Perşembe Kasım 14, 2024

Koşulları ve an’ı değerlendirmek olarak POLİTİKA (2)

Tarihsel devrimcilik mahkum edilmelidir

Aslında 1980’li yıllardan günümüze aktarılan anekdotlardan olan “bu halktan bir şey çıkmaz”ın kökeni de benzer beklemeciliktir. Oysa, bir kısım “devrimci” örgütler bu halktan bir şey çıkmayacağını söyleyip, kaçkınlığın da teorisini üretirken, Kürt Ulusal Hareketi 40 yıldır sonlandırılamayan bir savaşı yine bir halkın içerisinden başlatıyor ve başarılı oluyordu. Bu durum, TDH’nin halkın çelişkilerine yabancılığını ve kendi kafasındaki formülleri nasıl dayattığını açıkça gösterir. Ulusal sorun, bütün talepleriyle sahiplenilmeliyken sınıfsal olmadığı için ilk yıllarda ortaya çıkan hareket dahi yok sayılmış, karşı devrimci olup olmadığı tartışması bile yapılmıştır. Bu anlayışla teorik ve felsefi olarak hesaplaşılmadığı, politik devrimciliğin nasıl olması gerektiğinin kavranmadığı günümüzde gelişen çok farklı kesimlerde boy veren taleplere, itirazlara yaklaşımda da görünmektedir.

Burada “tarihsel devrim” ve “politik devrim” ayrımı üzerinde durmak gerekir. Tarih üretici güçler ve üretim ilişkileri arasındaki çelişki sonucu ilerlemektedir. Bir üretim tarzından diğerine geçiş, üretici güçlerin artık o üretim ilişkilerini içerisinde gelişememesiyle ve bunun ortaya çıkardığı mücadele ile olur. Üretici güçlerin gelişimine denk düşen üretim ilişkilerinin ortaya çıktığı toplumsal altüst oluşlara tarihsel devrim denir. Tarihsel devrimler insan iradesinden bağımsız bir şekilde belli yasalara bağlı olarak yaşanırlar. Fakat devrimcilik yapan bir öznenin sonraki üretim tarzını geliştirecek olan sınıfın ortaya çıkmasını, gelişmesini ve çelişkiler yaşayarak “sınıf mücadelesi” yürütmesini beklemesi, bunu tarihi ilerletmek için zorunlu olarak görmesi tarihsel ilerlemeci yaklaşımın özüdür. Bu anlayışı politika ürettiğini söyleyen bir yapı savunduğunda aslında köleci dönemde isyan eden kölelerden değil sonraki toplumun kurucusu feodallerden, feodalizmde isyan eden köylülerden değil daha ileri bir toplum olan kapitalizmin kurucusu olan burjuvaziden yana tavır alır. Çünkü bu sınıfların egemenliğiyle tarih ilerlemeye devam etmiştir. Bu yaklaşım kesin olarak, niyetlerden bağımsız bir şekilde savunucularını egemen sınıfların yanında konumlandırmaktadır. Fakat söylemde ezilenlerin yanında olduğu için, mücadelenin kesintisizce sürdürülmesi gereken bir anlayıştır.

Politik devrimcilik ise yazının başından itibaren tanımlamaya çalıştığımız gibi ezen-ezilen ayrımı içerisinde, ezilenlerin çok çeşitli nedenlerle devlete itiraz geliştiren kesimlerini iktidara yöneltme “yönetime karşı savaş ilan etme”dir. Bu aşamayla birlikte artık “politik savaş”ın kuralları geçerlidir. Ortak düşmana karşı en geniş cepheyi yaratmak, tüm savaşım araçlarını kullanmak, illegal/legal her yönteme hakim olmak ve iktidar hedefinden bir an bile vazgeçmemek esastır. Hatırlanacak olursa, Lenin tarihsel olarak demokratik devrimi burjuvazinin yapması ve kendilerinin burjuvaziyi ürkütmemesi gerektiğini savunan Menşeviklerle uzun bir dönem uğraşmak zorunda kalmıştır. Lenin politik bir devrimci olarak, an ve koşulların fırsat verdiği ilk anda iktidarı almak ve proletarya diktatörlüğünü kurmak gerektiğini savunmuştur. Tarihsel devrimcilerin bu savunuyu gerçekleştirmesi imkansızdır. Mesele siyaset sanatının ne olduğunu kavramaktır: “... bir bütün olarak siyasal yaşam sonsuz sayıda halkalardan meydana gelen sonsuz bir zincirdir. Siyaset sanatının tamamı, elimizden koparılıp alınması en güç olan halkayı, belirli bir anda en önemli olan halkayı, onu elinde tutana bütün zincire sahip olmayı en çok güvence veren halkayı bulmaktan ve ona olabildiğince sıkı bir biçimde sarılmaktan ibarettir.” (Lenin, Ne Yapmalı, s. 177, 2016)

Lenin’in en çok bilinen sonsuz bir zincirin belli bir anda en önemli halkasının sıkı bir biçimde kavranması şeklindeki “siyaset sanatının” tanımını yaptık. “Belirli bir anda en önemli halka” belirlemesinin tarihsel devrimciliğe veya politik devrimciliğe göre tamamen farklı ele alınacağını vurgulamıştık. Tarihsel devrimcilik ve politik devrimciliğin çakıştığı, aynı güçlere hitap ettikleri, aynı halkayı işaret edebildikleri koşullar olsa da bunlar istisnaidir. Dolayısıyla bizler için esas olan tıpkı Lenin ve Mao gibi politik devrimciliği esas almaktır.

Politikanın “sonsuz bir zincirde”, “belirli bir anda en önemli olan halkaya sarılmak” metaforu üzerinden tanımlanması ve yaşama geçirilmesi ile post-Marksistlerin yaklaşımı arasında kalın bir çizgi çizilmelidir. Post-Marksizm’de ideoloji tamamen politikaya indirgenmektedir. Post-Marksizm’in en önemli temsilcileri olan Laclau ve Mouffe’de bilgi ve gerçek arasındaki bağ tamamen koparılmış, tarihsel materyalizm reddedilmiştir. Post-Marksizm’de tarihi, yasalar şeklinde açıklayan Marksizm reddedilmekte, geriye sadece toplumun radikalleştirilmesi için yürütülen çok çeşitli özerk mücadeleler kalmaktadır. Burada tarihin belirli yasalara bağlılığı ile “an”ın olumsallığı, bilinemezliği rastlantısallığı karıştırılmakta, tarih de rastlantısal, bilinemez hale getirilmektedir. Post-Marksistler, politik eylemlerin hedefinin iktidar olmasını reddetmektedirler. Bu da politikada post-Marksistler ile Marksistler arasında nitel bir fark oluşturmaktadır.

Marksizm için, toplumsal bütün bir nesne olarak bilime konu edilebilirdir. Tarihsel materyalizm de bunun ifadesidir. İlkel dönemden günümüze çeşitli üretim tarzları, belli nedensellikler ve yasalarla ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla da Marksizm, tıpkı kapitalizmin ortaya çıkışı/doğuşu gibi üretici güçler/üretim ilişkileri arasındaki çelişkiler sonucu yok olacağını ve proletarya diktatörlüğünün kurulacağını öngörür. Bu bir kesinliktir. Fakat politikanın üretildiği konjonktürün, an’ın niteliği farklıdır. Konjonktürde, an’da, olumsallık, belirsizlik hakimdir.

Althusser’in de belirttiği “zorunluluk, rastlantılar düzeyinde oluşur, rastlantıların global bileşkesi olarak rastlantıların üzerindedir! Demek ki onların zorunluluğudur”. (agy) Rastlantı ve zorunluluk arasındaki ilişkide “güç ilişkileri içinde karşı karşıya” gelindiği ve “bileşmiş bireysel iradelerden” yola çıkıldığı görülmelidir. Bu bize politikanın an ve koşullara bağlılığını vermekte, olumsallığını ve güç dengelerini dikkate almayı açıklamakta; bununla birlikte tarih bilimindeki zorunluluğa ulaştırmaktadır. Bu tanımlama, tarih ve konjonktür arasındaki farkı vermektedir. Bunun kavranması, politik esnekliğin, hızlılığın, ortak düşmana karşı birlikte hareket edişin temelini oluşturur. Devrimci duruş, pratiksel olarak kendini ancak bu şekilde ortaya koyabilir.

Değişik dağlarda değişik türküler söyleyebilmek

Post-Marksistlerin, tüm toplumsal hareketleri birbirinden koparan ve sadece kendi içlerinde ele alan yaklaşımlarıyla, politikanın güç dengelerine bağlı olarak iktidar savaşı hedefli ele alınması arasındaki fark bu zorunluluk ve rastlantısallığın kavranmasıyla daha rahat görülür. Post-Marksistlerin politikadaki hatalarına düşmemenin yolu, devrimci politikanın siyasal iktidar hedefli yürütülmesi ve sadece herhangi bir halkanın yakalanmasını değil, bir halka aracılığıyla sonsuz zincire sahip olmayı amaçlamaktadır. Aksi halde “an”ın içerisinde kaybolunarak politikada kendiliğindenciliğe veya yaygın olarak kullanılan bir deyimle esen rüzgara kapılmak söz konusu olacaktır. Oysa komünistler için politika yönetiminin temel hedefi, bu sömürücü ve baskıcı sistemi ve onun somut örgütleyicisi olan devleti yıkmaktır. Dolayısıyla anın içerisinde kalınarak, stratejik bir hat içerisinde ele alınmadan üretilecek her türlü politika sadece ezilenleri zayıflatacaktır. Post-Marksistlerin bütün an’ları, çelişkileri birbirinden bağımsızmış ve orada olup bitmekteymiş gibi ele alan yaklaşımları da, tarihsel ilerlemecilerin düzenli bir ilerleme içerisinde an’ı hiç görmeyen yaklaşımları da netlikle reddedilmelidir.

Buna dair verilebilecek en belirgin örneklerden biri 15 Temmuz’dan sonra Türkiye’de yaşanan değişimler ve bunun karşısında geliştirilen politik tavırlardır. 20 Temmuz’daki OHAL ilanından sonra, egemen blok içerisinde yıllardır süren çatışmada yeni bir evreye geçilmiş oldu. Özellikle 2007’den sonra belirginleşen, ama istenilen hızda gerçekleştirilemeyen CHP’nin kurumsal olarak da devlet mekanizmalarından uzaklaştırılmasında büyük bir mesafe kaydedildi. AKP büyük bir ustalıkla, KHK’ları da kullanarak ve kendi kitlesini konsolide ederek devletin kritik noktalarını ele geçirdi. Devletin kurucu partisi CHP, hem kurumsal olarak hem de ideolojik olarak ilk defa bu ölçüde geriletildi ve geriletilmeye devam ediyor. CHP’nin egemen blokta en azından mevcut durumunu koruma kaygısı onu “sokak yürüyüşlerine” mecbur bırakıyor. Tehditler savuruyor ve artık burjuva liberalizminin sınırları içerisinde AKP’ye karşı “demokratik” muhalefet yürütemezse tabanını ve dolayısıyla da artık siyasal varlığını koruyamayacağını görüyor. Bu kritik dönemde, bir rakip olarak HDP’nin tasfiyesinin en fazla da CHP’nin işine geldiği görülmelidir. Seçeneksiz kaldığını düşünen kitleler CHP’ye yönelmektedir. Dolayısıyla HDP’lilerin tutuklanmasında milletvekillerinin düşürülmesinde CHP’nin asli pay sahibi olması sadece sosyal şovenizmle ilgili değildir. AKP’nin devleti ele geçirdikçe CHP’nin çok daha fazla “adalet”, “demokrasi”, “özgürlük” diye bağıracağını öngörebiliriz.

Egemen klikler arasındaki bu çelişkiye elbette ki gözlerimizi kapayamayız. Bunun doğru bir tahlilini yapmak, bu çelişkinin derinleştirilebilmesi üzerinden durmak önemlidir. Burjuva liberal özellikleri de içinde taşıyan ve bu özellikler dönem dönem öne çıkan CHP’nin, TC’nin kuruluş sürecine kadar dayanan, tarihsel ilerlemeci sol üzerindeki etkisinin bu süreçte reformizm ve revizyonizmin güçlenmesine yol açacağı aşikardır. Umudunu CHP’ye bağlayacak olan bu kesimlerle ideolojik ayrımlar keskin şekilde konulmalıdır.

KP olarak, şu anki rejimden en çok rahatsızlık duyan CHP’nin tabanından uzak durmamalı, içerisinde “halkın adaleti” üzerinden ajitasyon/propaganda ve örgütlenme çalışmasını her türlü yöntem ve aracı kullanarak yapmak gereklidir. Bu tarzın, daha geniş kitlelere ulaşmayı sağlamasının yanı sıra tabanın etkisiyle egemenler arasındaki çelişkiyi artırması beklenir. Tıpkı “adalet yürüyüşü”nde HDP tarafından başarılı olarak oluşturulan “Edirne ve Kandıra’ya yürüme” baskısının somut olarak hissettirilmesi gibi...

(Devam edecek)

44981

Partizan'dan

Partizan'dan; Gündem ve güncel gelişmelere ilişkin politik açıklama ve yazılar. 

Partizan'dan

“Devrimci Eylem Birliği” ve “Kaypakkayacı Güçlerin Birliği” Meselesi

Türk hakim sınıfları cumhuriyetlerinin ikinci yüzyılına hazırlanırken kendilerini yeniden örgütlüyorlar. Coğrafyamız komünist hareketinin önderi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed zindanında 18 Mayıs 1973 tarihinde katledilmesinin 50. yılında sınıf düşmanlarımız ikinci yüzyıllarına hazırlanıyor.

MLPD'nin Türkiye'deki seçim sonuçlarına ilişkin açık mektubu.

Sol ittifak için önemli bir başarı

MAHŞERİN DÖRT ATLISI: BOLSONARO, TRUMP, ORBÁN, ERDOĞAN[*]

 

“Faşizm tarihte statik ya da sabit bir moment değildir ve

aldığı biçimlerin daha önceki tarihsel modelleri taklit etmesi gerekmez.

O, bir dizi ‘devindirici tutku’yla tanımlanan bir siyasal davranış biçimidir.

Bunlar arasında demokrasiye açık saldırı, güçlü adam özlemi,

insan zaaflarına duyulan nefret, aşırı erillik takıntısı,

saldırgan militarizm, ulusal büyüklük iddiası, kadınlara… aydınlara yönelik küçümseme…

MLPD Merkez Komitesi'nin basın açıklaması:

Alman Federal Yüksek Mahkeme'sinin (BGH),  'Münih Komünist Davası'nda temyiz başvurusunu reddetmesi üzerine, MLPD Merkez Komitesi kamuoyuna bir açıklama yaptı.

Faşist Diktatörlük Örgütlü Yığınların Gücüyle Yıkılır

14 Mayıs’ta yapılan cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin sonuçları üzerinde tartışmak tüm ilerici-devrimci ve anti-faşist güçlerin görevidir.

Çünkü bu sonuçları ortaya çıkaran nedenler doğru analiz edilmezse, geniş yığınların beyinlerini uyuşturan, düşünüş ve hareket tarzını sakatlayan gericiliğe, ırkçılığa-faşizme, cinsiyetçiliğe karşı mücadelede doğru politikalar belirlenemez.

Elbette ki bu geniş bir konu ve bu makalenin kapsamını aşar. Dolayısıyla burada bazı ana noktalar üzerinde duracağız. Ve işe, araştırmaya dayalı bazı gerçeklere işaret ederek başlayacağız.

"YÜREĞİN UMUT ETTİĞİ O ADRESTE" (Tamer Dursun)

Düşkünlüğün, alçaklığın, düzenbazlığın, bağnazlığın, ırkçılığın, sefilliğin, çürümüşlüğün, bencilliğin, rezilliğin ve vurdumduymazlığın rağbet gördüğü bu topraklar sana göre değil dostum.

Yıllardır tanırım seni.

Hani, yüz yüze görüşmüşlüğümüz olmasa da, beraber oturup bir bardak çay içmemiş, tek kelime sohbet etmemiş olsak da, sen hep aşinaydın bana.

Bir aralar bu aşinalığa bir isim bulayım dedim ama inan hiçbir yere oturtamadım.

Akraba desem, değil.

Komşu desem, hiç değil.

Yoldaş, can, heval, dost, arkadaş, tanıdık...

Yok.

Olmadı.

Bize Cesur İnsanlar Lazım

"Kurtuluş belki de senin gökyüzünü çizdiğin resimlerdir."

Ah cancağızım... vay cancağızım...

Antalya'ya gider sınırı gümrüksüz geçen metalarla fontiye durursun.

Dersim'e gidince de sınırı gümrüksüz geçen metaların nohut üretimini bitirdiğini öne sürerek içki şişelerini...

Fontiye duranların kafasında patlatırsın.

Sıra, korku politik bir davranış olduğundan üretince... öpülmekten... korkar hale getirilen dudakların tüm yaşadıklarını sosyo - ekonomik yapı içerisinde adlandırmasına gelince de....

Ah cancağızım... vay cancağızım...

İnan...

Dijitalleşme: İşçinin Üretim Sürecinin Denetleyicisi ve Düzenleyicisi Olacağı Tarih

 

Rosa özgürlüğün ta kendisiydi

“Hareket etmeyenler, zincirlerin

ne kadar ağır olduğunu bilmezler.”[1]
 
“… Bu zehirli kaltak, bir maymun kadar zeki olmakla birlikte sorumluluk duygusundan tümüyle yoksun olduğu ve tek motifi kendini haklı çıkarma yolunda neredeyse sapkınca bir istek olduğu için daha çok zarar verecek,” diye yazıyordu Victor Adler August Bebel’e 5 Ağustos 1910 tarihli mektubunda.

İbrahim KAYPAKKAYA'nın Ölümünün 50. yılı Vesilesiyle

 

“CEHENNEMİN GİRİŞ KAPISI”NI YIKAN KAYPAKKAYA

VE

ONUN ÖĞRETTİKLERİ...

Yusuf KÖSE

İBRAHİM KAYPAKKAYA’DAN ÖĞRENMEK[*]

 

“İşçi sınıfının

ekmekten çok

onura ihtiyacı var.”[1]

 

Patika Dergisi (PD): İbrahim Kaypakkaya’nın katledilmesinin üzerinden 50 yıl geçti. 50. yılında Kaypakkaya’yı özgün kılan nedir?

 

Sibel Özbudun (SÖ): İbrahim Kaypakkaya’nın 68 devrimci hareketi içerisindeki, onu hem kendi bağlamı, hem de günümüz açısından “özgün” kılan, bence “süreklilik içinde kopuştan kopuş”u temsil etmesidir.

Sayfalar