Disiplin anlayışımıza eleştirel bir bakış – I
Aslında bu konuyu yıllar önce kaleme aldığım “Dersim Dağlarında” ve “Mao Zedung Değerlendirmeleri” isimli kitaplarımda, yaşanan somut örnekler üzerinden irdeleyip, kendimce, genel yaklaşımın ne olması gerektiğini, özlü bir perspektif olarak ortaya koymuştum. Ancak ne var ki bu kitaplarda ki tüm diğer konular olduğu gibi, bu konu da ‘meşru muhatapları’ olması gereken kişi ve yapılarca; ‘üç maymun’ seçeneğiyle karşılanmaya devam ediyor.
Normalde ne beklenir? Mevcut görüş ve ele alışlara getirilen köklü ve esaslı eleştiriler es geçilmeyip, tam aksine ideolojik siyasi mücadele adına, canlı-geliştirici tartışmalar vesilesi yapılarak; daha doğruya ulaşmak hedeflenir.
Ama maalesef ‘meşru muhataplar’ bunun yerine es geçmeyi, sorunları çözmeyi değil, üstünü külleyerek geçiştirmeyi tercih ediyorlar.
Galiba bu, yeni dönem ve jenerasyonunun ‘iki çizgi mücadelesi’ne kazandırdığı yeni ve farklı bir boyut olsa gerek.
Fakat besbelli ki bu, kesinlikle çürütücü bir tarz olduğundan; biz ‘eski’ tarzda ısrar edecek ve muhataplarımızı buna uygun davranmaya zorlamaya devam edeceğiz.
İşte bu anlayışla; parti ve sınıf saflarında geliştirici-dönüştürücü bir ideolojik-siyasi mücadele açısından ‘olmazsa olmaz’ olan iki çizgi mücadelesinin özgün dinamiklerinden biri olan “disiplin anlayışı” sorununu tekrardan gündeme getirmek istedim.
Konuyu, “Dersim Dağlarında” kitabımda, yaşanan iki farklı olay somutunda ele alıp sorgulamıştım. Buraya oradan aktarma yapacağım. Ancak biraz uzunca bir yazı olduğundan, iki bölüm şeklinde sunacağım sizlere.
I.Bölüm:
Bir Parti organı toplantısında, Ali Haydar’ın yine böylesi manyakça buyruğuyla, Nuray’a üst aranması dayatılır. Tabii Nuray buna şiddetle itiraz eder ve üstünü aramalarına izin vermez. Bunun üzerine, Ali Haydar başta olmak üzere, birkaç kişi üzerine çullanıp, fiilen hırpalarlar… Ve o Parti organı resmiyeti ortamında, Ali Haydar Nuray’a şu sözleri sarf eder / sarf edebilir:
“Sen fazla ileri gidiyorsun. Çok dik başlılık yapıyorsun. Bu iyi değil, ayağını denk al! Almazsan, seni ve Zeynel’ini tüp deposuna kapatırım. Bugüne kadar sen onun altına yatıyordun, orda onu alta seni üste yatırır, öyle bağlarız birbirinize”!
Evet, ‘çirkefliğin dibi’ diyebileceğimiz bu kadarını dahi yapabildi. Ve burada tabii aslında daha da vahimi, Ahmet yoldaş ile birlikte andığım o az sayıdaki yoldaş dışında, diğer Partililerin hiçbirinden çıt çıkmamasıdır!Ahmetgilin yaptığı ise, sadece şiddetle protesto edip, eleştirmekten ibaret! “Bu sapkın, aşağılık zatın sorumluluğunda sürecek olan organ toplantı ve çalışmalarına katılmayacağız!” diyemiyor, böylesi fiili bir tavrı olsun dahi, geliştirmiyorlar.
Hele o kadın üyelere ne demeli? Hiç olmazsa, hemcinsleri Nuray üzerinden kadına yapılan bu aşağılanmaya tepki koymaları beklenirken, ama maalesef bunu olsun yapmıyorlar.
“Yapamıyorlar” demek gerekir aslında; doğrusu bu! Çünkü ‘disiplin anlayışımız’ adına empoze edilen “kör disiplin” anlayışıyla, ‘komünist bireyler’ olarak addettiğimiz insanlarımızın beyin ve iradelerini, doğrudan kendi ‘eğitim’ marifetimizle, kötürümleştirmişiz. Bilinç ve vicdanlarıyla yanlış olduğunu bilseler de orada ona karşı çıkmanın, Parti yararına olmayacağına inandırmışız. Susmaları, tepkilerini dışa vurmamaları, aslında önemli oranda da bundan ötürüdür.
Maalesef ki onları bu duruma düşüren şey, onlara bellettiğimiz, “kör disiplin anlayışı”na kolaycacık evriliveren değer yargılarımızdır. Genelleyerek diyoruz ki: “Yanlış da bulsan, eleştiri hakkını saklı tutarak, üstün kararlarına uyacaksın”, “ast üste tabidir”, “ast, üstün kararlarına uymak ve onları uygulamak zorundadır” vs. vs.
Fakat bunu yaparken; bütün bunların, mutlak şeyler olmayıp, koşullu şeyler olduğunu öğretmeyi es geçiyor, bu kısmı eksik bırakıyoruz. Demiyoruz ki; sınıf mücadelesinin en çetin haliyle sürdüğü Parti içinde, disiplin ve hukuk gibi şeyler sınıf mücadelesi üstünde ve dışında, “kutsal” ve “mutlak” şeyler değillerdir. Dolayısıyla da “mutlak” disiplin anlayışının yol açtığı; “her koşulda ve her ne olursa olsun üstün kararlarına uyacaksın!” şeklindeki bir genel disiplin kural ve anlayışı, sınıf mücadelesinin doğasına aykırıdır. Sınıf mücadelesi koşullarında proletaryanın disiplini, koşullu olmak zorundadır. Hiçbir üst organ (ya da kişi) kararı, en başta ML ilkelere, Partinin genel iradesinin ifadesi olan kongre kararlarına, Partinin genelprogram ve ilkelerine ve genel işleyiş ve tüzük kurullarına, bunları aşan, hiçe sayan veya boşa çıkaran bir öz ve biçim serbestisine sahip olamaz!
Üstün kararları, her şeyden önce, bütün bunlardan meşruiyet koşulu almak zorundadır. Bu meşruiyeti almayan hiçbir üst organ (veya kişi) kararı meşru olamaz! Meşru olmayan hiçbir kararın da bağlayıcılığı olamaz!
Bir komünist her şeyden önce; genel ilkelerimizi, genel teorimizi, genel programımızı, kongre kararlarımızı, genel işleyiş ve tüzük normlarımızı baz alır. Üstün kararlarını, bunların kantarına vurarak, meşru olup olmadığını ölçer. Meşru olmayan kararlara uyma değil, uymamak gerektiği bilinci ve sorumluluğuyla hareket eder.
Üst organlar (veya kişiler) veya yönetim erkini elinde bulunduranlar, asla sınırsız bir yönetim gücüne sahip olamazlar. Sınırsız bir güç ve kudretin sahibi gibi, astığım astık, kestiğim kestik tutum ve yaklaşımlar içinde olamazlar. Bilmeli ve idrakinde olmalılar ki yetki ve yönetme gücünü ML ilkelerimizden, kongre kararlarımızdan, Parti program ve ilkelerimizden, genel işleyiş normlarımızdan ve tüzük kurallarımızdan almayan hiçbir karar ve buyruğun bağlayıcılığı olmayacaktır.
Üst organ (veya kişiler) bilmeli ve idrakinde olmalılar ki karar ve buyrukları, ancak ki bu meşruiyet sınırları içinde olma koşuluyla bağlayıcı olabilir…
İşte böyle olması gerektiğinden ötürü; üst organ (veya kişilerin) görüş ve kararlarına karşı körlemesine bir itaat içinde değil, meşruiyetini sorgulayıcı bir tutum içinde olmak gerekiyor; Proletaryanın disiplin anlayışı budur, dememişiz, üste karşı bu meşru zeminde durup, sorgulayıcı olmaları gerektiği bilinciyle eğitmemişiz onları. Böylesi bir karşı koyma kültürüyle donatmamışız insanlarımızı.
Haliyle de bu bilinç ve kültürün olmadığı yerde; “üstün kararları bağlayıcıdır”, “yanlış da bulsan, eleştiri hakkın saklı olmak kaydıyla uygulamak zorundasın”, “ast üste tabidir” vb. vb. gibi genel ve mutlak hüküm karakterli argümanlar ile şekillendirilen beyinlerden, boyun eğme tutumu dışında başka bir duruş ve tutum beklemek, herhalde ki gerçekçi olmaz, değil mi?
Gerçekçi olmayacağı için de orada bu alık-saçmalıkları “disiplin” adına sineye çeken sıradan Parti üye ve aday üyelerine söyleyebileceğimiz pek fazla bir sözümüz de olamıyor.
Ancak, sınıf mücadelesinin tüm şiddetiyle Parti saflarında da süreceğinin bilincine sahip diğer bir kısım yoldaş için aynı toleranslı yaklaşımı gösterme, pek de isabetli olmayacaktır. Hele ki adamların ne yapmaya çalıştıklarını ve niyetlerinin açık bir şekilde Parti yönetimini ele geçirmek olduğunu, “baharda defterinizi düreceğiz” lafının tamamen bunun bir ifadesi olduğunu, dilim döndüğünce anlatmama ve onların aleni tüzük ihlalleri karşısında, kendilerinin, tüzüğün sağlamış olduğu meşruiyet zeminini cesaretlice kullanarak, dayatılan anti demokratik ve gayrı meşru karar ve uygulamalarıreddetme, onlara uymama tutumu takınmalarını salık vermeme rağmen, güçlü durup, bütün bunlara karşı bayrak açıp, Parti organında cepheden mücadele etmelerini, diğer Parti üyelerini ve savaşçı yapıyı bunlara karşı koymaya çağırmalarını vs. vs. önermeme ve bütün bunları defalarca kez anlatmama rağmen, ancak ne var ki o yoldaşlar içinde belirleyici pozisyona sahip Ahmet yoldaşı, ifrit olduğum şu tutumundan vazgeçirmem mümkün olamadı (tabii mümkündür ki yeterince ikna edici veya ısrarcı da olmamış olabilirim):
“Ama yoldaş böyle yaparsak, zaten bahane arayıp duran adamların eline koz vermiş oluruz. İlişkileri koparıp bizi tecrit ederler. Oysa şu yaptıklarıyla Parti hukuku karşısında suçlu durumundalar. Sabırlı davranıp, üst organlar nezdinde bunların hesabını sorabiliriz. Şu an onların eline, ilişkileri koparıcı ve bölünme yaratıcı fırsatlar vermeyelim”.
Belki başka koşullarda, farklı güç dengeleri ve dinamiklerinin söz konusu olduğu bazı hallerde böyle davranmak akıllıca olabilirdi. Ancak ne var ki bu yaklaşım kesinlikle o sürecin gereksinimini duyduğu yaklaşım değildi. Bu yaklaşım, tipik olarak, edilgenliği dayatan ve daha daönemlisi geriye dönüp, hesap sorup, telafi etmenin koşullarının olmayacağının güçlü emarelerinin söz konusu olduğu, yani adamların zaten koparıcı ve bölücü olmayı göze alarak, hatta bir bakıma bunu teşvik de ederek, aleni bir tasfiye ve ele geçirme fiili içinde bulundukları bir gerçeklik içinde; karşı tarafa olabildiğince hareket serbestisi tanıyan bariz, “ortacı”/“merkezci” bir tutumdu. (…)
Yaşanagelenler, şunu ta o günlerden kafamda netleştirmişti: Baş- ta Parti tüzüğü olmak üzere, “mutlak/kör disiplin” sonucuna vardıran mevcuttaki disiplin anlayışımızın, Parti içi sınıf mücadelesinin doğasına ve diyalektiğinin özüne uygun olacak şekilde yeniden formüle edilmesi kaçınılmazdır.
Örgüt-birey, yöneten-yönetilen, üst-ast ilişki diyalektiği, mutlak ve körlemesine itaat etme sonucunu doğuran döngüden çıkarılmak zorundadır. Çünkü bu döngü sınıf mücadelesinin doğasına uygun olma- yan, sınıf mücadelesinin dinamiklerini içten kötürümleştiren, “disiplin” kılıcıyla onları edilgenleştiren, kayıtsızlaştıran, bunu kanıksatıp ‘olağanlaştıran’; diğer bir kısmına ise alabildiğine serbesti tanıyan, adeta astığım astık, kestiğim kestik tutumlar içine girmelerine olanak tanıyan, keyfi ve bir nevi totaliter yönetim tarzlarının ortayaçıkmasını kolaylaştıran bir karakter taşımaktadır.
Parti ve devlet iktidarını ele geçirenlerin sonsuz ve ama özellikle de keyfi yönetim gücü edinmesinin önüne geçebilmek, ancak ki gerçek iktidar gücü ve yetkisinin tabanın ve kitlelerin elinde olmasıyla ve bunun sıkı denetim ve sınırlama mekanizmalarının oluşturulup işlevli kalınarak güvenceye alınmasıyla mümkün olabilecektir.
Tarihin tecrübeleriyle biliyoruz ki dizginleri, hizmetinde olduklarının eline sıkı sıkıya verilmeyen “halkın hizmetkârı” azınlık yönetici zümre, “yönetici konum” da olmanın doğal, kendiliğinden döngüsü içinde, çok da kolay bir şekilde, hem de sandığımızdan da çok daha kolay bir şekilde, hizmetinde olduklarının “efendisi” haline gelmeleri önlenemeyecektir.
Ve proletarya, kendi öncü örgütü içinde bir kez iktidarı yitirmeye başladı mıydı da devrim kervanının, emin adımlarla nihai hedefine doğru yol alması asla mümkün olamayacaktır. Devrim kervanının yola devam edebilmesi ancak ki devrimin öncü kurmay heyetinin tekrardan kazanılmasıyla, yani Parti iktidarının tekrardan komünistlerin eline geçmesiyle mümkün olabilecektir. Bunun için belki de tıpkı BPKD gibi, üst yapısal devrimler gerekecektir. Yani proletarya, kendi öncü kurmayı Partide yitirdiği iktidarını, şu veya bu şekilde ve ama elbette ki meşru zeminde kalarak, yeniden ele geçirmek zorundadır.
BPKD gibi muazzam bir mirası sahiplenen ve bunu proletarya diktatörlüğü sistemi altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesinde ML teoriye yapılmış önemli teorik bir katkı olarak değerlendirenlerin kendi somutlarında sınıf mücadelesini böylesine mutlak kör itaat sonucunu doğuran bir disiplinin iç işleyişinin tutsağı yapmaları, kabul edilemez, ironik bir açmazdır.
Her biri sınıf mücadelesinin doğrudan öznesi olması gereken komünist Parti üyelerinin böyle çok kolay ve oldukça yaygın ve yoğun bir şekilde “ben bilmez merkez bilir” yabancılaşması içinde hareket eder hale gelmeleri ve böylesine “ortacı”/“merkezci” bir oportünizme düşmeleri aslında tesadüfi ve bir ‘kişisel tercih’ meselesi değildir. Bunlar, daha ziyade, bir sürecin ortaya çıkardığı, şekillendirdiği sonuçlar olsa gerek.
Velhasıl o kış boyunca orada, Kontra Nihat’ın rezil bir piyonu durumuna düşmüş olan Ali Haydar, atını dilediğince koşturup durdu. Parti organı bileşenlerinin çoğunluğu, maalesef ki dönen dolapların, kurulan tuzakların ve kotarılmaya çalışılan darbenin ayırdında değillerdi. Bunlar, maalesef ki bildik o lanet malum; “Ben bilmez merkez bilir, onlar ne derse o olur. ‘Emir demiri keser’” vari bir tevekkül içindeydiler. Üst organ üyesi olan ve bu sıfatıyla da o kesitte partiyi temsil ettiği için, sorgusuz sualsiz inanıp güvendikleri “önder”lerinin dediklerini, adeta kutsal bir görevi yerine getirircesine bir itaatle, kabulleniyor ve gereğini de yerine getiriyorlardı. Öyle ki adeta, kazanılmış “hazır kıtalar” olarak rol oynuyorlardı. Ali Haydar da ‘sürü’ madundaki bu “çoğunluk”un kendisine kazandırdığı ‘demokrasi’ kisveli gücü, bizi sindirmenin bir aracı olarak kullanmakta ölçü tanımıyordu.
Halil Gündoğan
Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.
Son Haberler
Sayfalar
Güzel insanların ardından kurulan her cümle yetersizdir…(İsmail Cem Özkan)
Şimdi anıları olanlar hemen anılarını paylaşmayacak, zamanı gelince yazarlar ya da anı kitabı yapılacaksa oraya bir kaç kelime bırakacaklardır ama popüler olanı yapacaklar yani varsa birlikte çektikleri/ çekildikleri fotoğraflarını paylaşacaklar...
Turan Eser benim geçmişi (artık geçmiş oldu, zamanda üzerine eklenince) uzun bir sancılı dönemin dostluğuna dayanıyor...
Emperyalizm Üzerine Notlar-6
13-15 Eylül 2024 ICOR Uluslararası “Lenin’in Öğretileri Yaşıyor” Semineri 1. Gün
Giriş: Almanya’nın Thüringen Eyaleti’ndeki Truckenthal’da 13-15 Eylül 2024 tarihleri arasında ICOR’un, Lenin’in 100. ölüm yıldönümü anısına, ”Lenin’in Öğretileri Yaşıyor” adı altında uluslararası büyük bir seminer yapıldı. Bu seminer’de “Lenin ve Emperyalizm” başlıklı 1. bölüm’de ben de bir sunum yaptım.
Rothe Fahne (Kızıl Bayrak) dergisinden kısa bir bilgilendirmeyi buraya alıyorum.
Erdoğan ve cumhur ittifakı’nın hazırlıkları iç savaş odaklıdır!
İçinden geçilmekte olan sürecin bu ayırt edici özelliği, rejimin ne kadar da kırılgan bir durumda olduğunun, çıplak bir ifadesi olarak da okunabilir elbet.
Serdareme, Caneme, Hevaleme…
Her devrimci değerlidir. Ancak bazıları istisnadır. Yaşam ve duruşlarıyla, söz ve eylemleriyle derin izler, unutulmaz anılar geride bırakır. Geçtikleri her yerde devrimin, özgürlüğün dinmeyen esintilerini bırakır. Devrimcilerin değerlerini belirleyen her daim hatırlanan pratik ve eylemleri ve yazdığı unutulmaz eserleridir. Serdar Can yoldaş her ikisini de doğru yapmaya çalıştı. Hem devrimin kalemini hem de devrimin silahını iyi kullandı. Hem de en geç yaşlarında.
Erdoğan yeni anayasa istemi ne tür bir ihtiyacin ürünü ?
Siyasal İslamcı din bezirganı Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, özelliklede son yerel seçimlerde uğradığı ağır hezimetin ardından, adeta gün aşırı bir sıklıkla, toplumun artık yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu dilendirmekte. Bu demek oluyor ki Erdoğan’a göre, 22 yıllık iktidarları döneminde yeni bir anayasa, toplumsal bir ihtiyaç haline gelmemiş. Gelse, ille ki o zaman da bunu gündeme taşır ve çözmek isterdi, değil mi? Peki şu son dört-beş aylık zaman diliminde ne oldu da birdenbire acil bir ihtiyaç haline geldi?
Asıl Olan, Örgütlü Yığınların Mücadelesidir
Çağımız, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Yaşanan tüm değişimlere, ideolojik anlamdaki çürüme ve yozlaşmaya rağmen işçi sınıfının ezen ve ezilenler mücadelesindeki tarihsel misyonu hala gerçekliğini korumaya devam ediyor.
Yaşanmakta olan, ikili hukuk denkleminde,bir ara rejim midir?
Resmi adıyla, “Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi”ne, günlük kullanım diliyle “tek adam diktatörlüğü”ne geçişle birlikte ve özellikle de ırkçı faşist-kontra bir odak partisi olan MHP katılımıyla oluşturulan “Cumhur İttifakı” iktidarı altında; sistemin, Anayasasında kendisini tanımlaya geldiği ve iyi kötü ve de taklidi de olsa, bir şekilde uygulanmaya çalışılan “laik” ve Anayasal “hukuk Devleti” prensipleri, adım adım terk edilmeye başlandı.
Komutan Orhan Cihat Bingöl (Nubar Ozanyan)
Duyduğumuzda inanmakta ve kabul etmekte zorlandığımız şehit haberleri yüreğimizi fena halde acıtsa da ideallerine ve anılarına bağlı kalma, mücadele bayraklarını daha yükseklere taşıma sözü vermeye devam edeceğiz.
Kürt ve özgürlük düşmanları sevinmesin! Hesapsızca toprağa düşen her gerilla Kürdistan topraklarında yeniden doğacaktır. Ve onlar her daim ölümsüzlük içinde çoğalarak büyüyecek birer dağ olup düşmanın üstüne yürüyerek anılacaklar. Ne yaşamları ne toprağa düşüşleri ucuz ve kolay olmayacaktır.
Vitrin olma kız... vitrin olma...
Sen, senle halk arasında artırılan düşmanlığı çözmenin araçlarının neler olduğunu bilmiyorsan...
Şimdi ne kadar güzel olurdu değil mi kız...
ne kadar güzel olurdu...
mecliste, belediye başkanlıklarında bir...
Öyleyse.... öyleye...
Hayeller.... söylemler...
Kitleler...
yüzlerini dahil seçemeceğimiz kalabalıklar...
Gerçekler ise....
Zil zurna, kah kaha atarken sümükleri dahil ağızlarına giren masaları tek tek dolaşarak, mekan yeni insanlar..
Hemi... hemi...
hayat bu... gerçeklik bu ise...
Şeriat ve kadın
Tüm kurumları üzerinden devlet erkine artık tamamen hakim hale geldiğini düşünen siyasal İslamcı Erdoğan iktidarı, dini esaslar üzerinden toplumsal yaşamın yeniden kurgulanması esas hedefi doğrultusundaki ana hamlelerini, “İstanbul Sözleşmesi”ni feshederek, “Her kürtaj bir Uludere’dir”tavrıyla, en nihayetinde vasat ölçüler içinde kadın haklarını belli yönleriyle koruyan “6284 Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası”na ilişkin tutumuyla ve keza “9.
Türkiye ve kuzey Kürdistanlı solculara yönelik bayrak eleştirisi
Kendisi de sol-sosyalist cenahtan olan yazar ve aynı zamanda televizyon programcısı sayın Merdan Yanardağ, on binlerce solcunun, Fransa’da faşistleri yenilgiye uğratarak seçimlerin galibi olan Yeni Halk Cephesi’nin zaferini kutlamak için, ellerinde Fransa bayrağı ile toplaştığı Cumhuriyet Meydanı’nda, coşkuyla Enternasyonal marşını seslendirmelerinden övgü ve gıptayla bahsederken: “Bakın diğer ülke devrimcilerinin kendi ulusunun bayrağıyla bir sorunu yok. Ellerinde Fransa Bayrağı ile hep birlikte Enternasyonal okuyorlar.