Perşembe Nisan 24, 2025

Serkan : Rober Koptaş

Her ölüm erken ölümdür demiş şair, ama doğru değil. Bazı ölümler gerçekten erkendir, bazıları değil, işin aslı bu.

25 Ekim günü kaybettiğimiz genç arkadaşımız Serkan Çağlı, onun erken ölümü, bizlere hayatın, hayatlarımızın, içinde boğuştuğumuz meselelerin nasıl küçük, nasıl bizler gibi fani, nasıl bizler gibi tek nefeslik olduğunu hatırlattı en çok.

Serkan hakkında yazmak istedim, çünkü bu evlatçık, bu oğlancık, 34 yıllık kısacık ömrüne, belki 340 yıla yetecek kadar dostluk ve sevgi sığdırmayı başarmıştı. Bunları elde etmek için kendini oradan oraya atmadan, hiç büyüklenmeden, hep sessiz ve nazik, hep olduğu gibi olarak.

Serkan, 1980’de Lice’de doğmuştu. Anası Hatun, babası Cercis; kardeşleri Yusuf, Elina, Metin, Silva, Hülya, Çiğdem, Deniz ve Serkan. 1915 karanlığından en acı payları almış, can vermiş, hayatta kalabilmek için kimliğini gizlemek zorunda kalmış bir ailenin geride kalanları, kılıç artıkları. Ama aynı zamanda umutları, yarına açmış çiçekleri…

Ondan üç yaş, okul hesabıyla ise beş sınıf büyüğüm. Yollarımız, İstanbullu Ermenilerin, fakir fukara çocukları okusun ve barınsın diye kurdukları okullarda, Karagözyan’da, Tıbrevank’ta, yazları Kınalıada’daki çocuk kampında kesişti. Aynı yatakhanelerde uyuyup, aynı karavanaya kaşık salladık; iyisiyle kötüsüyle, çocukluğun benzer ruh hallerini yaşadık. Sonra, Aras Yayıncılık’ta bize bir yaz çıraklık etti. “Etti” dediysem lafın gelişi, nihayetinde hepimiz hayatın çırağıydık, hâlâ da öyleyiz.

Serkan’ı anlatacak tek bir kelime bulmaya çalıştığımda, gencecik yaşta toprağa verilmiş biri için hiç de sürpriz, hiç de şaşırtıcı sayılamayacak bir sıfat geliyor aklıma: İyi.

İyiydi, çok iyiydi Serkan. Biliyorum, herkesin ardından aynı şey söylenir; biz öte dünyaya göçen herkesi “iyi biliriz”, ama mesele bu değil. Mesele bu değil, çünkü Serkan gerçekten iyiydi, çok iyiydi. Sessiz, sakin, gözlerinin içi gülen, çalışkan, varlığıyla insanı rahatlatan, yardımsever, gülmesini de, ağlamasını da bilen bir çocuk.

Çok sevdiği sınıf arkadaşları da aynı şeyi söylüyor. Murat mesela, “Sizin ekipte en iyi adam kim diye sorsalardı, herkesin vereceği cevap hiç şüphesiz Serkan olurdu” deyip ekliyor: “Bir insan nasıl olur da doğduğu günkü saflığından, güzelliğinden, iyiliğinden hiçbir şey kaybetmez. Biz, Serkan’da bunu hiçbir zaman anlayamadık.”     

Bir diğer arkadaşı Seto da, “Sınıfın sübyanlarındandı; hem de en naifi, en safı, en kibarı, en kötü olmayanı” diye anlatıyor onu. Ari, “Serkan, kibarlık, temizlik, saflık, iyi niyet demekti” sözleriyle onaylıyor Seto’yu. “Serkan, saf iyiliğin bu dünyada vücut bulmuş haliydi” diyen Bedo ise, şu yürek yakan lafı ediyor hemen ardından: “Serkan, aslında hep alacaklı olduğu halde kendini sürekli borçlu hisseden insanlardandı.”

Bu nur yüzlü Serkan portresinin göze çoğu zaman görünmeyen karanlık yanı herhalde tam da bu cümlede gizli: “Serkan, aslında hep alacaklı olduğu halde kendini sürekli borçlu hisseden insanlardandı.”

“Neden?” diye sormak geliyor içimden hemen. Neden? İnsan alacaklı olduğu halde neden borçlu hisseder ki kendini?

Hangi yaralar, hangi bereler, hangi ezilmişlikler, hangi dermansız dertler bir insanı hiç durmadan bir borcun ifası için yaşamaya, sürekli iyi olmaya iter? Küçücük bir çocuk, hangi kötülüklerden korunmak için iyiliğe sığınmaktan başka bir yol bulamaz? Bu, onun o körpecik ruhuna hangi yükleri yükler?

Serkan’ın bu yaralı yüzünü Ari anlatıyor: “Serkan çok hassas, çekingen, düşünceliydi. Hatta hastalığında bu her şeyi kafasına takan halinin payı olduğunu düşündük. Hastalığının nüksettiği bir sene önceki süreçte sürekli telkinlerde bulunduk her şeyi kafasına takıp sıkıntı yapmasın diye ama nafile, o dönemde bile saçma şeyleri kendine dert etti. Kim bilir, belki biraz da bu yüzden buldu hastalık onu.”

Ben de, yıllar önce, yayınevinde birlikte çalıştığımız yaz, o mutlu görünüşüne rağmen, içini sıkan bir şeyler olduğunu, ama bunun ne olduğunu bir türlü ifade edemediğini, hatta bu mevzu üstüne konuştuğumuzu hatırlıyorum. “Bilmiyorum, ” diyordu, “İçim bir şeylere sıkılıyor, ama nedenini bilmiyorum.”

Serkan, dermansız sandığı derdinin kaynağını muhtemelen gerçekten bilmiyordu. Kendi hayatında mıydı o sıkıntının kaynağı; yoksa hiç tanımadığı büyüklerinden, kendinden önceki nesillerden mi mirastı ruhuna, kim bilir?

Serkan, Lice’de doğup İstanbul’da büyüyen; Karagözyan, Tıbrevank ve Trakya Üniversitesi mezunu; küçük yaşlarında Kadıköy, Üsküdar taraflarında Agos dağıtıcılığı yapan; aslen gümrükçülükle iştigal eden ama her nerede ihtiyaç varsa oraya koşan; Ahmet Kaya’yı, baba oğul Dinkjian’ları, Şiwan Perver’i, Ahmed Arif’i, domuz etini (tövbe estağfurullah!), tulumba tatlısını ve Fanta’yı çok seven; her fırsatta, hele Cahit’le yanyana geldiyse mutlaka halay çeken; tarih kitaplarına ve bilim kurgu filmlerine meraklı, son zamanlarda garip bir şekilde kafayı Bulgar şaraplarına takan; aşkı Ayda’ya ve çocukları Arad’a çok düşkün; can arkadaşı Sarkis’e Lice’ye gömülmek istediğini söyleyen; Berç’e ise “Keşke bu kadar çok çalışacağıma daha çok gezseydim” diyen bir güzel evlatçık, bir güzel oğlancık olarak göçtü bu dünyadan.

Serkan’ın ve benim de okuduğum Tıbrevank, Anadolu’nun türlü yörelerinde kalakalmış Ermeni ailelerin çocukları eğitim görsün diye kurulmuştu 1953’te. Sivas’tan, Malatya’dan, Kastamonu’dan, Amasya’dan, Kayseri’den, Diyarbakır’dan, Siirt’ten gelen çocukların kocaman bir yuva oluşturduğu o okulun ürettiği en büyük değerler, paylaşma, dayanışma, diğerkâmlık oldu. Serkan’ın da parçası olduğu 1999 sınıfı ise, kardeşlikten öteye taşıdıkları sevgileriyle, 60 yıllık bu okulun tarihinde çok özel bir yere oturuyor benim gözümde.

O çocukların her biri, Serkan’ın hastalığı süresince, onunla nefes aldı, onunla hastalanıp onunla sağaldı, onunla tökezleyip onunla ayağa kalktı. Kanseri iki defa yenme noktasına gelen, ama zayıf bedeni onca yüke sonunda dayanamayıp pes eden Serkan’la birlikte her birinin birer parçası da öldü muhakkak. Ama onun sevgisiyle dirilmeyi de bileceklerdir. İnsaniyetleri için, onlara ne kadar teşekkür etsek az.

Allah sana rahmet eylesin Serkan. Nur içinde yat.

 

81344

Fransa’da El Freni Çekildi! İşe Yarar Mı?

Avrupa Birliği üyesi 27 ülkede 720 sandalyeli Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri, 6-9 Haziran tarihleri arasında yapıldı. Almanya, İtalya ve Fransa’da aşırı sağ olarak tanımlanan faşist hareket ciddi anlamda sandalye sayısına ulaştı. Böylelikle merkez sağla birlikte faşist hareket AP’deki en büyük grup olarak yerini korudu.

Seçimlerin yankısı ve sonuçları ciddi anlamda tartışmaları doğurdu. AP’ye Almanya’dan sonra sağcılar adına en fazla vekil gönderen Fransa, tartışmaların girdabından çıkıp erken seçim hamlesi ile sarsıntıyı giderme yoluna gitti.

Mevcut koşullarda devrimci siyasal mücadelenin öne çıkan toplumsal dinamikleri (3)

Devrimci siyasal mücadelenin genel olarak nesnel zemini, sosyal devrimleri de olanaklı kılan nesnel zemin ile, aslında ortak paydalara sahiptir. Emperyalist- kapitalist barbarlığın hüküm sürdüğü ve kendisinin doğrudan var ettiği her bir antagonist çelişme ve sorunların giderek daha bir keskinleşerek; ulusların, halkların ve doğanın yaşamını kâbusa çevirip, geleceklerini ciddi şekilde riske soktuğu şu süreçte, gerek özel olarak Türkiye ve K.

Mevcut koşullarda devrimci siyasal mücadelenin öne çıkan toplumsal dinamikleri (2)

Somut özgülün realitesi içerisinde devrimci siyasal mücadelenin etkili ve sonuç alıcı kazanımlara dönüşerek yürütülebilmesi için gerekli olan bir diğer öncelikli koşul ise; elbette ki bu mücadelenin, küresel ve yerel zeminde, toplum gündemini doğrudan ilgilendiren ve de ilgilendirecek olan sorunlar üzerinden ele alınarak yürütülmesidir.

Halkların İhanetçilerden Çektiği (Nubar Ozanyan)

Zulmün gölgesinde yaşam bulmaya çalışırken karanlığın sadece gece gelmediği, güneşin altında da gelip halkları bulduğu katliamlar birçok halkı nefessiz bırakmaya çalışmıştır. 1915 Ermeni Soykırımı boyunca başta Asuri, Süryani, Pontus halkı olmak üzere Êzîdî ve Kürt halkı da büyük trajediler yaşamıştır. Bugün Türk faşizmi eliyle Başûr Kurdistan’ında gerçekleşen işgal ve ilhak saldırılarında Kürt halkıyla birlikte Asuri-Süryani halkı da tanımsız acılar yaşamaktadır.

Türkiye’de Ermeni bir devrimci militan: Haldun Karyol (MEHMET GÜNEŞ)

Haldun Karyol, asıl adıyla Harutyan Karyolacıyan, kadim dostum, 8 Temmuz günü aramızdan ayrıldı. Haldun bir Ermeni’ydi ama her şeyden önemlisi Türkiye’de yetişmiş, ender görülebilecek, kendine has eylemci bir devrimci militandı. Onu ender ve ebedi kılan hikayesini bilmek ve öğrenmek, bugün Türkiye’de devrim mücadelesine baş koymuş her militanın hakkı. O yüzden, Haldun’u yakından tanıyan biri olarak, onu anlatmayı devrimci bir görev olarak üstleniyorum.

Mevcut koşullarda devrimci siyasal mücadelenin öne çıkan toplumsal dinamikleri (1)

Nasıl ki genel siyasal mücadele ve siyaset ediş tarzı, küresel ve yerel bazdaki ekonomik, politik, eğitsel, askeri, kültür-sanatsal, çevresel-iklimsel, ezen-ezilen cins, inanç ve etnik sorunlar yekûnu olan toplumsal dinamikler zemini üzerinden kendisini var edip sürdürüyorsa; birebir aynı şekilde, devrimci siyasal mücadele ve siyaset ediş tarzı da aynı küresel ve yerel toplumsal dinamikler üzerinden kendisini var edip sürdürmesi gerekiyor. Normal ve de olması gerekendir bu.

Küçük bir damla ile fırtınayı başlatanlar (Nubar Ozanyan)

Aradan 12 yıl geçti. Etki gücü Ortadoğu’ya yayılan 12 yaşında genç bir devrim yaşıyor adına Rojava denilen topraklarda. Derin yoksulluk, bitmeyen zulümle terbiye edilip cehenneme çevrilen Ortadoğu’da Rojava, bir özgürlük adası gibi duruyor.

Türk Faşizmi EURO 2024’te Sahaya İndi

İki yılda bir Avrupa Futbol Federasyonları Birliği (UEFA) tarafından organize edilen Avrupa Futbol Şampiyonası, bu yıl EURO 2024 olarak Almanya’da düzenlendi.

Kapitalist Toplumsal Bir Kırılma ve Yeniden Tarihi Yeni Bir Toplumsal Süreç

Kapitalist emperyalist sistem, önceki bunalım ve çelişmelerinden farklı olarak,, kendisinin taşıyamayacağı ve çözemeyeceği sistem içi   yapısal ekonomik ve siyasal çelişmeler ile karşı karşıya kaldığı bir sürecin içine girmiştir. Bir taraftan yeni emperyalist ülkelerin ortaya çıkışıyla (ki, bu; kapitalizmin ala bildiğine gelişmesi, genişlemesi, üretimin ve sermayenin alabildiğine temerküzü ve de mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi sürecinin de ilerlediği anlamına gelir) kendini yeniden üretemez olan bir sürecin içine girmiştir.

Bunların neler olduğunu kısa olarak açalım:

Prof. Dr. Korkut Boratav CHP’den Sermaye Sınıfıyla Hesaplaşmasını İstiyor...

Marksist iktisat Profesörü Korkut Boratav, gazeteci İrfan Aktan’a verdiği mülakatta, sürece ilişkin gerçekten de çok değerli ve devrimci sol-sosyalist ve komünist politik öznelerce dikkate alınması gereken çok önemli siyasi ve iktisadi analizler yapıyor, saptamalarda bulunuyor. 

Örneğin kendisine sorulan şu soruya verdiği yanıtta olduğu gibi:

Yoksulların, alt sınıfların bu kadar derin bir kriz yaşadığı dönemde nasıl oluyor da ideolojik hegemonyayı yine de iktidar sağlayabiliyor ve buna karşı güçlü bir sol alternatif çıkmıyor?” (abç)

Yağma ve Talan Cumhuriyeti (Analiz)

Geçtiğimiz haftalarda Kayseri’deki pogrom girişimiyle başlayan ırkçı ve mülteci düşmanı saldırılar Antalya, Antep, Urfa, Hatay, Bursa, İstanbul gibi şehirlerde de kendisini göstererek göçmenlere ait işyerlerinin ve malların yağmalanmasına, yakılmasına ve çok sayıda göçmenin yaralanmasına, hatta Antalya’da göçmen bir gencin öldürülmesine neden olmuştur.

Bir çeşit günah keçisine dönüştürülen göçmenlere karşı yükselen bu dalga görünen o ki daha çok olaya ve şiddete gebe bir yerdedir.

Sayfalar