Pazar Mayıs 19, 2024

Partizan: “Diz çöktürme ve teslim almaya karşı güçlü bir çıkış için HAYIR!”

Yaklaşan referanduma ilişkin bir açıklama yapan Partizan, “HAYIR” diyeceğini duyurdu. “HAYIR’ı kitlelerin kendine güvenini ve umudunu faşizme karşı yeniden yeşertme ve egemenlerin kaosunu böyle derinleştirme aracı olarak kullanacak, Cizre bodrumlarında 150’ye yakın insanla yakılarak katledilen Mehmet Tunç’un ‘Teslim olmayacağız, diz çökmeyeceğiz’ çığlığını ‘Diz çökmeyeceğiz, HAYIR’ diyerek taşıyacağız” diyen Partizan’ın açıklaması şu şekilde:

Diz çöktürme ve teslim almaya karşı güçlü bir çıkış için HAYIR!

3. dönemine evrilen OHAL’in, faşist Kemalist diktatörlüğün keyfiyeti ve zalimliğini artıran uygulamaları eşliğinde, Nisan ayında gerçekleşecek bir referandum sürecine doğru hızla ilerlemekteyiz. Aslında özellikle 2015 yılının 2. çeyreğinden itibaren yaşanan gelişmelere baktığımızda bugünkü durumu “hızla ilerlemek” olarak tarif etmenin hafif kaldığı, durumu tam karşılamadığı ortadadır. Adeta işçi-emekçiler, kadınlar, LGBTİ’ler, Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Nusayriler ve bütün ulus, azınlık, inanç ve cinsel kimlikten halkımız; emperyalist-kapitalist sistemin çıkmazlarının şekillendirdiği faşist egemen güçler tarafından uçuruma sürüklenmekte; buna karşı “köpeklerin salındığı, taşların bağlandığı”* yöntemlerle devrimci, demokratik, yurtsever güçlerin mücadele kanalları tıkanmaya ve bir bütün halkımız “nefessiz” bırakılmaya çalışılmaktadır.

Ancak gelinen süreci değerlendirebilmek için ülkemizde ve dünyamızda yaşanan gelişmeleri iyi değerlendirmek şarttır. Keza usta şair Nazım Hikmet’in de dediği gibi “Ne ah edin dostlar, ne ağlayın! / Dünü bugüne / Bugünü yarına bağlayın!” Bu görev, ezilenlerin mücadelesine dair kaygı taşıyan, kendisine misyon biçen komünist, devrimci, demokrat ve yurtsever tüm güçlere aittir!

Bu yapmadığımız ya da eksik yaptığımız vakit demokratik halk devrimi mücadelemizin hayat bulması, yeşermesi ve kökleşmesi bir rüyadan ibaret olup “güzel hayaller”e ve bizler de “hayalperestler”e dönüşürüz! Sınıf mücadelelerinin şekillendirdiği insanlık tarihini/kendi tarihimizi bilmediğimizde, bugüne oradan can ve kan bedeliyle geldiğimizi kavramadığımızda köklerini bilmez, tanımaz ve buraya tutunarak güçlü bir ağaç/orman haline gelme görevinden ve amacından uzaklaşırız. Ancak geçmişe takılıp kalarak, bugünü geleceğe bağlama misyonunu unutursak eğer, kendisini ezilenlerin mücadelesine karşı her daim yenilemek için burjuva ideologlarıyla hazır kıta bekleyen egemenlerin saldırılarına karşı tarih sahnesinden yavaş yavaş ya da bir anda yok olmayı göze almış; yani kaderimizi, yani devrimden çıkarı olan tüm halkımızın kaderini egemenlerin ellerine teslim etmişiz anlamına gelir.

Ancak bilinmelidir ki buna niyetimiz yok!

Ezilenler isyanda, egemenler “hayalet” karşısında telaşta!

Yakın tarihe kısaca göz attığımızda 2008 yılının son aylarında emperyalist-kapitalist sistemin patlak veren ekonomik krizi; kısa bir süre sonra ABD, Portekiz, Meksika, İspanya ve Yunanistan’da yoksulluk, işsizlik ve yolsuzluklara karşı sokaklara dökülen milyonların karşısında siyasi krize dönüşmüştü. Bu siyasi kriz, özellikle 20. yüzyılın tamamı ve 21. yüzyılın başlarından itibaren emperyalistlerin savaş alanına dönüşmüş olan, kaynayan Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasında 2010 yılının son günlerinde işsiz üniversite mezunu bir gencin kendini ateşe vermesinin ardından patlak veren isyanlar sonucu derinleşmişti.

Ülkemizde ise Gezi İsyanı, Mayıs-Haziran 2013’te İstanbul-Taksim’de yaşam alanlarını koruma mücadelesinin fitili yakmasıyla patlak vermiştir. 10’dan fazla insanın katledildiği, yüzlerce kişinin yaralandığı; gözaltı ve tutuklama furyasıyla bastırılmaya çalışılan bu isyan, halkın kendi gücüne olan inancını artıran, demokrasi bilincini geliştiren, egemenlerin üzerinden yükseldiği şovenizm-cinsiyetçilik-homo/transfobi duvarlarında kırılmalar yaşatmıştı.

Egemenlerin telaşı yalnızca bununla sınırlı değildir. Suriye topraklarına bir akbaba misali göz diken AKP’nin kumanda ettiği Kemalist faşist diktatörlük, Kürt ulusal hareketinin önderlik ve inşa ettiği Rojava Devrimi’yle karşılaşmış, hevesi kursağında kalmıştır. Rojava Devrimi ve Suriye’deki iç savaş, egemenlerin de kabul ettiği bir gerçeklikle “dış mesele” değil, “iç mesele” halini aldığından buradaki her politikası ülkede yansımasını bulmuştur. Özellikle DAİŞ’in Kobanê’ye saldırmasına sevinen egemenlere karşı Kürt ulusal güçlerinin önderlik ettiği ve devrimci güçlerin de içerisinde yer aldığı Kobanê serhildanları ile günler süren çatışmalar yaşanmış, 50’den fazla insan devlet ve devletin kontra güçleri tarafından katledilmişti.

Faşizme ruhunu veren; “diz çöktürme” politikasıdır!

Şengal ve ardından Kobanê’de çatışmaların sürdüğü ve ülkede art arda 4 seçime gidildiği günlerde Eylül 2014’te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı tarafından Genelkurmay Başkanlığı’na sunulan ve Genelkurmay Strateji Plan Dairesi, Strateji Şube Müdürlüğü’nün “Çöktürme” planı adını verdiği “gizli” ibareli eylem planı hazırlanmıştır. Bu plan; Sri-Lanka’da Tamil ülkesinin bağımsızlığı için mücadele eden Tamil Kaplanları örgütüne karşı uyguladığı “Gömme-Silme” eylem planı ve Saddam Hüseyin ile Kimyasal Ali (Ali Hasan El-Mecid)’nin Irak Kürdistanı’na 1987-1988 yıllarında uyguladığı Xalepçe katliamı ile zirve yapan “Enfal” operasyon planının birebir kopyası ve başta Kürdistan coğrafyası olmak üzere ülkeye uyarlanan halidir. Bu eylem planının bir benzerini de Kolombiya devleti FARC’a uygulamış, bu operasyonlarda FARC’ın lider kadrolarının dörtte üçü nokta operasyonlarıyla katledilmişti. Keza hatırlanacağı üzere daha yakın zamanda Amed Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın gözaltına alınmadan bir gün önce mecliste tanık olarak dinlendiği (daha doğrusu sanık gibi sorgulandığı) görüşmede “Barış olmalı” diyen Kışanak’a AKP’liler tarafından “Sri Lanka’da nasıl olduysa burada da barışı sağlayacağız” cevabı verilmişti.

Sri Lanka’nın “Gömme-Silme” eylem planı kapsamında 2006-2009 yılları arasında Sri Lanka faşist hükümeti Tamil Kaplanları ve onlara yakın oldukları varsayılan en az 42 bin kişiyi katletmiş, on binlerce kişiyi yaralamış, binlerce kadına tecavüz etmişti. Irak Kürdistanı’ndaki Enfal sürecinde ise insan cenazeleri yerlerde bırakılarak, şehitlikler bombalanarak, kimyasal silah kullanılarak direnenlerin moral ve direnci düşürülmeye çalışılmış; Kürtler topluca katledilerek toplu mezarlara gömülmüş, bölgedeki demografik yapı değiştirilmeye çalışılmış, Xalepçe katliamı ile binlerce kişi katledilmişti. TC’nin “Çökertme” planından yansıyan ise yapılacak operasyonlarda “10 bin ila 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesi” planlanmasıydı. Bu benzerliklerin yanı sıra Kimyasal Ali’nin o döneme damgasını vuran “Kürdistan’da yıkılmadık tek bir Kürt evi kalmayacak” sözü ile bugün AKP ile faşist blok kuran MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacak” söyleminin yakınlığı aynı zamana faşizmdeki akrabalıklarını, Kürt düşmanlığındaki kardeşliklerini göstermektedir.

Sürece “Çöktürme” adı verilmesi derinlemesine değerlendirilmelidir. Keza bahsi geçen kavram, aslında ülkede var olan sınıflar mücadelesini hedef almakta, bir bütün bu coğrafyanın işçi ve emekçilerinin, ezilen ulus, azınlık ve inanç topluluklarının yan yana gelme ve birlikte mücadele etme umudunu yok etmeyi arzulamakta, kamplaştırma ve taraflaştırmanın yanı sıra tüm devrimci, ilerici ve yurtsever güçlere diz çöktürmeyi, faşizmin resmi geçidiyle direnenleri teslim almayı istemektedir. Her fırsatta ifade ettikleri “milli seferberlik” tam da bu konudadır. Bu seferberlik; on binlere varan sayıda insanın KHK keyfiyetiyle işten atılmasıyla, işsizliğin milyonlara ulaşmasıyla, krizin faturasının işçi ve emekçiye kesilmesiyle, Aliboğazı’ndan Lice kırsalına gerillalara dönük sürdürülen operasyonlarla, HDP’ye dönük gözaltı ve tutuklama teröründen Kürt kentlerinin yakılıp bombalanmasına kadar geniş yelpazedeki saldırılarla, demokratik alanda devrimci, demokrat ve yurtseverlerin kazanımlarının yok edilmesiyle, “gözaltında kaybetme”, sokakta infaz gibi yöntemlerin yeniden devreye sokulmasıyla hayata geçirilmektedir.

Egemenlerin ekonomik ve siyasi krizine karşı ayağa dikilen başta Kürt ulusu olmak üzere tüm direnenlere; işçilere, emekçilere, kadınlara, LGBTİ’lere “diz çöktürmek”, Kemalist faşist diktatörlüğün sürece ruhunu veren yönelimidir. Keza bu konuda yaşadığı tıkanıklığı açma ve rejimi, kendi çıkarlarına uygun şekillendirme amacı taşıyan başkanlık sistemini hayata geçirmeleri ancak böyle mümkün olacaktır!

Mehmet Tunç’un “Teslim olmayacağız” çığlığını “Diz çökmeyeceğiz, HAYIR” diyerek taşıyacağız!

İşte böylesi deneyimlerden geçerek, halkın önüne koyu bir barikatın koyulduğu bir ortamda “Cumhurbaşkanı güçlenerek nerede ise mutlak siyasal güç halini aldığı; KHK çıkartma yetkisi ile yasamanın, atamalar yolu ile yargının alanını kapladığı; Anayasa Mahkemesi’nin denetim vasfı sonlandığı; Meclis sembolikleştiği” içerikte bir anayasa değişikliği gündeme getirilmekte ve referanduma gitmekteyiz.

Öncelikle altını çizmek gerekir ki, anayasalar ya da diğer yasalar egemen sınıfların çıkarlarını tahkim etmek ve ezilenlere sınır belirlemek amacıyla oluşturulmuş burjuvazinin “demokrasi” aldatmacasına ait ideolojik metinlerdir. Hele de 12 Eylül Askeri Faşist Cuntası ile getirilen bir metin olan 1982 anayasasının kendisi ve bu ortamda buna yapılacak dizaynda halkın hiçbir çıkarı söz konusu bile değildir! Faşist Kemalist Diktatörlük ayakta olduğu müddetçe de bu metinlerin asıl nitelikleri hep ortada olacaktır! Kötünün kötüsüne hayır demek kötüsünün iyisini seçmek anlamına gelmez. Referandumu ele alırken bu metin değişimleri üzerinden değil, bu metin değişimlerine neden olan toplumsal gelişmeler üzerinden ele almak zorunluluktur.

Anayasal düzenlemeyle hayata geçirilmek istenen başkanlık sisteminin ilk uygulamaları günümüzde prova edilse de, başkanlık sisteminin kendisi daha kapsamlı saldırıları içeren ve süreklilik arz eden bir sistem olarak hayatımızda yer alacaktır. Birçoklarının iddiasının aksine “başkanlık sistemi”, Erdoğan’ın kişisel hırsı ve arzuları ile bağdaştırılamayacak oranda egemenlerin geleceğiyle iç içedir. Yukarıda bahsini ettiğimiz sürecin egemenleri getirdiği nokta kriz ve çıkmazdır. Ve önümüzdeki sürecin bu kriz ve çıkmazın derinleşeceği dönemler olacağı bizler kadar egemenlerin de malumudur. İşte başkanlık sistemi, tam da bu sürece hazırlıktır. Hazırlığı yapılan savaş konseptine uygun bir şekilleniş olan başkanlık sistemi; politikaların tek bir cepheden ve tek elden düzenlenmesini, karar alıp uygulamada kesintisiz ve hızlı bir süreci ve ardından işlenen suçlar karşısında yargılanmama güvencesini öngörmektedir. Devlet hızlıca karar alıp ve hiç vakit kaybetmeden uygulamaya geçebileceği bir yasal düzenlemeye geçmektedir. Devletler, savaş-savaş arifesinde ya da çöküş aşamasında görüyorsa kendini hızlı karar alıp uygulayabileceği bir formatta yeniden düzenlenir. Durum Türk devleti açısından böyledir; Partili Cumhurbaşkanlığı, devletin savaş dizaynına uygun şekillenmesinin bugünkü adıdır.

AKP-MHP bloğu ve gizli destekçisi “muhalefet” postunda CHP’nin milliyetçi, şoven saldırılarını sürdürdüğü, devletin tüm imkânlarını kullandığı, kendi hukukunu dahi tanımadan tüm direnenlere terör uyguladığı bu dönemde “HAYIR” demenin egemenler tarafından hedefe konulmak, ezmek ve kontra güçlerine ezdirmek için yeterli olduğu görülmektedir. Ancak buna rağmen devletin iki senedir uyguladığı “diz çöktürme”, sokağa çıkanları evine hapsetme ve karamsarlık uçurumundan atma projesi karşısında “HAYIR” diyerek bir araya gelinmesinin yarattığı umut ve yeniden ayakları üzerine dikilme hali, bizler açısından referandumda tavrımızın esas kaynağını ortaya koymuştur. Ancak ilk elden belirtmeliyiz ki; yeni anayasa değişikliğiyle “cumhuriyetin elden gittiği, laikliğe sahip çıkmak için var olan anayasada ısrar etmek gerektiği” yönlü argümanlar anlamsız ve sisteme su taşıyan, şu an devleti dikte eden kliğe karşı muhalif olan kliği güçlendirecek söylemlerdir. Keza bu anlayışın bayraktarlığını yapan CHP’nin niteliği ortadadır. Onun “muhalefetten” anladığı; HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılarak tutuklanmalarına neden olan değişikliklerde, Ermeni ve Kürt düşmanlığında AKP-MHP bloğu ile hareket etmek, mecliste kavga-dövüşle sınırlı bir “muhalif” postuna bürünmektir.

Bu yüzden de ortaya koyacağımız “HAYIR”ın ne egemenlerin anayasaları arasında bir tercih ne de CHP ve ona yedeklenen güçlerin popülist rüzgarına yedeklenme olmadığı bilinmelidir. Ortaya koyduğumuz “HAYIR”, egemenlerin “çökertme” planları karşısında yeniden ayağa dikilmenin umudunu inşa etme araçlarından sadece biri olarak anlam taşımaktadır. Zira bu umudu yeniden yeşertmenin tek yolunun referandum olmadığı da açıktır. Referandumu kapsayan öncesi ve sonrasıyla derinleşecek olan kaos karşısında halk kitleleriyle buluşmalarımızı artıracak “HAYIR”ın egemenlerin ekonomik ve siyasi krizinin faturasını halka kesmesine izin vermeyeceğimizi anlatan bir nitelikte çalışmalarla örülebileceğinin farkında olmalıyız!

Anayasa değişiklik paketi, AKP’nin faşist Kemalist diktatörlüğün boşluklarını doldurma ve çıkmazlarını yeniden tahkim amacı taşıdığından uzun erimli bir projedir ve referandumda “HAYIR” çıktığında dahi sonlanacak bir mesele değildir. Bu yüzden örülecek “HAYIR” çalışması, sistemin doğrudan kendisine odaklanarak inşa edilmelidir. “HAYIR”ın kitleler üzerindeki etkisini, kazandıracağı moral ve imkânı; egemenler açısından yaratacağı sarsıntıyı küçümsemeden, önümüze koyacağımız çalışmalarla bu süreci en iyi şekilde; yani kitlelerle sıkı ilişkiler kurma, bunu örgütlülüğe çevirme fırsatı olarak değerlendirme; devrimci, demokrat ve yurtsever kesimlerle birleşik mücadeleye yoğunlaşma yönelimiyle değerlendirmeliyiz.

Milyonlar açısından teşhir olan bir gerçeklik var ki, o da, referandum sonucu ne olursa olsun, kaosun; yönetme ve ekonomik krizi ile sistemin meşruluk sorununu daha da derinleşeceğidir. Ancak “EVET” ile ilerleyen bir süreç, egemenlerin kitleler üzerindeki diktasını güçlendirdiği bir atmosferde kaosu derinleştirecekken, “HAYIR”ın yaratacağı kaos halk kitlelerinin elini güçlendirecektir! Bizler açısından önemli olan fark tam olarak budur! Bu sebeple “HAYIR”ı kitlelerin kendine güvenini ve umudunu faşizme karşı yeniden yeşertme ve egemenlerin kaosunu böyle derinleştirme aracı olarak kullanacak, Cizre bodrumlarında 150’ye yakın insanla yakılarak katledilen Mehmet Tunç’un “Teslim olmayacağız, diz çökmeyeceğiz” çığlığını “Diz çökmeyeceğiz, HAYIR” diyerek taşıyacağız!

 

* Hayvanları örnek vererek oluşturulmuş ve olumsuz insani özelliklerle bütünleştirilmiş deyimleri mümkün mertebe kullanmamaya çalıştık. Ancak kimi deyimleri de kullanmak zorunda kaldığımız için belirtme ihtiyacı duyuyoruz, kullandığımız bu deyimler yalnızca durum tariflemeye dönüktür.  

45930

"Yüzünüzdeki maden karasını yıldızların kızıllığıyla aydınlatacağız"

Kaypakkaya yoldaşı andığımız bugünlerde Gezi şehitleri kervanına katılarak ölümsüzleşen Mehmet İstif ve Soma’da katledilen maden işçileri ile öfkemiz daha da büyümektedir.

Partizan : Yüreğimiz Soma’da! Yas değil isyan!

MANİSA’NIN SOMA İLÇESİ’NDE YÜKSELEN ÇIĞLIKLAR VE 

YÜZLERCE MADENCİ CENAZESİ…

 

Aralarında, Berkin Elvan gibi 15 yaşındaki işçi çocuk Kemal’in de cesedi, kara bir torbada…

16 saat sonra enkazdan sağ çıkarılan işçi Fatih, yaralı haline bakmadan kendisi gibi emekçi olan sağlıkçılara soruyor: “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin”…

Diğer yanda ise elinde bir kamera ile şaklabanlığa soyunan bir başbakan…

Diyalektiği güncelle!

Her faaliyet alanı bir önceki sürecin devrimci çalışmalarını kapsamlı bir şekilde örgütsel-pratiksel-yönetsel boyutuyla değerlendirmelidir. Bölge ve alanlar bu süreçte kitlelere ne kadar gidebildi? Ulaştığı, kapısını çaldığı emekçilere sistemin politik teşhirini ne kadar, nasıl yaptı? Kitleleri bilinçlendirip-örgütlemede ikna ve inandırmada ne kadar etkili ve başarılı oldu? Nasıl bir yol ve yöntem izledi ve ne kadar mesafe kat etti? Propagandanın içeriği kitleleri uyandırmak-bilinçlendirmek-harekete geçirip örgütlemek için yeterli miydi?

BİR AYDIN(LIK) HÂLİ FİKRET BAŞKAYA[*]

“Dünyamızı sorularımızın cesareti ve yanıtlarımızın derinliğiyle önemli kılarız.”[1]

 

Bir aydın, bir insan olarak Fikret Başkaya, önemlidir.

“Entelektüellere ihtiyaç duyan bir toplum değiliz”;[2] “Aydın kavramı raf ömrünü tamamladı. Günümüzde entelektüelin yeri filin sırtında sivrisinek olmaktan öte değil,”[3] türünden “ucuz” saptamalara karşın bundan dostun da, düşmanın da asla kuşkusu olmadı; olamaz da…

9 Mayıs1945 Zafer Günü kutlu olsun

II.Dünya savaşı,insanoğlu'nun tanık olduğu,dünya tarihinin en korkunç savaşlarından biridir.Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği,çok ağır yıkımların olduğu,Yahudi soykırımı ile kitlesel ölümlerin yaşandığı en kanlı savaştır.100 milyondan fazla askeri personelin katıldığı,50 milyona yakın insanın hayatını kaybettiği bu savaş onarılması  çok büyük yaralar açmıştır.1939-45 yılları arasında cereyan eden bu savaş,Almanya'nın Polonya'yı işgal etmesiyle başladı.8-9 Mayıs 1945 yılında Adolf Hitler'in yer altında,saklandığı sığınağında,Kızıl Ordu'nun Berlin'i ele geçirdikten sonra kafasına kurşun

Siyasi Polis, Provokatör veya ruh hastalarıyla uğraşmak zorunda kalmak! Engin Gören

Birkaç gün önce bir sitede bir “yazı” çıktı: “H.Aksu kimdir?” başlığıyla. Yazıyı yazan kadar bu tür yalan, karalama, kışkırtma-provokatörlük üzerine kurgulanan yazıları yayınlayan site de sorunlu olup ortak yön buluyor demektir. Aynı mayadan oluşu mu veya ilkesiz ve kontrolsüzlüğünden mı kaynaklanıyor bilemiyoruz. Ama bu durum ve yaklaşım içinde bulunan bir sitenin ciddiyet taşımayacağı da açıktır. Umarız yayın çizgisini gözden geçirirler diyelim ve geçelim.

AMED’İN ARMENAK BAKIRCIYAN’I, İSTANBUL’UN ORHAN BAKIR’I, DERSİM’İN ALİ AĞASI!

Seni sessizliğimi bozarak anlatmak çok istedim. Uzun zaman düşündüm. Seni anlatacağımı hala bilemiyorum. Orhan yoldaş tanışıklığımız 1974'ün ortalarına denk geldi. Aramızda örgütsel bir bağlantı yoktu. Ama bizi birbirimize çeken bir çekim merkezi vardı. Çok zaman öğrenci gençlik eylemlerinde omuzdaş olmuştuk. Seninle Tunceli'ler derneğinde bir kaç kez karşılaştık. Sonra DGD'de görüşmüştük, ismini İBO koymuştun veya yoldaşların İBO ismini sana uygun bulmuştular. Söylentiler bizim çevrede yaygın halde yayılarak ;'' Bir gurup Ermeni yoldaşın bize kayıldığı '' söyleniyordu.

KEMALIZM MI?...MARKSIZM-LENINIZM MI ?

 

1 Mayıs 2014; Son Sözü Direnenler Söyler!

2014 1 Mayıs’ı; baskı, şiddete ve tüm engellemelere karşın yine büyük bir coşku ve kararlılıkla işçi ve emekçiler tarafından kutlandı.

2014 1 Mayıs’ını diğer 1 Mayıs’lardan ayıran en önemli yan, Gezi İsyanı sonrasında yaşanan ilk 1 Mayıs olmasıydı. Haziran İsyanın da, göğü fethe çıkan yığınların, kendi yaşamına dair her yerde sesini yüksek sözle söylemesi, giderek özneleşmesi, gücünün ve kudretinin farkına varması, toplumsal mücadeleye yeni bir soluğun katılması anlamına geliyordu.

Özgürlük Yürüyüşü

 

Hangi halktan, dinden veya mezhepten olursak olalım hiçbirimiz bilindik hırsızlar şebekesinin  çöreklendiği bu sömürü düzenini ve Tayyip diktatörlüğünü hak etmiyoruz. Bu diktatörlüğe  artık bir dakika bile tahammülümüz kalmamıştır. Onlar tarafından yönetilmek ayıplı bir durumdur, bu utançtan bir an önce kurtulmak gerekiyor.

Savaş Başladığı Yerde Kazanılır

Çeşitli milliyetlerden Türkiye işçi sınıfı için Taksim’in tarihsel bir önemi vardır. Bu önem, sınıfın siyasal savaşımın genel olarak bu alanda verilmesinden kaynaklıdır. Bu gerçeği bilen Türk egemen sınıfları yıllarca Taksim’i 1 Mayıs’larda işçi sınıfına yasaklamıştır. Yasaklamakla kalmayıp 1 Mays 1977 yılında onlarca işçiyi katlederek burjuva sınıf tavrını net olarak ortaya koymuştur. İşçi sınıfı da aynı kararlılıkla mücadele ederek bugüne gelmiştir. Ve işçi sınıfı, Taksim’i, ölüler verek kazanmıştır. Bu nedenlede, 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak için direnmiş ve savaşmıştır.

Sayfalar