Cumartesi Mayıs 4, 2024

Solu Liberalleştirmek

 

Sol’u liberalleştirme; onu devrimci özünden kopararak, burjuva düzen içi bir hareket haline getirme ve burjuva sistemine karşı toplumsal devrimci alternatif olmaktan çıkarma çabaları, solun tarihi kadar eskidir. Toplumun burjuva-proleter kampa bölünmesinden bu yana da, burjuvazi, sol’u sol olmaktan çıkarmanın her türlü yolunu denemeye, şiddetin yanında, ideolojik ve siyasal olarak onu yozlaştırmaya özel bir önem verdi. 

Burjuvazinin kendi sınıfsal çıkarları açısından, proletarya sınıfını, baskı ve şiddetin yanında,  ideolojik deformasyon aygıtını çalıştırması doğaldır. Bu emek-sermaye çelişkisinin diyalektik gelişimidir.

Burjuvazi, sol’u liberalleştirmek için devreye toplum içinde ki, özellikle de ara tabakalardan bir çok kesimi devreye sokar. Bunların başında küçük burjuva kesimlerden “aydın”lar gelir. Küçük burjuvazi, büyük burjuvazi karşısında ezilmesine karşın, ideolojik olarak ondan ciddi bir biçimde etkilenir ve burjuvazinin görüşlerini yumuşatarak, “sol” adı altında işçi sınıfı saflarına aktarmaya ve benimsetmeye çalışır. Bu bağlamda, sınıfsal olarak proletarya sınıfının, sosyalizm mücadelesinde dostu olan küçük burjuvazi, buradan hareketle işçi sınıfı içine daha kolaylıkla sızar ve onu ideolojik ve siyasal olarak etkilemeye çalışır. Ve böylece küçük burjuvazi, “sosyalizm” cilalı revizyonist ve reformist görüşlerini işçi sınıfı saflarına aktarır.

Sınıf bilinçli proletaryanın bu tür burjuva görüşlere karşı ideolojik ve siyasal mücadelesi teorik düzlemde önem kazanmaktadır. Ne yazık ki, son yıllarda ülkemizde revizyonist görüşlere karşı idelojik mücadele zayıflamıştır desek yeridir. Bu  mücadelenin boyutu, toplumsal devrimci mücadelenin ivmesiyle doğru  orantılı olarak ilerlemektedir.

Türkiye’de son 40 yıldır Birikim Dergisi çevresi, proletaryanın MarksistLeninistMaoist görüşlerine karşı, yoğun bir mücadele sürdürmektedir. Teorik düzlemde sürdürülen bu mücadele, solu liberalleştirmek amaçlıdır. 1960’larda başlayan ABD ve Avrupa menşeli revizyonist ve burjuva liberal anlayışlar, “sol” adı altında Birikim dergisi tarafından devrimci saflara empoze edilmektedir. Daniel Bell’in “ideolojilerin sonu”, A. Gorz’un “Elveda Proletarya”sı ile devam eden Marksizme karşı cepheden mücadeleler, Birikim Dergisi eliyle ülkemizde yaygınlaştırılmaya ve benimsetilmeye çalışıldı. Elbette, bu  reformist çaba, salt Birikim Dergisi çevresiyle sınırlı kalmadı. Daha geniş bir siyasal yelpazeyi kapsamaktadır. Bunların bütün derdi, işçi sınıfının “devrimci”liğinin kalmadığı ve Marksizmin artık “eski”diği reformist görüşlerin kabul görmesidir.

Buraya kadar, genel bir görünümü kısaca vermeye çalıştık. Daha somuta indirgersek, Gezi (Haziran Ayaklanması)’den sonra, bazı “sol” siyasal yapılarda burjuvazinin beyaz bayrağına karşı varolan hayranlık derecesi ve harareti arttı. Uluslararası alanda işçi sınıfının dünya görüşü Marksizme karşı yürütülen çabalar, ülkemizde bir başka alanda kendini göstermektedir. Proletaryanın kendi bayrağı yerine burjuvazinin beyaz bayrağının altında toplanmayı savunan ulusalcı anlayışlardır. Daha açıkca söylenirse; kemalist cumhuriyet, bizim küçük burjuvazinin hep handikapı olagelmiştir. Bir eli sosyalizmde iken, bir eli de burjuva kemalin eteğinde asılı kalmıştır. Yer yer “sol” damarları kabarırken, yer yer de, koşulların oluşmasıyla beraber kemalist ulusalcı damarları kabarmıştır. Bu konuyu

Kaypakkaya çok net ortaya koymuştur. Bu kısa yazıda bunun tartışmasına, elbette girmeyeceğiz.

“solu tanımlamak” adlı yazısında, TKP’nin yazarlarından Metin Çulhaoğlu, 22.10.2013 tarihli Sol gazetesinde ki köşesinde; 

“Şu “sol” kavramını günümüz koşullarında güncellemeye ne dersiniz? Diye başlamış ve solu kendi bakış açısıyla güncellemiş. Tam da TKP’nin çizgisine ve giderek ulusalcılığa daha yatkın hale gelen yanına göre bir „güncelleme“ yapmış. Elbette, her pratik adımın teorik bir yanı olması gerekiyordu. TKP’nin „teorisyenlerinden“ kabul edilen Çulhaoğlu’da üzerine düşeni „cumhuriyetin 75. yılı“ kutlamalarından beri büyük bir gayretkeşlikle yapıyor. Ama, TKP’nin ulusalcı yanını, daha doğrusu burjuva kemal yanını „sol“ teoriyle cilalayarak, „ulusalcı“ damgası yemekten kurtulmak için de „teorik“ bir temel oluşturmaya çalışıyor.

TKP, elbette şimdilik „sol“ cenahta yer alıyor. Ancak, „gelenek“çi olduğu kadarıyla da revizyonist ve kemalist hayranlığı çukurundan bir türlü kendini kurtarmadığı, daha doğrusu böyle bir niyeti de olmadığı için, her seferinde, „sol“ tarafının yanına bir de burjuva kemalciliği eklemekte bir sakınca görmemiştir.

TKP, devrimcilerle ortak hareket etme yerine, başta kardeş örgütleri Aydınlıkçılar (İşçi Partisi) olmak üzere, CHP gibi egemen burjuvazinin partisiyle birlikte hareket edecek denli „sol“(!) kalmıştır. Taksim Dayanışma‘sının çağrısıyla, kitlelerin  Taksim‘de toplanmasına karşın, kendileri İP ve CHP ile birlikte Kadıköy’de „Gaz Adam Festivali“nde birlikte olmayı yeğlemiştir. Bu bilinçli bir seçimdir. Çünkü, mümkün olduğunca, radikal devrimci kesimlerle ve  Kürt ulusal hareketi ile yanyana gözükmekten, yanyana durmaktan kaçınıyor. Bu kesimlerle ortak hareket etmek yerine CHP ve İP gibi partilerle birlikte hareket etmeyi daha çok tercih ediyor. Böylece, egemen ulus ırkçılarıyla (CHP ve Aydınlıkçılar) birlikte olmayı „sol“ kavramı içine sokabilmiştir. Çulhaoğlu’nun „sol“u „güncelleme“si tam da bunun altını doldurma gayretidir.

„Sol“u daha önceleri Birikim Dergisi yazarlarından Ahmet İnsel „tanım“lamıştı. İnsel’in, „solu tanımlamak“ adlı kitabı, yukarıda adlarını verdiğim Bell ve Gorz’un görüşleri doğrultusunda Marksizme yönelik ideolojik bir saldırıyı içermektedir. Marx’ı, „ekonomizm“le suçlayacak denli yolunu şaşırmış ve idealizmin çukurunda kendine yol bulmaya çalışan küçük burjuva „aydınlar“ımızın imdadına; TKP’nin „teorisyen“leri de, bir başka cepheden, egemen ulus milliyetçiliğinden, „sol“u burjuvaziye yanaştırmak istemekle, yetişiyorlar. Bu iki farklı cephe, kemalizm konusunda anlaşamasalar da, Marksizmi revize etme ve „sol“u, burjuvazinin kabul edebileceği noktaya çekme konusunda birleşiyorlar.

Konuyu fazla dağıtmadan, Çulhaoğlu’nun “güncellemesi”ni buraya alalım.

„Aydınlanmacılık, Emperyalizm Olgusu ve Emek-Sermaye Çelişkisi.“ Çulhaoğlu, „sol“un bunları kabul etmesini istiyor. Bunları kabul edenlerin „sol“ sayılabileceğini belirliyor. Bu belirlemelerle hem fikiriz. Kendine Marksist diyenlerin bunları kabul etmesi gerekir. Ancak, yazarın, burjuva aydınlanmacılığını sol olmanın kıstasları arasına alıp, ülkemizde en önemli sorunlardan biri olan Kürt ulusal sorununu dıştalaması, onun günümüz için artık „geçerli olmadığını“ söylemesi, bir gerçeğin üstünün örtülmesinin terminolojisidir. Yani, kapitalizmin şafağındaki burjuva aydınlanmacılığını sol kıstasın içine alıp, Türkiye ve Kürdistan’da 30 yıldır kendi kaderini tayin hakkını elde etmek için savaşan ve on binlerce ölü veren Kürt ulusal hareketine yaklaşımı „sol“ olmanın kıstasları arasından çıkarmak, tam da burjuva ulusalcılığın, TKP açısından da egemen ulus şovenizmini sahiplenmenin argümanlarıdır.

AKP dinciliğine karşı, alternatif olarak kemalist burjuvazinin, daha bir başka söylemle; geleneksel Türk egemen burjuvazisinin beyaz bayrağına sahip çıkmak, onun yanında saf tutmak, „sol“ olmanın değil, ama, egemen ulus şovenisti olmanın kıstasları arasına sokulabilir. Özellikle, Türk ırkçılığı tescilli, işçi sınıfı devrimi ve devrimci düşmanı, ve her türlü eli kanlı faşist katillerle birlikte hareket eden; her koşulda ve her ortamda,  MHP ile aynı bulvarda rahatlıkla buluşan, Alman Nasyonal Sosyalistlerin (Nazilerin) görüşlerinden ideolojik bağlamda hiç bir ayrımı olmayan İşçi Partisi (İP, Aydınlık) ile başına „yeni“ ekleyerek „Cumhuriyet“ mitingleri düzenlemek, TKP’nin „aydınlanmacılık“ anlayışında aramak gerekiyor. Aydınlığın „sol“culuğu ile nazilerin „sosyalist“liği arasında her hangi bir fark yoktur. Naziler ne kadar „sosyalist“ idiyse, Aydınlık’da bir o kadar „sol“dur!

“Cumhuriyet mitingleri” düzenlemek kendine “sol” diyen TKP’ye düşmemesi gerekir. Kendini “Komünist” ve “sol” değerlendirenlerin cumhuriyetleri sosyalizm olmalıdır. Çulhaoğlu’nun “emek-sermaye” çelişmesini de “sol” olmanın kıstasları arasında yer vermesi, sınıf mücadelesinden söz etmesi, sorunu bulanıklaştırmanın, TKP’nin şovenist çizgisinin üstünü küllemenin argümanları olarak kabul etmek gerekiyor.

Aydınlık, çok açık bir şekilde, kendisini “kemalin askerleri” olarak değerlendiriyor ve tam da bu görüşü doğrultusunda devrimcilere karşı tavır alıyor ve MHP’li faşistler ile birlikte saldırıyor. Aydınlık, burjuva düzenin gönüllü bekçiliğini yapmaya çalışıyor ve de yapıyor. Aydınlığın, AKP ile çelişmesi, egemen sınıflar arasındaki çatışmada, kemalist burjuva (laik) tarafını tutmasından kaynaklanıyor. Bunun içinde kitlelerin AKP’ye karşı haklı tepkisini kullanmaya çalışıyor. Gezi’de bunu yapmak istedi. TKP gibi örgütler ile de ortak hareket ederek kendini “sol” da göstermenin avantajını elde etmek istiyor. 

Aydınlığın (İP), Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’nun adını kullanması, “sol” ya da “sosyalizm”den söz etmesi, bunu ideolojik manipüle aracı olarak kullanmasından, devrimci saflarda örgütlenen ya da örgütlenecek kitleleri oradan uzaklaştırıp, burjuva düzenin askerleri haline getirmek için yaptığı siyasettir. Bunu TKP’nin bilmemesinin olasılığı yok. Elbette, sorun “bilmek” ile çözülmüyor ya da doğru saflarda yer alınmıyor. Doğru saflarda yer almak, ancak işçi sınıfı ideolojisiyle donanmak ile olabilir. TKP’de, oldum olası böyle bir şey olmadı. O, hep, burjuva kemalin karşısında durur gibi yapıp, ama onun eteklerini de bir türlü bırakamadı. Şeyh Said İsyanı sırasında, Dersim’in katledilmesinde ve de son PKK önderliğindeki ulusal harekete yaklaşımı, egemen ulus şovenizmin güçlü izlerini taşıdı. Birinci ve ikincisin de açıktan kemalin yanında yer alırken, üçüncüsün de ise “kerhen” ulusal hareketin bazı taleplerini destekler gözüktü. Ancak, o hep şovenist kaldı. Bunu bir türlü aşamadı. Bu nedenle de adını kullandığı “K” ismini hep lekeledi. O “K”yı bir iğreti gibi yanında taşıdı ve ona ihanet etmeye devam etti. Günümüz TKP’nin, sahip çıktığı “gelenek”; çizgi olarak revizyonizmin dışına çıkamadığı ve bundan dolayı da işçi sınıfının 50 yıllık bir kesitini burjuva kemalin “ilericiliği”ne “bağışlayan” bir çizgiye sahip olduğu gibi,  uzun bir süre sosyal faşist bir çizgiyi de “sol” adı altında içine sindirebilmiş bir tarihe sahiptir.

Türkiye’de “ulusal soruna yaklaşımı “sol olmanın “ kıstası olmaktan çıkarıp, burjuva aydınlanmacılığını onun yerine koymak, ülkemizde ki, AKP dinciliğine karşı, kemalist “laik”çiliğin yanında yer almayı ya da onu desteklemeyi öne sürmenin oportünist bel kıvraklığının ürünüdür. Türkiye’de sol olmanın kıstaslarından biri, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmaktır. Bunu savunmayan ne sol ne de komünist olabilir. Hatta, ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmak demokrat olmanın kıstasıdır. Bu hakkı savunmayan demokrat dahi olamaz. Evet, bu bir burjuva hakkı, ancak, emperyalizm ve proleter devrimler çağından itibaren, yani 17 Ekim 1917 Rus Devrimi’nden bu yana bu hakkın savunusu ve çözümü proletaryanın temel görevleri arasında yer almıştır.

Bu sorunun olduğu bir yerde, bunu geri plana atmak ya da bu sorun “aşılmıştır” diyerek geçiştirme çabaları, onu yok saymakla birlikte, ezilen ulus karşısında egemen ulus şovenizminin etkisinde kulaç atmakla eş anlamlıdır. Özellikle de ezilen ulusun ulusal demokratik talepleri için ayağa kalktığı bir süreçte, bu sorunu görmezden gelmek, tam da burjuvazinin ırkçı “tek”çi politikasına destek olmak demektir.

Her şeyden önce belirtilmeli ki; işçi sınıfının yanında yer almak, sosyalizmi ve komünizmi savunmak, burjuvazi ile proletarya arasındaki mücadelede proletarya safında saf tutmak, sol olmanın temel kıstasları ve sol olmanın olmazsa olmazlarıdır. Sol, demokrattır, ama, aynı zamanda, o, işçi sınıfının sınıf çıkarının ve mücadelesinin içinde yer alarak sol olma hakkını kazanır. TKP, sol”culuğu, egemen ulus şovenizm derekesine düşürüyor. Geçmiş revizyonist geleneğinden bir türlü kurtulamayan TKP, şimdi sol olmanın dışına doğru adım atıyor ve uzun bir süredir bunu derinleştirmenin teorisini yaparak, geleneğinin revizyonist günahlarına yenilerini eklemeye çalışıyor.

ÖDP, Genel Başkanı Alper Taş’da, Aydınlığa öpücükler göndererek, TKP’nin izinden gitmeye çalışıyor. Ortayolcu gelenek, yine bildiğini okuyor. Ne kendi tarihinden ne de sosyalizmin tarihinden öğrenmeye bir türlü yanaşmıyor. İşçi sınıfının çıkarlarının burjuvaziyle hiç bir şekilde uzlaşmadığı gibi, egemen burjuvazinin bir kanadının askerleri olanlarla da devrimin çıkarlarının uzlaşamayacağını bilmek gerekiyor. İşçi sınıfının sınıf çıkarlarını burjuvazi ile uzlaştırma çabaları, solu liberalleştirme ve burjuva ulusalcılığı kulvarına çekme çabalarıdır. Bizim reformist ve oportünistlerimiz tam da bunu yapıyorlar. Maya baştan bozuk olunca, sonradan düzeltme çabaları bir şeye yaramıyor. TKP gibi, ÖDP de geleneksel siyasetlerini izliyor.

“Sol”, ya da devrimci ve komünistler, “ulusal değerler”i savunmazlar mı? Ya da nereye kadar savunurlar? Bunun yanıtı çok açıktır: Ülkenin emperyalizmden bağımsızlığını savunmak, genel anlamda “sol”un ya da daha özel de devrimci ve komünistlerin sosyalizmin çıkarlarıyla, sosyalist mücadeleyle örtüşür. Ama, burjuva ulusalcılığını savunmak, burjuva ulusal kültürü savunmak ve burjuva ulusal değerlerini savunmak, proleter devrimler çağında gerici bir duruştur. Burjuva bayrağı da bunun içindedir. Kitlelerin o bayrağa sahip çıkması ayrı bir şey, o bayrağı komünistlerin proletarya bayrağının yerine koyması daha başka bir şeydir. Sonuncusu, sınıf bilinçli proletarya tarafından kabul edilemez.

Dinci bir devlet yönetimi ile laik bir burjuva cumhuriyeti arasındaki tercih de, ikincisi tercih edilir. Ama, bu, işçi sınıfını ve emekçileri, egemen sınıflar arsındaki çıkar dalaşına ve de onların yönetim biçimlerinden birinin kuyruğuna takmak anlamına gelmez.  İşçi sınıfı, egemen sınıflar arasındaki çelişmeden, kendi sınıfsal çıkarlarını ve mücadelesini güçlendirmek ve geliştirmek için yararlanır. Ama, asla, birine karşı diğerinin beyaz bayrağını ya da onun diğer burjuva ulusal sembollerini öne çıkarmaz ve de kullanmaz. Tersine, buna karşı sınıfın kendi kızıl bayrağını, ideolojik ve siyasal değerlerini öne çıkarır ve kitlelerin bu değerler etrafında toplanmasını ve mücadele etmesini savunur.

Ayrıca, AKP yönetimi öncesi “laik” kemalist cumhuriyet, ne burjuva demokrasisinin olduğu bir cumhuriyetti ne de “laik”ti. Faşist bir devlet biçimiydi. AKP, buna dincilik maskesi geçirmiş durumda. Birinci cumhuriyet “laik” görünümlü faşist bir cumhuriyet iken, ikinci cumhuriyet ise “din” maskeli faşist bir cumhuriyettir.

Sonuç olarak, TKP ve yazarlarının görüşleri, elbette salt günümüze özgü değil, bunların geleneksel tarihi de, söylem yerindeyse kemalist cumhuriyet bekçiliği olmuştur. Çulhaoğlu, daha cumhuriyet’in 75. Yılı (1998) vesilesiyle yazdığı makalede, sosyalistleri, “Türkiye

cumhuriyetinin değerlerine sahip çıkmamakla” eleştirmişti.1[1] Çulhaoğlu bugün de bu bekçiliğin devam ettirilmesini öneriyor. Çulhaoğlu ve TKP, kapitalizmin feodalizm karşısında yeni geliştiği serbest rekabetçi dönemin ilk dönemlerinin taktiklerini günümüze uyarlamaya çalışıyor. Çok geri de kaldıklarını ve günümüze uygun bir sol olmadıklarını, M. Suphi sonrasından beri biliyoruz. ***28.10.2013

98755

Yusuf Köse

Yusuf Köse teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır. Ayrıca 7 adet kitabı bulunmaktadır. Kitapları şunlardır: Emperyalist Türkiye, Kadın ve Komünizm, Marx'tan Mao'ya Marksist Düşünce Diyalektiği, Marksizm’i Ortodoks’ça Savunmak, Tarihin Önünde Yürümek, Emperyalizm ve Marksist Tarih Çözümlemesi, Sınıflı Toplumdan Sınıfsız Topluma Dönüşüm Mücadelesi.

yusufkose@hotmail.com

http://yusuf-kose.blogspot.com/

 

 

Yusuf Köse

Sen susuyorsun çünkü...

Seni Cizre, Silopi, Nusaybin, Diyarbakır Sur, Şırnak ve Dargeçit halkıyla empati kurmaya çağırmayacağım. Çünkü sen ölmüşsün. Bu düzen sana makam ve rahat bir hayat vererek ruhunu esir almış, öldürmüş seni. Ölmüş bir ruh gömüldüğü mezarda dışarıdaki seslere sağırdır.

Sevgili okur, bu sözlerim sana değil, siyasetçileredir.

15. yılında başka bir 19 Aralıkta

“Amaçları, insanı, insandan başka birşey    haline getirmekti”. Primo Levi

Aralık sallanıyor.

Bütün ayları özel kılan katliamlarla dolu Türkiye tarihinde, çığlıklar-haykırışlar, direnişlerle dolu Aralık her gelişinde, daha dünmüş gibi sallanıyor….

Bir bireyin tarihini bile objektif olarak yazması zorken, Aralık’ı yazmak hep zorluyor bizi.

Partisizlik Özgürlüktür

Vışş... o süperman kostümü ne la..... sıfır sıfır yedi gözlükler....

Sen benım kım olduğumu bılıyor musun ?

Haa..bılıyom.  Bızım koylu husosun.

Avradın da dayak yiyip şehire kaçan huso .

Bireycilik, grupçuluk....

Kapitalizmin ortaya çıkardığı bir hastalık bu.

Kapitalizmin itişi, kalkışının acımazsızca ceyran edişi  içerisinde statümüzü, grubumuzu....  buluruz, buldururuz.

Sanki kendimizin, ailemizin, yaşadığımız grubun....   sorunlarını, hislerini .....  başka bireyler, gruplar  yaşamıyorcasına, bilemeyeceklercesine  davranır, yaşarız.

İsrailleşen Türk devleti ve Kürtler

Ulusal sorununu çözmeyen bir devletin burjuva “demokratlığı” söz konusu olamaz. Türk devletinin tarihinde, burjuva anlamda “demokrat”lığı oldukça sınırlı olmuştur. Sınırlı yıllar içinde   burjuva “demokrasisi”ni uygulaması, dış koşulların ve iç koşulların (işçi sınıfı ve emekçilerin) dayatması sonucu olmuş, ama, işçi ve emekçiler ve başta Kürtler olmak üzere diğer azınlık uluslar üzerindeki faşizm sopasını da hiç bir zaman elinden bırakmamıştır.

Mazlum Yoldaşın Ardından

Yetmişli yılların ortalarında Malatya’dan İzmir’e gelmişti Mazlum yoldaş. Simsiyah saçları, kararlı bakan ışıltılı gözlerindeki sevgi yüzüne de yansıyordu. Kısa sürede herkesin sevgisini kazanmış, mahallenin “Marangoz İbo”su olmuştu bile.

Taklit yeteneği çok iyiydi. Gırgır ve şamatayı sever öykündüğü yoldaşlarını bire bir taklit ederken dernektekileri gülmekten kırar geçirirdi.

Çalışkandı; tam bir görev adamıydı. “Teoriden anlamam, ben pratik adamıyım!” derdi. Kızdı mı hemen parlardı, ama çabuk da sönerdi.

Şimdi yürüme zamanıdır!

Şimdi savaşma zamanı, savaşı büyütüp her tarafa yayma zamanıdır. Özgürlük ateşini yakınlaştırma ve devrimcileşme zamanıdır. Şimdi büyük bir ısrar ve kararlılıkla zorlukların üstüne doğru yürüme, engelleri cesaretle aşma zamanıdır. Partimizin ideolojik-stratejik hattı, işçi sınıfının, halkımızın, bölge halklarının değişim ve devrim ihtiyacına yanıt olma zamanıdır. Dayanılması zor, yokluk ve yoksulluklarla dolu ezilenlerin çığlıklarına kulak verme zamanıdır. Ertelenmesi asla mümkün olmayan zorunlulukların ve kaçınılmazlıkların gerçekleştirilmesi zamanıdır.

“Hendek” e düşmek mi, hendek atlamak mı?-Dursun Ali Küçük

*Kendimi hendeğe düşmüş gibi hissediyorum….
Kürdistan şehirleri ve ilçelerinde yaşanan vahşet gözlermin önünde kayıp gidiyor.
İçim kan ağlıyor..
Sanırım savaş ortasındaki her insanda bunu yaşıyor.
Ya bu hendekten atlarsın ya bu deveyi güdersin.
Ya da deveye hendek atlamak gibi bir işe kalkışırsın.
Ama nasıl direnirsen diren siyaset ve halkını düşmanın eliyle de olsa hendeğe gömemezsin.
Vebali ağırdır.

*Sömürgeciğe ve işgalciye karşı direnmek farzsdır ve kayıtsız şartsız tartışma götürmez.

"İpler kimin elinde "

Bugün bir arkadaşımla sohbet ederken  Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan ve en önemliside Suriye'de neler oluyor üzerine konuşmaya başladık;  Ben siyasal tahlillerde bulunmaya çalışrken,, üçüncü dünya savaşının kapıda olduğunu,çanların  kimin için çalıyoru anlatırken , arkadaşım dediki:"Yoldaş bu söylediklerini Marks, Lenin, Stalin , Mao yoldaşlar o  zamanlar söylemişler... Sen bugüne has özgül tahlil yapsan vede biz bunun neresindeyiz,anlatsan daha gerçekçi olur". Ben önce bir duraksadım şaşırdım , "söyleyen dilim söylemez" oldu.

“Seçme ve Seçilme En Temel İnsan Hakkıdır, Haydi Mülteciler Seçime”; dediler ve!

Yarın 10 Aralık.

1948’den bu yana etkinlikler düzenlenen “Dünya İnsan Hakları Günü”.

“Mültecilerin seçme hakları var artık. Seçme ve seçilme en temel insan hakkıdır” diyerek harıl harıl çalışan kurumlardan bir kısmı; yarın da Suriye’ye yerleştirilen savunma silahlarına karşı protestolar gerçekleştirecekler!(Bu kurumların adını burada belirtmek, yaptıkları iyi şeylere göz kapamakla eş olacağı için; böyle geçelim).

“Fırtınalar içinde, bıçak sırtında”

Komünist önder Mehmet Demirdağ anısına...

Devrime (ve Cizre'ye) dair

“In puncto punctii”[1]

Murat Uyurkulak’ın, “Vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi,”[2] notunu düştüğü; Cornelius Castoriadis’ün, “Önce bir tahayyüldür,” dediği devrim, radikal sosyalistlerin indinde güncelliğini yitirmeyen -“olmazsa olmaz”- “Tek yol”dur; dünyayı değiştiren devrimci praksistir; engellenemezdir; gereklidir.

Sadece bu kadar da değil: Egemenlerin kâbusu, ezilenlerin şölenidir; Prometheus’un takipçilerini var eden tarihsel eylemidir; bilimden sanata, beşeri münasebetlerden sosyal hayata, ekonomiden politikaya “ilerleme”nin yegâne sebebidir.

Sayfalar