Pazar Mayıs 5, 2024

Melkonyan, Nubar’ı anlattı: “İnançlıydı ve kendi idealleriyle, kendi ilkeleriyle öldü”

Proletarya Partisi üyesi ve TİKKO komutanı Nubar Ozanyan’ın Rojava’da ölümsüzleşmesinin ardından yoldaşları, dostları, cephede sırt sırta direnişi büyüttüğü siperdaşları onu anlattı.  

Gözlerini açtığı Yozgat’ta yetim kaldıktan sonra yerleştiği Şişli Karagözyan Ermeni yetimhanesinden arkadaşı Nubar Melkonyan, 1964 yılından itibaren yetimhanede aynı sıraları paylaştıklarını aktardı. Aynı sıralardan Armenak Bakırcıyan, Nubar Yalım, Hayrabet Hancer, Manuel Demir, İmam Boztaş ve Hrant Dink’in de geçtiğini aktaran Melkonyan, “Nubar okulumuzun verdiği en son şehit oldu ” dedi.

Yetimhane dönemi: “Ne yaparsa yapsın bunlar!”

Melkonyan, Nubar ile tanıştığı yetimhane günlerini şöyle anlattı:

Çoğunluk okula doğudan geliyordu. Gelenlerin çoğu Türkçe bilmiyordu zaten. Ortaokul ve liseyi Surp Haç Tıbrevank’ta okuduk. Bizim dönemimizde okul müdürümüz Mıgırdiç Margosyan’dı. Ben de öksüz ve yetim büyüdüm, küçük yaşta çalışmaya başladım. Hepimiz aynı durumdaydık. Hırçındık! Okula ilk başladığımız dönemde tanışma faslından sonra okulun yaramazları, iki üç gün içerisinde belli olmuştu.

Kendi sınıf arkadaşlarımızla bahçede top oynamaya giderdik. Martager de alır giderdi topu, biz de onun arkasından giderdik. Büyükler (Hrant Dink, Armenak Bakırcıyan) bizi kovalarlardı. Nubar’la köşe kapmaca oynardık, sınıfımızın en yaramazları bizdik.

Ortaokulda kavgalar çok olurdu. Bizim üst sınıflar, Nubar, Gabro ve ben bir araya geldiğimizde bizimle baş edemiyorlardı. Okulun o dönemki müdürü Mıgırdiç Margosyan bizimle baş edemez hale gelmişti. Margosyan yaramazlıklarımızdan dolayı birkaç kez bizi cezalandırmaya çalıştı. Fakat o da bizimle uğraşmaktan vazgeçti. “Ne yaparsa yapsın bunlar” dedi sonunda. Müzik öğretmenimiz de, “Bunlar nereden geldi!” derdi. Okul yıllarımız böyleydi.

Türkiye’de Ermeni’ysen…

Ben okulu erken bırakmak zorunda kaldım ama Nubar ile görüşmelerimiz devam ediyordu. Kumkapı’da aynı mahallede oturuyorduk.

Halterde başarıları vardı. Antrenmanlarda Naim Süleymanoğlu’ndan daha ağır kaldırıyordu. Peki, nasıl olur, sen daha ileri pozisyondayken nasıl engellendin diye sordum. Şunu dedi bana: “Ondan ağır kaldırdığım ilk antrenmandan sonra antrenörlerim tarafından açıkça uyarıldım ve dışlanmaya başlandım” dedi. Sonra Nubar Avrupa’ya geçti. Tabi o Avrupa’dayken de haberini alıyordum. Filistin’e, Ermenistan’a gittiğinde de haberini aldım. Keza Rojava’ya gittiğinde de.

“Orada işim var, hemen gitmem gerek!”

Nubar için anlatılanlar, tanık olanlar için unutulmaz. Bu dönemde güzel anılarımız oldu. Yetimhane zamanında ranzamız vardı ikimizin. Yapalım bir ranza şu köşeye derdi. Suzan Suzi şarkısını çok severdi. İnternetten açıp dinlerdik. Sasna Şaran oyununu da severdi. Çalar oynardık. Bir de ülkesini çok severdi. “Hayrenik” derdi. Gideceği tarihe göre takvimde her geçen güne bir çizgi atıyordu. “Orada işim var, hemen gitmem gerek” diyor, ona göre kendisini gideceği güne hazırlıyordu. Dokunmadım takvime. Olduğu gibi duruyor. Şehit düştüğü haberini aldıktan sonrada yapraklı takvim de 14 Ağustos’ta kaldı. Elim varmıyor o yaprağı kesmeye.

Nubar’ın elinden her iş gelirdi. Kendine has mimikleriyle o işin kendisinin halledeceğini belirtir sonra da yapılacak iş ne ise hallederdi. Nubar israfı asla sevmezdi. Düşünün, çürümeye yüz tutmuş bir meyve gördü müydü onun hoşaf ya da reçelinin yapılması gerektiği söyler ve kendisi yapardı. Koşulları gereği tanımadığı insanlarla kimliğini gizler, kurduğu ilişkilere özen gösterirdi. Gösterdiği özenle üzerlerinde bir etki yaratırdı. Bu etki hala devam ediyor. Onu hala soruyorlar.

Nubar gerçekten de birlikte yaşanılması gerekilen insan. Derler ya “anlatılmaz yaşanır” öyle işte. Şu örnek biraz tanımlar umarım. Bir gün dilenen bir çocukla karşılaştık. Nubar’ın yanında her zaman para olmadığını onu tanıyanlar çok iyi bilir. O gün cebinde para vardı ve Nubar çıkarttı cebindeki paranın bir kısmını çocuğa verdi. Niye veriyorsun dediğimde de, “baksana! Bu garip bir Kürt çocuğu bu işi yapmak zorunda kalmış” dedi. Böyle de koca bir yüreğe sahipti.

Nubar’ın yeni elbise, ayakkabı vb. şeylere karşı isteksizliği vardı. Sevdiği bir ayakkabısı varsa onunla gidebileceği yere kadar tamir eder ve kullanırdı. Gömleklerini de aynı şekilde kullanırdı.

“Aklı hep Rojava’daydı”

Gece gündüz arasındaki farktan tutalım da hangi gecelerde ay ışığının olacağını hesap eder öyle plan yapardı. Ve aklı hep Rojava’daydı “geç kalmayalım, hemen gidelim” derdi.

Kulakları çok iyi duymuyordu. Roketatar kullandığı için bir kulağı neredeyse işitmez hale gelmişti. İşitme cihazının kulağında olup olmamasını da umursamıyordu. Her haliyle özel bir kişiliğe sahipti. İnançlıydı ve kendi idealleriyle, kendi ilkeleriyle öldü.

40652

Misafir yazarlar

Güncele iliskin yazilariyla sitemize katki sunan yazar dostlarimiza ait bölüm

Misafir yazarlar

Sen susuyorsun çünkü...

Seni Cizre, Silopi, Nusaybin, Diyarbakır Sur, Şırnak ve Dargeçit halkıyla empati kurmaya çağırmayacağım. Çünkü sen ölmüşsün. Bu düzen sana makam ve rahat bir hayat vererek ruhunu esir almış, öldürmüş seni. Ölmüş bir ruh gömüldüğü mezarda dışarıdaki seslere sağırdır.

Sevgili okur, bu sözlerim sana değil, siyasetçileredir.

15. yılında başka bir 19 Aralıkta

“Amaçları, insanı, insandan başka birşey    haline getirmekti”. Primo Levi

Aralık sallanıyor.

Bütün ayları özel kılan katliamlarla dolu Türkiye tarihinde, çığlıklar-haykırışlar, direnişlerle dolu Aralık her gelişinde, daha dünmüş gibi sallanıyor….

Bir bireyin tarihini bile objektif olarak yazması zorken, Aralık’ı yazmak hep zorluyor bizi.

Partisizlik Özgürlüktür

Vışş... o süperman kostümü ne la..... sıfır sıfır yedi gözlükler....

Sen benım kım olduğumu bılıyor musun ?

Haa..bılıyom.  Bızım koylu husosun.

Avradın da dayak yiyip şehire kaçan huso .

Bireycilik, grupçuluk....

Kapitalizmin ortaya çıkardığı bir hastalık bu.

Kapitalizmin itişi, kalkışının acımazsızca ceyran edişi  içerisinde statümüzü, grubumuzu....  buluruz, buldururuz.

Sanki kendimizin, ailemizin, yaşadığımız grubun....   sorunlarını, hislerini .....  başka bireyler, gruplar  yaşamıyorcasına, bilemeyeceklercesine  davranır, yaşarız.

İsrailleşen Türk devleti ve Kürtler

Ulusal sorununu çözmeyen bir devletin burjuva “demokratlığı” söz konusu olamaz. Türk devletinin tarihinde, burjuva anlamda “demokrat”lığı oldukça sınırlı olmuştur. Sınırlı yıllar içinde   burjuva “demokrasisi”ni uygulaması, dış koşulların ve iç koşulların (işçi sınıfı ve emekçilerin) dayatması sonucu olmuş, ama, işçi ve emekçiler ve başta Kürtler olmak üzere diğer azınlık uluslar üzerindeki faşizm sopasını da hiç bir zaman elinden bırakmamıştır.

Mazlum Yoldaşın Ardından

Yetmişli yılların ortalarında Malatya’dan İzmir’e gelmişti Mazlum yoldaş. Simsiyah saçları, kararlı bakan ışıltılı gözlerindeki sevgi yüzüne de yansıyordu. Kısa sürede herkesin sevgisini kazanmış, mahallenin “Marangoz İbo”su olmuştu bile.

Taklit yeteneği çok iyiydi. Gırgır ve şamatayı sever öykündüğü yoldaşlarını bire bir taklit ederken dernektekileri gülmekten kırar geçirirdi.

Çalışkandı; tam bir görev adamıydı. “Teoriden anlamam, ben pratik adamıyım!” derdi. Kızdı mı hemen parlardı, ama çabuk da sönerdi.

Şimdi yürüme zamanıdır!

Şimdi savaşma zamanı, savaşı büyütüp her tarafa yayma zamanıdır. Özgürlük ateşini yakınlaştırma ve devrimcileşme zamanıdır. Şimdi büyük bir ısrar ve kararlılıkla zorlukların üstüne doğru yürüme, engelleri cesaretle aşma zamanıdır. Partimizin ideolojik-stratejik hattı, işçi sınıfının, halkımızın, bölge halklarının değişim ve devrim ihtiyacına yanıt olma zamanıdır. Dayanılması zor, yokluk ve yoksulluklarla dolu ezilenlerin çığlıklarına kulak verme zamanıdır. Ertelenmesi asla mümkün olmayan zorunlulukların ve kaçınılmazlıkların gerçekleştirilmesi zamanıdır.

“Hendek” e düşmek mi, hendek atlamak mı?-Dursun Ali Küçük

*Kendimi hendeğe düşmüş gibi hissediyorum….
Kürdistan şehirleri ve ilçelerinde yaşanan vahşet gözlermin önünde kayıp gidiyor.
İçim kan ağlıyor..
Sanırım savaş ortasındaki her insanda bunu yaşıyor.
Ya bu hendekten atlarsın ya bu deveyi güdersin.
Ya da deveye hendek atlamak gibi bir işe kalkışırsın.
Ama nasıl direnirsen diren siyaset ve halkını düşmanın eliyle de olsa hendeğe gömemezsin.
Vebali ağırdır.

*Sömürgeciğe ve işgalciye karşı direnmek farzsdır ve kayıtsız şartsız tartışma götürmez.

"İpler kimin elinde "

Bugün bir arkadaşımla sohbet ederken  Ortadoğu, Türkiye ve Kürdistan ve en önemliside Suriye'de neler oluyor üzerine konuşmaya başladık;  Ben siyasal tahlillerde bulunmaya çalışrken,, üçüncü dünya savaşının kapıda olduğunu,çanların  kimin için çalıyoru anlatırken , arkadaşım dediki:"Yoldaş bu söylediklerini Marks, Lenin, Stalin , Mao yoldaşlar o  zamanlar söylemişler... Sen bugüne has özgül tahlil yapsan vede biz bunun neresindeyiz,anlatsan daha gerçekçi olur". Ben önce bir duraksadım şaşırdım , "söyleyen dilim söylemez" oldu.

“Seçme ve Seçilme En Temel İnsan Hakkıdır, Haydi Mülteciler Seçime”; dediler ve!

Yarın 10 Aralık.

1948’den bu yana etkinlikler düzenlenen “Dünya İnsan Hakları Günü”.

“Mültecilerin seçme hakları var artık. Seçme ve seçilme en temel insan hakkıdır” diyerek harıl harıl çalışan kurumlardan bir kısmı; yarın da Suriye’ye yerleştirilen savunma silahlarına karşı protestolar gerçekleştirecekler!(Bu kurumların adını burada belirtmek, yaptıkları iyi şeylere göz kapamakla eş olacağı için; böyle geçelim).

“Fırtınalar içinde, bıçak sırtında”

Komünist önder Mehmet Demirdağ anısına...

Devrime (ve Cizre'ye) dair

“In puncto punctii”[1]

Murat Uyurkulak’ın, “Vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi,”[2] notunu düştüğü; Cornelius Castoriadis’ün, “Önce bir tahayyüldür,” dediği devrim, radikal sosyalistlerin indinde güncelliğini yitirmeyen -“olmazsa olmaz”- “Tek yol”dur; dünyayı değiştiren devrimci praksistir; engellenemezdir; gereklidir.

Sadece bu kadar da değil: Egemenlerin kâbusu, ezilenlerin şölenidir; Prometheus’un takipçilerini var eden tarihsel eylemidir; bilimden sanata, beşeri münasebetlerden sosyal hayata, ekonomiden politikaya “ilerleme”nin yegâne sebebidir.

Sayfalar