Perşembe Kasım 7, 2024

Kolektif çalışmanın önemi üzerine -1-

Kolektifle yürümenin, örgütlü kişiliğin adıdır kolektif çalışma

Kolektif çalışma, kolektivizm üzerine literatürümüzde haylice bir külliyat mevcuttur. Hatta sekizinci oturumun ana gündemlerinden olan kültürel yozlaşmanın alt başlıklarından birini de kolektif çalışmada yaşanan problemler oluşturuyordu. Ancak bu oturumda merkezi düzeyde önem atfedilen konu hakkında kavrayışımızı sorgulamamız gerektiği açıktır. Çalışma tarzımıza ait sorunlar ve bu sorunların ele alınış biçim ve içeriği örgüt olma gerçekliğimizi diri tutması bağlamında tartışmaya değer bir konudur.

Öncelikle meseleyi dar anlamından çıkararak yani kolektif olmayı basit görev paylaşımı olarak görmenin ötesinde ideolojimizle doğrudan alakalı bir konu olarak ve bu konudaki her problemin ideolojik duruşumuzun bir yansıması olduğunu anlayarak başlamamız gerekir. En kaba haliyle kapitalizm, bireyi ön plana çıkarırken ve birey üzerinden rekabete dayalı insan ilişkilerini kutsarken Marksizm, bireyi toplumsal hareketin bir parçası olarak değerlendirir. Yani üretim biçimi ve bundan doğan insan ilişkileri, bireyin davranışları üzerinde belirleyici etkiye sahiptir. Örgüt faaliyeti de siyaseten bir üretim faaliyetidir.

Siyasetin üretilme biçimi, çalışma tarzımızı doğrudan etkileyen etkenlerin başında gelmektedir. İdeolojik duruş tam da burada tek tek her bireyin bu üretime nasıl ve hangi biçimde katıldığı ile doğrudan alakalıdır.

Mesele, siyasetin kendisinin ne olduğundan önce nerede, nasıl ve kim için yapıldığı ile ilgilidir. Sınıfsal bir konumlanma, o sınıfın karakterini yansıtması anlamında zorunludur. Herkes konumlandığı yerden sınıf mücadelesine dahil olmakta, devrimci  kimliğini ortaya koymaktadır. Devrimcilik soyut bir kavram değildir. Soyut bir kavram olmadığı gibi devrimcilik yapmanın tek bir çeşidi de yoktur.

Bu konuda ülkemiz geniş bir yelpazeye sahiptir. Onlarca örgüt veya hareket devrimcilik iddiası ile sınıf mücadelesi içerinde konumlanmış bulunmaktadır.  Her örgütün devrimciliğin yapılış biçimine dair kendine has bir yaklaşımı ve tanımı bulunmaktadır. Bu bağlamda bizim de devrimciliği tanımlama ve yapış tarzımızın bize has özellikler taşıdığı ve öyle olmak zorunda olduğu bir gerçektir. Bizimle diğer anlayışlar arasındaki farkı ortaya koyan şey, tam da sahip olduğumuz dünya görüşüdür. Yani MLM’yi kavrama ve uygulama düzeyimizdir.

Genel olarak devrimcilik, değişme ve değiştirme isteminden doğan bilincin eylemle yaşam bulmasıdır. Değişme ve değiştirmenin ne olduğu ve neye dönüştüğü, devrimciliğin karakterini belirler. Bu açıdan nasıl bir devrimcilik yaptığımız sorgulanmaya-incelemeye muhtaç bir konudur. Devrimcilik, bir iddia işidir. İddialı olmak iyi bir şeydir.

Yalnız, iddianın kendisi de bir amaca bağlanmak zorundadır. Geleneğimiz kuruluşundan itibaren komünist kimliğini açıkça deklare etmiş ve komünizmi hedefleyen bir çizgiyi kendisine rehber kılmıştır. Komünizm mücadelesi, keskin sınıf ayrımları içerir; sınıf mücadelesinde sınıfları hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde tanımlar ve buna uygun net refleksler geliştirir. Sınıf mücadelesinin ideolojik cephesinde proletarya diğer ideolojilerle hiçbir muğlaklığa yer bırakmayacak şekilde uzlaşmaz bir mücadele ve karşıtlık içerisindedir.

Bu savaşta proletarya, en çok da küçük burjuva ideolojisi ile yüzleşmek zorundadır. Çünkü küçük burjuva ideolojisi, ikili bir karakter taşır ve çok rahat biçimde komünist kılığına bürünebilir.

Bu açıdan, proleter devrimcilikle küçük burjuva devrimciliği arasındaki ayrım çizgilerimizden biri çalışma tarzımız olmalıdır. Çünkü çalışma tarzımız aynı bileşenlerde yer aldığımız yoldaşlar veya astımız olan yoldaşlarla kurduğumuz ilişkilenme biçimini yansıtır. Bununla birlikte nasıl bir dünya istediğimiz, iş yapma tarzımızda görünür hale gelir.

Kolektif çalışma yaşayan ruhtur…

 

Kolektif olmak nedir? Kolektif düşünmek, kolektif yaşamak vb. sorular çoğaltılabilir. Kendimize bu soruları sorduğumuzda karşımıza ilk elden çıkan şey, düşünme ve değerlendirme tarzımız olmaktadır. Yani yaptığımız işe, birlikte çalıştığımız yoldaşlara, kurumumuza ve halka kadar geniş bir yelpazede cisim bulan düşünce sistematiğimizle karşılarız. Örgüt olma gerçekliğimiz, bu sorulara içtenlikle vereceğimiz yanıtlara bağlıdır. İçtenlik, öncelikle kendimize karşı objektif olmayı gerektirir.

Hele ki bulunduğumuz faaliyetlerde yönetici pozisyonundaysak yoldaşlardan önce kendimize karşı duyduğumuz sorumluluk içten ve samimi bir devrimciliği şart koşar. Sorumluluk gerçeği ve gerçekliği olduğu gibi paylaşmaktan ve hiçbir çekinceye yer bırakmayacak şekilde ifade etmekten geçer.

Bu neden gereklidir? Yönetici olmak bir dizi görev ve sorumluluğun yanında ayrıcalık da tanır. Burada en önemli ayrıcalık, bilgiye herkesten önce ulaşma, sahip olma ayrıcalığıdır. İşleyiş gereği, bunun doğal bir yanı vardır fakat bizim açımızdan problemli olan, bu bilginin aynı zamanda bir güce dönüşmesi ve bunun yoldaşlar üzerinde bir iktidar aracı olarak kullanılmasıdır.

Kolektif çalışmanın önündeki önemli engellerden biri öncelikle budur. Herhangi bir faaliyet süreci örgütlenirken ya da o faaliyetin akışı içerisinde kolektif tarzda kararlar alabilmek için faaliyet bileşenlerinin ayrıntılı bilgiye sahip olması gerekir. Burada tek tek fikirlerin ne olduğu çok önemli değildir. Sorun, faaliyet hakkında gerekli bilgiye sahip olanların -genellikle yönetici pozisyonda olanların- faaliyet tartışılırken bilgiyi kendine saklaması ve tartışmalarda kendi istediği doğrultuda bu bilgiyi kullanmasıdır.

Herhangi bir yoldaş, bir fikir ileri sürdüğünde söyleyeceklerini söyledikten sonra “şöyle şöyle şeyler var”, “şu olanaklarımız var, dezavantajlarımız bunlar”, “böyle böyle gelişmeler oldu” gibi başta yoldaşlara açılmayan bilgilerin kullanılması tam da kurulmaya çalışılan egemenlik ile beraber yoldaşların düşüncelerine ve kolektif akla nasıl bakıldığını, yaklaşıldığını gösterir. Böylesi toplantılarda çıkan kararların ortak bir düşünüş ve değerlendirmenin ürünü olduğu söylenebilir mi? Ya da herkesin eşit başlamadığı bir tartışmada herkesin o kararları aynı derecede sahipleneceğinden söz edilebilir mi? Yaşamın kendisi bize bunun böyle olmadığını defalarca kez göstermiştir. Burada kararlardan bahsederken tam da politika üretmekten ve geliştirmekten bahsediyoruz.

Bu tarzda gelişim seyri gösteren karar almalarda devamında şöyle tartışmalara sıkça rastlarız: “Yoldaş faaliyeti yeterince sahiplenmiyor, katılımı zayıf, yoldaşın ideolojik sorunları var, onun için faaliyette sorun yaşıyor” vb. Elbette böyle durumlar da vardır. Fakat konumuz özgülünde tartıştığımız kolektif çalışma ve buradan doğru çıkan sorunlar. Kendi düşüncelerini her şeyin merkezine koyan bir bakış açısının kendi dışındaki düşüncelere gereken değeri verdiği söylenemez. Öncelikle orada yoldaşları küçümseme vardır. Yönetici olmanın getirdiği mutlak doğru olma havası ne yazık ki güçlü şekilde saflarımızda mevcuttur.

Bu durum bakış açısı olarak itimini öznelcilikten alırken örgütsel ilişkilerde bürokrat-kibirli bir tarza işaret etmektedir. Bürokratizm en kaba haliyle kitlelere-yoldaşlara güvenmeme, onlara tepeden bakma halidir. Devamında bu tarz ele alış, faaliyetin seyri içinde çıkacak ve çıkması muhtemel hata ve yetersizliklerin sorumluluğunu almadan kaçmanın da yöntemlerinden biridir. Genelde yetersiz bilgi ve tecrübe ile işe başlayanların hata yapma potansiyeli daha fazladır.

Çoğu zaman yoldaşlarımız gereken bilgi ve tecrübeyi doğrudan pratiğin içinde, kendi başına kazanmaktadır. Buraya gelene kadar çokça hata yapmakta ve bazen de geri çekilmektedirler. Böylesi durumlarda yine hata ve yetersizliklerin kaynağını kolektif tarzda tartışabilmek gerekirken tam da sorumluluklarımızı üzerimizden atmamızın bahanesi haline gelebiliyor durum. Tartışma derken, bir konu hakkında gerekli bilgi, yeterli kavrayışa sahip olmayan yoldaşların kavrayışını derinleştirecek, konu hakkında gerekli bilgiye ulaşmasını sağlayacak tartışmalardır söz konusu olan. Yoksa “sen bunu niye yapmadın”la başlayan tartışmaların devamından sağlıklı sonuçlar beklenmemelidir.

Burada daha fazla anlaşılması için şunun altını çizmekte fayda var; Ortak tartışma derken herkesin aynı düşünmesinden ya da aynı şeyleri ifade etmesinden bahsetmiyoruz. Olgunun herkesçe bilinebilir olmasından bahsediyoruz. Çok doğaldır ki, herkesin kavrayışı arasında fark vardır. Ya da bir dizi etken bir şeyi değerlendirirken devreye girmektedir. Tek tek her bireyin sınıfsal kökeni, iddiası, kavrayışı vb. bir dizi ideolojik duruşa tekabül eden sorun karşımıza çıkabilmektedir. Önemli olan, farklı olanı karşılama biçimimizdir.

Herkes baktığı şeyden aynı şeyleri görmeyebilir. Görülmeyeni göstermek, aynı zamanda göremediğimiz şeyler karşısında gösterilene doğru bakmak ortak bir ruhun yaratılması açısından çimento işlevi görmektedir.

Diğer  bir mesele  birlikte faaliyet yürüten yoldaşların birbirileri ile kurduğu ilişkilenme biçimidir. Öncelikle şu bozuk ve bir o kadar da tehlikeli tarzı belirtip altını kalın çizgilerle çizelim. Bir faaliyet içerinde ikiden fazla kişi bulunuyorsa faaliyetin yetersizliklerinin üzerine yıkılacağı bir “günah keçisi” illa ki vardır. Ya da bizim kavrayışımız sorunu getirip bu noktaya kilitliyor demek daha doğrudur.

Faaliyet içerisinde bir-iki yoldaş birbirleri ile “daha iyi” anlaşabiliyorken üçüncü, dördüncü yoldaşlar genelde “anlaşamadığımız” yoldaşlar haline gelebiliyorlar. Faaliyet içerisinde bu yoldaşlar kendi aralarında daha fazla ilişkilenip yoğun fikir alışverişinde bulunup tecrübeler aktarılırken diğerleri ile toplantı “resmiyeti” sınırlarını aşmayan bir yaklaşım benimseniyor.

Yoldaşlar arası ilişkileri zedeleyen, birlikte yürüme iradesini körelten bu düşünce-anlayış ve yaklaşımın temelinde darbeci zihniyet vardır. Parti bilinci zayıf, örgüt olma gerçekliğini kavramamış bireylerin burjuva ahbap çavuş ilişkilerini saflarda yaşama hali, yozlaşma ve çürümenin temel göstergelerinden biridir. Sorunlar tartışılırken de aynı düşündüğünden değil yalnızca araları iyi olduğu için birbirini savunan, birbirinin eksiklerine göz yuman, “beğenmediğimiz” yoldaşımız bir diğerini eleştirdiğinde onu susturan ama kendi aralarında bir diğeri hakkında uluorta konuşmaktan çekinmeyen, örgütlü-örgütsüz çevrelerde dedikodu yapmakta bir sakınca görmeyen, onu kötüleyen vb. Kısaca bizi bize yabancılaştıran ilişkilenmeler, öncelikle partinin sınıf mücadelesi içerisindeki gücünü zayıflatmaktadır.

Yoldaşlar arası dayanışma, birlikte iş yapma kültürü kazanmak bir erdem değildir. Devrimci olmanın ve iddialarımızın temelini sağlamlaştırmanın gereğidir. Birbirimizin güçlü yanlarını birlikte omuzlayabiliyorsak aynı şekilde zayıflıklarımızı da birlikte aşabilecek bir bilince ulaşmamız gerekir. Bir yoldaş eğer bizim yanımızda yücelmiyor tam tersine yaşamdan-sınıf mücadelesinden uzaklaşıyorsa orada yoldaş olmaktan bahsedemeyiz. Yoldaş her şeyden önce yanı başındakinin devrimciliğini büyütüyorsa yoldaştır.

Kuşkusuz yoldaşlar arasında birbirinin kimi özelliklerini beğenmeme halleri vardır, olacaktır. Bizim karşımızdaki yoldaşımızın kimi yanlarını beğenmeme durumumuzun olduğu gibi karşımızdaki yoldaşımızın da bizim kimi özelliklerimizi beğenmeme durumunu kabul etmek gerekir. Yoldaşımızın olumsuz olarak değerlendirdiğimiz yönlerine ne kadar tahammülsüzsek onun da bizde gördüğü olumsuzluklara karşı hoşgörülü, anlayışlı olmasını bileceğiz. Aksi takdirde yoldaşlar arası dayanışma ve birlikte iş yapma kültürünü ortadan kaldırırız. Sonrası yalnız kaldığımızda ağlamanın sızlamanın ve gidene lanet okumanın bir faydası olmayacaktır.

Çalışmalarımızda kolektif bir tarz yaratacaksak, yanı başımızdaki yoldaşımıza bakmak ve o çalışmada ne kadar örgüt yarattığımızı sorgulamalıyız. Eğer faaliyetimizde öyle ya da böyle işlerimizi yapmış fakat oradan daha güçlü bir örgüt yaratamamışsak, faaliyetin kazanımları uzun ömürlü olmayacaktır. Tarihimiz bir yığın olumlu çalışmanın yanında güçlü bir örgüt yaratamayışımızın trajik hikayeleri ile doludur. O zaman faaliyetimizin sonuçlarını değerlendirirken “ne kadar örgüt olabildiğimizi” esas ölçütümüz haline getirelim. Yani yoldaşlarla yan yana gelme nedenlerimiz güçleniyor mu yoksa zayıflıyor mu? Bunu değerlendirelim. Birbirimizin yanında ne kadar kendimiz olabiliyoruz sorularına yanıt arayalım. Yoldaşına güven duymak, tereddütsüzce omuz başında safa girmek… Güçlü bir örgütten kastımız budur.

Devam edecek. 

25182

Pusula

Pusula

Son Haberler

Pusula

Güzel insanların ardından kurulan her cümle yetersizdir…(İsmail Cem Özkan)

Şimdi anıları olanlar hemen anılarını paylaşmayacak, zamanı gelince yazarlar ya da anı kitabı yapılacaksa oraya bir kaç kelime bırakacaklardır ama popüler olanı yapacaklar yani varsa birlikte çektikleri/ çekildikleri fotoğraflarını paylaşacaklar...

Turan Eser benim geçmişi (artık geçmiş oldu, zamanda üzerine eklenince) uzun bir sancılı dönemin dostluğuna dayanıyor...

Emperyalizm Üzerine Notlar-6

 

13-15 Eylül 2024   ICOR Uluslararası “Lenin’in Öğretileri Yaşıyor” Semineri 1.  Gün

Giriş: Almanya’nın Thüringen Eyaleti’ndeki Truckenthal’da 13-15 Eylül 2024 tarihleri arasında ICOR’un, Lenin’in 100. ölüm yıldönümü anısına, ”Lenin’in Öğretileri Yaşıyor” adı altında uluslararası büyük bir seminer yapıldı. Bu seminer’de “Lenin ve Emperyalizm” başlıklı 1. bölüm’de ben de bir sunum yaptım.

Rothe Fahne (Kızıl Bayrak) dergisinden kısa bir bilgilendirmeyi buraya alıyorum.

Erdoğan ve cumhur ittifakı’nın hazırlıkları iç savaş odaklıdır!

İçinden geçilmekte olan sürecin bu ayırt edici özelliği, rejimin ne kadar da kırılgan bir durumda olduğunun, çıplak bir ifadesi olarak da okunabilir elbet.

Serdareme, Caneme, Hevaleme…

Her devrimci değerlidir. Ancak bazıları istisnadır. Yaşam ve duruşlarıyla, söz ve eylemleriyle derin izler, unutulmaz anılar geride bırakır. Geçtikleri her yerde devrimin, özgürlüğün dinmeyen esintilerini bırakır. Devrimcilerin değerlerini belirleyen her daim hatırlanan pratik ve eylemleri ve yazdığı unutulmaz eserleridir. Serdar Can yoldaş her ikisini de doğru yapmaya çalıştı. Hem devrimin kalemini hem de devrimin silahını iyi kullandı. Hem de en geç yaşlarında.

Erdoğan yeni anayasa istemi ne tür bir ihtiyacin ürünü ?

Siyasal İslamcı din bezirganı Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan, özelliklede son yerel seçimlerde uğradığı ağır hezimetin ardından, adeta gün aşırı bir sıklıkla, toplumun artık yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu dilendirmekte. Bu demek oluyor ki Erdoğan’a göre, 22 yıllık iktidarları döneminde yeni bir anayasa, toplumsal bir ihtiyaç haline gelmemiş. Gelse, ille ki o zaman da bunu gündeme taşır ve çözmek isterdi, değil mi? Peki şu son dört-beş aylık zaman diliminde ne oldu da birdenbire acil bir ihtiyaç haline geldi?

Asıl Olan, Örgütlü Yığınların Mücadelesidir

Çağımız, emperyalizm ve proleter devrimler çağıdır. Yaşanan tüm değişimlere, ideolojik anlamdaki çürüme ve yozlaşmaya rağmen işçi sınıfının ezen ve ezilenler mücadelesindeki tarihsel misyonu hala gerçekliğini korumaya devam ediyor.

Yaşanmakta olan, ikili hukuk denkleminde,bir ara rejim midir?

Resmi adıyla, “Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi”ne, günlük kullanım diliyle “tek adam diktatörlüğü”ne geçişle birlikte ve özellikle de ırkçı faşist-kontra bir odak partisi olan MHP katılımıyla oluşturulan “Cumhur İttifakı” iktidarı altında; sistemin, Anayasasında kendisini tanımlaya geldiği ve iyi kötü ve de taklidi de olsa, bir şekilde uygulanmaya çalışılan “laik” ve Anayasal “hukuk Devleti” prensipleri, adım adım terk edilmeye başlandı.

Komutan Orhan Cihat Bingöl (Nubar Ozanyan)

Duyduğumuzda inanmakta ve kabul etmekte zorlandığımız şehit haberleri yüreğimizi fena halde acıtsa da ideallerine ve anılarına bağlı kalma, mücadele bayraklarını daha yükseklere taşıma sözü vermeye devam edeceğiz.

Kürt ve özgürlük düşmanları sevinmesin! Hesapsızca toprağa düşen her gerilla Kürdistan topraklarında yeniden doğacaktır. Ve onlar her daim ölümsüzlük içinde çoğalarak büyüyecek birer dağ olup düşmanın üstüne yürüyerek anılacaklar. Ne yaşamları ne toprağa düşüşleri ucuz ve kolay olmayacaktır.

Vitrin olma kız... vitrin olma...

Sen, senle halk arasında artırılan düşmanlığı çözmenin araçlarının neler olduğunu bilmiyorsan...

Şimdi ne kadar güzel olurdu değil mi kız...

ne kadar güzel olurdu...

mecliste, belediye başkanlıklarında bir...

Öyleyse.... öyleye...

Hayeller.... söylemler...

Kitleler...

yüzlerini dahil seçemeceğimiz kalabalıklar...

Gerçekler ise....

Zil zurna, kah kaha atarken sümükleri dahil ağızlarına giren masaları tek tek dolaşarak, mekan yeni insanlar..

Hemi... hemi...

hayat bu... gerçeklik bu ise...

Şeriat ve kadın

Tüm  kurumları üzerinden devlet erkine artık tamamen hakim hale  geldiğini düşünen siyasal İslamcı Erdoğan iktidarı, dini esaslar üzerinden toplumsal yaşamın yeniden kurgulanması esas hedefi doğrultusundaki ana hamlelerini, “İstanbul Sözleşmesi”ni feshederek, “Her kürtaj bir Uludere’dir”tavrıyla, en nihayetinde vasat ölçüler içinde kadın haklarını belli yönleriyle koruyan “6284 Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesi Yasası”na ilişkin tutumuyla ve  keza “9.

Türkiye ve kuzey Kürdistanlı solculara yönelik bayrak eleştirisi

Kendisi de sol-sosyalist cenahtan olan yazar ve aynı zamanda televizyon programcısı sayın Merdan Yanardağ, on binlerce solcunun, Fransa’da faşistleri yenilgiye uğratarak seçimlerin galibi olan Yeni Halk Cephesi’nin zaferini kutlamak için, ellerinde Fransa bayrağı ile toplaştığı Cumhuriyet Meydanı’nda, coşkuyla Enternasyonal marşını seslendirmelerinden övgü ve gıptayla bahsederken: “Bakın diğer ülke devrimcilerinin kendi ulusunun bayrağıyla bir sorunu yok. Ellerinde Fransa Bayrağı ile hep birlikte Enternasyonal okuyorlar.

Sayfalar