Cumartesi Nisan 27, 2024

Safsatalar ve gerçekler!

Bir sorunu anlamak için kendi gelişimi içinde çok yönlü incelenmesi, dışsal ve görünürde olana değil temeldeki “hareket ettirici güçlere” bakılması gerekmektedir. Bu diyalektik yöntemdir. Bunun dışındaki tüm yöntemler boş, asılsız, temelsiz söz niteliği taşır. Yani yanıltmaca ve bunu yöntemleştirme anlamına gelen safsata olur. Safsatanın mantıkta çeşitli biçimleri saptanmıştır. Bu biçimlerden biri –ki konumuzu oluşturan- sorunları bilerek birbirine karıştırmak ve böylelikle istediğini elde etmektir. Bunun ayrıştırılamadığı durumlarda safsatalara kanılır ve yanlış bir yöne girilir. Elbette bu yöntem yeni değildir. Antik çağ Yunan döneminden beri bilinir ve yeri geldiğinde gerçekleri çarpıtmak isteyenlerce kullanılır. 

Marks-Engels’in diyalektik materyalizmle kendilerinden önceki felsefeden bir kopuş sağlaması safsatacılığa önemli bir darbe vurmuşsa da, halen sınıflı toplumlarda yaşıyor olmamızla bağlantılı olarak devrimci saflarda dahi bunun görüldüğü olmaktadır. Mesela 3. Enternasyonal’in çöküşü tartışmalarında sosyal şovenizmin teorisyenlerinden olan, bir dönemin büyük devrimcisi Plehanov’un safsatalarıyla Lenin’in uğraşmak zorunda kaldığını görüyoruz. “Diyalektiğin yerine safsatayı koyma soylu sanatında Plehanov rekor kırmıştır” der Lenin ve devam eder: “Safsatacı, ‘kanıtlar’dan birini çekip alıyor, oysa daha Hegel, dünyada her şey için kesinlikle ‘kanıt’ bulunabileceğini söylemişti haklı olarak” der. (Lenin, Seçme Eserler, C: 5, s. 191) Tabii safsatacılıkla hareket eden Plehanov, Kautsky ve diğerleri tam da gerçekle yüzleşmeyi reddettikleri için 3. Enternasyonal’in çöküşüne yol açtılar. Lenin ise gerçeklerin devrimciliğinden beslenerek, tüm dünya ezilenlerine büyük zaferler armağan etmiştir. Sadece bu örnek dahi safsata ile diyalektik yöntem arasındaki farkı kavramanın, bunları ayıklamanın ne kadar önemli olduğunu bize gösterir.

Komünist partilerin de yaşayan organizmalar olduklarını, dolayısıyla her dönem çeşitli sorunlar, krizler yaşanabileceğini biliyoruz. Uluslararası komünist hareketin tarihi kadar kendi tarihimizde de bunun sayısız örneği vardır. Bilinir ki, bir sorun, bir kriz çıktığında kimse tartışmadan, polemiklerden kaçınamaz. Zaten komünist partilerin çelikleşmesi, yaşamın akışını yakalayabilmesi de aynı zamanda bu tartışmalar, polemikler yoluyla yürütülen mücadele ile olmaktadır. Bu yöntem, gerçeğin ortaya serilmesinde temel bir önem taşır. Fakat gerçeğin ortaya çıkmasını istemeyenler, sorunları birbirine karıştırarak, çok bağırıp kuru gürültü yaparak, karalama ve yaftaları peş peşe sıralayarak bunu engellemeye çalışırlar. Elbette ilk anda bu kuru gürültüleri, safsataları, “gerçek” olarak kabul etmeye yatkın pek çok kişi vardır, olacaktır. Ama çok açık ki Lenin’in dediği gibi “bununla yetinen insanlara ‘düşüncesiz’ ve hafif denir ve kimse onları ciddiye almaz.” Böyle bir duruma düşmemek için araştırmak, süreci anlamaya çalışmak, bütünlüklü bir çözümleme yapmaya çalışmak şarttır.

Hegel’in “tarihsel bütün büyük olaylar ve kişiler sanki iki kez yinelenir” sözüne Marks “Hegel eklemeyi unutmuş: ilkinde trajedi olarak, ikincisinde kaba güldürü olarak” diye ek yapar. Hatırlanacağı gibi örneğin köy boşaltmaların, faili meçhullerin en yoğun olduğu dönemde, sonradan da ortaya çıktığı gibi düşmanın yönlendirmesinin de belli etkisiyle komünist harekete darbe yapılmıştı. Yine komünist parti iç hukuk çiğnenmiş, devrimci kadrolara yönelik saldırılar yaşanmıştı. O zorlu dönemde “konferansçılar” olarak anılan kadro ve militanlar, haklı olmanın bilinci ve inancıyla hızlı bir şekilde yeniden komünist partinin inşasına giriştiler, darbeye karşı çok açık, net tutum aldılar. 23 yıl sonra aynı anlayışla ama bu sefer çok daha dayanaksız savunu ve safsatalara sığınarak komünist harekete aynı şeyler yaşatılmaya ve güçten düşürülmeye çalışılıyor. Fakat bu sefer dogmatizmlerinden     bürokratlıklarına, darbeciliklerine kadar her şey ortada olduğu için vaziyet “kaba bir güldürü” durumunu aşamıyor. Tam da bu yüzden elde kameraların olduğu polisiye yöntemleri aratmayacak tarzda, Özgür Gelecek gazetesine saldırabiliyorlar. Kaba bir güldürü halini aşamıyorlar çünkü ideolojik/politik/örgütsel çizgileri kolektifin son yıllardaki durağanlığının, mücadeleye cevap olamayan halinin yaratıcısıdır. Devrimci kadroların, tamamen tüzüğe uygun şekilde itirazlarının nedeni budur. Çünkü sınıf mücadelesine cevap olamayan bir örgütün devrimcilik iddiasının içi boş bir böbürlenme olduğu hem kendi tarihimizden hem de ustalardan öğrendiklerimizden bilinir. Açıktır ki, öncü misyonunu taşıdığını söyleyen kolektif, artçı teori ve pratikleriyle sınıf mücadelesinden uzak bir noktaya  düşmüştür. Bunu sorgulamak, buna çözümler üretmeye çalışmak, yanlışın nerede olduğunu bulmayı istemek “hizip yapılıyor” safsatasıyla engellenmeye çalışılmaktadır. Oysa çok sayıda komitenin ve Komsomolun imzaladığı bildiride de görüldüğü gibi kolektifin çoğunluğu, çoktan iradesini yitirmiş ve karar alma hakkı bulunmayan ancak sahtekarca en üst organın adını kullananlar tarafından birdenbire “hizipçilik, Menşeviklik…” olarak ilan edilmiştir! Oysa tarihimiz bu tür durumlarda ne yapılması gerektiğini Mehmet Demirdağ ve diğer yoldaşların pratiğiyle göstermiştir. Ama anlaşılan o ki bu anlayış sahipleri, Mehmet Demirdağ yoldaşın pratiğini değil darbeciliğin pratiğini esas almış ve onların yolundan yürümeye başlamıştır. Lenin’in dediği gibi düşmanla savaşmak amacıyla yürüdüğümüz bu yoldan, sizin çağırdığınız darbeci anlayıştan malul “bu yola” gelmeyeceğiz! Siz istediğini yere gitmekte özgürsünüz, biz de bu savaşım yolunda gitmekte özgürüz.

“Gerçekler devrimcidir!”

Kürt sorunundan kadın sorununa, güncel-politik tavırlardan gençlerin örgütlenme politikasına, kullanılabilecek mücadele araçlarına kadar pek çok konunun “somut koşulların somut tahlili” uyarınca ele alınması ve aktif politika izlenmesi zorunluluğu ortadadır. Fakat bu konularda yani politik tavır gerektiren konuların, dogmatik bir tarzda programdan ya da programın dogmatik yorumundan (ki bilindiği gibi kolektifin bir programı yoktur), teoriden çıkarılması kolektifi sınıf mücadelesinden koparan en önemli nedenler olmuştur. Oysa biz ustalardan hangi aracı “mutlak” bir şekilde kullanacağımızı değil, bütün savaşım araçlarına hakim olmamız gerektiğini ve öncesinden mutlaklaştırarak bu konuda elimizi, kolumuzu bağlamamamız gerektiğini öğreniyoruz. (Bakınız: Lenin, C: 10, s. 156, Ne Yapmalı?, s. 52) Biz ustalardan, Marksizm’in bir dogma değil, bir rehber olduğunu öğreniyoruz. Ve “önümüzdeki dolaysız mücadelenin şiarının belli bir programın genel şiarından” (Lenin) çıkarılamayacağını biliyoruz. Politikada kendi güçlerimizin, düşmanın, dost güçlerin ve kitlelerin durumunun tahlilini önemli görüyoruz. İşte tam da bunlarla bağlantılı olarak “sorunların ayyuk çıktığı” konunun HDBH olması tesadüfi değildir. Kaypakkaya’nın çığır açıcı yaklaşımlarına rağmen Kürt ulusal sorununun çözümünde bu kadar etkisiz olunmasına, düşmanın yoğun saldırıları karşısında güçlerin birleştirilmesine karşı dogmatiklerin, “güçlü bir direniş” göstererek darbe yapmaya kadar gitmesini ve bunu “hizipçilik” safsatasıyla örtmeye çalışmasını, sosyal şovenizmin etkisi dışında açıklamak mümkün değildir. Söylem, edimle uyuşmuyorsa bu sorgulanmak zorundadır. Bundan kimse kaçamaz!

Dogmatik bürokratizmin son hali referandum karşısında alınan tavırla ortaya çıkmıştır. Lenin tarafından da çok açık ve net olarak “özel koşullar altında uygulanabilir olan özel bir mücadele aracı” olarak tanımlanan boykot, her koşul ve durum altında savunulan bir “araç” haline getirilmiştir.

Bütün bu bahsettiğimiz konular, son yıllarda proletarya partisi içerisindeki gerilimli konulara işaret etmektedir. Bunlara dair yaşanan tıkanıklıkların bir an önce çözümlenmesi gerekirken, buna yönelik öneriler, tüzüğe uygun atılan adımlar gayrı meşru ilan edilmiş, gerçekler çarpıtılmıştır. Bütün açıklamalara rağmen diyalektiğin yerine safsatayı koyan Plehanovcu iktidar bağımlılarıyla yolumuz aynı değildir. Bu durumda bize düşen, “Gerçekler devrimcidir” diyen Mehmet Demirdağ yoldaşın izinden yürümektir.

44169

NEDEN KAYPAKKAYA

“Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti! Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türk’lerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki “Güneş Dil Teorisi” safsatasını yaydı. “Bir Türk dünyaya bedeldir!”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere, her yere yaydı.

KÜRTLER TARIH YAZIYOR!

 

KÜRTLER TARİH YAZIYOR!

Kürdistan halkı kendi tarihini kendisi yazıyor.

Kürdistan Ulusal Özgürlükçü Hareketi, kendi öz gücüyle T.C. devletine her alanda darbe vurarak ilerlemeye devam ediyor. Kürdistan Özgürlükçü Hareketi Artık gerilla savaşı dönemini aşmış, stratejik denge savaş sürecini yakalamıştır.

Türkiye Devrimci Hareketi tarafından Batı’da ikinci bir cephe açılamadığından dolayı Kürt Özgürlük Hareketi stratejik denge aşamasına ağır bedeller ödeyerek mücadelesini sürdürmektedir.

NEWROZ ATEŞİ!

 

Zalimin zulmüne başkaldırının günüdür Newroz. Ortadoğu halklarının zafer ve özgürlük ateşini yaktıkları gün. Modern Dehak’lara karşı mücadelenin boyutlandığı, halkların emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşlarınıyükselttikleri gün.

İntifalara, serhıldanlara esin kaynağı olan Newroz ateşi binlerce yıl önce yakıldı. Zalim Dehak’ın sarayından yükselen Newroz ateşi, o günden bu yana her 21 Mart’ta daha da bir gür yanıyor.

"EYLÜL KOKUSU" VE ADIL OKAY

 

Kaç Kişi Kaldık?" sorusu ile postmodernizmden malûl "yenik ruh hâline", "Hayır" diyen Adil Okay, yaşadığı tarihin umutlarını bizimle paylaşırken, Can Baba'nın yolunda, İbni Haldun'un uyarısını unutmamacasına ilerliyor...

Okay'ın "uzun yürüyüşü"nde "düş kırıklıkları", "yenilgi", "aşk", "sürgün" ve "yitirilenler"; ya da başkaldıran insana ait her şey var! Ama yılgınlık, vazgeçiş, tövbe yok... İnsan(lık)tan umudunu kesememiş Okay; bunun için de heybesinde dizeleri ile hâlâ yollarda...

AYDIN(LAR) VE AYDINIMSI(LAR)[*]

 

“Alev, başka şeyleri aydınlattığı

kadar aydınlatmaz kendini.”[1]

Dört yanın “aydınımsı(lar)” diye ifade edilebilecek bir yabancılaşma/ deformasyon tarafından kuşatıldığı kesitte, Demba Moussa Dembélé’nin, ‘Samir Amin: Ezilen Hakların Sömürülen Sınıfların Organik Aydınları’[2] başlıklı yapıtı, “dünya aydın bakışı”nın yanıtı gibidir sanki…

KAYPAKKAYA'YI ANLAMAK

 

ŞOVEN GERİCİLİK DALGASINA KARŞI KAYPAKKAYA'YI ANLAMAK VE ANLATMAK[1]

"Çocukluk saflığını kaybetmeyen

insana büyük insan denir."[2]

 

I) İbrahim Kaypakkaya'dan söz etmek; Onu anlamak ve anlatmak kolay bir şey değil; hatta çok zor; öncelikle bunun altını çizerek başlayayım konuşmama...

Önce bir soru: İbrahim Kaypakkaya öldü mü? İçinizde buna "Evet" diyen var mı? Olduğunu zannetmiyorum; ama varsa ne yazık...

“YÜZYILLIK YALNIZLIK”I YIKAN GERILLALAR: FARC-EP -3

 

Kolombiya’da Gerilla Örgütleri: ELN,  ELP ve M-19

“YÜZYILLIK YALNIZLIK”I YIKAN GERILLALAR: FARC-EP -2

 

“YÜZYILLIK YALNIZLIK”I YIKAN GERILLALAR: FARC-EP* -1

 

“Ya bedel ödeyerek özgürlüğü fethedeceksin,ya da onsuz yaşamaya razı olacaksın” Jose Marti

SINIF KONUŞMAZSA MEYDAN ÇAPULCULARA KALIR

 

HAVUÇ AYDINLAR (MAYALARIN ANISINA)

 

Burjuvazi, kendi sistemini “ilerici” ve insanlığın sahip olabileceği “en iyi toplumsal sistem” olarak tanıtmaya devam ediyor ve bu sistemi savunanları, bu sistemin sürdürülmesinin teorisini yapanları da toplumun karşısına “aydın” olarak çıkarıyor. Elindeki devletin baskı gücünü ve üretim araçlarına sahip olmanın getirdiği tüm avantajları kullanarak;  burjuva ideolojik manipüle araçlarını her saniye, her saat topluma empoze ediyor.

Sayfalar