Salı Aralık 3, 2024

Nazilerin en has adamı Türkeş’ti- 1-2-3

Türkeş'ten Evren'e, Çiller'den Erdoğan-Bahçeli ikilisine Türk faşist liderlerin ilişki ağının merkezinde bulunan Almanya; son yüzyılda Türk milliyetçiliğinin “arka bahçesi” haline geldi. Nazi ideolojisi ve “Turancılık” fikri ise birbirini hep besledi.

Hitler Almanyası’na bağlı orduların savaşın doğu cephesinde ilerleyip Sovyetler Birliği’ne 22 Haziran 1941’de saldırması, Türk ırkçılarının heyecanla beklediği bir andı. 2. Dünya Savaşı patlak verip Alman ordularının “yıldırım savaşları”yla önüne çıkan kent ve kasabaları işgal ettiği o iki savaş yılı boyunca Türkiye’deki ırkçı ve milliyetçilerin en büyük hülyası, Nazi rejimiyle komşu olmaktı.

Savaşın Sovyet cephesinin açılmasından dört gün önce; 18 Haziran 1941’de Ankara’daki Kemalist yönetim ve Berlin’deki Nazi rejimi arasında “Türk-Alman Dostluk Paktı” imzalanmıştı. Hitler bu anlaşmayla istediklerini Ankara’dan kopartırken, ilerleyen aylarda bunu bir dizi ekonomik adım da takip edecekti. Türk devletiyle işbirliği, savaşın kaderini değiştirecek düzeydi. Çünkü Naziler, savaş sanayisinde kullanılan kromun büyük bir miktarını Türkiye’den tedarik ediyordu. Sadece 1941’deki anlaşmayla Almanya’ya 90 bin ton krom satılırken, 2. Dünya Savaşı yılları boyunca Türkiye ihracatının yüzde 90’nını, ithalatın ise yüzde 75’ini bu ülkeyle yapacaktı.

Hitler Almanyası’nın yönünü doğuya çevirmesinin arkasında, şüphesiz II. Wilhelm’in Berlin-Bağdat tren hattı projesini tamamlama ve ordularını bu güzergahın son durağına kadar yerleştirme hayali vardı. Amaçları ise, Kürdistan’ı da içine alan bütün Ortadoğu topraklarında bulunan yer altı kaynaklarını, dünyayı egemenliği altında tutacak faşist bir düzeni kurma yolunda kullanmaktı. Bu planın tutması için Ankara rejimiyle yıllardır süren dostluk ve işbirliği kadar Türkiye’deki ırkçı/faşist unsurların da örgütlenmesi önemliydi.

NAZİ BESLEMESİ TURANCI FAŞİSTLER

Nazi ordularının Sovyet topraklarında ilerlediği günlerde “Milli Şef” İsmet İnönü ise şu çıkışı yaptı: “Almanlar saatte 80 km hızla ilerliyor, böyle giderse Ruslar bir ay içinde yenilecekler. Bu bizim için de büyük bir kazanç olur, çünkü bizler de o zaman Kafkasya’ya girer ve Türkiye’nin nüfusu 30 milyon daha artar, ayrıca Bakü’deki petrol yatakları da bizim olur.” Şayet Nazi orduları Stalingrad’a takılmasaydı ve savaşın seyri tarihe not düştüğü gibi değil de Hitler’in hayal ettiği biçimde olsaydı, İnönü’nün bu planı ne kadar tutardı bilinmez ama Naziler maddi/manevi açıdan Turancılıkla uğraşan isimleri zaten uzun yıllardır destekliyordu. Ne de olsa iki ideoloji de çıkışlarından itibaren kafatasçılıkta birbirleriyle boy ölçüşüyordu.

1933’te Hitler’in Almanya’da iktidarı ele geçirmesiyle Nazilerin Turancılık ve “Pan-Türkçülük” ile ilgileri artarken, savaş yıllarında faşist zihniyetin “Türk kolu” daha fazla önem kazandığı için Berlin’deki rejim, Türk faşistlerini örgütleme/büyütme görevini bizzat Ankara’daki büyükelçileri Franz von Papen’e verdi. Papen Ankara’da Nazilerin adına “masa toplantıları” dedikleri buluşmaları organize ederken, 1941’de yakın dostu Fevzi Çakmak’a şu mesajı iletti: “Türkiye ve Almanya arasındaki ilişkilerin inşasında Turancılık önemli bir rol oynayabilir.”

Nazilerin büyükelçisi Papen sadece toplantı/buluşmalar tertiplemeyecek, ayrıca Turancı faşist grubun büyümesi için de para musluklarını açmaktan geri kalmayacaktı. Nazilerin Dışişleri Bakanı Joachim von Ribbentrop, 5 Aralık 1942 günü büyükelçi Papen’e gönderdiği bir mesajda şöyle diyecekti: “Zor durumda olan Türkiye’deki dostlarımıza verilmesi için 5 Milyon Mark gönderdik, bu paranın cömertçe dağıtılması ve ardından da rapor edilmesini istiyorum.”

Almanya’dan alınan paralarla dernekler ve “Türk Ocağı” gibi faşist yapılanmalar inşa edilip kitap/dergiler basılırken, bazı Turancı isimler de Nazilerin gözünden kaçmamış, bunlarla bağlantılar kurulmuştu.

Ne gariptir ki, o yıllarda genç ve tecrübesiz bir üsteğmen olmasına rağmen Alparslan Türkeş, bu isimlerin başında gelmişti. Nazilerin işgal edilen topraklarına bakan polis teşkilatı “Sicherheitspolizei”ın (Güvenlik Polisi) Berlin’deki merkez karargahı, 16 Ekim 1944 günü Dışişleri Bakanlığı’na gönderdiği bir raporda, Türkeş ve diğer Türk ırkçılarına biçilen rolü açıkça ifade etmişti.

‘TÜRKEŞ İYİ BİR DOST, ONU KULLANMAYA DEVAM’

Türkeş ile Nazilerin ilişkisini ispatlayan en önemli belge niteliğini taşıyan o mektup şöyleydi: “Askeri operasyonlarda yaşanan gelişmelerden dolayı Pan-Türkçü ve Alman dostu gruplarla ilişkilerin güçlendirilmesi önem arz ediyor. Türkiye bize sadece çok az sınırlı ülkede tedarik edebileceğimiz hammadde bulma imkanı veriyor. Türkiye bizim için önemli bir krom tedarikçisi. Türkiye 1943’te Almanya’ya krom satışını durdururken, İngiltere’ye 55 bin ton krom ihraç etti. Bu örnek bile düşmanın niyetini açıkça ele veriyor ve bundan dolayı da Türkiye’deki bağlantılarımız derhal aktif hale getirilmeli.

Şu ana kadar bu isimlerle ilişkimiz oldu: 1- Alparslan Türkeş- Subay okulu mezunu ve Pantürkçülüğün lideri. 2- Tekin Ariburnu- İngiliz subay okulu mezunu ve Alman İmparatorluğu’nda Hava Kuvvetleri Ataşesi. 3- Sadi Kocas- Siyasi ve askeri yeteneğe sahip.

Daha önce olduğu gibi şimdi de bu Türkler ilgimizi hak ediyor. Gerekli görüldüğü yerde/taktirde bu isimleri,n imparatorluğun askeri çıkarları doğrultusunda kullanılmaları verimli olacak. Bundan dolayı ismi geçen şahısların Almanya’ya daha fazla faydalı olmaları her şart altında garanti altına alınmalı. Belirttiğimiz amaç doğrultusunda ismini belirttiğimiz şahıslarla özel olarak ilgilenilmesi için Dışişleri Bakanlığı’ndan Ankara’daki büyükelçilikle bağlantıya geçilmesini talep ediyoruz.”

Bütün cephelerde ağır darbeler alan Nazi rejiminin Türk faşistlerin yardımına muhtaç kaldığı günlerde Ankara yönetimi, “savaşı kazananlar” tarafında yerini almak için 2 Ağustos 1944’te Berlin ile diplomatik/ekonomik ilişkilerini keserken, 25 Şubat 1945’te Almanya’ya savaş ilan etti. Nazi yanlısı başını Türkeş ile Nihal Atsız’ın çektiği Turancı unsurlar ise tutuklanarak göstermelik bir mahkemede yargılandı. Nisan 1945’te davanın düşmesiyle beraat eden ve tekrar Türk ordusundaki görevine dönen Türkeş, Nazilerin ardından bu kez savaş sonrası şekillenen ABD merkezli yeni dünya düzeninde “emir eri” olacaktı. Kendisine biçtiği sosyalist/devrimci hareketlerle mücadele misyonu, değişmeden devam edecekti.

1948’de ABD’ye gönderilen grubun içinde yer alan Türkeş, iki yıl boyunca Georgia eyaletindeki Amerikan Piyade Okulu'nda kontrgerilla eğitimi gördü. Ardından da NATO ve onun Gladio yapılanmalarına bağlı olan Türk kontrgerilla birimi için Ankara’da eğitim veren ilk isimlerden olan Türkeş’in 1950’li yıllar boyunca en önemli durağı, ABD ve Almanya oldu. Kendisinin de fiilen tertiplenmesinde rol aldığı 27 Mayıs 1960 darbesi sonrası, bu kez siyasetçi kimliğiyle Almanya’nın yolunu tutan Türkeş, buradaki Nazi rejimi artıklarıyla temasını sürdürdü.

SOL VE DEMOKRATİK GÜÇLERE KARŞI MHP KARTI

Türkeş’in 1969’da MHP’yi kurmasıyla da Almanya’nın önemi daha arttı. Sayıları milyonu bulan Türkiye’den Almanya’ya giden “misafir işçileri” içinde örgütlenmek, MHP’nin asli görevlerinden biri olacaktı. Bunun için Alman devleti içindeki bazı klikler, Hıristiyan birlik partileri (CDU/CSU) ile Neonazilere ait Almanya Ulusal Demokratik Partisi (NPD) yardıma hazırdı. Bu yardımlar sayesinde MHP, 1973 yılında resmi olarak Almanya’da kuruldu, 1975’e gelindiğinde iki yıl gibi kısa bir süre içinde ülke çapında açtığı dernek sayısı 50’i buldu.

Almanya dış istihbarat teşkilatı BND’nin Türkiye masasında görevli CDU’lu Dr. Hans-Eckardt Kannapin’in MHP’nin Almanya’da örgütlenmesinde önemli rol oynadığı birçok kaynakta dile getiriliyor. Aşırı sağcı NPD’nin MHP’ye verdiği güçlü destek ise sadece Almanya’da değil Türkiye’de de devam etti. NPD’nin lideri Adolf von Thadden 1970’de Türkeş’i Almanya’ya davet ederken, bu Nazi rejimi artığı parti, Türkiye’deki seçimler sırasında MHP’ye para yardımında bulundu. Türkeş, 28 Temmuz 1978’de NPD’ye gönderdiği mektupla bu yardım için teşekkür ederek şöyle dedi: “Partimizin hedeflerine olan ilginiz beni derinden etkiledi. Partilerimizin temel ideolojik ilkeleri arasında ortak noktalar vardır.”

Türkeş, en önemli desteği ise Bavyera Eyaleti Başbakanı Franz Josef Strauß’dan aldı. 1980 seçimlerinde CDU/CSU’nun başbakan adayı olan Strauß, 28 Nisan 1978’de Türkeş ve MHP’li yöneticiler Gün Sazak ve Murat Bayrak’ı Münih’te kırmızı halıyla karşılayarak, onlara Almanya’da daha güçlü örgütlenmeleri için yardımcı olma sözü verdi. Şüphesiz Strauß’un niyeti, Türkiyeli işçiler arasında sol ve sendikal hareketleri Türk milliyetçilerin eliyle zayıflatmaktı.

MHP’NİN CİNAYETLERİ UMURLARINDA DEĞİLDİ!

Türkeş’in Almanya’da kırmızı halıyla karşılandığı günlerde MHP’ye bağlı paramiliter güçler de Türkiye ve Kürdistan’da gazeteciler, aydınlar, sendikacılar ve öğrencileri hedef alan cinayetler işliyordu. Şüphesiz bu durum Alman siyasetçilerinin pek de umurunda değildi. Fakat Alman sağının Türk milliyetçilerle dostluğu o yıllarda, özellikle de 1980’lerin başında Alman sol/sosyalist hareketin gözünden kaçmadı; bunu kınamak için faşizm ve aşırı sağ karşıtı gösterilerde artık Türkeş’i gamalı haç işaretleri içinde gösteren pankartlar ile “NPD ve Bozkurtçular derhal yasaklansın” dövizleri taşınıyordu.

Bavyera yönetiminden gelen desteğin hemen ardından Temmuz 1978’de Almanya Demokratik Ülkücü Türk Dernekleri Federasyonu (ADÜTDF) kuruldu. O yıllarda 64 olan federasyona bağlı olan dernek sayısı birçok eyalette geçen yıllar içinde CDU/CSU’nun desteğiyle 170’ye çıktı. ADÜTDF, ardından da 1987’de kurulan Avrupa Türk İslam Kültür Birliği’nde (ATİB) yetişen “beyaz yakalı” Türk milliyetçilere, belediye meclislerinden eyalet yönetimlerine kadar siyasi alanlarda bütün kapılar açıldı.

Irkçılığın, özellikle de Kürt, Ermeni ve Yahudi düşmanlığının ADÜTDF’nin temelini oluşturan en önemli olgu olması, MHP’ye bağlı grupların da Türk devletinin paramiliter gücü biçiminde örgütlenip uyuşturucudan silah kaçakçılığına, cinayetten kara para aklamaya kadar suç odağı haline gelmesine rağmen bu faşist yapılanmanın Almanya’da destek görmesi, yıllarca dikkatlerden kaçmadı. Zaten 1995’da Essen kentinde düzenlenen “Türk Federasyonu” gecesinde konuşan Türkeş, açıktan Almanya’daki yandaşlarını CDU ile CSU’ya üye olmaya çağıracaktı.

Kaynaklar:

- İkinci Dünya Savaşı ve Sonrasında Türkiye, Mehmet Arif Demirer, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, 2015

-“Graue Wölfe Heulen Wieder” (Bozkurtlar yine uluyor), Fikret Aslan, Kemal Bozay, Unrast Yayınları, 1997

- “Der lange Marsch der Migration” (Göçün Uzun Yolculuğu), Albert Scharenberg, Rosa Lüksemburg Yayınları, 2020

- Telepolis isimli internet sitesinde 23 Ocak 2021’de Elke Dangeleit’in kaleme aldığı “Graue Wölfe in Deutschland” (Almanya’da Bozkurtçular) başlıklı yazı.

 

Almanya’nın Türk faşizmiyle kesilmeyen derin ilişkisi- II

Türkeş’in ‘derin’ bağlantılarıyla Almanya’da örgütlenen Türk faşist yapılanma, 1970’lerden itibaren uyuşturucu ticaretinden silah kaçakçılığına, nefret suçlarından cinayetlere kadar birçok suça karıştı.

12 Eylül 1980’de Kenan Evren’in liderliğinde cunta rejiminin ilan edilmesiyle Türk faşizmi ‘altın’ günlerini yaşarken, Almanya’daki Türk milliyetçi/ırkçı gruplar da artık güçlü bir devlet desteği almaya başlayacaktı. Hem 12 Eylül rejimi hem de Almanya’daki derin yapıları arkasına alan Türk faşist gruplar; sol/sosyalist kesimler ile Kürtlere yönelik saldırı ve cinayetlerini 1980’lerde artıracak, Evren gibi cuntacı liderler de kırmızı halıyla karşılanacaktı.

12 Eylül askeri darbenin ardından Türkiye ilişkilerini askıya alma gereği bile duymayan Avrupa Topluluğu (AT), yıllar sonra AKP-MHP faşist rejimine karşı aldığı tavrın bir benzerini o dönemde de sergileyecek, Ankara’ya uyarılar sadece temenni düzeyinde kalacaktı. Darbenin hemen ardından 16 Eylül 1980’de şu açıklamayı yapacaktı: “Askeri yönetimin demokrasiye en kısa sürede döneceğinden ve Ankara’nın insan haklarına saygı konusunda verdiği güvenceden dolayı mevcut anlaşmalar askıya alınmayacak.”

Batıdan gelen bu açıklama, şüphesiz 12 Eylül rejiminin Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da başlattığı teröre yeşil ışık yakılması anlamına geliyordu. Günümüzde AKP-MHP iktidarının ağır insan hakları suçları karşısında yaptığı ‘işe yaramayan’ çağrıların bir benzerini, 1980’ler boyunca 12 Eylül rejimi ile ardından kurulan Türk hükümetlerine de yaptı: “Demokrasiye geçiş takvimini belirginleştirin”, “siyasilerin can güvenliklerini sağlayın” ve “özgürlüklere önem verin”.

12 EYLÜL’E RAĞMEN İLİŞKİLER KESİLMEDİ

Darbe öncesi Ankara-Brüksel arasında imzalanan mali anlaşmalar, projeler 12 Eylül’ün ardından aksamadan teker teker hayata geçirilirken, 1981 yılında Avrupa Konseyi Türkiye’ye 600 milyon ECU (O dönem Avrupa para sisteminde kabul edilen Avrupa Para Birimi) değerinde kredi ve mali yardım yapılmasına karar verdi. AP üyesi vekillerin baskısı sonucu 1982 yılının Mart ayında Türkiye ile ortaklık süreci askıya alınıp mali destekler kesilince, bu kez devreye Almanya girdi.

5 Kasım 1981 günü Ankara’da cuntacılarla görüşen Batı Almanya’nın Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher, 12 Eylül sonrası Türkiye’yi ilk ziyaret eden batılı dışişleri bakanı olarak tarihe geçti. Böylelikle Federal Almanya Cumhuriyeti, batıda Türk faşist rejimini tanıyan ilk ülke olurken dönemin Bonn yönetimi 12 Eylül rejimiyle ilişkilerini Alman kamuoyu ve basının eleştirilerine rağmen sürdürmekte kararlıydı.

Cuntacı generallerle dostluk, Almanya’nın imzaladığı siyasi mültecileri koruma anlaşmalarını ihlal edecek düzeydeydi. 1983 yılında Alman Haber Alma Servisi’nin (BND) darbeden kaçıp Almanya’da sığınma talebinde bulunan siyasi mülteciler hakkındaki bilgileri düzenli biçimde Ankara’ya ilettiği ortaya çıktı. Almanya’ya sığınan Türkiye ve Kürdistanlı siyasi göçmenlerin Alman istihbaratı tarafından listelenip MİT’e verilmesi skandalı Aralık 1982’de siyasi sığınma talebinde bulunan bir mültecinin başvurusunu görüşen Berlin Eyalet Mahkemesi’nin eline ulaşan belgelerle kamuoyuna yansıdı.

KOHL-EVREN ORTAKLIĞI 

1982 yılında kurulan ve Almanya’yı 15 yıl yöneten Başbakan Helmut Kohl’un liderliğindeki Hıristiyan demokrat iktidar, 1980’lerin ikinci yarısında 12 Eylül rejimiyle ilişkilerde çıtayı daha da yükseltti. Merkel hükümetinin yıllarca Erdoğan rejimine arka çıkma görevinin bir benzerini o yıllarda Kohl hükümeti yerine getirdi. 1985’te Başbakan Helmut Kohl, 1986’da ise Cumhurbaşkanı Richard von Weizsaecker Ankara’ya giderek 12 Eylül rejimiyle ilişkileri daha da güçlendirdi.

Ekim 1988’de ise Batı Almanya Cumhuriyeti’nin başkenti Bonn’da 12 Eylül cuntasının lideri Kenan Evren, Cumhurbaşkanı Weizsaecker tarafından kırmızı halıyla karşılandı. Evren, Bonn belediyesi önünde toplanan faşist/milliyetçi Türk grubu selamlamaya çalışırken, bir grup da onu “Defol faşist” diye bağırarak protesto etti. Göstericilerin attığı yumurtalar Evren’in kıyafetlerine bulaşırken, Alman polisi şiddet kullanarak göstericileri gözaltına aldı. Üç gün boyunca Almanya’da ağırlanan Evren’e ülkesine gitmeden önce bizzat Cumhurbaşkanı Weizsaecker tarafından yabancı devlet adamlarına verilen yüksek liyakat nişanı bile takıldı. Alacağı tepkilerden korkan Alman devleti, madalya skandalını bir süre basın ve kamuoyundan gizledi.

MHP’Lİ ÇETE LİDERLERİNE ALMANYA’DA KORUMA

Cuntacı general Evren’in Bonn’da madalyayla karşılandığı yıllarda MİT ve faşist gruplar, ülkedeki milliyetçi dernek ve camilerin sayesinde Almanya’da geniş bir örgütleme ağı kurdu. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrası Türkiye’de tutuklanan ve uzun yıllar MİT ile CIA’ya çalışan Enver Altaylı, o yıllarda MHP’nin “Almanya Başmüfettişi” olarak görevlendirilmişti. Altaylı, bizzat Türkeş’in sağ kolu olarak Alman’daki faşist yapılanmanın başındaydı.

12 Eylül cuntasından sonra haklarında yakalama kararı bulanan MHP’ye bağlı paramiliter çetelerin liderleri ve tetikçileri de Almanya’ya ulaştıktan sonra bu yapılanmada yer aldı. Papa’ya suikast girişiminde bulunan ve gazeteci Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca bunlardan birisiydi. Ağca yakalanmadan önce Almanya’da uzun süre kaldı. Üstelik iki cinayetten aranan Ağca’yı tanıyan Türkiyeli göçmenler birçok kez suç duyurusunda bulunmasına rağmen Alman polisi bu ihbarlara kulak asmadı. Yine Susurluk’taki kazada ölen Türk paramiliter güçlerin şeflerinden Abdullah Çatlı’nın yolu da sık sık Almanya’ya düştü. Bazı kaynaklara göre Kırmızı Bülten ile aranan Çatlı, Almanya’da gözaltına alındıktan sonra BND’nin devriyle girmesiyle serbest bırakıldı.

MHP’Lİ KATİLLER DERNEKLERİN BAŞINA GEÇTİ

Uzun yıllar Avrupa’da Türk faşist örgütlenmenin liderlerinden olan Ethem Kıskıs’ın gerçek kimliği ise 2020’de öldükten sonra açıklandı. ‘Hıdır’ ismiyle uzun yıllar Frankfurt’ta yaşayan ve seyahat acentesi işleten Kıskıs, 1978’de Ankara’da 5 kişinin öldürüldüğü “Balgat Katliamı”nın tetikçilerindendi. Almanya’ya geldikten sonra kimliğini değiştiren Kıskıs, hiç soruşturmaya uğramadan yıllarca faşist organizasyonlarda yöneticilik yaptı. 

Almanya’ya ulaşan bu çete liderleri Türkiye’dekilere benzer kontrgerilla eğitiminin verildiği kampları bile kurmaktan geri kalmadılar. “Stuttgarter Zeitung” gazetesi 11 Aralık 1980 günkü sayısında MHP’li isimlerin Baden-Württemberg eyaletinde bulunan Svabya Alpleri’nde (Schwäbische Alb) 16-18 kişilik askeri eğitim kampı kurduğunu yazdı.

1980‘li yıllarda MHP içinde ortaya çıkan fikir ayrılıkları ve parçalanmalar Almanya’daki örgütlenmeyi de etkiledi. Papa’ya suikast davasında Ağca ile birlikte yargılanan Türk Federasyon başkanlarından Musa Serdar Çelebi’nin öncülüğünde 1987’de kurulan Avrupa Türk İslam Kültür Birliği (ATİB), ADÜTDF’nin ardından Türk ırkçı/milliyetçilerin ikinci büyük çatı örgütü oldu. Yine 1994’de Büyük Birlik Partisi’ne bağlı olan faşist ve milliyetçi kesimler, Avrupa Türk Kültür Birliği (ATB) adıyla bir örgütlenmeye gitti.

Almanya’daki faşist örgütlenmenin ağını genişletmesiyle birlikte Türk istihbaratı da 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ajan ağını büyüttü. 1990’nın Nisan ayında Türkiye’nin Almanya’daki 13 konsolosluk ve Bonn büyükelçiliği bünyesinde diplomat statüsüyle 30 MİT ajanının çalıştığı, belgeleriyle yaygın Alman medyasında yer aldı. Türk istihbaratının 80’lerin sonunda kurduğu ağ, sadece MİT görevlilerinden oluşmuyordu. Ayrıca bunlara bağlı Federal Almanya çapında yüzlerce ajan/muhbir vardı. Stuttgart ve Hamburg’daki eyalet başsavcıları kimlikleri tespit edilen 15 kişi hakkında soruşturma açtı, davalar yıllarca sürdükten sonra kapandı.

ALMANYA’DA ÇİLLER’E BAĞLI UYUŞTURUCU ŞEBEKESİ

Türk devlet tarihin bir başka faşist lideri Tansu Çiller’in Haziran 1993’de başbakan olmasıyla Ankara rejiminin Almanya’daki derin yapılarla ilişkisi yine güçlendi. İlk yurt dışı gezilerinden birini Eylül 1993’te Almanya’ya yapan Çiller’in en büyük gayesi, Kürt Özgürlük Hareketi’ni bu ülkede yasaklatmak, “terörist” ilan ettirmek ve Kürt derneklerinin kapısına kilit vurulmasını sağlamaktı.

26 Kasım 1993’te ilan edilen PKK yasağı ve medya-kamuoyunda yaratılan Kürt karşıtı hava için Çiller, Alman devlet yönetimini elinde belinde bulunduran kliklere gizli ödeneklerden para aktardı. Hatta Çiller’in bu örtülü ödeneklerle Kohl’un seçim kampanyasına bağışlarda bulunduğu bile dile getirildi. Kohl ve ekibi dolandırıcılık ve rüşvete hiç de yabancı değildi; onun kurduğu kirli ilişkiler ağı zaten onu siyasetten bitirecekti. 

Yasakta ısrar eden Kürt düşmanı Alman siyasetçilerin Türk ırkçı yapılanmayla sıkı ilişkileri de dikkatlerden kaçmıyordu. Bu isimlerin başında gelen ve uzun yıllar Bavyera Eyaleti’nde İçişleri Bakanlığı ile Başbakanlık koltuğunda oturan Günther Beckstein, MHP’nin çatı örgütü ADÜTDF’nin davet, toplantı ve kongrelerinde sıkça boy gösteriyordu.

Türkiye’nin Susurluk çetesiyle çalkalandığı günlerde Özgür Politika gazetesi, 13 Kasım 1996’da “Çiller çetesi” başlıklı manşetle çıktı. O manşette Özer Çiller, Aydın Doğan, emekli Deniz Kuvvetleri Komutanı Orhan Karabulut, eroin-silah kaçakçılığından aranan Hüseyin Duman ve Alattin Çakıcı’nın görüşmesine ilişkin fotoğraflar yayınladı. O yıllarda Türk çetelerinin Almanya’daki kirli ilişkilerini belgeleyen en önemli somut kanıt olan bu fotoğraf, 26 Mayıs 1996 günü Almanya’nın Baden-Baden kentinde bulunan bir otelde çekilmişti.

1996’ın Eylül ve Ekim’inde ise Frankfurt polisi bir Türk eroin şebekesini çökertti. Çoğu milliyetçi gruplara üye olan 11 Türk vatandaşını tutuklayan polis, eroinin “ülkücü” çeteler ve Türk devlet yöneticilerinin eliyle Almanya’ya nasıl ulaştığının ayrıntılı dökümünü çıkarttı. Davaya bakan Frankfurt mahkemesinin hakimi, 1997’nin ilk günlerinde verdiği kararda uluslararası eroin ticaretinde dönemin Türk Başbakanı Tansu Çiller’i bizzat işaret etti. Ancak kararın ardından Ankara ile “iplerin gerilmesi” nedeniyle dava rafa kaldırıldı.

Çiller-Ağar ekibinden önce 1970’ler ve 1980’lerde Almanya ile Avrupa’daki uyuşturucu trafiğinin başında MHP’li yöneticiler vardı. MHP Senatörü Kudret Bayhan’ın 1972’de İtalya-Fransa sınırında otomobilinde 146 kg baz morfinle yakalanması, MHP’nin bu trafikte nasıl bir rol oynadığının en bariz örneğiydi. Şoför ile birlikte Nice'de gözaltına Bayhan, 15 yıl hapse mahkum oldu, fakat 10 yıl cezaevi yattıktan sonra Türkiye’ye iade edildi. Yine 1973’te Milli Selamet Partisi’nin (MSP) listesinden seçilen ancak MHP ile sıkı ilişkileri olan Diyarbakır eski milletvekili Halit Kahraman, 1978’nin Ekim ayında Almanya’da alıcı kılığına giren polise eroin satmak isterken suç üstü yakalandı ve 7 yıl cezaevi yattı. 

70’LERDEN 90’LARA FAŞİSTLERİN CİNAYETLERİ

Başta Kürtler, Ermeniler ve Yahudiler olmak üzere Almanya’da yaşayan halklara ve farklı inanç gruplara karşı nefret suçu işleyen, uyuşturucu ticaretinden silah kaçakçılığından birçok suça başlayan Türk faşist/ırkçı gruplar, yıllarca birçok siyasi cinayet işlemelerine rağmen hiçbir şekilde Alman devletinin yasaklarına tabi tutulmadılar. Halbuki 1993’de, Kasım ayının ilk günlerinde Türk ordusunu Lice’yi ateşe vermesini protesto gösterileri sırasında yaşanan şiddet olayları ve Wiesbaden’deki bir lokalde çıkan yangında bir kişinin hayatını kaybetmesini bahane eden Alman hükümeti, birkaç hafta içinde PKK’nin faaliyetlerini yasaklayarak Kürtlerin dernek ile kurumlarına kilit vurdu.

1970’ler ve 1980’lerde Türkiyeli sosyalistlere dönük başlayan Türk faşistlerinin saldırı dalgası 1990’larda ağırlıklı olarak Kürt aktivistlere yönelik devam etti. İşte Türk faşistler tarafından Almanya’da işlenen belli başlı bazı cinayetlerin kronolojisi:

5 Mayıs 1974: Aydın kimliğiyle tanınan 30 yaşındaki orman mühendisi Neşet Danış, Hamburg Türk İşçi Cemiyeti kongresinin seçimleri sırasında MHP’li faşistlerce linç edilerek dövüldü. Hastaneye kaldırılan Danış, iki hafta sonra yaşamını yitirdi.

5 Ocak 1980: Berlin’in Kreuzberg semtinde bildiri dağıtma sırasında 36 yaşındaki sosyalist sendikacı Celalettin Kesim, MHP’li faşistlerin saldırısında katledildi.

31 Aralık 1994: Rheinland Pfalz Eyaleti sınırları içerisinde bulunan Germersheim kasabasında TKP ML-TİKKO üyeleri Nurettin Topuz, Mustafa Akgün ve Mustafa Aksakal, girdikleri bir kahvehanede MHP’li bir faşistin kurşunlarıyla katledildi. Kimliği uzun süre gizlenen, gözaltına alındıktan sonra mahkemede serbest bırakılan MİT ajanı katilin, 1980 öncesi Yozgat’ta polisin “anti-terör” biriminde görev yaptığı yıllar sonra ortaya çıktı.

3 Eylül 1995: Kürt genci Seyfettin Kalan, Neumünster kentinde bir grup Türk faşistinin saldırısı sonucu hayatını kaybetti. Aynı günlerde Almanya çapında Kürtlere karşı ülkücüler, polisin sessizliğinden cesaret alarak; saldırı ve linç dalgası başlattı. Ulm, Bielefeld ve Mülheim’de Kürtlere ait yerler yakıldı. Kalan’ı vuran ve iki genci yaralayan “Ülkücü” grubun üyesi katil ise sadece izinsiz silah taşımaktan ceza aldı ve bir süre sonra serbest bırakıldı.

3 Ocak 1997: Kiel kentinde yaşayan Alevi Kültür Derneği’nin üyesi Ercan Alkaya, Türk faşistlerinin kurşunlarıyla katledildi.

4 Temmuz 1999: Erol İspir, Köln’de Almanya Göçmen İşçiler Federasyonu (AGİF)’nin merkezinde nöbet tuttuğu sırada MHP’li faşistler tarafından katledildi.

AKP-MHP Almanya’da faşist çeteleri nasıl örgütledi? - III

AKP-MHP iktidarıyla daha da mobilize olan Türk faşist yapıların yasaklanması için hiçbir adım atılmazken resmi rakamlar, Türk milliyetçi örgütlenme içinde olanların sayısının Alman aşırı sağcıların sayısına yaklaştığını gösteriyor.

Alparslan Türkeş, 1995 yılında Essen ketinde gerçekleşen “Türk Federasyonu” gecesinde yandaşlarına hitap ederken “Avrupa Türkçülüğü” tezini ortaya attı. Avrupa’nın yaşam kültürü, İslami değerler ve Türk milliyetçiliğinden sentezlenen bu faşist ideoloji, geçen yıllar içinde Erdoğan-Bahçeli ikilisinin başında bulunduğu AKP-MHP iktidarınca güçlü bir biçimde hayata geçirildi.

2001 yılında Türkiye’de kurulan ve 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidar olan AKP için Almanya önemli merkezlerden biri haline geldi. Bir yandan 1,5 milyona varan Türkiyeli seçmenin varlığı AKP’nin gözünü bu ülkeye çevirmesene neden olurken, diğer yandan da camiler, dernekler, lobi kuruluşları ve konsolosluklar üzerinden gerçekleşen örgütlenmeyle önemli bir para kaynağı bulundu. Tüm bunların dışında milliyetçi örgütlenme üzerinden de geniş bir istihbarat ağı kuruldu.

Erdoğan rejimi, 20 yıl boyunca Almanya’da sayıları 3,5 milyonu geçen Türkiyeli göçmenler arasında örgütlenerek hem İslam dinini hem de Türk milliyetçiliğini istismar ederek para topladı, dini/mili duyguları istismar ederek oy devşirdi. Ankara’daki Türk rejimine bağlı çalışan konsolosluklar, camiler, dernekler hatta banka ve seyahat acenteleri ise MİT’in birer şubesi gibi çalıştı; Kürt ve rejim muhalifi aktivistler fişlendi. Toplanan bilgilerle Türkiye ve Almanya’da davalar açıldı, suikast planları yapıldı.

Kurulduğunda Almanya’da hiçbir kitle tabanı olmayan AKP, bu ülkede yandaş toplamak için ilk operasyonunu 2002’de yaptı. AKP’nin hedefinde Almanya’da büyük bir kitle ve örgütlü gücü bulunan Milli Görüş veya diğer adıyla İslam Toplumu Milli Görüş (IGMG) vardı. 3 Kasım 2002 seçimleri öncesine denk gelen Temmuz ayında, bizzat Erdoğan ve Abdullah Gül IGMG yöneticileriyle görüşerek, AKP’ye kaymaları için Milli Görüş’ün ele başlarını ikna etti.

BAĞIŞ PARALARINA ÇÖKTÜLER!

Erdoğan’ın Milli Görüş’ün yöneticileri yaptığı görüşmelerin ardından AKP’nin Almanya’da örgütlenmesi için ortak bir komite kuruldu. Milli Görüş tabanından gelen isimlerin yer aldığı bu komite, Almanya’da AKP’ye bağlı kurum ve derneklerin kurulması için girişimler başlattı. Zaten 2002’den 2014’e kadar IGMG Genel Sekreteri Oğuz Üçüncü, birçok kez AKP’ye oy verilmesi için açıkça çağrılarda bulundu. Üçüncü’den sonra gelen Mustafa Yeneroğlu ise AKP’den iki dönem milletvekili seçildi. Bu şekilde “Almancı AKP’lilere” mecliste sürekli bir veya birkaç kürsü verildi.

600’ye yakın camisi bulunan Milli Görüş AKP için deyim yerindeyse birçok fırsat yarattı. Milli Görüş tabanı AKP için önemli bir oy deposu olurken, toplanan milyonlarca Euro bağış da AKP’nin kasasına aktarıldı. Deniz Feneri Derneği’nin dini duyguları sömürerek 2002-2007 arasında toplayıp AKP’ye verdiği paralardan ise sadece 41 milyon Euro’su tespit edildi. AKP’nin lobi kuruluşu UETD’nin bu bağış paralarıyla kurulduğu yıllar sonra ortaya çıktı. Deniz Feneri’ne yönelik soruşturmanın ucu Türkiye’deki AKP yöneticilerine ulaşınca Alman yargısı, Ankara-Berlin hattında yapılan pazarlıklar neticesinde davanın peşine düşmedi.

Almanya’daki 900’e yakın camisiyle Türk diyanet kurumuna bağlı çalışan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) de son yıllarda Erdoğan rejiminin bu ülkedeki en önemli kolu haline geldi. 15 Temmuz darbe girişimin ardından Erdoğan iktidarı, Gülen cemaati üyesi oldukları gerekçisiyle birçok imamın görevine son verirken, DİTİB yöneticiler ve imamlar son yıllarda özel olarak seçilip Almanya’ya gönderildi. DİTİB’li imamların görevi özellikle çocukları milliyetçi fikirlerle yetiştirmek.

Binden fazla imamı bulunan ve kimi kaynaklara göre 100 binden fazla kişiyi din üzerinden yapılan propagandayla etkileme/örgütleme gücü bulunan DİTİB’in Erdoğan rejiminin bir istihbarat kurumu gibi çalıştığı aslında birçok kez belgeleriyle ispatlandı. Fakat “casus imamlar” hakkında açılan soruşturmalarda hiç yol kat etmeyen Federal Alman Savcılığı dosyayı kapatarak rafa kaldırdı.

Yer yer dolaylı veya direkt Alman hükümetinden, en başta da CDU/CSU’nun elinde bulunan eyaletlerde destek bulan Ankara rejiminin örgütlediği milliyetçi/faşist yapılanmayı istihbarat uzun yıllardır biliyordu. Fakat ilk kez ülkenin iç istihbarat kurumu Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın 2018 yılı raporunda ayrı bir başlık açtı ve Ankara rejiminin Almanya’daki kamuoyu/istihbarat faaliyetlerine yer verdi. O raporda casusluk faaliyetleri dışında Türk hükümetinin hem Türkiye kökenli topluma hem de Alman siyasi iradeye nüfuz etme çabası içinde olduğu ifade edilerek, DİTİB ve UETD gibi kuruluşların oynadıkları role dikkat çekildi. Ancak bu rapora rağmen DİTİB’e verilen devlet yardımı kesilmedi.

FAŞİST CEPHE VE AJAN AĞI BÜYÜDÜ

Çünkü 2015 yılının ikinci yarısından itibaren AKP’nin MHP ile kurduğu faşist blok, Almanya’daki Türk faşist, ırkçı ve milliyetçi örgütlemeyi önemli oranda etkilemişti. Özelikle Erdoğan-Bahçeli ikilisinin Kürt düşmanlığı ve savaş politikaları, bu yapıların mobilize olmasını, Almanya’daki faşist Türk cephesinin daha da büyümesini sağladı. Bununla bağlantılı olarak istihbarat ağı da genişledi. İstihbarat uzmanlarına göre, hali hazırda Almanya’da MİT’e çalışan ajan/muhbirlerin sayısı 6-8 bin civarında.

Diğer yandan 2021’e kadar 16 yıl iktidarda kalan Angela Merkel’in başbakanlığındaki hükümet dışarıda Erdoğan’ın siyasetine zimmi destek verirken, içerde ise Türk milliyetçi kuruluşların daha fazla örgütlenmesine sesini çıkarmadı hatta yer yer bu yapılara arka çıktı. Merkel “Ülkücü” örgütlemenin Avrupa’daki şefi Cemal Çetin ile samimi pozlar bile vermekten çekinmedi.

MHP’ye bağlı grupların Avrupa’daki örgütlemesi olan Avrupa Türk Konfederasyon Genel Başkanı Çetin, 24 Haziran seçimlerinde MHP listesinden milletvekili seçilmişti. Aynı zamanda MHP Merkez Yönetim Kurulu Üyesi de olan Çetin, seçilir seçilmez Erdoğan’ın yurt dışı gezilerindeki heyette yer aldı. Temmuz 2018’de Brüksel’de gerçekleşen NATO zirvesinde Erdoğan’ın yanı başından ayrılmayan Çetin Merkel ile bir araya geldi. Merkel’in gülümseyerek Çetin’e elini uzatıp tokalaşmasına ilişkin fotoğraflardan ikilinin daha önce tanıştığını anlamak hiç de zor değildi.

ÇETELER DİREKT ERDOĞAN’A BAĞLI

Türkiye’deki AKP-MHP iktidarının milliyetçiliği körüklemesi, Türk faşist hareketinin Almanya’da yaşayan Türk toplumu içinde kendisine daha fazla alan oluşturmasını sağladı. Buna paralel olarak faşist grupların son yıllarda karıştığı saldırı ve şiddet olaylarında da ciddi bir artış yaşandı. Çünkü AKP-MHP iktidarı saldırıları ve muhaliflerine dönük suikastları organize etmek için maddi/manevi destekler vererek silahlı çeteler kurmuştu. Bunların başında 2014 yılında boks kulübü adı altında örgütlenen "Osmanen Germania" (Almanyalı Osmanlılar) çetesi geldi.

2017 yılının Aralık ayında basına yansıyan ses kayıtlarına göre Erdoğan'a yakın isimlerinden AKP'li vekil Metin Külünk, "Osmanen Germania"nın silah alınması için çetenin lider kadrosuyla sürekli temas halinde oldu ve onlara birçok kez para akışında bulundu. Çetenin bu paralarla Kürtlere karşı kullanılmak üzere birçok tabanca ve otomatik silah aldığı bizzat Alman güvenlik birimlerince tespit edildi.

Alman güvenlik birimlerinin dinlenmesine takılan telefon konuşmalardan biri Federal Meclis'te Ermeni soykırımına ilişkin hazırlanan taslağın oylaması öncesine aitti. O telefon görüşmesinde Külünk'ü arayan Erdoğan, Almanya'da yapılacak gösteriler için talimatlar verdi. 1 Haziran 2016 günü saat 22.21'de kaydedilen görüşmede, Erdoğan, tasarıya karşı Külünk'ten çetelerin harekete geçilmesini istedi. Erdoğan’ın talimatını yerine getiren çeteler, ardından söz konusu tasarının tartışıldığı sırada Federal Meclis yakınlarında toplanarak gövde gösteri yaptı.

Yine bir başka telefon görüşmesinin kayıtlarına göre Külünk, AKP'nin Almanya'daki kuruluşu UETD'nin Mannheim teşkilatının eski başkanı Yılmaz İlkay Arın aracılığıyla çeteye Erdoğan'a ilişkin şiir yayınlayan ZDF televizyonun moderatörü Jan Böhmermann'ın cezalandırılması talimatını verdi. Külünk’ün Almanya'da yaşayan Türklerin silahlandırılmasını istediği Arın, "temiz" silahlardan ve bir cephaneye sahip olduklarından söz etti. Silahlı çetelerle ilişkisi deşifre olan Külünk, artık Almanya’da “istenmeyen kişi” ilan edilirken, Türkiye’ye kaçan Yılmaz İlkay Arın ise AKP-MHP iktidarı tarafından Boks Federasyonu Asbaşkanlığına getirildi.

Çetenin liderleri Mehmet Bağcı ve Selçuk Şahin ise bu bağlantılar yüzünden 2018’de gözaltına alınarak tutuklandı. Stutgart’ta 2019’da sonuçlanan davada Erdoğan rejimine bağlı çalıştığının kanıtlanmasına rağmen "Osmanen Germania" (Almanyalı Osmanlılar) çetesinin yöneticilerine sadece adli suçlardan hapis cezası verildi. 7 çete üyesi ve yöneticisinin yargılandığı davada Erdoğan rejiminin muhaliflerine yönelik suikast hazırlığı ne savcı, ne de mahkeme heyeti tarafından dile getirildi. En fazla hapis cezası (6,5 yıl hapis) çetenin Stuttgart sorumlusu Levent Uzundal’a verildi. Kendisini "Osmanen Germania Dünya Lideri” olarak ilan eden Mehmet Bağcı ise 3 yıl 4 ay hapis cezasına çarpıtıldı.

TANER AY’IN ŞÜPHELİ ÖLÜMÜ

Mehmet Bağcı ve Selçuk Şahin Erdoğan’ın sarayında ağırlanırken, Almanya’daki çetelerle bağlantılar, 2021’de AKP-MHP iktidarının paramiliter gücünün liderlerinden Sedat Peker’in yayınladığı videolarda yeniden gündeme geldi. Peker’in “Almanya'da dernekler var ya; iyi arkadaşlar, ben onları seviyorum. Mesela onlara rica ederdi, ‘para yollar mısın’ diye. El altından onlara para yollardım” derken, bu ilişki ağının merkezinde Osmanen Germania çetesinin Duisburg Başkan Yardımcısı Taner Ay vardı. Türk devlet yöneticileriyle sıcak pozlar veren ve lüks hayatıyla dikkat çeken Ay, 2021’in son günlerinde Bulgaristan'da geçirdiği trafik kazasında öldü.

MECLİSİN KARARINA RAĞMEN HALA YASAK YOK

Türk milliyetçi ve faşist grupların böylesine kirli suç şebekelerine dönüşmesi, şiddet olaylarına karışması ve cinayetler planlaması yıllarca Alman devletinin umurunda olmadı. Fakat son yıllarda “Ülkücüler” veya “Bozkurtlar” isimleriyle örgütlenen Türk faşistler, sadece Almanya’da değil diğer Avrupa ülkelerinde de güvenlik açısından ciddi tehditler oluşturunca işler değişti.

AKP-MHP iktidarının paramiliter gücü olan ve birçok şiddet olayına karışan “Ülkücüler”i, Paris yönetimi, 29 Ekim 2020’de Fransa’nın Dijons kentinde Ermenilere yönelik saldırıların ardından yasaklama kararı aldı. Aynı günlerde benzer bir karar Avusturya’da da alındı. 2020’nin yazında başkent Viyana’da Kürt ve sol/sosyalist gruplara dönük günlerce süren saldırıların ardından Avusturya hükümeti “bozkurt” işaretleri ile sembollerini yasakladı.

18 Kasım 2020 günü ise Türk milliyetçi/ırkçı grupların Almanya’da yasaklanmasının önünü açan yasa tasarısı Federal Meclis’te kabul edildi. Hükümet ve muhalefet partilerinin neredeyse oy birliğiyle kabul edilen tasarının ardından gözler İçişleri Bakanlığı’na ve Merkel hükümetine çevrildi. Fakat Berlin yönetimi, bu süre zarfında bu gruplarla bağlantılı dernek ile faaliyetlerin yasaklanmasını için hiçbir pratik adım atmadı.

Alman istihbaratının 2021’de açıkladığı son istihbarat raporuna göre, kendilerini “Ülkücü” olarak tanımlayan kişilerin sayısı 11 bine ulaştı ve bunların 9400’ü üç büyük çatı kuruluşuna bağlı derneklerin üyesi. Faşist yapılanmanın başında gelen ADÜTDF’nin 7 bin, ATİB’in 8 bin, ATB’nin de 1200 üyesi bulunuyor. Bu resmi rakamlar bile Almanya’da 20 bine yakın kişinin aktif şekilde Türk milliyetçi/ırkçı örgütlenmenin içinde bulunduğu gösterirken, Türk faşistleri; resmi sayıları 33 bin olan Alman aşırı sağcılardan daha fazla tehlikeli olma potansiyeli taşıyor.

Kaynak anf

5194

Fransa’da El Freni Çekildi! İşe Yarar Mı?

Avrupa Birliği üyesi 27 ülkede 720 sandalyeli Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, 6-9 Haziran tarihleri arasında yapıldı. Almanya, İtalya ve Fransa’da aşırı sağ olarak tanımlanan faşist hareket ciddi anlamda sandalye sayısına ulaştı. Böylelikle merkez sağla birlikte faşist hareket AP’deki en büyük grup olarak yerini korudu.

Seçimlerin yankısı ve sonuçları ciddi anlamda tartışmaları doğurdu. AP’ye Almanya’dan sonra sağcılar adına en fazla vekil gönderen Fransa, tartışmaların girdabından çıkıp erken seçim hamlesi ile sarsıntıyı giderme yoluna gitti.

Mevcut koşullarda devrimci siyasal mücadelenin öne çıkan toplumsal dinamikleri (3)

Devrimci siyasal mücadelenin genel olarak nesnel zemini, sosyal devrimleri de olanaklı kılan nesnel zemin ile, aslında ortak paydalara sahiptir. Emperyalist- kapitalist barbarlığın hüküm sürdüğü ve kendisinin doğrudan var ettiği her bir antagonist çelişme ve sorunların giderek daha bir keskinleşerek; ulusların, halkların ve doğanın yaşamını kâbusa çevirip, geleceklerini ciddi şekilde riske soktuğu şu süreçte, gerek özel olarak Türkiye ve K.

Mevcut koşullarda devrimci siyasal mücadelenin öne çıkan toplumsal dinamikleri (2)

Somut özgülün realitesi içerisinde devrimci siyasal mücadelenin etkili ve sonuç alıcı kazanımlara dönüşerek yürütülebilmesi için gerekli olan bir diğer öncelikli koşul ise; elbette ki bu mücadelenin, küresel ve yerel zeminde, toplum gündemini doğrudan ilgilendiren ve de ilgilendirecek olan sorunlar üzerinden ele alınarak yürütülmesidir.

Halkların İhanetçilerden Çektiği (Nubar Ozanyan)

Zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışırken karanlığın sadece gece gelmediği, güneşin altında da gelip halkları bulduğu katliamlar birçok halkı nefessiz bırakmaya çalışmıştır. 1915 Ermeni Soykırımı boyunca başta Asuri, Süryani, Pontus halkı olmak üzere Êzîdî ve Kürt halkı da büyük trajediler yaşamıştır. Bugün Türk faşizmi eliyle Başûr Kurdistan’ında gerçekleşen işgal ve ilhak saldırılarında Kürt halkıyla birlikte Asuri-Süryani halkı da tanımsız acılar yaşamaktadır.

Türkiye’de Ermeni bir devrimci militan: Haldun Karyol (MEHMET GÜNEŞ)

Haldun Karyol, asıl adıyla Harutyan Karyolacıyan, kadim dostum, 8 Temmuz günü aramızdan ayrıldı. Haldun bir Ermeni’ydi ama her şeyden önemlisi Türkiye’de yetişmiş, ender görülebilecek, kendine has eylemci bir devrimci militandı. Onu ender ve ebedi kılan hikayesini bilmek ve öğrenmek, bugün Türkiye’de devrim mücadelesine baş koymuş her militanın hakkı. O yüzden, Haldun’u yakından tanıyan biri olarak, onu anlatmayı devrimci bir görev olarak üstleniyorum.

Mevcut koşullarda devrimci siyasal mücadelenin öne çıkan toplumsal dinamikleri (1)

Nasıl ki genel siyasal mücadele ve siyaset ediş tarzı, küresel ve yerel bazdaki ekonomik, politik, eğitsel, askeri, kültür-sanatsal, çevresel-iklimsel, ezen-ezilen cins, inanç ve etnik sorunlar yekûnu olan toplumsal dinamikler zemini üzerinden kendisini var edip sürdürüyorsa; birebir aynı şekilde, devrimci siyasal mücadele ve siyaset ediş tarzı da aynı küresel ve yerel toplumsal dinamikler üzerinden kendisini var edip sürdürmesi gerekiyor. Normal ve de olması gerekendir bu.

Küçük bir damla ile fırtınayı başlatanlar (Nubar Ozanyan)

Aradan 12 yıl geçti. Etki gücü Ortadoğu’ya yayılan 12 yaşında genç bir devrim yaşıyor adına Rojava denilen topraklarda. Derin yoksulluk, bitmeyen zulümle terbiye edilip cehenneme çevrilen Ortadoğu’da Rojava, bir özgürlük adası gibi duruyor.

Türk Faşizmi EURO 2024’te Sahaya İndi

İki yılda bir Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) tarafından organize edilen Avrupa Futbol Şampiyonası, bu yıl EURO 2024 olarak Almanya’da düzenlendi.

Kapitalist Toplumsal Bir Kırılma ve Yeniden Tarihi Yeni Bir Toplumsal Süreç

Kapitalist emperyalist sistem, önceki bunalım ve çelişmelerinden farklı olarak,, kendisinin taşıyamayacağı ve çözemeyeceği sistem içi   yapısal ekonomik ve siyasal çelişmeler ile karşı karşıya kaldığı bir sürecin içine girmiştir. Bir taraftan yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkışıyla (ki, bu; kapitalizmin ala bildiğine gelişmesi, genişlemesi, üretimin ve sermayenin alabildiğine temerküzü ve de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sürecinin de ilerlediği anlamına gelir) kendini yeniden üretemez olan bir sürecin içine girmiştir.

Bunların neler olduğunu kısa olarak açalım:

Prof. Dr. Korkut Boratav CHP’den Sermaye Sınıfıyla Hesaplaşmasını İstiyor...

Marksist iktisat Profesörü Korkut Boratav, gazeteci İrfan Aktan’a verdiği mülakatta, sürece ilişkin gerçekten de çok değerli ve devrimci sol-sosyalist ve komünist politik öznelerce dikkate alınması gereken çok önemli siyasi ve iktisadi analizler yapıyor, saptamalarda bulunuyor. 

Örneğin kendisine sorulan şu soruya verdiği yanıtta olduğu gibi:

Yoksulların, alt sınıfların bu kadar derin bir kriz yaşadığı dönemde nasıl oluyor da ideolojik hegemonyayı yine de iktidar sağlayabiliyor ve buna karşı güçlü bir sol alternatif çıkmıyor?” (abç)

Yağma ve Talan Cumhuriyeti (Analiz)

Geçtiğimiz haftalarda Kayseri’deki pogrom girişimiyle başlayan ırkçı ve mülteci düşmanı saldırılar Antalya, Antep, Urfa, Hatay, Bursa, İstanbul gibi şehirlerde de kendisini göstererek göçmenlere ait işyerlerinin ve malların yağmalanmasına, yakılmasına ve çok sayıda göçmenin yaralanmasına, hatta Antalya’da göçmen bir gencin öldürülmesine neden olmuştur.

Bir çeşit günah keçisine dönüştürülen göçmenlere karşı yükselen bu dalga görünen o ki daha çok olaya ve şiddete gebe bir yerdedir.

Sayfalar