süreç devrimcilerin lehine dönecektir!” adlı bir yazı okudum. Sanırım Brezilya Komünist Partisi (Maoist)’e ait. Yazının altında böyle bir imza yoktu. İsim konusunda yanılmış olabilirim. Burası çok önemli değil. Benim açımdan önemli olan, yazının Brezilya ile ilgili değerlendirmesiydi. Esas olarak da, böyle bir değerlendirme yazısının kendine “Maoist” diyen bir örgüt tarafından yapılmasıdır. Eğer, kendisini “Maoist” olarak adlandırmasaydı, böyle bir yazı yazma ihtiyacı da duymazdım.

 

AKP’nin Eğitim Sistemi: Milliyetçi, Maneviyatçı Ve Piyasacı…[*]

 

“Bilginin iktidarla ilişkisi

sadece uşaklıkla değil,

hakikâtle de ilgilidir.”[1]

 

Sürdürülemez Kapitalist Krizin Topoğrafyası[1]

 

Krizin içindeyiz.

Krizle sarsılıp, savruluyoruz.

Her gün, her an krizin “sonuçları”ndan etkileniyoruz.

Vs., vd’leri…

Bunlar böyleyken; hâlâ krizi “tartışıp”, “konuşuyoruz”.

“Hâlâ” dememek için sürdürülemez kapitalist krizin topoğrafyasını çıkarmak gerekiyor.

Neo-Liberal Türkiye'de Muhafazakârlaşma/ Düşkünleşme Diyaletiği[*]

 

“Yükselen her şey düşecektir.”[1]

 

Bir ‘Millî Gazete’ yazarı, Türkiye’de son yıllarda fuhuş,[2] uyuşturucu kullanımı, cinayet, gasp ve tecavüz gibi olayların hızla arttığına, içki kullanım yaşının 11’e düştüğüne,[3] boşanmaların arttığına,[4] kadınlara yönelik şiddetin yoğunlaştığına[5] vb. işaret edip soruyor: “Bu nasıl ‘Muhafazakârlık’?”

Alevilerin cennette zaten işi yok

 

TRT’de yayınlanan Açı programında Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörü Sedat Laçiner’in Şiilik ve Şiilerle ilgili söylediği bir söz günlerdir sosyal medyada “Aleviler cennete gidemez” şeklinde yer alıyor ve kendisine ‘Aleviyim – Kızılbaşım’  diyen kimi basın yayın organları, kişi ve kurum temsilcilerince de Alevilere yapılan bir hakaret olarak algılanıyor ve kamu oyuna da öyle yansıtılıyor.

 

SAVAŞ, BARIŞ VE KÜRTLER

 

Savaş ve barış iki zıttın birlikteliğidir. Savaşın olduğu yerde barış olacaktır, barışın olduğu yerde de savaş olacaktır. Dünyada savaş koşulları ortadan kalktığında barış kelimesi de kendiliğinden ortadan kalkacaktır. İnsanlar artık “barış” kelimesini kullanma gereksinimi duymayarak, onu ölen kelimeler yığını içine atacaktır. Ve bunun yerine yeni bir kelime türtecektir. Bu da, ancak, sınırsız ve sınıfsız bir dünaya kurulduğu zaman gerçekleşebilecektir.

 

Nepal Halkı'nın Kerenski'ye değil Lenin'e ihtiyacı var ve Nepal Devrimi'nin Sorunları

 

Giriş:

Sayfalar