Çürüme ve Çökme… Çözüm birleşik devrimci mücadelede

Virüs salgınının etkisiyle daha da derinleşen ekonomik kriz, TC faşizmini zorlarken, kontr-gerilla unsuru bir çete başının videolar yoluyla açıklamalarda bulunması, burjuva feodal siyaseti daha da hareketlendirmiş durumda. Yayınlanan videolarda üstü kapalı olarak ifşa edilen kimi gelişmeler ve bunlara dönük yanıtlar, TC’nin niteliği hakkında geniş kamuoyunun bilgilenmesine hizmet etmekle birlikte devrimci, komünist ve yurtseverler açısından ortaya saçılanların bir sürpriz olmadığını kaydetmek gerekir.
AKP açısından bir dönem kontr-gerilla unsuru olarak kullanıldığı devrimci komünist ve yurtsever hareket tarafından bilinen Sedat Peker’in sistem içinde güç dengeleri ve saflaşmalara paralel olarak ıskartaya çıkartılması ve “görevi”ni bir başka kontr-gerilla aparatı olan Alaaddin Çakıcı’ya kaptırması sonucunda “mafya pisliği” ilan edilmesi, gözden düşerek “bir tripot ve kamera” aracılığıyla itirafçılaşmasına neden oldu. Tekrar etmek gerekirse, halk düşmanı bir kontr-gerilla piyonunun yapmış olduğu açıklamalar, devrimciler açısından yeni ya da bilinmeyen şeyler olmasa da ortaya saçılan bazı gerçekler geniş kitleler nezdinde daha tartışılır olmuştur.
Örneğin Peker; Eski İçişleri Bakanı ve kontr-gerilla unsuru Mehmet Ağar’ın iş insanı Mübariz Mansimov’u tehdit ederek, Bodrum Yalıkavak Marina’ya “çöktüğü”nü ifşa etmiş, M. Ağar ise bu ifşaya “Bizi buradan uzaklaştırınca yapılacak olan da belli, buraya mafya çökecek” yanıtını vermişti. Benzer biçimde Peker, AKP’li bir vekilden gelen istek üzerine 2015 yılında Hürriyet gazetesi binasının basılması ve Aydın Doğan’ın sahibi olduğu medya grubuna Demirören ailesinin çökmesinde rolü olduğunu açıklaması gibi örnekler, rejimin karakteri, Türk hakim sınıfları arasındaki ilişki ve “çökme”lere dair örnek oluşturmaktadır.
Peker bu örnekler dışında başka ifşalarda da bulunmakla birlikte, asıl suçlarına değinmekten özenle kaçınmaktadır.
Yaşananlar ve sonuçları özellikle kimi liberal çevreler tarafından sistemin çöküşü olarak propaganda edilse de bu yaklaşım son derece hatalıdır. Yine “mafyanın AKP-MHP iktidarı döneminde iktidar ortağı olduğu” gibi yaklaşımlar da sistemi aklamaya ve niteliğini gizlemeye hizmet etmektedir. Benzer biçimde, ortaya saçılanları “derin devletin icraatları” olarak tanımlamak da yanıltıcıdır. Ortaya çıkanlar ve yaşananlar TC’nin fıtratına uygundur ve hiç de şaşırtıcı değildir. Teşkilat-ı Mahsusa’dan MİT ve kontrgerillaya, Bahaddin Şakirler ve Topal Osman çetesinden ve Peker’e uzanan tarihsel bir süreklilik söz konusudur.
Hatırlanırsa Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri, hapishanelerden çıkartılan katil, tecavüzcü gibi adli suç mahkumlarından oluşturulmuş, Ermeni, Rum ve Süryanileri soykırıma uğratmanın, mal ve servetlerine “çökme”nin aracı olarak kullanılmıştır. Topal Osman ve çetesi, Ermeni, Rum ve Kürt halkının katledilmesinde kullanılmış, ardından Mustafa Kemal’in rakiplerini saf dışı etmesinde kullanışlı bir piyon olarak işlev görmüş ve zamanı geldiğinde tasfiye edilmiştir. M. Kemal, siyasi rakiplerini bu çete elamanı aracılığıyla katletmiş ve kontrolden çıkınca öldürtmüştür. Hatta ibret-i alem için mezarından başsız cesedi çıkarılmış ve meclis önünde sergilenmiştir.
Devlette Devamlılık Esastır: “Çökme” Sürüyor!
Öncelikle belirtmek gerekir ki; TC, bir “çökme rejimi”dir. Ve “çökmek” yeni değildir. Son süreçte yaşananlardan hareketle, “çökme rejimi”nin 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası ve sonrasında sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı ortaya çıktığı ve geliştirildiği tezi son derece hatalıdır. Özellikle ’90’lı yıllarla birlikte Kürt ulusal özgürlük hareketine karşı “gayri-nizami harp” tekniklerinin kullanılarak bir “çökme rejimi” örgütlendiği yaklaşımı, TC faşizmini ve onun üzerinde yükseldiği temelleri doğru tahlil edememekle ilgilidir.
TC daha kurulurken “çökme” üzerine kurulmuştur. Başta Ermeni, Rum ve Süryani mal ve serveti olmak üzere bütün zenginliğin üzerine “çökülmüş”tür. Türk hakim sınıflarının zenginliğinin kaynağı “çökme”den gelmedir. Belli başlı zenginlerin, örneğin Sabancı ve Koç’ların servetinin kaynağı incelendiğinde ucu Ermeni, Rum ve Süryanilere kadar uzanır. Türk burjuvazisi ilk birikimini Ermeni, Rum ve Süryani toprakları, mal ve servetleri üzerinden yapmışlardır. Bizzat TC’nin kendisi soykırımla birlikte “çökme” üzerinden şekillenmiştir.
Bu anlamda sistemin kuruluşundan günümüze bir süreklilik söz konusudur. ’90’lı yıllarda Susurluk ve şimdi de Peker aracılığıyla gündeme taşınan devlet-mafya ilişkileri gerçekte sistemin halka karşı yürüttüğü savaşta kullandığı kontr-gerilla örgütlenmesinin bir aparatından başka bir şey değildir. TC faşizminin son olarak Peker şahsında somutlanan mafya-çete unsurlarını kullanılması ya da diğer bir ifadeyle bu tür kişilikleri halka karşı bir operasyon aracı olarak ele alması bilinmektedir. Peker bu anlamda görevinin farkındadır. Kendisini “ömrü devletin içinde geçmiş, istihbaratta geçmiş, poliste geçmiş, askeriyede geçmiş, sokakta geçmiş, siyasette geçmiş…” olarak tanımlamaktadır. Peker’in iddialarının hedefinde olan İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da, Twitter mesajında “Organize suç örgütleri, gayrinizami harbin en önemli aparatlarından bir tanesidir…” demektedir. (20 Mayıs)
Gayri-nizami harp kavramının TC’nin NATO üyeliğiyle birlikte formüle edildiği, TC’nin kuruluşundan itibaren pratikleştirdiği Teşkilat-ı Mahsusa geleneğinin, emperyalist stratejilerle harmanlanıp yeniden üretildiği, “komünizmle mücadele” adı altında, ilerici devrimci, komünist ve yurtsever harekete, halka karşı savaşa karşı kullanıldığı, katliamlar gerçekleştirildiği unutulmamalıdır.
Faşizm halka karşı yürüttüğü bu savaşı, başta uyuşturucu ticareti olmak üzere her türden gayri meşru ticari faaliyetlerle finanse etmiş, “vatan, millet, bayrak” sloganlarıyla meşrulaştırmış, her türden “çökme” eylemini, “beka sorunu” olarak gerekçelendirmiştir. Uyuşturucu ticaretinden, “FETÖ Borsası”na uzanan bir çürüme ve “çökme” sürekliliği söz konusudur.
Bu anlamıyla hayatı boyunca bilinen tek bir resmi görevi olmayan Peker’in ömrünün devletin içinde, istihbaratta, poliste, askeriyede geçtiğini ifade etmesi anlaşılırdır. TC, bu tür kişilikleri devrimcilere, Kürt hareketine, halka karşı savaşta gayri-nizami harp unsuru olarak kullanılmakta ve zamanı geldiğinde bir kenara atmaktadır. Gelinen aşamada Peker AKP tarafından sistem içindeki klik dalaşında, “çökme” işlerinde ve halka karşı kullanıldıktan sonra kenara konmasına itiraz etmektedir. Kısmi itirafçılaşmasının arkasında asıl olarak bu neden yatmaktadır.
Peker’in aleni olarak itirafçı olmasının (ki bildiklerinin önemli bir kısmını itiraf etmemektedir) ABD ve AB emperyalizminin yeni yönelimi doğrultusunda TC’yi yeniden şekillendirmesinde bir rolü olup olmadığını bilmiyoruz. Yaşananlar daha çok 2015 darbe girişimi sonrası rejim içindeki güç dengelerinin değişmesine bağlı olarak gelişmiş görünmektedir. AKP iktidarının Fethullah Gülen Cemaati’ni tasfiye etmesinden sonra MHP ve Vatan Partisi’yle koalisyonunun ürünü olarak kontr-gerilla klikleri arasındaki dalaşın ürünüdür Peker’in itirafçılaşması.
Bodrum Yalıkavak Marina’da verilen fotoğraf karesi bu açıdan anlamlıdır. Daha çok kişisel bir mesele olarak geliştiği anlaşılan bu durum, sistem içinde hakim sınıf klikleri dalaşında kullanılmaktadır. Diğer bir ifadeyle Peker’in itirafçı olması, kendi kişisel meselesi olsa bile, gelinen aşamada onu aşan bir içeriğe bürünmüş durumdadır. Faşizmin çürüme ve “çökme” pratiğine dair önemli veriler sunmaktadır.
Muhaliflere ve Halka Karşı “Gayri-Nizami Harp” Teknikleri
İtirafçı Sedat Peker’in itirafları rejim içinde kontr-gerilla örgütlenmesinin halka karşı yürütülen savaşta nasıl kullanıldığına dair ipuçları içeriyor. Bu durumu en iyi bilen Süleyman Soylu’nun katıldığı bir TV programında “Türkiye’deki asimetrik ve simetrik bütün saldırılara karşı asimetrik ve simetrik yanıt verildi. (…) Asimetrik hamleleri biz yaptık. Başkanlık sistemini biz getirdik” ifadelerini kullanması boşuna değildir. (17 Mayıs)
Hatırlanırsa sistemin başkanlık rejimine dönüşmesi hamleleri, 7 Haziran 2015 seçimlerinin ardından başlamış ve 1 Kasım 2015 seçimlerine kadar ilericilere, devrimcilere, Kürt hareketine, halka karşı savaşta kontr-gerilla yöntemleri kullanılmıştır. Faşizmin 7 Haziran seçimleri sonrasında özellikle HDP’nin başarısı karşısında paniğe kapıldığı ve “çözüm süreci”nin bitirilerek, halka karşı yoğun bir faşist saldırganlık içine girdiği bilinmektedir.
“Başkanlık rejimi” hamleleri için IŞİD’in gerçekleştirdiği iddia edilen ancak kontr-gerilla eylemleri olma ihtimali güçlü olan 5 Haziran Amed HDP mitingine bombalı saldırı, 20 Temmuz 2015 Suruç ve 10 Ekim 2015 Ankara Katliamları ve yine kontr-gerilla örgütlenmesi olduğu çok açık olan 7-9 Eylül arasında ülke genelindeki HDP binalarına yönelik faşist saldırılar ve ardından 12 Ağustos 2015 sonrasında Kürdistan’da 4 il ve 15 ilçede öz yönetim direnişlerine yönelik kapsamlı bir faşist saldırganlık gerçekleştirildiği bilinmektedir.
Kısaca bu süre içinde devrimci, komünist ve yurtsever harekete, halka “asimetrik ve simetrik yanıt” verilmiştir. Faşizm iktidarını korumak için halka yönelik kontr-gerilla yöntemleri de kullanılarak savaşını yürütmüştür. Bu gerçeği en iyi bilenlerden biri olarak dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun daha sonradan “Terörle mücadele konusunda defterler açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz. Bizi bugün eleştirenler, insan yüzüne çıkamaz” ifadelerini kullanması boşuna değildir. (28.08.2019)
Kontr-gerilla örgütlenmesi konusunda deneyimi olan Meral Akşener’in partisinin grup toplantısında “Sayın Erdoğan’ın İsrailli versiyonu olan Netanyahu” ifadelerini kullanması son derece anlamlı ve bilinçlidir. (18 Mayıs) Elbette R.T.Erdoğan Siyonist İsrail devletinin Filistin halkına yönelik saldırıları ve B. Netenyahu’nun yolsuzlukları bağlamında, Kürt halkına yönelik faşist saldırganlıkta ve hırsızlıkta daha öndedir. Ancak burada M. Akşener’in benzetmesi B. Netenyahu’nun İsrail iç siyasetindeki durumuna ilişkindir. B. Netanyahu’nun sıkışmışlığına çare olarak Filistin halkına saldırmasına gönderme yapılarak, R.T.Erdoğan’ı uyarmakta ve ona “çözüm yolu” gösterilmektedir!
Bu uyarıyı gören hakim sınıf kliği M. Akşener’e Rize ziyaretinde yanıt vermiştir. M. Akşener’e yönelik saldırı girişimi bu açıdan anlamlıdır. M. Akşener’e asimetrik bir yanıt verilmiştir! Faşizmin krizi arttıkça hem kendi içindeki klik dalaşında hem de halka yönelik saldırganlıkta, “asimetrik ve simetrik yanıt” verilmektedir. Elbette bu yanıtta esas hedef ilericiler, devrimciler, Kürt hareketi, kısacası halk olacaktır. TC’nin kendi içindeki dengelere bağlı olarak hakim sınıf klikleri kendi aralarında dalaşı sertleştirse de asıl hedef daima devrimciler, yurtseverler, halk olacaktır.
Bu anlamıyla burjuva-feodal siyasetin kendi içinde bu denli keskinleşmesi, düzen içi dengelerle ilgilidir ve sistem sıkıştıkça tıpkı M. Akşener’e yönelik örgütlenen pratikte olduğu gibi, yeni gelişmelerin yaşanması ve saldırıların gerçekleşmesi ihtimal dahilindedir. Nitekim Peker’in açıklamalarını değerlendiren kontr-gerilla elemanı Mehmet Eymür: “Bu gidişin sonu siyasi cinayetlerdir” diyebilmektedir. (18 Mayıs)
Yaşanan gelişmelere ilişkin faşizmin suskunluğu ve özellikle de yargının tavrı dikkat çekicidir. Ortaya saçılan iddialara ilişkin göstermelik de olsa harekete geçmeyen (ki bu durumda sistem içindeki çelişkilerin sürdüğüne ve henüz bir sonuca ulaşmadığına işarettir) yargı ve kolluk göstermelik olduğu son derece açık olan “organize suç çeteleri” ya da uyuşturucu operasyonlarına veya Gülen Cemaati’ne yönelik “Covid’i Türkiye geneline yaymaya çalışma” iddiasıyla operasyon gerçekleştirilmektedir. (21 Mayıs)
Faşizmin bu hamleleri krizin derinliği, çürümenin boyutu ve “çökme” rejiminin içinde bulunduğu durumu özetler niteliktedir.
“Çöktürme Planı”na Karşı Birleşik Devrimci Mücadele!
TC kuruluşundan itibaren, işçi sınıfına, köylülere, kadınlara, LGBTİ+’lara, başta Kürt ulusu olmak üzere ezilen milliyet ve inançlara yönelik bir “terör” rejimidir.
Bu rejim kendi iktidarını sürdürmek için her türlü yöntemi kullanmıştır. Bu yöntemlerden biri de gayri-nizami harp teknikleri ve kontr-gerilla yöntemleridir. Haftalardır kamuoyunun gündemini meşgul eden ve tasfiye edildiği için itirafçı olan Peker gibi kişilikler rejimin kendi içindeki dalaşlarda ve halka karşı saldırılarda rol oynamışlarıdır. Bu kişilikler “temiz” burjuvazinin “pis işleri”ni yapan ve zamanı geldiğinde bir kenara konulan adli kişiliklerdir. Tasfiye edilmesi karşısında itirafçı olması ve Türk hakim sınıflarının kendi yasalarını da çiğneyen kimi olaylara değinmesi, tamamen düzen içi dengelerin değişmesi ve kontr-gerilla klikleri arasındaki dalaşın ürünüdür. Bu dalaştan Türkiye halkına bırakalım demokrasi, özgürlük çıkmasını tam aksine yeni saldırılar, gayri-nizami harp tekniklerine uygun olarak yeni kontra gerilla katliamları gerçekleştirilmesi olasılığıdır.
Faşizmin başta Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi olmak üzere ilerici, devrimci ve komünist harekete yönelik devreye soktuğu “çöktürme planı” halen yürürlüktedir. Şimdiki durumda yaşanan dalaşın sonucu olarak devrimci ve yurtsever güçler, önümüzdeki süreçte olası saldırılara ve provokasyonlara hazırlıklı olmalıdır.
“Çöktürme planı”nın devrede olması, 3. kez açılan Gezi Davası ve Kobanê Davası’ndan anlaşılmaktadır. Sistem Gezi davasıyla ilerici, devrimci hareketi, Kobanê davasıyla Kürt hareketini baskılamak istemektedir. Gezi’nin yeniden yargılama hamlesi olası benzer isyanlara gözdağı amacı taşırken; Kobanê davası, Kürt hareketinin legal siyaset alanını daraltmak ve seçimlere hazırlanmak olarak anlaşılmalıdır. Ne var ki, faşizm bütün hamlelerine rağmen istediği sonucu alamamıştır ve sıkışmışlığı artarak sürmektedir.
Geride bıraktığımız süreç hakim sınıfların pandemi gerekçesiyle devrimci ve yurtsever harekete yönelik saldırılarını arttığı, buna karşılık birleşik devrimci mücadelenin “faşizmi yeneceğiz, özgürlüğü kazanacağız” hamlesi kapsamında mücadelesini ördüğü bir süreç oldu.
Birleşik devrimci mücadelenin gerekliliği ve önemi son yaşanan gelişmeler karşısında da daha bir anlaşılır olmuştur. Komünist önder İbrahim Kaypakkaya ve Mayıs şehitleri anmalarında açığa çıkan militanlık, yaygınlık ve kitlesellik, geleceği kazanmamız için ümidvar olmamıza neden olmaktadır. Yine halk ordusunun 18 Mayıs vesilesiyle Kaypakkaya anısına gerçekleştirdiği eylem, önümüzdeki sürece dair nokta atışı olarak kaydedilmelidir.
Benzer şekilde gerilla güçlerinin hava saldırılarıyla faşizmin askeri tesislerini hedef alıp, sonuç alması, savaşta yeni bir eşiğe hizmet etmektedir. Bu durum, yeni bir gelişmedir ve bu tarz eylemler arttığı taktirde rejimin teknolojiye dayalı üstünlüğü önemli bir darbe alacaktır. Faşizmin özellikle bu alanda darbe alması, “çökme” rejiminin çöküşünü daha da hızlandıracaktır.
Unutmamak gerekir ki; “çökme” rejimi kendiliğinden çökmeyecektir. Sistem bütün çürümüş ve kokuşmuşluğuyla birkaç elemanını feda edecek ve yoluna devam edecektir. Bu açıdan Peker’in itiraflarında “kim temiz toplum diyorsa ilk o yalancıdır” vurgusu önemlidir. Düzen içi hiçbir çözüm, var olan çürümeyi temizleyemez, çökme rejimini ortadan kaldıramaz.
Çözüm birleşik devrimci mücadeledir, halkın örgütlü mücadelesindedir!
Son Haberler
Sayfalar

Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -2-
Son yıllarda, emperyalist savaş tehlikesinin zemininin güçlenmesine paralel, dünya genelinde ırkçı hareketlerin ve partilerin dikkat çekici boyutta güçlendiğine vurgu yapmış, bu yükselişin, sadece belirli demografik gruplarla sınırlı kalmadığını, kadınları da içine aldığını gördüğümüzü ifade etmiştik.
Peki, kadınlar neden bu tür hareketlere katılıyor? Bu sorunun yanıtı, birçok faktörün karmaşık bir birleşiminde yatıyor.

Faşizmin Yüzünü Örten Çirkin Bir Maske (Nubar Ozanyan)
İttihatçı Türk kompradorları, ekonomik-mali-siyasal krizden bir türlü kurtulamıyor. Faşizmi maskeleyen kaba uydurma parlamentoyla bile ülkeyi yönetemiyor. Zorbalık her taraftan fışkırıyor. Kötülük ve çirkinlik her yerde bütün utancıyla görülüyor. Dağda, köyde, sokakta Kürt ve emekçi kanı dökmekten çekinmeyenler dünyanın gözü ve kulağının üzerinde olduğu parlamentoda bile Kürt kadın parlamenterin kanını dökmekten çekinmiyor. Zorbalık, pervasızlık, yasa, hukuk tanımamazlık ayyuka çıkmış, had safhaya ulaşmıştır.

Emperyalist haydutlar, 3.Dünya savaşı hazırlıklarını yoğunlaştırmakla meşgul…
Bazı sol-sosyalist ve kendilerini komünist addeden kesimler hâlâ (evet, hâlâ) bir 3. Dünya Savaşı çıkacak mı çıkmayacak mı ve keza “süreci belirleyen esas etmen savaş mı devrim mi?” ikilemi girdabında, adeta miskince bir fikirsel jimnastik rehavetiyle, sorunu ele almaya devam ede dursunlar; fakat süreç, maalesef ki hem de çok hızlı bir şekilde, o istenmeyen malûm sona doğru ilerliyor.

Fakir (Nubar Ozanyan)
Yaşamı boyunca hep yokluk ve fakirlik içinde yaşadı. Bundandır ki arkadaşları ona “Fakir’’ dedi. Ne zaman biraz dünya nimetlerine yakın olan olanaklara sahip olsa o yine fakir yaşamından ayrılmadı. Yaşamı fakir, bilinç ve yüreği zengin olan Nubar Ozanyan en alttakilerin, yoksulların, mazlumların yoldaşı olmaktan bir an olsun geri durmadı.

Servet Vergisi ve Sermayenin Olmayan Vijdanı
Bugünlerde de toplumsal eşitsizlik sermayenin birikimine ve merkezileşmesine koşut olarak artınca, zenginlerden servet vergisi alınmasını dilendirenlerde çoğalmaya başladı.[1] Servet vergisi, toplumsal servetin belli ellerde birikmesinden bu yana ara sıra gündeme getiriliyor. Zaman zaman kısmen de uygulanmıştır. Örneğin savaş dönemlerinde vb. Yine ABD'de, 1960'larda 400 zenginden %53 oranında vergi alınmıştır.

Inger Nubar Can, Hewal Nubar, Nubar Yoldaş’a!
Halen pek çoğumuzun inanmak istemediği Nubar Ozanyan’ın ölümsüzleşmesinin 7. yılında, onu bir kez daha saygı ve sevgi ile anarken, şehadetinin yıldönümünde onu anlatmak da bizim için en zor yazılardan olacaktır.

Rusya / Ukrayna Savaşında Yeni Bir Aşama
Savaşın Rus topraklarına doğru genişlemesi Ukrayna'daki savaşın yeni bir aşamaya geçmesi anlamına geliyor.
6 Ağustos Salı gününden bu yana Ukrayna birlikleri Rusya sınırını geçerek Rusya'daki savaşta yeni bir cephe açtı. En az üç Ukrayna tugayı ve çeşitli taburlar savaşa dahil oldu ve ilerleme Rus topraklarının yaklaşık 30 kilometre içine kadar ulaştı. Bu, savaşın yeni bir aşamasının başlangıcına ve dünya savaşı tehdidinin önemli ölçüde yoğunlaşmasına işaret ediyor.

İKTİDARIN BÜYÜK YALANI: “HİÇ KİMSENİN YAŞAM TARZINA KARIŞMIYORUZ.”
Genel olarak tüm siyasal İslamcıların, ama özel olarak da İslamo-faşist Erdoğan ve iktidarının, başvurduğu en kullanışlı “idare etme” araçlarının ilk sırasında hiç kuşkusuz ki dinlerince de serbest sayılan takiyedir. Yani amaçlananı gerçekleştirebilmek için, gözünü dahi kırpmadan YALAN SÖYLEMEKTİR.

Belliki sol-sosyalist eski nostaljik söylemlerin tekrarı bugün artık kitlelerde herhangi bir karşılık bulmuyor!
Geçenlerde, “dini bütün” olarak tabir edilen kesimlerden bir ahbabımla, “ne olacak bu memleketin hali” kıvamında sohbetteyken, şöylesi bir cümle kurmuştu: “Abi benim anlamadığım, bunca açlık, yoksulluk, işsizlik ve zulüm varken, yani koşullar aslında tam da siz devrimci solcuların kolayca taban bulmanıza ve kitleleri harekete geçirmenize ve hatta devrim bile yapmanıza bunca uygunken; bu derece atıl ve etkisiz olmanız, sence normal mi?”

KADINLARIN BİRLİĞİ | Kadınların Irkçı Hareketlere Katılımı: Karmaşık ve Çok Boyutlu Bir Gerçeklik -1-
Emperyalistler arası çelişkiler derinleştikçe, ekonomik kriz ağırlaştıkça vb. bu sistemin sarıldığı en temel dayanaklardan birinin ırkçılık-faşizm olduğunu biliyoruz. Zira bunun, sistemin alametifarikalarından biri olduğunu birçok -acı- deneyimiyle elbette biliyoruz. Şu anda yine tam da böyle zamanlardan geçtiğimizi söylüyoruz. Bu tehlikeye dair önlemler almaktan bahsediyoruz, özellikle Avrupa’da ırkçı partilerin yükselişini izlerken, Avrupa Parlamentosu’ndan çeşitli Avrupa ülkelerinin kendi seçimlerine odaklarımızı çeviriyoruz vs.