Pazartesi Eylül 16, 2024

Halil Gündoğan

Halil Gündoğan sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

Rota (Yayınlanmayan kitaplarından)Metris’ten Munzur’a (1.Baskı: 2005)

Kadın sorunu üzerine (1. Baskı: Haziran 2007)
MKP’nin “Tarihi Muhasebesi”nde Öznelcilik ve Doğmatizm Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (1.Baskı: Ocak 2008)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-I (1.Baskı: 2009)Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-II (1.Baskı: 2009)
Mao Zedung değerlendirmeleri üzerine-IIIÖcalan’ın Demokratik Cumhuriyeti Kimin Cumhuriyeti? (2.Baskı: Mart 2011)Dersim Dağlarında (1.Baskı: 2016)
"Türkiye" ve Sosyalist Devrim Gerçekliği (Yayımlanma: Haziran, 2020)

SAHİ FEMİNİZM, BİR “BURJUVA KADIN HAKLARI AKIMI“ MIDIR? (*)

Sizleri bilmem ama, benim kafama yatmıyor bizim cenahın ve sol-sosyalist ekseriyetin yapageldiği feminizm tanım ve nitelemeleri. Bunlarda itirazımı koşullayan baskın yönler sözkonusu çünkü.

Feminizmin, “burjuva kadın hareketi“, “burjuva akım“ yada “orta sınıf burjuva kadın hakları projesi“ gibi nitelemelerle anılması, doğrusunu isterseniz beni ikna etmiyor.

Feminizmin genel tanım ve içeriğinin böyle ele alınıyor olmasında ciddi bir yanlışlık vede haksızlık olduğunu düşünüyorum. Heleki genelleme bir nitelemeyle feminizmin basbayağısından bir “burjuva kadın hareketi“ olarak yaftalanması bana asla doğru gelmiyor. Hani “orta sınıf“ kesimlerden kadınların baş çektiği feminizm fraksiyonuna “burjuva feminizmi“ yada “orta sınıf burjuva kadın hakları projesi“ dense, yada “libral“ ve “radikal“ feminizm akımları olarak bilinen kesimlere dair bu türden nitelemeler yapılmış olsa, aslında belki daha isabetli ve hakaniyetli olabilirdi.

Fakat ne varki böyle ölçülü bir söylem değil bizimki. Feminizim bir bütün olarak karşıya alınarak; “burjuva kadın hareketi“ olarak niteleniyor. Haliyle de işin rengi değişiyor.

Bana öyle geliyorki, sankide bütün bu isabetsiz ve yerliyerine oturmayan tanım ve nitelemelerin kaynağında ciddi bir algı yanlışlığı ve çıkış noktası isabetsizliği sözkonusudur. Ve sankide ilk çıkış sürecindeki baskın söylem ve biçimine damga vuran, “orta sınıf“ olarak da nitelediğimiz “aydın kesim“ kadınların, o “sınıfsal konumları“nın aidiyetine sokularak, bununla “afaroz“ edilegelen bir durum varmış gibi! Ve keza sanki de bu algı ve kabullenişte, sosyalist-komünist harekete yöneltilegelen şu meşhur “CİNS KÖRÜ“  olma halinin, kendi perspektifi dışındaki kadın hakları hareketlerini, bir şekilde, “burjuva hareket“ler olarak niteleyip dışlama gibisinden bir durum oluşmuş ve bu, aşılamayıp, kuşaklara devredilen kötü bir miras olarak bizlere kadar ulaşıvermiş!

Herhalde genel kabul görürki kadının, “EZİLEN CİNS“  olarak, cins bilinci, her ne kadar da ta 1364-1431 yılları arasında yaşamış ve feminist düşüncenin öncülerinden sayılan düşünür Christine de PİZAN‘ın “Kadınlar Kentinin Kitabı“ adlı eserinde ve keza 1565-1645 yılları arasında yaşamış ve “Cinslerin Eşitliği“ isiimli o meşhur eseri kaleme almış Marie de GOURNAY‘ın öncü düşüncelerine kadar gerilerden (yada “erken dönemlerden“ de diyebiliriz) uç vermeye başlamışsada; fakat esasen Aydınlanma ve Rönesans döneminde “ete-kemiğe“ bürünmüştür.

Ve doğal olarak ilk önce, “eğitimli- aydın kesim“ tarafından, bir düşünce-teori ve hareket formatıyla   ortaya çıkacaktı. Ve keza yine doğal olarak da, ilk ortaya çıkış şekliyle, ufku ve içeriği, verili tarihi sürecin olgusal gerçekliklerince koşullanacak ve ana ekseniyle o sürecin başat dinamiklerince şekillenecekti. Hangi düşünce akımı bu genel diyalektiksel gelişim seyrinin dışında bir evrim izlemiştir ki!..

Dolayısıyla, “ezilen cins“ olarak kadın bilincinin ve eşit haklar isteme irade ve hareketinin, döneminin “orta sınıf“ kadınlarınca ortaya konmuş olmasından hareketle, tarihin bu ilk kadın hakları hareketi ve düşüncesini “burjuva kadın hareketi-akımı“ olarak, yada “orta sınıf burjuva kadın hakları projesi“ olarak damgalamak, bana pekte bilimsel bir yaklaşım ürünüymmüş gibi gelmiyor.

Heleki bu hareketi sırf “orta sınıf“ a mensup kadınların başlatmış olmasından hareketle ve “eşit haklar“ düşüncesini basbayağısından bir sınıf olarak “burjuva kadın hakları“ olarak nitelemek, hiç mi hiç isabetli olmaz diye düşünüyorum.

Bilebildiğim kadarıyla hiç bir burjuva demokratik devrimin, eşitlik-özgürlük-kardeşlik şiarının bayraktarlığını yapmış olan Fransız İhtilali‘nin bile, proğramında ve aktüel politik gündeminde kadınların eşit haklara kavuşturulması gibisinden bir madde yer almamıştır. Almadığı gibi de, tam tersine, eşitlik-özgürlük, kardeşlik şiarını bayrak edinerek kadınlara yasal hak eşitliği talebiyle ortaya çıkan kadın hakları hareketini de acımasızca ezip bastırmaya yönelmişlerdir.

Bütün bunlar yadsınamaz tarihsel gerçekler olarak orta yerde duruyorken, bu hareketi “burjuva kadın hareketi“ olarak tanımlamak bana ters geliyor doğrusu.

Ve ama maalesefki bir çoklarımızın kafasında şu türden görüşler, adeta “sabit fikir“ katılığında yer almaya devam ediyor: “Hayır“ diyorlar, “feminizm sadece ve sadece orta sınıf bir burjuva kadın hakları hareketi ve projesidir.“,“ feminizm dayandığı cinsiyetçi ayrımla erkek cinsine karşıtlığı ifade eden bir akım özüne oturur“, “Feminist mücadelenin, kadın sorunu zemininde oynadığı politik rol ve demokratik muhtevasını küçümsemeden onun özünde burjuva bir akım olduğu ve sınıf hareketi yada güçlerini bölüp zayıflatan bir işlev gördüğünü, (ilginçtir, feminizme “sınıf hareketi yada güçlerini bölüp zayıflatan bir işlev“ yüklenirken; örneğin ezilen ulus dinamiklerinin yürüttüğü  ulusal özgürlük mücadelesine aynı gerekçelerle benzeri bir “bölücü/zayıflatıcı“ işlevi yüklememekte, tam aksine çeşitli şekillerde ittifak siyaseti izleyerek bunlarla  birlikte olabiliyorlar. Soralım o halde; NİYE BU ÇİFTE STANDART?!!! Başka nedenlerini aramadan kısaca şunu söylemek yeterli olacaktır: KASKATI BİR ERKEK ŞÖVENİZMİ!..)“

Kimileri de, “ezilen cins“ olarak kadının, kadın özgürlük mücadelesinde feminizmin oynadığı tarihsel ve aktüel rolü sırf önemsizleştirmek adına şu tür söylemler dahi geliştirebilmektedirler: Kadın hakları mücadelesinde burjuva bir akım olarak feminizm ile, marksist bir hareket olarak proleter kadın hareketi eşzamanlı olarak tarih sahnesinde yer almışlardır.

Bu tür bir eşzamanlı tarihsellendirmenin zorlama olduğu açıktır. Olguların izini sürerek böylesi bir çıkarımı doğrulayabilmek pek mümkün gözükmüyor. Çünkü “proleter kadın hareketi“nden, somut bir olgu olarak bahsedebilmek, ancak ki sorunun komünist partilerince ele alınıp bir programa kavuşturulmasıyla mümkün olabilmiştir. Öncesi sürecin işçi ve emekçi kadınlarının iş talebi, iş güvencesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi, eşit işe eşit ücret ve benzeri “fevri“ ekonomik-demokratik taleplerde bulunuyor oluşlaraını baz alıp, buna “proleter kadın hareketi“ demek, herhaldeki aşırı zorlama bir payelendirme olacaktır.

Verili sürecin kadın hakları hareketini, “sistem içi reformsal iyileştirmeler“ şeklindeki talepleri ve duruşu üzerinden “burjuva hareket“ olarak tasniflemek doğru ve isabetliyse şayet; o halde çifte standarta düşmemeliyiz derim.

Evet, seçme-seçilme, eğitim görme , mülk edinme ve boşanma hakkı gibi  talepler temelinde erkeklerle eşit yasal hak ve statüler elde etme mücadelesi veren aydın-orta sınıf kadın hakları hareketi, burjuva demokrasisi çeperini aşamayan, sistemi değiştirmeyi hedeflemeyen, bu özelliğinden ötürü ve keza işçi-emekçi kesim kadınların sosyal ve çalışma yaşamına ilişkin sorun ve taleplerine kayıtsız kalmış olmalarından ötürü ne kadar “burjuva kadın hakları hareketi“ olmayı hakediyorsa; aynı şekilde, ufku sadece iş yaşamı ve geçim koşulları sorunlarıyla sınırlı, talepleri esasen ekonomik içerikli olan, siyasal özgürlük ve demokrasi alanına kayıtsız durumda olan işçi-emekçi kadınların eylemi de, o oranda “sistem içi“dir. Belirgin gerçekliği bundan başka bir şey değildir.

Görüleceği üzere benzer karekterlerdir bunlar. Peki geriye ne kalıyor? Sadece ve sadece sosyal-sınıfsal statülerindeki farklılıkları!.. Herhaldeki toplumsal bir hareket ve düşünce sadece bu özel alt kimliğiyle belirlenip, siyasal kimlik belirlenimli bir “sınıfsal hareket“ aidiyeti kazanıyor olamaz. (Kriter bu olursa, sormak gerekmez mi, örneğin, ML teorisinin kurucu önderlerinden hangisi işçi veya işçi kökenlidir?)

Kaldıki “ezilen cins“ olarak kadın sadece işçi-emekçi kadın ve onun “işçi“ olma statüsünün var ettiği iktisadi sömürü ve baskı sorunlarından ibaret değildir. “Ezilen cins“ olgusunun siyasal-kültürel üst yapısal boyutunun ifadesi olan ATAERKİLLİK, kuşku yok ki (değişen oranlarla da olsa) tüm kadınların ortak sorunudur; çelişme özgülünde onların ortak baş düşmanıdır. Dolayısıylada, buna karşı mücadele tüm kadınların ortak paydasıdır. Öncelikle bu realitenin tastamam görülüp kabul edilmesi gerekiyor.

Ve bu kabulleniş, sanırım, ortaya genel bir “kadın hakları sorunu“ yada daha aşina olduğumuz ifadesiyle, “ezen-ezilen cins çelişmesi“ olgusunu getirir. İşte bu, çeşitli sınıfsal aidiyet ve ufuklara sahip farklı düşünsel akım ve franksiyonlara sahip olmaları kaçınılmaz olan bir kadın özgürlük mücadelesi hareketi ve cephesi anlamında, bir toplumsal düşünce ve hareketi kendiliğinden koşullamış olur.

Düşünceme göre işte feminizim, bu genel çerçevenin ve bütünsel kapsayıcılığının bir ifadesidir. Sorunun özünde kadının “ezilen cins“ olma “statü“süne, bunun cismani ifadesi olan ataerkil değerler sistemine esaslı bir itiraz, bir başkaldırı ve isyan vardır. FEMİNİZM İŞTE BU İTİRAZIN, BU BAŞKALDIRIŞIN VE BU İSYANIN ADIDIR. Feminizm, farklı farklı sosyal kesimlerden kadınların, çeşitli renk ve tonlardaki itiraz ve isyanın “çatı“ ifadesidir. Bütünlüklü bir “üst kimlik“idir. Yani MANİFESTOSUDUR!..

Kadının ezilen cins konumundan kurtarılarak, eşit haklara sahip özgür bir cins haline getirilmesi mücadelesi de, denilebilirki; feminizmin manifestosudur.

“Kadının kurtuluşu“ davası, kadının sosyolojik gerçekliğinden ötürü elbetteki tek biçimli ve tek perspektifli olmayacaktır/olamazda zaten. Çünkü kadınlar da nihayetinde yaşadıkları, mensubu oldukları toplumsal statü ve konumlarından bağımsız, yekpare bir bütün olamazlar. Böyle olunca da, ister istemez, sorunu ele alış ve “kurtuluş perspektifleri“ farklılıklar arz edecektir. Hatta yaşadıkları toplumun verili tarihi süreç gerçekliği dahi, bu perspektifleri çok farklı kılabilecek bir başka etmendir. vs. vs.

İşte bütün bu ana/öz ve yan/tali unsurlarıyla birlikte ele alındığında, “kadın hakları hareketi“nin-düşüncesinin daha o ilk ortaya çıkış biçimiyle, tüm yönleriyle yetkin ve yeterli olmasının/olabilmesinin beklenemeyeceği de kendiliğinden anlaşılır olmaz mı?

Bu, aslında tüm diğer düşünce akımları, bilimsel buluş ve keşifler için de böyle değil midir? Örneğin “sosyalizm“ teorisi ve düşüncesi ta en başından itibaren ML bilimince ortaya konmuş olan haliyle miydi? Biliyoruzki değildi! “Köylü sosyalizmi“, “ilkel sosyalizm“, “ütopik sosyalizm“, “küçük burjuva-halkçı sosyalizm“ vb. vb. gibi bir yığın türü sözkonusu olabilmiştir. Ve elbette bu her bir türü ve evreyi, tanımlanabilir kılan başat olgularca karakterize olmuşlardır. Ve elbetteki aynı şey, birebir feminizm için de geçerlidir.

Tarihsel süreçleri ve bu süreçlerin ilerici dinamikleri üzerinden ele alınıp sorgulanması gereken bu sorunu, yapay ve zorlama kalıplar cenderesinde kısırlaştırmak, genelde kadınlara, özel olarakda proleter kadın hareketine (ve tabiiki bir bütün olarak komünistlere) herhangi bir şey kazandırmaz. Nitekim kazandırmadı/kazandırmıyor da.

Evet, tarihsel olgular zemininde ele alındığında, sanırım feminist hareketi, ilk ortaya çıktığı o burjuva demmokratik devrimleri sürecinin eşitlik-özgürlük ve kardeşlik şiarıyla ifadesini bulan liberalizm ekseninde, onun etki ve çekim alanında duruyor oluşu itibarıyle, pek yadırgayamayız, değil mi?

Bu ilk dönem feminizim hareket ve düşüncesine pratiksel olarak önderlik yapan aydın-orta sınıf mensubu kadınllarının bilincinde şekillenen “kadının kurtuluşu“ perspektifinin, burjuvazinin bayrağına yazmış olduğu “eşitlik“ ve “özgürlük“ çeperinde duruyor oluşu, ve keza işçi-emekçi kadıların özgül artı sorunlarını kapsamıyor oluşu da, aslında öyle çok da anlaşılmayacak bir şey olmasa gerek (nitekim dikkat edilirse görülecektir ki; işçi-emekçi kadınlar kesiminde de ataerkil değerler sisteminin var ettiği diğer başlıca hak eşitsizlikleri ve toplumsal cinsiyet sorunları pekte gündemlerine girmemiştir). Ve işte bütün bunlardan hareketle, feminizmin bu ilk evresini (veya, baskın bu ilk feminist dalgayı), başat ana damarı üzerinden,“liberal-demokraat“ bir önkimlik ile tanımlamak hiçte yanlış olmaycaktır diye düşünüyorum.

Ve süregiden bu evrede, feminizmin bu liberal versiyonuna bir tepki ve alternatif olarak da, kadınların kurtuluşunu, kurulu kapitalist sistemi yıkıp, yerine yeni bir sosyal sistem inşaa etmekte gören; sorunu, sorunu vareden kökeniyle birlikte çözmek gerektiğini öngören proleter kadın hareketi de tarih sahnesindeki yerini almaya başlar.

Böylece feminizm, artık bu iki koldan akarak, kadınların kurtuluşu mücadelesini yürütür duruma evrilmiş olur.

Ancak ne var ki, feminizmin bu iki ana akımı, “düşman kardeşler“ misali, birbirlerinin varlığına tahammül gösteremez bir zıtlaşma içerisindedirler de (sanki hiç bir şey değişmemişcesine bugün de aynı döngü devam etmiyor mu? Yoldaş olarak birlikte yol alanlar, sürecin bir kesitinde şu veya bu nedenlerle yolarını ayımayı görsünler, hemen kanlı-bıçaklı düşman kardeşler oluveriyorlar.) Asla barışık olamazlar. Mesela ikincisi, her ne kadarda birincisinin öne çıkardığı talepleri de sahiplenmişse de, ama kadının kurtuluşunu sistem içi reformsal iyileştirmeler yoluyla sağlayabileceğini öngürüyor olması sebebiyle, burjuvazinin kadınlar içindeki “beşinci kol“u olarak damgalanıp afaroz ediilerek, mütemadiyen dışlanmıştır.

Tabii şu bir gerçek ki, “proleter kadın hareketi“nin bu dışlayıcı sol-sekter tutum ve yaklaşımı, olgusal gerçekliği ortadan kaldırmaya asla yeterli gelmez. Gelmemelidir de zaten!..

Liberal feminizm, herhalükarda ve en nihayetinde, feminizm ana damarının bir kolu ve farklı nüanslı bir fraksiyonudur. Azami değilse de, demokrasi ve siyasal özgürlükler zeminindeki ASGARİ PROĞRAM‘da, kadının kurtuluşu davasının önemli bir dinamiğidir (unutmamak gerekiyorki siyasal mücadelede “aktüel“ ittifaklar azami değil, asgari proğramlar zemninde kurulur ve bozulurlar.) Bu akımın “burjuva“lığı da, zaten esasen, ideolojik duruşu itibariyledir.

Sonraki evrelerinde zaten liberal feminizm, öngörmüş olduğu azami taleplerinin esasen karşılanmış olması sebebiyle de, daha esaslı bir şekilde ataerkil değerler sistemini hedefleyen “radikal kanat“ feminizm akımı tarafından, esasan aşılmış oldu.

Feminizmin, birbirinin devamı da olan bu her iki akımı, esasen, reformist karakterlidir. Çünkü “ezen-ezilen cins çelişmesinin“ köklü çözümünün yolunu açacak olan üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet sistemini yıkarak aşma program ve perspektifine sahip değiller. En radikal çözümleri bile “sistem içi iyileştirmeler“ karakterindedir.

“Radikal feminizm“in, “sistem“ olarak, ataerkil sistemi hedefine oturtması, elbetteki toplumsal cinsiyet ayrımcılığına karşı duruş ve mücadele bakımından, daha ileri bir duruştur. Ve elbette önemlidir de! Ancak nevarki bu ataerkil sistemi, değişen yeni koşullar altında yeniden yeniden üretip var eden, daha ince ve sinsi kalıplarla tahkim eden kapitalist-emperyalist sistem yerli yerinde durdukça, ataerkil toplumsal değer yargıları varlığını bir şekilde sürdürmeye devam edecektir. Bu anlamıyla burada “sivrisinek-bataklık“ meteforuyla anlatılmak istenen duruma düşülmüş oluyor kaçınılmaz olarak.

Fakat böyle de olsa, feminizmin bu fraksiyonunun ataerkil değerler sistemiyle dişe diş bir mücadele içinde olması, kadının eşit haklar kazanması mücadelesinde, hiç kuşku yok ki çok önemli ve değerlidir.

Ve bu eksenli mücadelenin tüm kadınların asgari müşterekli, asgari özgürleşme proğramı olduğu göz önünde bulundurulursa şayet, “radikal feminist“ hareketin oynadığı rol ve durdukları yer daha hakaniyetli bir şekilde teslim edilebilir belki.

Komünist hareketlere yakıştırılan “cins körü“ olmaları durumu, ideolojik değil, politiktir. Çünkü komünistlerin tarihi geçmişinde “ezen-ezilen cins çelişmesi“ esasen azami proğram üzerinden ele alınagelmitir. Böyle oluncada; sorunun çözümü yolunda asgari proğramı olan ataerkilizme karşı aktüel aktif mücadele esasen es geçilmiştir. Yani “cins körü“ şeklindeki eleştiri, bu zemin üzerinden bir haklılık payesi kazanıyor diye düşünüyorum. Düşünsenize, onca yaşanmışlıklara ve devrimsel tercübelere rağmen, UKH‘nin Türkiye ve K.Kürdistan kolu olma iddiasına sahip TKP-ML, kırk küsur yıllık yürüyüşünün çok büyük bir diliminde, “kadın sorunu“ diye bir sorunu gündemine dahi almamış olabiliyor. Peki sahi, nedir bunun asıl sebebi?!!!

Sorunun devrimle aşılacağını öngören kaba-materyalist bir “sınıf mücadelesi“ anlayışı yatar bunun temelinde. Kadının özgürleşmesi mücadelesinde asgari proğram eksenli bir mücedele gerekliliğinin es geçilmesinin esas nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Ve benzeri bir asgari proğram eksenli bir mücadele hattının proletarya diktatörlüğü koşullarında zorunlu olacağının bilincine tam olarak varılamamış olmasının da bunda bir payı vardır illeki.

İşte bu ve benzeri yaklaşımların bir sonucu olarak, “ezen-ezilen cins çelişmesi“ , son yıllara kadar, başlıca toplumsal çelişmelerden biri olarak dahi belirlenmemiş ve siyasal özgürlükler sorununun güncel bir unsuru/dinamiği olarak çözüm proğramına kavuşturulmamış olması, yani özetle, ataerkil sisteme ve bu sistemin ürünü olarak ortaya çıkan sorunlara karşı güncel bir mücadele yürütme görevi edinmemiş olması sebebiyle, “radikal feministler“ce (ve keza “sosyalist feministler“ce de) getirilen “cins körü“ olma yergisini rahatlıkla hakettiğini söyleyebiliriz.

Bir hakkın teslim edilmesi anlammında şunu da söylemek gerekiyor ki; bugün sol-sosyalist ve kommünist hareketler safında bu önemli tarihi eksikliğin aşılması yönünde bir bilinç sıçraması yaşanıyorsa, olumlu yönde gayretler içine girilebilmişse, kuşku yokki bunda hem yaşanan devrim deneylerinin acı derslerinin payı ve ama daha çokda “radikal feministler“in eleştiri ve ısrarlı mücadelelerinin payı vardır.

“Proleter kadın hareketi“ , feminizmin, “radikal feminizm“ akımının/fraksiyonunun reformist karekterini ve keza ataerkil sistemle mücadele adına yer yer sorunu “erkek“ ile mücadeleye indirgeyen ve keza, kadın-erkek doğasını yadsıyıp, “tek cinsiyet“ olarak kadını varetmeyi öngören kimi sol-sekter cinsiyetçi yaklaşımlarını dışta tutma koşuluyla sahiplenme ve onlarla asgari müştereklerde birleşebilmesi oranında, asgari program zemininde kadın özgürlük mücadelesi, tekil marjinal hareketlerin kısır döngüsünden çıkarak gelişip güçlenme şansı yakalayabilecektir.

Feminizmin, “liberal feminizm“ üzerinden “yasal eşitçilik“ ile, “radikal feminizm“ üzerinden de, “erkek düşmanlığı“ ve “kadın seviciliği“ (bu ifade, dar/alt anlamıyla, lezbiyenlik anlamında değildir.) olarak lansedilegelmesi, ve halende bunu aşma yönünde herhangi bir bilincin edinilmiyor olması, sanırım kadının kurtuluşu mücadelesinde büyük bir “talihsizlik“ olsa gerek.

Feminizmin “proleter kadın hareketi“ kolu, bahsini ettiğim çerçevedeki “cins körü“ yanlışlıklarına, eksikliklerine ve anlayışsal kusurlarına yöneldiği oranda, görülecektirki kadının kurtuluşu davasının önemli güncel boyutu olan TAM HAK EŞİTLİĞİ TALEBİ ve bir bütün olarak ATAERKİL DEĞERLER SİSTEMİYLE “radikal bir mücadele eksen ve zemininde feminizmin hemen hemen tüm akım ve fraksiyonları ile “asgari program“ ortak paydasında yolları buluşuyor/kesişiyor olacaktır. OLACAKTIR, çünkü sosyal yaşamın talebidir bu.

Bu realitenin görülüp kabul edilmesi, sanırım, hem feminizm konusundaki kalıpsal-ezberci önkabullerimizi sorgulamamızı koşullayacak ve hemde demokrasi ve siyasal özgürlükler hedefli mücadelenin bileşenlerinin-aktif dinamiklernin ve doğal ittifak güçlerinin belirlenmesinde ufkumuzun genişlemesine hizmet edecektir.

Öyle ya, demokratik devrim sürecinde “milli burjuvazinin sol kanadı“ ile, milli demokratik devrim sürecinde, işgalci-sömürgecilerin işbirlikçileri dışındaki tüm ulusal güçler ile asgari müşterekler zemininde birleşik cephe oluşturmayı öngörüp savunan birilerinin; “orta kesim“ yada “burjuva“ diyerek, ataerkil sistemele şu veya bu şekilde sorunu olan, ona karşı şu veya bu oranda mücadele yürüten güçleri, iradi olarak dışlama tutum ve yaklaşımları, siyasetende izah edilebilir olmaktan uzaktır. Sol-sekterizm tüm alanlarda yıkıcı olduğu gibi kadının özgürlüğü mücadelesinde de yıkıcıdır. 

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (2)

1-) “DEVRİMİN AŞAMASI SORUNUNDA TKP/ML’NİNTAKINDIĞI TAVIR” SORUNU:

MKP III. Kongresi’nin devrimin niteliğine (ya da aşamasına) ilişkin bu söylediklerine Partizan Özel Sayı (PÖS)‘da esaslı bir itiraz söz konusu olduğundan, sorunu biraz da bu itirazlar üzerinden ele almanın tartışmalara katkı sunacağını düşünüyoruz. Ve tabii ki söylenenler karşısında tavır belirlemekte gerekiyor.

PÖS’nın konuya ilişkin itirazının özü-özeti şöyle: “(…) Anlaşılır ki en ileri bölgeler açısından bile önemi azalmasına, muhtevası büzülmesine, görevleri sınırlanmasına karşın, demokratik halk devrimi, özellikle ülkemizin geniş bölgeleri açısından tüm ülkenin iktisadi ve toplumsal yaşantısını serflik kalıntılarının baskısından kurtarması bakımından tayin edici önemini bütünüyle korumaktadır.Kaypakkaya’nın isabetli sözleriyle; “yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkede feodalizmin zayıflığı, toprak devriminin görevlerini azaltır veya sınırlarını daraltır, o kadar.” (abç)

“Toplumsal taban olarak köylülük ayağına dayalı ulusal sorununu henüz çözememiş, bu köylüğü tarla yaşamının yalnızlığından kurtaracak iktisadi düzeyi henüz yakalayamamış, derebeyi iktisadı bekleyen feodal hukuk cenderesinin kahredici baskısını henüz üzerinden atamamış, tüm toplumsal yaşam üzerindeki gelişmenin ‘frenleyici engeli’ feodal sömürü biçimlerinin kıskacını henüz bütünüyle kıramamış, burjuva devrimleri tarihi trenini yakalamadan yabancı kapitalizmin sömürü zinciriyle eli kolu bağlanarak emperyalizmin arka bahçesine dönüşmüş olan ülkemizde devrimimiz demokratik halk devrimidir ve bu devrimin temeli ve içreği toprak devrimi tabanına dayalıdır.

“Bu nesnel gerçeğe karşın, kapitalizmin gelişme derecesini fevkâlâde abartıp feodal kalıntıları ‘öze ait’ olman bir sorun olarak ‘önemsiz’ bir şeymiş gibi görmektedir III. Kongre. Bu özümlenememiş teorik açmaz, MKP’yi tasfiyeci kulvara sürüklemiştir. Gelişmenin ‘sol’undan atağa kalkan tasfiyeci – revizyonizm, devrimin tarihsel perspektifini atlayarak demokratik devrim yerine sosyalist devrim ile devrimin temel gövdesi köylülüğe sırtını çevirerek ve de devrimci birleşik cephenin stratejik bir bileşeni olarak milli burjuvaziyi karşı-devim saflarına iteleyerek güncel görevlerine ve bu arada demokratik devrimin görevlerine sırtını dönen bir yola, tasfiyecilik yoluna Troçkizm’in tezleri üzerinden sürüklenmiştir.”[1]

Görüldüğü üzere burada inşa edilen bu itiraz esasta Kaypakkaya’nın “(…) ve feodalizm, kökünden tasfiye edilmediği sürece de (…) devrimin muhtevası, demokratik devrim kalır.”[2](abç) şeklindeki bu görüşünü referans alarak, ‘üniter ülke’ Türkiye’de gündemdeki devrimin niteliğinin hâlâ demokratik devrim olduğu görüşünü ileri sürmektedir. Ve tabii haliyle de sosyalist devrim tezi ‘devrimin tarihsel perspektifi’ni atlayan ‘sol’ Troçkist ve de ‘tasfiyeci-revizyonizm’ olarak değer buluyor olacaktır. Evet, Partizan Dergisi Özel Sayısında (PÖS) ileri sürülen bu anlayış, sosyalist devrim tezini öngörüyor olması sebebiyle, MKP’ninTroçkizmin tezleri üzerinden tasfiyecilik yoluna girdiği iddiasına sahiptir.

  1. “DEVRİMİN AŞAMASI SORUNUNUDA KAYPAKKAYA’NIN REFERANS ALINMASI” SORUNU:

Her haldeki burada öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki; devrimin aşaması veya niteliği muhtevası hususunda Partizan Dergisi Özel Sayı da ki haliyle hâlâ referans alınmaya ve sunulmaya devam edilen Kaypakkaya’nın yukarıya aktardığımız bu görüşü, genellemeci ve katı-mutlak’çı karakter arzeden bu haliyle, asla doğru ve isabetli bir referans özelliği arzetmez.

Çünkü her şeyden önce böylesi bir sav diyalektiğin çelişme yasasının ruhuna aykırı düşer. Ne demek yani “kökten tasfiye edilmediği sürece”?! Açıktır ki böyle bir kıstas olamaz. Biliyoruz ki gerek burjuva demokratik devrimi yoluyla gerekse iç başkalaşım yoluyla kapitalizmin hâkim hale gelmiş olduğu yerlerde gerek iktisadi ve gerekse kültürel – sosyal vb. alanlarda çok farklı feodal/orta çağ kalıntıları daha uzunca bir süre var olmayı sürdürmüşlerdir. Ve bunlar ancak ki çok çok sonraları sönümlenip gitmişlerdir. Dolayısıyla da devrimlerin bile ilk anda ve bir anda ‘kökten’ yani tamamen tasfiye edemediği ve ama toplum yaşamının ‘önemsiz kalıntıları’ olarak geri planlara itip attığı bu türden şeyleri de kapsayan ‘kökten tasfiye’ koşulunu öngörmenin doğru bir yaklaşım ve ele alış olmayacağı, herhaldeki, kendiliğinden anlaşılır olsa gerek.

Bu durumda demek ki feodal kalıntılar sorununu devrimin niteliği bağlamında sorgularken, baz alınacak kıstas onların şu veya bu orandaki varlıkları değil, söz konusu kalıntıların üretici güçlerin gelişmesinin toplumun ilerleyişinin önündeki baş engelleyen faktör durumunda olup olmadıkları, yani hâlâ sürecin baş çelişmesi ve sosyal devrimin baş hedefi olmak karakteri taşıyıp taşımadıklarının somut nesnel veri ve olgular üzerinden açıklığa kavuşturulması olacaktır. Şayet söz konusu kalıntılar verili anın sosyo-iktisadi gerçekliği içinde hâkim üretim ilişkileri olma vasfını esasen yitirmişlerse ve üretici güçlerin ve toplumun gelişmesinin önündeki baş engel olma özelliğini yitirmişlerse, bu demektir ki bunların şu veya bu orandaki varlıkları toplumsal bir devrim için nesnel zemin sunma karakteri arzetmiyor olacaktır. Dolayısıyla da bunların bu derecedeki varlığını yinede toplumsal bir devrimin nesnel zemini saymak, devrim teorisini Marksist-Leninistlerin temel desturu olan somut koşulların somut tahlili üzerinden kurmak değil; öznel ön kabullerimiz üzerinden kurmak olur.

Şayet çözülme sürecinin devam ediyor olmasına karşın, ancak feodal üretim ilişkileri verili anın hâkim üretim ilişkileri olma konumlarını koruyorsa, bu demektir ki feodal üretim ilişkileri hem hâlâ üretici güçlerin ve toplumsal gelişmenin baş engelleyeni olma güç ve özelliğini taşımaya devam ediyordur ve hem de bu özelliğinden ötürü de sürecin baş çelişmesi olma özelliğini koruyordur. İşte Kaypakkaya ancak ki böylesi bir somutluk karşısında; “(…) feodalizmin zayıflığı, toprak devriminin görevlerini azaltır veya sınırlarını daraltır, o kadar.” [“Ve –demeliydi- bilmek gerekir ki bu denklem sürdükçe de” (BN)] “Köylü kitlesi önemli bir devrimci güç olarak mevcut olur ve devrimin muhtevası, demokratik devrim kalır.” Şeklindeki bu görüşlerini ileri sürme hakkı elde edebilirdi. Ancak ne var ki, görüleceği üzere, Kaypakkaya’nın değerlendirmelerinde böylesi özel bir kıstas saptaması bulunmamaktadır. Haliyle de Kaypakkaya’nın ardıllarınca referans ala geldiğimiz söz konusu genellemeci ve katı mutlakçı özellikler arzeden bu görüşü, Marksist-Leninist teoriyle örtüşük olmakta problemleri olan, öznelci bir görüştür.

TKP/ML haydi neyse de, MKP’nin devrimin niteliğini sorguladığı bir kongre ortamında dahi Kaypakkaya’nın bu görüşünü sorgulamaması, ve bizzat kendileri de “feodal kalıntılar vardır, ama belirleyici değildir” diyorken, onun ‘feodalizm kökten tasfiye edilmediği sürece devrimin muhtevası demokratik devrim olarak kalır’ şeklindeki açık-net bu belirlemesi orta yerde duruyorken dahi bu sorgulamayı yapmaması, yanlışları-eksik ve hatalı yönleri açık-tutarlı eleştiri yöntemiyle aşma yoluna değil de, tabiri caizse çaktırmadan arkadan dolanmayı tercih etmesi, besbelli ki son derece kötü bir mücadelecilik tarzıdır.

TKP/ML’nin Partizan Dergisi Özel Sayısında sergilenin tutum ve yaklaşımının ise Kaypakkaya sonrası süreçte takınılan o ‘savunmacı’ katı dogmatik/mekanik tutum ve yaklaşımın, denilebilir ki üst dereceden bir ‘tutarlılık’ ve de ‘iman gücüyle’ huşuyla devam ettiriliyor olması ve keza tabiri caizse “Kaypakkaya’ Sopası”yla farklı düşüncelerin kolay yoldan “Troçkist-revizyonist” olarak damgalanıp ‘terbiye edilmesi’ne devam ediliyor olması dışında bir kıymeti harbiyesi bulunmamaktadır. Bırakın toplumsal gelişimi ve değişimin gelinen aşamadaki gerçekliği karşısında Kaypakkaya’nın bu bariz öznelci ön kabullü görüşünü referans almanın ne kadar doğru olacağının sorgulanmasını yapmayı, hayatın nesnel gerçeklerini ‘Kaypakkaya görüşleri kalıbı’na uydurma ve bunun üzerinden yorulmama gayreti sergilenmiş ve karşı görüşlerin güya ‘bilimsel’ olan eleştirisi de işte tamamen bu ‘kalıba’ ne oranda uygun olup olmadığı ölçüsü üzerinden yapılmış. Ve tabii bu güzel de ‘mahkûm’ edilmiş(!)

Konu bağlamında bilimsel perspektif olarak Kaypakkaya’nın söz konusu görüşü baz alındıktan sonra, devrimin niteliğinin demokratik devrim olarak belirlenmesi zaten kendiliğinden/otomatikman varılacak bir sonuç olacaktır. Hele ki feodal kalıntıların hâlâ demokratik devrim seçeneğini tartışılır kılacak kadar bir hayli güçlü olduğu Kuzey Kürdistan’ı ayrı bir sosyo-ekonomik yapı değil de, Türkiye’nin ‘dengesiz iktisadi gelişme’sinin bir marifeti olarak feodalizmin görece daha az çözüldüğü, geri bıraktırılmış bir bölgesi addedip, “Türkiye-Türkiye Kürdistanı” üniter ülkesinin sosyo-ekonomik yapısını da esasen bu ‘bölge’sinin “son derece abartılmış” olan olguları üzerinden yapılırsa; ve hele de MKP III. Kongresi de, baş çelişme olmaktan çıksa da, “feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme”ninhâlâ başlıca çelişmelerden biri olarak varlığını devam ettirdiğini söylüyorsa, bu durumda elbette ki ‘Türkiye’deki devrim hâlâ demokratik devrim olmaya devam edecektir. Ve bu ‘coğrafya’da “feodalizm kökten tasfiye edilmedikçe” de böyle olmaya ‘el mecbur’ devam edecektir.

 1.2. “FEODALİZMLE – HALK YIĞINLARI ARASINDAKİ ÇELİŞMENİN NEDEN HÂLÂ BAŞ ÇELİŞME OLMASI GEREKTİĞİ” SORUNU:

İşte Partizan Dergisi Özel Sayısında sergilenen yaklaşım böylesine de anti bilimsel bir ele alışın ve uç boyutlu bir dogmatizmin değişmeksizin süregeldiğine ve hâlâ da bir ‘sürüm alanı’ bulabildiğine işaret ediyor. Şu söylenenlere bakar mısınız, bunların somut olgusal gerçeklerimizle ne türden bir örtüşmüşlüğü olabilir ki hiçbir kayıt koymadan, “bilimsel doğrularımız” mışcasına bunları sunma cüreti gösterebiliyor. Şöyle deniyor örneğin 60. Sayfada:

a-)“Feodalizmdeki çözülmenin derinleştiği ama köklüce tasfiye olmadığı”,

b-)“Ulusal sorunun çözümsüzce orta yerde durduğu”,

c-)“Emperyalizmin kapitalizm öncesi sömürü biçimlerini ayakta tuttuğu”,

d-)“Feodalizmin kendine özgü sopasının iktidara ortak olduğu”,

e) “ve dahası, tüm toplumsal yaşam üzerinde kapitalizm öncesi biçimlerin kahredici baskısının özellikle köylerde devam ettiği.”

f) ve de feodalizmin özellikleriyle kapitalizmin çizgilerinin iç içe geçtiği ülkemizde”

İşte bütün bunlardan ötürü de: “ülkemizde baş çelişmenin, elbette ki, feodal sistemle-geniş halk yığınları arasında ki çelişmeden başkası olamayacağı apaçık bir gerçektir.” (abç) denilmektedir. Görüleceği gibi son derece özgüvenli iddialı ve de kararlı net bir sonuç ortaya konmaktadır.

Evet, bunlar daha önce de ifade ettiğimiz gibi Türkiye v T. Kürdistanı sosyo-ekonomik yapılarının ortalamacı toplamı üzerinden ileri sürülüyor ve bu iki farklı soysa-ekonomik yapının farklı sorun ve haliyle de farklı olması kaçınılmaz olan farklı devrim süreçleri, ancak ki bunlardan en geri durumunda olan sosyo-ekonomik yapı özgülünde söz konusu olabilecek baş çelişme ve bunun özgün çözüm tarzı üzerinden ele alınıyor ki; zaten en başta bu ele alı tarzının kendisi sakattır.

Söylenenleri, yukarıda tanımı yapılarak baz alınan ‘baş çelişme’ zemininde Türkiye somutu nezdinde ele aldığımızda ortaya çıkacak gerçeklik şu olacaktır:

‘a’ şıkkında söylenen şeyini iddia edildiği gibi Türkiye özgülünde de ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’nin ‘toplumun toplumsal evrimleşmesi sürecinde diğer tüm çelişmeler üzerinde etkili’ olma ve ‘bu çelişmelerin varlığını ve gelişmesini derinden etkileyen başta gelen çelişme’ olma şeklinde olgusal bir gerçekliğin bulunduğu verilere dayalı olarak ortaya konamaz. Bu olsa olsa en nihayetinde sadece ‘başlıca çelişmelerden biri’ olarak yer tutabilir. Çünkü önceki bölümde gerek Kongre’nin vermiş olduğu ve erekse H. Yeşil’in çalışmasından aktardığımız verilerden de anlaşılacağı üzere, Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına ilişkin bütün veriler burada özellikle de alt yapıda baskın hâkim unsurun, tartışma götürmez bir netlikle artık kapitalist üretim ilişkileri olduğu, Türkiye’nin artık her halükârda, ‘gelişmekte olan ülkeler’ listesinde, orta düzeylerde gelişmiş kapitalist bir ülke olduğunu ortaya koyar. Yani nesnel gerçeklikPartizan Dergisinin Özel Sayısının 51. Sayısında sözü edilen: “Toprağın egemenliğinden paranın egemenliğine doğru bir süreci adımladığımız, eski egemenlik sisteminden yeniye doğru ilerlediğimiz doğrudur; gelişmenin ‘yönü’nün pazarın üretici üzerindeki egemenliğine doğru, meta egemenliğine doğru bir süreci koşullandırdığı ne kadar doğruysa, (…)” şeklindeki bu dolaylı kabulün çok çok ötesinde olup, bahsi edilen yönelim ve adımların esasen gerçekleştiği ve nitel bir değişimin ortaya çıkmış olduğuna tanıklık eder.

Evet, elbette Türkiye somutunda da hâlâ çeşitli tür ve oranlarda feodal kalıntılar mevcuttur. Ancak bunlar artık çelişmenin hâkim değil, tali unsuru konumundadır. Dolayısıyla da ‘e’ şıklında ifade edilen “Tüm toplumsal yaşam üzerinde (…) kahredici baskısının özellikle de köylerde devam ettiği” şeklindeki bu uç boyutlu öznelci ezber savın herhangi bir gerçekliğin bulunmadığının, bir kez daha kalın çizgilerle altını çizmek gerekiyor.

Hal böyle olunca da çelişmenin hayli zayıflayıp gerilemiş konumda olan bu tali unsuruna, “diğer tüm çelişmeler üzerinde etkili olan” ve bu çelişmelerin varlığını ve gelişmesini derinden etkileyen” özellikler sahibi ‘baş çelişme’ değeri atfetmek, her haldeki ancak ki, kaskatı bir dogmatizmle ve kaba mekaniksel bir öznelci düşünüş tazıyla mümkün olabilir.

b’ şıkkında “çözümsüzce orta yerde durduğu” ve ezen-ezilen ulus çelişmesi varlığının bir ifadesi olarak ‘ulusal sorun’un varlığı da kendi başına ne feodal üretim ilişkilerinin hakimiyetinin bir kanıtı ve göstergesi olabilir, ve bu bağlamda ne de feodal sistemle geniş halk yığınları arasındaki çelişmeyi baş çelişme kılmaya muktedir olabilir. Çünkü bu çelişme pekâlâ proletarya-burjuvazi çelişmesinin hâkim çelişme olduğu kapitalizm şartlarında da hem varlık gösterebiliyor ve hem de bir demokrasi sorunu olarak çözüm talep edebiliyor. Nitekim biliyoruz ki bu sorun, özellikle bir ‘iç sorun’ olarak bugünde çok uluslu pek çok kapitalist ülkede hâlâ güncel bir sorun olma özelliğini koruyabilmektedir. Dolayısıyla da bu sonunun varlığı da gerek tek başına ve gerekse çelişmenin tali unsuru durumuna düşmüş daha pek çok feodal alıntıyla birlikte, ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişmeyi baş çelişme olarak konumlandırma kudreti arzetmez.

‘c’ şıkkında söylenenler elbette feodal sistemin hâlâ çelişmenin hakim yönünü temsil etme özelliğini koruduğunun bir kanıtı olarak ileri sürülüyorsa da; ancak bunun tamamenfaraziyesel bir argüman olduğu, somut gerçeklik karşısında her hangi bir karşılığının bulunmadığı, yani tabiri caizse tamamıyla bir ‘şehir efsanesi’nden ibaret olduğu, somut verilere dayalı olgularca sabittir. Hal böyle olunca da Partizan Dergisi Özel Sayısında ileri sürülen bu argümanlarla, bir şeyler ispatlanmış olmuyor.

‘d’ şıkkında ifade edilen “feodalizmin kendine özgü sopasının iktidara ortak olması” meselesi de adeta T.C’nin kuruluşunun ilk yıllarındaki veya 1960’lara varan sonraki yıllarındaki o en güçlü olduğu haliyle, değişmez kadri mutlak bir ölümsüz ‘ortaklık’ ve ittifak biçimiymiş gibi sunulmaktadır.

Oysa bilinir ki bu ortaklığın gücü de varlığı da varlığının oranı da verili andaki realitesi de doğrudan söz konusu kesimlerin iktisadi gerçeklikleriyle koşulludur. Alt yapıda esaslı olarak erozyona uğramış, hakimiyet özelliğini yitirmiş ve önemsiz tali bir unsur/güç durumuna düşmüş feodalitenin iktidarda söz sahipliği artık ne kadar olabilirse, ‘feodalizmin kendisine özgü sopası’nın mevcut iktidarın karakterine katacağı ‘renk’ de ancak ki somutu üzerinden sorgulamaksızın, değişmez mutlak bir olguymuşcasına ileri sürmek, bilimsellik adına her haldeki abesle iştigalden başka bir şey olmasa gerek. Hal böyle olunca da ancak ki alt yapısal olguların verili andaki gerçekliğine denk düşecek bir gerçekliği söz konusu olabilecek böylesi bir sorunun varlığı da ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi sürecin baş çelişmesi yapmaya muktedir olamayacaktır. Kaldı ki kapitalist emperyalist sistemde hem genel olarak burjuva demokrasinin kendisi ve hem de gerek emperyalizm koşullarında kazandığı baskın gerilicilik karakteriyle ve gerekse de faşizm ya da oligarşik diktatörlük biçimiyle zaten siyasal özgürlükler anlamıyla bir demokrasi sorunu ve talebini güncel kılmaktadır da. Dolayısıyla da baskın özelliğiyle burjuva demokrasinin bir biçimini arzeder olan Türkiye’deki faşist karakterli iktidar olgusunun güncelleştirdiği demokrasi talebiyle; feodalizmin/ortaç ağa özgü rejimlerin koyu gericilik sistemlerini alternatifi olarak gündemleşen ve bu anlamıyla da demokratik devrimin başta gelen dinamiklerinden olan siyasal özgürlükler talebini aynılaştırmak ve bunu da ‘feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi baş çelişme kılan bir diğer temel unsurmuş gibi sunmak, herhalde ki isabetli bir ele alış olmasa gerek.

Burjuva demokrasinin, gelişmesinin bir evresinde kendisini faşist veya oligarşik diktatörlük biçiminde iade etmeye yönelmiş olması, orada demokrasi talebini baş sorun haline getirebilir elbet; ancak bu, sürecin devrimini hiç de ‘demokratik devrim’ muhtevalı bir devrim kılmaz. Devrim yine sosyalist devrim olacaktır. Siyasal özgürlükler sorunu ya da diğer bir ifadeyle demokrasi sorunu da tamamen sosyalist devrimin zemin ve kapsamında çözümünü buluyor olacaktır. Şimdiden hazır reçeteler sunarak ahkamlar kesmenin bir gereği yok. Anti-faşist bir birleşik cephenin ve bunun geçici bir iktidarını gündeme getirip getirmeyeceği de tamamen proletaryanın ve halk güçlerinin andaki örgütlülüğüne ve gücüne bağlı olacaktır: Dolayısıyla da gerek faşizmin varlığını ve gerekse faşizmin hâlâ belli oranlarda feodal zorbalık tonları taşıyor olmasını demokratik devrimin temel gerekçeleri arasında sayan görüşlerin[3] pek de isabetli ele alış ürünleri olmadığı rahatlıkla söylenebilir.

‘f’ şıkkında söylenenler de aynı şekilde hem feodalizmi çelişmenin hakim unsuru ve dolayısıyla hem de ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi sürecin baş çelişmesi kılma özelliği taşımıyor. Çünkü söz konusu iç içe geçme durumu, çelişmede feodalizmin hâkim unsur olma durumunda da kapitalizmin hâkim unsur haline geçmesi durumunda da pekâlâ görülebilecek vasat bir özelliktir. Dolayısıyla da iç içe geçme durumu hiç de Partizan Dergisi Özel Sayısında ki anlayışın öngördüğü gibi otomatikman feodalizmin hakimiyetinin kanıtı/göstergesi olamaz. Ve dolayısıyla bu özellik hiç de ‘feodal sistem ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’yi baş-çelişme olarak göstermez, böylesi bir ele alışı haklı kılmaz.

Özetle; ileri sürdüğümüz tüm bu argümanlardan da anlaşılacağı gibi, Partizan Dergisi Özel Sayısında ki görüş ve yaklaşım, üst perdeden ahkam kesmelerle şırıngalanmaya çalışılan biçimiyle, hiç de öyle zannedildiği gibi ‘tartışılmaz doğru’ falan değil, bilakis Türkiye coğrafyası somutunda kayda değer herhangi bir karşılığı bulunmayan, son derece zorlama öznelci ve bir o kadar da kas katı dogmatik mekanik bir yaklaşım ürünüdür.

Partizan Dergisi Özel Sayısındaki bu görüşün Kuzey Kürdistan somutundaki gerçekliği ise; ileri sürülen gerekçelendirmelerden bağımsız olarak, devrimin niteliğini sosyalist olmaktan çok demokratik devrim kılacak etmenlerin daha baskın olduğu söylenebilir. (Daha önce de belirttiğimiz gibi somut verilerin tam olarak neye tekabül ettiği bizim açımızdan bir araştırma ve tahlil sorunu olmaya devam ediyor olduğundan, net/kesin hüküm tarzında görüşler ileri sürmekten önemle imtina ediyor ve ancak ki, kaba gözlemler üzerinden şekillenen kanatsal düşüncelerimizi ifade edebiliriz). Yani kaba gözlemsel verilerin bizde oluşturduğu kanaat T. Kürdistan’da feodal kalıntıların karakter ve boyutu, çelişmenin hâkim unsurunun hâlâ feodalizm olduğu yönündedir: Ve dolayısıyla da ‘feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’ gibi gözüküyor. Dolayısıyla da T. Kürdistan’daki devrimin niteliği henüz sosyalist değil, demokratik devrim karakterindedir. Ancak Kuzey Kürdistan’ın tabi bir de ezilen bağımlı ulus olmasının var ettiği bir çelişmesi söz konusudur. Ve bu çelişmenin arzettiği keskinlik derecesi, denilebilir ki, küçük burjuva önderlikli Kürt Ulusal Hareketi’nin ateşlemesiyle keskinleşerek sınıfsal çelişmenin önüne geçmiştir. Ve bu evre itibariyle sürecin baş çelişmesi ‘ezen-ezilen ulus çelişmesi’ olmuştur. Yani özetle söylemek gerekirse 1970’li yılların sonlarından itibaren olgusal bir realite halini almış olan ulusal demokratik devrim süreci günümüz koşularında da öncelikli halini korumaktadır.

Mevcut Kürt ulusal sorununa Apoönderlikli PKK hareketinin devrimci rotayı terk ederek, ezen ulusun egemenlik imtiyazlarını tümüyle koruyan, sistem içi reformist talepler zemininde öngörülen kısmi çözümün gerçekleşmesi durumunda, bu çelişme sürecin baş çelişmesi olmaktan çıkacak ve ama elbette ki tam özümünü bulmamış olduğundan, başlıca çelişmelerden biri olarak varlığını sürdürmeye devam edecektir de. Bu aşama itibariyle sınıfsal çelişme tekrardan sürecin baş çelişmesi olarak önü çıkacaktır. Ulusal çelişmenin çözümü baş çelişmenin çözümüne bağlı olarak sürecin devrimci görevlerinden biri olacaktır.

Hali hazırda ulusal çelişmeye öngörülen bir reformist kısmi çözümün gerçekleşmesi durumunda, diğer mevcut çelişmeler üzerinde somut olarak ne türden dinamik etkilerde bulunacağı elbette göz önünde bulundurulması ve hesaba katılması gereken bir husus olacaktır.

Hali hazırda ulusal çelişmeye öngörülen bu reformist kısmi çözümün gerçekleşmesi durumunda, diğer mevcut çelişmeler üzerinde somut olarak ne türden dinamik etkilerde bulunacağı elbette göz önünde bulundurulması ve hesaba katılması gereken bir husus olacaktır.

Bugün hâlâ yeni demokratik devrimi güncelleyen feodal kalıntıların o gün de bu baskın özelliklerini koruyup koruyamadıklarının somut olarak sorgulanıp saptanması gerekecektir.

Özetle söylemek gerekirse Türkiye ve T. Kürdistanı coğrafyasında işte bu iki farklı sosyo-ekonomik yapı gerçekliğinin ve bunların arzettiği somut özgünlükleri üzerinden yarı ayrı ele alınmayı gerektiriyor. Ancak ne var ki gerek MKP III. Kongresi’nin ve gerekse TKP/ML’ninPÖS’te ortaya koydukları yaklaşım ve tutumlarında bu yönlü bir perspektife sahip olmadıkları anlaşılıyor. (Tabii yeri gelmişken belirtmek ve altını çözmek gerekiyor ki bu tarz bir perspektif yoksunluğu adeta mevcut tüm devrimci örgütlerin ortak paydasıdır. Konuya ilişkin sergilenen hâkim tutum, her iki yapının yaklaşımında da eski ezberin değişik biçimler altında korunup tekrarlanmasından ibarettir. Dolayısıyla da ‘devrimin niteliği’ sorununa ilişkin her iki anlayıştaki bu ‘tekçi’/’üniter ülke’ şablonu üzerinden ‘ortalamacı’ bir ele alış tarzıyla varılan ‘demokratik halk devrimi’ ve “sosyalist devrim’ şeklindeki bu her iki sonucun da “Türkiye – K. Kürdistan” diye addettikleri ‘ülkemiz’ ‘coğrafyamız’ gerçekliğiyle buluşmadığı rahatlıkla söylenebilir. Biri Türkiye’ye Türkiye Kürdistanı gömleği giydirerek Türkiye gerçekliğini es geçiyorken, diğeri ise K. Kürdistan’a Türkiye gömleği giydirmeye soyunarak K. Kürdistan gerçekliğini es geçiyor. Ve sonuçta her ikisi de Türkiye ve Kuzey Kürdistan devriminin iki farklı devrim aşamasından oluştuğu gerçeğini es geçmekte buluşuveriyor. Tabii haliyle, bu nesnel gerçeklerin kaçınılmaz sonuçlarından olan Birleşik devrim Stratejisi olgusunu da[4] böyle es geçmiş oluyorlar.

2-) “DEVRİMİN AŞAMASI SORUNUNDA BOLŞEVİK PARZİTAN’IN TAKINDIĞI TAVIR” SORUNU:

Geçmeden, ‘Devrimin niteliği’ sorununda Bolşevik Partizan’dan H. Yeşil’in savunusunu yaptığı şu görüş ve yaklaşım hakkında da kısa bir değerlendirmede bulunmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. “Demokratik devrim mi sosyalist devrim mi?” konulu iç tartışmalarında sosyalist devrim tezine karşı demokratik devrim tezini savunan H. Yeşil bunu özetle şöyle gerekçelendiriyor.

“Tartıştığımız ‘henüz burjuva demokratik devrimini tamamlamamış’ önemli demokratik devrim sorunlarının hâlâ gündemde olduğu, orta derecede gelişmiş, bağımlı bir kapitalist ekonomiye sahip Türkiye’de devrim aşaması sorunudur. Önce tartıştığımızın adını doğru koyalım” diyor ve bunun hemen ardından temel tezine referans ol arak “Tam da bu tartışma bağlamında Lenin’in yaklaşımı aynen şöyledir” diyerek Lenin’in şu değerlendirmesini aktarıyor:

“ ‘Her şey dediğimiz gibi oldu. Devrimin seyri gerekçelerimizin doğruluğunu onayladı. Önce ‘tüm’ köylülükle birlikte monarşiye karşı, büyük toprak sahiplerine karşı, orta çağa karşı (ve devrim o noktaya kadar bir burjuva devrimi, burjuva demokratik devrimi olarak kaldı.) Sonra yoksul köylülükle birlikte, yarı proleterlerle birlikte tüm sömürülenlerle birlikte, zengin köylüler, kulaklar, spekülatörler dahil kapitalizme karşı ve bu ölçüde devrim sosyalist devrim olacaktır. (Tam da burada MKP III. Kongresi’nin eleştiri konusu yaptığımız zengin köylüye ve ‘milli’’ortaburjuvazi’ye ilişmeyen sosyalist devrim görüşünün Lenin’deki karşılığının ne olduğuna bir kez daha dikkat çekmek isabetli olacaktır. BN). Birincisi ile ikincisi arasında yapay olarak bir Çin Seddi çekmeye, ikisini birbirinden proletaryanın hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birleşme derecesinden başka şeyle ayırmaya çalışmak, Marksizm’in en büyük tahrifidir, onu yüzeyselleştirmektir, onun yerine liberalizmi geçirmektir.”[5]

2-1) “DEVRİM AŞAMASININ PROLETARYANIN HAZIRLIK VE YOKSUL KÖYLÜLÜKLE BİRLEŞME DERECESİ KRİTERİ ÜZERİNDEN BELİRLENMEYE ÇALIŞILMASI” SORUNU:

Burada öncelikle belirtmek ve altını önemle çizmek gerekiyor ki; Lenin’den aktarılan ve de referans alınan bu görüşler aslında yanıtı aranan ‘demokratik devrim mi, sosyalist devrim mi?” tartışmasında doğrudan referans alınabilecek bir içeriğe sahip değil ve dolayısıyla da isabetli bir ‘kanıt’ olarak sunulamaz. Çünkü Lenin burada önce her iki devrimin ana yöneliminin ve sınıflar arası ittifakının nasıl olması gerektiğini, sonra da demokratik devrimin sosyalist devrime dönüştürülebilmesinde aranması gereken temel kriterin ne olması gerektiğini açımlıyor. Hal böyle olunca da açıktır ki burada tartışmanın ana sorusunun doğrudan bir yanıtı bulunmuyor. Fakat böyleyken H. Yeşil ile sosyalist devrim tezi savunucuları arasındaki tartışmada Lenin’in “Proletaryanın hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birleşme derecesi” şeklindeki bu kriteri devrimin demokratik mi, sosyalist olacağını belirleyen temel ölçülerden biri haline dönüşüyor.

Aynen şöyle diyor H. Yeşil:

“(…) Fakat bizim tartıştığımız bağlamda Türkiye’de sosyalist devrimin hazırlığı olarak demokratik devrim aşamasının yaşanması zorunluluğunun tek veya esas gerekçesi faşizmin vardığı değil, çözülmemiş demokratik devrim görevlerinin ağırlığı ve proletaryanın hazırlık derecesinin ve kır yoksullarıyla birleşme derecesinin olağanüstü geriliğidir. (…)”[6]

Rahatlıkla görüleceği gibi Lenin’de demokratik devrimden sosyalist devrime geçişte, ya da sosyalist devrime kalkışmada aranması gereken “proletaryanın hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birleşme derecesi” kriteri H. Yeşil de gündemdeki devrimin demokratik mi, sosyalist devrim mi olduğunu belirleyen temel ölçütlerden biri halini almış. Tabii tam da burada, sosyalist devrim tezini öngörenlerin bu kriteri bugünün ileri kapitalist emperyalist ülkeler üzerinden sorgulayan ‘karşı atak’ tutumlarına hak vermek kaçınılmaz oluyor.

H. Yeşil demokratik devrim sonrası sürecin,demokratik devrimden sosyalist devrime geçişte proletaryanın gözetmesi gereken bir kriteri, bu özel ve özgün bağlamından kopararak “çözülmemiş demokratik devrim görevlerinin ağırlığı” kriteriyle birlikte, gündemdeki devrimin neden demokratik devrim olması gerektiğinin temel ölçütlerinden birine dönüştürmesi, hiç kuşku yok ki isabetsiz, yanlış ve yanıltıcı bir fikir yürütümüdür. Kaldı ki, H.Yeşil’in kendi deyimiyle, proletaryanın ‘kır yoksullarıyla birleşme derecesinin olağan üstü geriliği’ devrimin niteliğini demokratik devrim olarak belirlemeyi koşullayan bir unsur olabiliyorsa, şayet o halde bugün proletaryanın demokratik devrimin temel sınıfsal ittifakı olan Lenin’in deyimiyle “tüm köylülükle” birleşme derecesindeki olağanüstü geriliği de demokratik devrimin günün isabetli devrim aşaması olup olmadığını sorgulatması gerekmez mi?

Anlaşılacağı üzere H. Yeşil burada devrimin aşama ve niteliğini, esasen sürecin iktisadi ve sosyal olgularının öne çıkardığı baş çelişme unsuru üzerinden değil, bunun kerhen gözetilmesiyle birlikte ve ama esas olarak devrime kalkışma anının, devrimin başarıya ulaşabilmesinin koşullarından olan diğer bir kısım sübjektif unsurları baz alarak, ortaya karma eklektik suni bir gerekçelendirme teorisi sürmüş oluyor.

H. Yeşil, Lenin’den yukarıya aktarılan görüşlerini kastederek, “Eğer” diyor “Lenin çıkış noktamız olacaksa, ki bence olmalıdır, o zaman Türkiye bağlamında tartıştığımız da şu sorulara cevap vermemiz gereklidir:

a)Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmış mıdır? Türkiye’de demokratik devrimin çözülmemiş görevlerinin devrimin önünde temizlenmesi gereken engeller içinde ağırlığı nedir?

“Eğer bu sorulara Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmıştır: Türkiye’de demokratik devrimin çözülmemiş görevleri devrimin gelişmesi açısından önemli değildir. vb. şeklinde cevap veriyorsak, o zaman tartışma gereksizdir. Sosyalist devrim gündemdedir der geçeriz.

“O bağlamda tabii şu vb. sorulara cevap verilmek zorundadır. (Kendi yanıtımızın aktarımında daha pratik olması bakımından H. Yeşil’in görüşlerini numaralandırarak aktaracağız. BN.)   

1-) “Türkiye siyasi açıdan ‘eski ve iyice yerleşmiş bir burjuva demokratik siyasi sisteme sahip’ (Komintern Programı. Sayfa 61) bir ülke midir?” (Ben bu soruya hayır cevabı veriyorum)

2-) “Ekonomik açıdan küçük işletmeler ‘önemsiz özgül ağırlığa mı sahiptir?” (Ben bu soruya hayır cevabı veriyorum.)

3-) “Nüfusun yaklaşık %35’ini (her üç kişiden birini) oluşturan küçük burjuvazinin devrimde oynayacağı rol nedir? Küçük burjuvaziye rağmen, onunla ittifak gerçekleştirmeden bir devrim mümkün müdür?” (Ben bu soruya hayır cevabı veriyorum.)

4-) “Köylülük (ki nüfusun hâlâ %30’u ‘köyde’ yaşamaktadır.) devrim açısından ‘devrimci potansiyeli tükenmiş’ bir kitle midir? Yoksa hâlâ büyük çoğunluğu hâlâ devrimci bir potansiyele sahip midir?” (Ben bu soruya Kuzey Kürdistan-Türkiye’de köylülüğün devrimci potansiyeli tükenmemiştir cevabını veriyorum.)

5-) “Bugün emekçi hareketi açısından en gelişmiş kitle hareketi konusunda olan Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi sınıfsal olarak neyin nesidir?” (Ben bu soruya Kürt ulusal hareketi, hareketin kitle tabanı açısından köylü hareketidir cevabını veriyorum.)

6-) “Kuzey Kürdistan-Türkiye’de üst yapıda (kültür, siyaset, bilinç, devlet yapılanması vb.) feodal artıkların, yaklaşımların, gelenek-göreneğin, alışkanlıkların etkinliği ne ölçüdedir? (Ben bu soruya Kuzey Kürdistan-Türkiye’de üst yapıda feodal artıkların, yaklaşımların önemli bir etkinliğe sahip olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de devlet memuru kendini devletin sahibi, cahil halkın amiri olarak görür. Ve toplumun genelinde de bu böyle kabul görür. Erkek egemenliği çok önemli ölçüde feodal dönemin izlerini taşır. Geriye dönük dinci yaklaşımlar toplum içinde yaygındır. Dini cemaat örgütlenmeleri ve mezhepsel örgütlenmeler bugün Türkiye’de en yaygın örgütlenmelerdir. Bunların toplumdaki yaygınlığı ve etkisi, yerleşik –tabii gerici- burjuva demokrasisi sistemine sahip ülkelerle karşılaştırılmayacak kadar büyüktür. Din-devlet işleri zaten hiçbir dönemde birbirinden ayrılmamıştır. Devlet karşısında birey hiçtir. Feodalizmin artığı kimi düşünce davranış biçimleri devrimci etkinliğini sürdürmektedir. vb. vb.)” diyerek bunları ifade ettikten sonra sorunu sonuca şöyle bağlıyor:

7-)“b) Eğer bu sorulara cevaplarımız, Kuzey Kürdistan-Türkiye’de devrimin önünde hâlâ çok önemli çözülmemiş demokratik devrim görevleri vardır. Anlamına gelen cevaplarsa, o zaman evethâlâ demokratik devrim mi, yoksa şimdi sosyalist devrim mi sorusuna cevap vermek için tek kıstas vardır:

“İşçi sınıfının hazırlık derecesi (bundan anlaşılan genel olarak işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme seviyesi, komünist partisinin işçi sınıfı hareketi ile komünizmi birleştirme derecesidir) ve yoksul köylülükle birlik derecesi (bundan anlaşılan yoksul köylülüğün işçi sınıfının sosyalist devrim programı temelinde onunla ittifaka hazır olmasıdır)”[7]

Söylenenler böyle. Burada her haldeki öncelikle şunu ifade etmek gerekecektir: H. Yeşil’in 7. Maddede ‘b’ şıkkında dile getirdikleri, aslında sorunu esasen öznelci bir yaklaşımla ele almak anlamına gelir. Çünkü burada çok açık ve net olarak sürecin devriminin demokratik devrim mi yoksa sosyalist devrim mi olduğunu belirleyen temel kıstas, hakim üretim ilişkilerinin somut bir ifadesi olarak, verili anda üretici güçlerin gelişmesinin ve toplumsal ilerlemenin önünde öncelikli engel olan, sürecin baş çelişmesi değil; görecelilik karakteri arzedecek olan verili andaki ‘işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme seviyesi, komünist partisinin işçi sınıf hareketi ile komünizmi birleştirme derecesi’ anlamında açımlanan 7işçi sınıfının hazırlık derecesi’ ile ‘yoksul köylülüğün işçi sınıfının sosyalist devrim programı temelinde’ işçi sınıfıyla ‘ittifaka hazır olması’ anlamında açımlanan işçi sınıfının ‘yoksul köylülükle birlik derecesi’ belirlemiş oluyor. Ve hem de ‘tek kıstas’ şeklindeki bu açık vurguyla! Yani burada baş çelişmenin şu veya bu olmasının pek bir önemi bulunmuyor. Öyle ki, nesnel veriler hâlâ demokratik devrimi gündemliyor olsa bile (ki yukarıdaki ifadeleriyle H. Yeşil böyle olduğu görüşündedir.) Şayet açımlanan şekliyle ‘işçi sınıfının hazırlık derecesi ve yoksul köylülükle birlik derecesi’, bunu değerlendirmeleriyle belirleyecek durumda olan karar merciinin kanaatine göre ‘geçer not’ alabacak derecede gelişkin ise, sürecin devrimi sosyalist, değilse, demokratik devrim olacaktır.

Yani H. Yeşil’de dile gelen bu yaklaşıma göre verili anda feodal kalıntıların üretici güçlerin gelişmesinin ve toplumsal ilerlemenin önündeki en baş engel olmasının sürecin devrimini de otomatikman insan irade ve isteminden bağımsız olarak zorunlu bir şekilde demokratik devrim kılacak olmasının pek bir hükmü olmamış oluyor. H. Yeşil’de dile gelen bu düşünüşe göre şayet işçi sınıfının hazırlık v e yoksul köylülükle birleşme derecesi sosyalist bir devrime kalkışmaya imkan tanıyacak derecede gelişkinse (tabii bu ‘derece’nin belirlenmiş somut genel geçer bir standart ölçüsü olmadığına/olamayacağına göre o özgülde bunu zorunlu olarak belirleyecek yegane ölçü, değerlendirmeyi yapacak olanların öznel düşünceleri olacaktır.), orada pekâlâ demokratik devrim aşaması üzerinden atlanabilir ve sosyalist devrim öne alınabilirmiş.    

H. Yeşil bu yaklaşımın Marksizm-Leninizm teorisi içinde bir yerlere oturtabilir mi bilemiyoruz. Düşüncemiz odur ki bu türden yaklaşımlar Marksizm ustaları tarafından Marksizm dışı düşünceler olarak payelendirilmişlerdir. Devrim aşamalarının devrimin sübjektif unsurlarının öznel tercihleriyle belirlenebileceğini öngören yaklaşımlar bilindiği üzere Lenin, Stalin ve Mao tarafından ‘sol’ sübjektivizm olarak nitelendirilmiştir.

Ve bu düşünüş tarzı bir de şöylesi bir sonucun ortaya çıkmasına yol açıyor: Mevcut hâkim üretim ilişkileri istediği kadar kapitalist olsun ve istediği kadar sürecin olgusal baş çelişmesi proletarya-burjuvazi çelişmesi olsun, şayet orada hâlâ ‘çok önemli çözülmemiş demokratik devrim görevleri’ var ise (ki, buradaki şu ‘çok önemli’ belirlememesi de haliyle görecelilik arzeden bir ölçüdür. Değerlendirene göre farklılıklar gösterecek, tartışma götürür bir kıstastır.) orada söz konusu edilen yukarıdaki şu malın tek kıstas’ olarak belirlenen ölçü elvermediği sürece sosyalist devrimin gündeme alınması mümkün olamayacak ve devrim demokratik devrim kazığına çakılı olmaya devam edecektir.

Dikkat edilirse bu yaklaşım, gerçeklendirme farklılığı olmakla birlikte, biraz da Partizan Dergisi Özel Sayısındaki yaklaşımın sıkı sıkıya referans aldığı Kaypakkaya’nın şu feodalizm kökten tasfiye olmadıkça devrimin niteliğinin demokratik devrim olarak kalacağını öngören malum yaklaşıma benziyor.

Yani özetle demek oluyor ki öngörülen o ‘tek kıstas’ koşulu yerine gelmedikçe “Kuzey Kürdistan-Türkiye” devrimi asla sosyalist devrim aşamasına geçemeyip, demokratik devrim aşamasında çakılı kalmaya mahkûm olacaktır.

Yaklaşımdaki saçmalık boyutu işte böylesine de bir derinlik arzediyor. Oysa, daha önce de vurguladığımız gibi, H. Yeşil’in ‘tek kıstas’ olarak öne sürdüğü bu koşul, sosyalist devrime kalkışmanın ve devrimi başarıya ulaşmasının sağlamanın kriterlerindendir. Bu iki koşulun zayıflığı doğrudan devrimin başarıya ulaşmasını ve yürütülmesini belirliyor olacağından; devrime önderlik yapacak komünist partisi devrimi başlatma startını vermeden önce illa ki bu kriteri gözetecektir. Ve devrimin başarısını koşullayan bu kıstası elverişli kılabilmek için illa ki var gücüyle ve tüm olanaklarıyla çalışacak ve koşulları uygun hale gelmedikçe de iradi olarak bir devrimci kalkışma çağırısında bulunmaktan özenle geri duracaktır.

Evet, H. Yeşil’in ‘tek kıstas’ olarak ileri sürdüğü kriter devrimin nesnel değil, öznel koşullarından olup, öz gerçekliği bundan ibarettir. Nitekim Leninist devrim stratejisi olarak Toplu Ayaklanma Stratejisi de esasen devrimin bu sübjektif koşullarının komünist partisince hazırlanması esası üzerine oturan bir strateji değil midir?

Sonuç itibariyle; devrim aşamasına ilişkin H. Yeşil’in yaklaşımın da üne sürülen bu ‘tek kıstas’ belirlemesi, adeta ‘işi yokuşa sürme’ işlevli, özneli yapay bir gerekçelendirme ürünü olarak, isabetli olmamıştır.

H. Yeşil’in öne sürdüğü görüşün ‘a’ şıkkında her ne kadar da şayet ‘Kuzey Kürdistan-Türkiye’de burjuva demokratik devrim tamamlanmıştır veya demokratik devrimin henüz çözülmemiş birtakım görevleri mevcutsa da ancak bunlar sosyalist devrimin gerçekleşmesinin önünde engel oluşturacak türden görevler olmayıp, sosyalist devrim sürecinde de çözülebilecek karakter de sorunlarıdır diyebiliyorsak, ‘o zaman tartışma gereksizdir. Sosyalist devrim gündemdedir ‘b’ şıkkındaki ‘tek kıstas’ koşuluyla, böylesi bir yaklaşım ve tutumun hiç de doğru olmayacağının ‘Lenin kanıtı’ ile ispatlanmaya çalışıldığı da yadsınamaz bir gerçek olarak karşımıza çıkıyor.

Anlaşılıyor ki, bütün o keskin net görünümlü söylemlerine karşın H. Yeşil’in bu konuda kafası aslında hiç de netleşmiş değildir. Ama böyleyken izlemiş olduğu tartışma yöntemi ve tercih ettiği ‘ezberin tekrarı’ pozisyonu, kendisini alenen ‘minder dışı’nda güreşme durumuna düşürmüş. Sorunu teorinin öngördüğü temel esaslar üzerinden değil de kendisine çıkış imkânı sağlayacak yan-tali unsurlar üzerinden tartışmaya sokmasının hikmeti de buradan geliyor.

Örneğin ‘a’ şıkkında ileri sürdüğü ‘burjuva demokratik devrim tamamlanmış mıdır?’ ya da ‘demokratik devrimin çözülmemiş görüşlerinin devrimin önünde temizlenmesi gereken engelleri çinde ağırlığı nedir?’ şeklinde ifade ettiği soruna açıklık getirmeye çalışırken; konu bütünlüğünü asla iki farklı ülke ve bu iki farklı ülkenin sosyo-ekonomik yapılarının hâkim üretim ilişkileri ve de verili süreci niteleyen baş çelişme olguları zemininde ele almıyor.[8] Tıpkı diğer birçokları gibi her iki soysa-ekonomik yapı toplamından ‘ortalamacı’ sonuçlar çıkarmayı ve devrim sorununu varılan bu öznellik üzerinden soyutlamayı tercih ediyor. Ve ama burada daha da önemlisi H. Yeşil burjuva demokratik devriminin tamamlanmamış olduğu gerçeğini dayanak yaparak, kendince ‘çözülmemiş olan görevler’i artarda sıralayarak şöylesi bir algı oluşturmayı hedeflemiş: Bakın bunca önemli görev çözülmemiş olarak bekliyor. Bunlar son derece önemli ve ağır görevlerdir. Proletaryanın hazırlık derecesinin ve yoksul köylülükle birleşme derecesinin son derece geri olduğu koşullarda sosyalist devrim tüm bu görevleri çözüme kavuşturamaz. Dolayısıyla da hayalci değil, gerçekçi olalım. Mevcut koşullarda bu görevi ancak ki demokratik devrim çözebilir.

Bilindiği üzere H. Yeşil ‘Nereden Nereye Türkiye’ başlıklı soysa-ekonomik yapı araştırması sonucunda şu hükme varıyordu: ‘(…) 1950 sonu Türkiye’si (…) feodal kalıntılar ülke geneli Kuzey Kürdistan’da birlikte ele alındığında, esas olarak üst yapıda belli ölçüde önemini koruyordu” ve “(…) GSYH içindeki sektör payları açısından 1977’de Türkiye artık bir tarım ülkesi değil, sanayi ülkesiydi; bağımlı ve geri bir sanayi ülkesi. (…)”

Bu sonuçlar baz alındığında, H. Yeşil açısından varılan bu sonuç bağlayıcı ise şayet, o halde şunu da kabullenmesi gerekir: Bu nesnel olgular sürecin baş çelişmesinin artık feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme olmadığını, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme olduğunu, var olan feodal kalıntıları özgülünde, gerileyerek aleni bir şekilde tali plana düşmüş olan ‘feodalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişme’de dahil olmak diğer tüm çelişmelerin çözümünün artık esasen bu yeni baş çelişmenin çözümünü bulmasına bağlandığını kendiliğinden, olgunun doğası gereği, ortaya koyar.

Dolayısıyla da H. Yeşil’in neden sosyalist değil de demokratik devrim olması gerektiğinin gerekçeleri olarak ileri sürdüğü bu ‘çözülmemiş demokratik devrim görevleri’nin yaşanan sürecin baş çelişmesi olma karakterine sahip olup olmadığını sorgulaması gerekiyordu.

Doğru ve olması gereken buyken; ancak ne var ki H. Yeşil bunu yapmamıştır. Bunun yerine; şayet işçi sınıfının hazırlık ve yoksul köylülükle birleşme derecesi geri durumdaysa, bu ‘çözülmemiş görevler’in varlığının kendi başına demokratik devrimin gerekçesi olmaya yeterli geleceğinin teorisini yapmayı yeğlemiş.

H. Yeşil’in sorgulamadığı şeyi, sorduğu 6 soru üzerinden biz sorgulayalım ve bakalım söz konusu kalıntılar sürecin devriminin demokratik devrim olmasını gerçekten de zorunlu tarihi bir gereklilik olarak koşulluyor mu, hep birlikte görelim.

[1] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 55-56. (abç)

[2] İ. Kaypakkaya. Seçme Yazılar. Sayfa: 111.

[3] Bu konuda örneğin H. Yeşil’in “Demokratik Devrim mi Sosyalist Devrim mi?” isimli kitabında ve keza H. Ozan’ın age’inde sorunu ele alışları esasen işte böylesi kusurlu bir ele alışa işaret etmektedir.

[4] Burada kullandığımız “Birleşik Devrim Stratejisi” kavramı MLKP ve daha başka kesimlerin kullana geldiği, demokratik devrim ile sosyalist devrimin, mesela H. Ozan’ın ifade edişiyle: “Çağımızda anti-emperyalist demokratik devrimle sosyalist devrim., tek bir devrimci sürecin iki stratejik aşamasını oluşturur.” (Sayfa: 171) şeklinde iç içe ve artarda birleşip bütünleşmesi tarzı bir şey değildir. Bizim görüşümüzdeki Birleşik Devrim Stratejisi, Kuzey Kürdistan fiilen ayrılmadığı sürece, farklı aşamalar arzeder bu her iki ülke devriminin diyalektik birliğini sağlayıp, devrimci süreci birleşik-merkezi bir devrimle taçlandırabilmenin ifadesidir. Konuyu ele alacağımız sonraki sayfalarda buna ayrıca da vereceğimizden bu ön özet bilgiyle yetinebiliriz.

[5] Lenin. Proleter Devrim ve Dönek Kautsky’den. Lenin Seçme Eserler. c. 7. Sayfa: 204.

[6] age. Sayfa: 85.

[7] H. Yeşil. age Sayfa: 89-90-91.

[8] Aynı yaklaşım adeta birebir benzer bir ele alışla, MLKP’nin hâkim yaklaşımını da yansıtan. H. Ozan’da da mevcut. Bkz. age. İlgili bölümler.

1ci bölümü linkten okuyabilirsiniz 

https://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/devrimimizin-niteligi-ve-stratejisi-uzerine-1

Devrimimizin niteliği ve stratejisi üzerine (1)

MKP III. Kongre iradesi, sosyo-ekonomik yapı tahliline ilişkin öngördüğü yeni belirlemelerine koşut olarak, savuna geldiği devrimin niteliği/aşaması ve devrim stratejisi konularında da ‘köklü’ değişikliklere imza atmış bulunmakta.

Elimizdeki materyalde sorunu ‘devrimimizin niteliği ve stratejisi’ ile ‘program’ başlıklı olmak üzere esasen iki, ancak ‘ordu örgütlenmesi’ ve ‘illegal alan ve açık alan çalışmaları’ ana başlıkları altındaki değinileriyle birlikte, toplamda dört ayrı başlık altında ele aldıkları örülmektedir.

Özetle vermek gerekirse, DEVRİMİN NİTELİĞİ’ne ilişkin olarak şunlar söylenmekte:

“Partimiz, III. Kongremizde önce Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın sosyo-ekonomik yapısının yarı-feodal yarı-sömürge olarak değerlendirilmesinden hareketle yakın devrim görevimizi demokratik halk devrimi olarak tanımlamaktaydı. III. Kongre irademizin sosyo-ekonomik yapı değerlendirilmesi bağlamında vardığı sentez olarak Türkiye – Kuzey Kürdistan’ı emperyalizme bağımlı yarı-sömürge komprador tekelci kapitalist olarak değerlendirmesi, yakın devrimimizin niteliğinin demokratik halk devriminden sosyalist devrim biçimine dönüştürülmüştür. Bu bağlamda devrimimizin niteliğini, demokratik devrimin kalan görevlerini de içeren sosyalist devrim olarak tanımlamaktayız.”[1]

Kongre bilinci ‘devrimin niteliği’ sorununu esas olarak şu kıstas üzerine oturmaktadır:

Bir devrimin niteliğini ve hedefini belirleyen temel mesele o ülkedeki mevcut üretim ilişkileridir. Türkiye-Kuzey Kürdistan devriminin niteliğinin sosyalist devrim olarak açığa çıkması, Türkiye-Kuzey Kürdistan’ın çeşitli ulus ve milliyetlerden halkımızın emeğinin egemen sınıflar tarafından gasp ediliş biçiminden dolayıdır. (…)”[2]

Devremin aktüel hedefini ise şöyle belirlemektedir:

Devrimimizin uluslararası sermayeyi (emperyalizmi) ve onun işbirlikçisi komprador tekelci kapitalizmi hedef alır. Bu bağlamda temel olarak devrimimiz anti-emperyalist, anti-kapitalist bir muhtevaya sahiptir. Yine feodal üretim ilişkilerinden geriye kalan ekonomik ve siyasal kültürel bütün gerici anlayış, üretim ve siyasal uygulamaları bu genel hedeflerinden bağımsız olarak ele almayıp bunlara karşı da demokratik devrimin-toprak sorunu vb. görevlerini de yüklenmiş sosyalist devrim perspektifi ile hareket eder.”[3]

“DEVRİMİN NİTELİĞİNİ/AŞAMASINI BELİRLEYEN KRİTERLER” SORUNU:

Kongre iradesinin devrimin niteliğini (bir diğer ifadeyle ‘aşamasını’) sosyo-ekonomik olgular üzerinden izah ediyor olmasına har haldeki kimsenin bir itirazı olmayacaktır. Burada sorun ancak ki sosyo-ekonomik olguların andaki sürecin gerçekliğinin ne olduğunun, nasıl ele alındığı ve yorumlandığı üzerinden tartışma konusu olabilir.

Feodalizmin kökten tasfiye olduğu ve bu anlamıyla sosyo-ekonomik yapının artık esasen kapitalist bir özellik arzettiği toplumlarda andaki güncel devrimin sosyalist devrim olacağı görüşümüzce, elbette ki her türlü tartışmanın dışındadır. Faşizm ve emperyalizm unsurların varlığı devrimin bu niteliğini değiştirmez.

Ancak feodalizmin kökten tasfiye olmadığı, kapitalist üretim ilişkilerinin hakimiyetine rağmen, hâlâ görece önem arzeden feodal/ortaçağ kalıntılarının söz konusu olduğu bir sosyo-ekonomik yapıda, devrimin demokratik mi, yoksa sosyalist mi olacağı, illa ki tartışma götürür olacaktır.

Bu tartışmanın odağında da kuşkusuz ki, verili süreçteki feodal kalıntılar gerçeklinin hâlâ bir demokratik devrime zemin sunma karakteri taşıyıp taşımadığı sorunu yer alacaktır. Ele alanın, değerlendirip yorumlayanın yangılarının belirleyici olacağı böylesi göreceli ölçütlü konularda tartışmalar biteviye devam edip gider. Nitekim sorun ve boyutuyla Lenin’de de ve sonrasında UKH içerisinde de Komünistlerle Troçkist ve farklı tondan revizyonistler arasında da tartışıla gelmiştir.

Yani bu özgülde sorun şu veya bu oranda feodal kalıntıların buluyor olmasının tespitinden daha çok, nitelik ve kapsam olarak söz konusu feodal kalıntıların hâlâ bir demokratik devrim olanağına nesnel zemin sunma gerçekliklerinin bulunup bulunmadığının sorgulanması sorunudur.

Ve öte yandan sorun bir yönüyle de mevcut alt yapısal koşulların (yani iktisadi gelişmişlik derecesinin) sosyalist iktisada geçişe asgari zemin sunma yeterliliğinde olup olmadığı boyutuyla da sorgulanmayı, gerektirir. Çoğu yaklaşımlarda bu yönün üzerinden atlanılıyorsa da aslında önemle üzerinde durulması gereken bir boyuttur. Tarihi tecrübeler buna işaret eder. Nitekim bilinir ki sorun bu yönüyle SSCB’de Sovyet iktiranına şu malum NEP sürecini yaşatmıştır. Balkanlarda ve Doğru Avrupa’da halk iktidarları sürecinin yaşanması bilincini edinmişti. Ve keza bilineceği üzere Mao Zedung’ta bu tecrübeleri ‘yeni Demokratik Cumhuriyet’ senteziyle teorileştirmiştir. vs. vs.

Kongre iradesinin sorunu böylesi bir bütünlük içerisinde ele almadığı, esasen feodalizmdeki çözülme derecesinin feodalizmle geniş halk yığınları arasındaki çelişmeyi baş çelişme olmaktan çıkarıp çıkarmadığı yönüyle ele aldığı görülmektedir. Yani Kongre iradesi sorunu esasen kapitalist gelişme derecesinin demokratik devrimin nesnel zeminini ortadan kaldırıp kaldırmadığı üzerinden sorgulamış oluyor.

Ancak ne var ki iki farklı sosyo-ekonomik yapı gerçekliğini dışta bırakan ‘ortalama sosyo-ekonomik yapı tahlili’ üzerinden vardığı sonuçların bir hayli problemli ve tartışma götürür olması, haliyle ‘sentez’ olarak ileri sürdüğü ‘sosyalist devrim aşaması’ tezinin ikna ediciliğini de önemli oranda zaafa uğratmaktadır.

Tabii öte taraftan bu ele alış ciddi şekilde eksiktir de. Çünkü karakteri itibariyle sorunun sadece baş çelişme üzerinden mekanik bir tarzla ele alınamayacağını Ekim Devrimi deneyimi gösteriyor olsa gerek. Geri ve de savaş yıkımı sosyo-ekonomik koşulları Sovyet iktidarını önce oldukça sert ve ileri bir yönelimle (‘savaş komünizmi’) sonucu aşmaya yöneltmiş, ardından ise bunun çare olmadığını görerek, taktik bir geri manevrayla, NEP gibi özgün bir ‘geçiş evresi’ni denemeyi yöneltmiştir. NEP sürecinin proletarya diktatörlüğü altında yaşanmış olması, onu otomatikman sosyalist kılmıyor. Lenin de Stalin de çok açık olarak bu olguya vurgu yapar ve bu süreci sosyalist iktisadın inşası için alt yapısal hazırlık anlamında bir ‘geçiş evresi’ olarak tanımlar.[4]Dolayısıyla da sorunun bu boyutuyla birlikte, bir bütün olarak, ele alınıp sorgulanması gerekiyor.

Böylesi bir ‘geçiş evresi’ gerekliliği ister doğrudan proletarya diktatörlüğü koşullarında olsun, ve isterse özü itibariyle proletarya diktatörlüğü kapsamında olan ve ama olgusal olarak onun daha alt biçimlerine tekabül eden halk veya devrimci işçi-köylü iktidarı altında yaşanıyor olsun; şurası yadsınamazdır ki, her halükarda, kısıtlanmış/sınırlandırılmış ve de illa ki dönüştürülüp tasfiye dilme mekaniğine alınmış olan burjuva kesimlerle, yani kapitalist öğelerle, bir uzlaşı ve ‘ittifak’ durum söz konusudur.

Böylesi bir ‘geçiş evresi’ gerekliliği ister doğrudan proletarya diktatörlüğü koşullarında olsun, ve isterse özü itibariyle proletarya diktatörlüğü kapsamında olan ve ama olgusal olarak onun daha alt biçimlerine tekabül eden halk veya devrimci işçi-köylü iktidarı altında yaşanıyor olsun, şurası yadsınamazdır ki, her halükarda, kısıtlanmış/sınırlandırılmış ve de illaki dönüştürülüp tasfiye edilme mekaniğine alınmış olan burjuva kesimlerle, yani kapitalist öğelerle, bir uzlaşı ve ‘ittifak durumu söz konusudur.

Evet her ne kadar da Leninist proletarya diktatörlüğü teorisinden yer yer sapma özellikleri barındırıyor olsa da[5]ancak bu yönü gözden kaçırılmadan Mao Zedung’un ‘yeni Demokratik Cumhuriyet’ teorisinde bu ‘geçiş evresi’ne dair söyledikleri, illa ki dikkate alınması gereken belirleme ve tecrübelerdir.

İşte tüm bu yönleriyle bir bütün olarak ele alınıp sorgulanacak olursa görülecektir ki Kongre bilincinin öngörmüş olduğu ‘sosyalist devrim aşaması’ tezi, baş çelişme boyutuyla da sosyalist inşanın asgari iktisadi alt yapısı koşulları boyutuyla da, Kuzey Kürdistan özgülünde ciddi şekilde tartışmalı bir tez özelliği arzeder.

Somut verilere dayalı bir tahlile değil ama, kaba gözlemsel olgulardan hareketle Kuzey Kürdistan gerçekliğinin sosyalist değil, ulusal-demokratik devrim aşamasında bulunduğunu söylemek pek ala mümkün. Evet, bir kanaat olarak bunu söylemek pekâlâ mümkündür.

Bu, ezen-ezilen ulus çelişmesinin öngörülen sistem içi reformsal çözümüyle baş çelişme durumundan çıkıp, ikinci çelişmelerden iri pozisyonuna gerileyecek olması halinde de böyledir. Bunun temel belirleyeni hem feodal kalıntıların demokratik devrimin zeminini tümden ortadan kaldıracak düzeyde gerilmemiş olması v ehem de iktisadının özellikle de sanayisel geriliğinin sosyalist devrim öncesi bir ara evreye gereksinimi, bir olgu olarak, gösteriyor olmasıdır.

Tekrar altını çizelim ki su söylediklerimiz elbette ki sadece kaba gözleme dayalı kanaatlerimizdir. Gerçeğin tam olarak neye tekabül ettiğinin somut nesnel verileri üzerinden ortaya konması ve kesin hükmün ancak bunun üzerinden ortaya konması gerekiyor.

“DEVRİMİN AKTÜEL HEDEFİ” SORUNU:

Keza bununla birlikte Kongre’nin yukarıda ‘devrimin güncel hedefi’ sunumuyla aktardığımız görüşü de ciddi oranda problemlidir. Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki ortada ‘toprak sorunu’ gibi esaslı/temel ve kapsamlı demokratik devrim gerekçeleri/sorunları var ise, burada gündemdeki devrimin sosyalist mi demokratik mi olacağının ciddi şekilde sorgulanması gerekir. Şayet bir dil alışkanlığı (sürçmesi) değil de ‘toprak sorunu’nu kapsayacak denli demokratik devrim görevleri var ve haliyle de öncelikli çözüm talep ediyorlarsa, demektir ki gündemdeki devrim hem demokratik devrimdir ve hem de somut koşulların öngöreceği ‘yeni demokratik cumhuriyet’ veya ‘devrimci işi-köylü iktidarı’ tarzında bir ‘geçiş evresi’ söz konusudur. Yok şayet somut gerçekliğin böyle olmadığı düşünülüyorsa o zaman sosyalist devrime havale edilen anın somut demokratik devrim görevleri tam olarak nelerse, bunlar dosdoğru ifade edilmelidir. Çünkü diğer türlüsü, yani gösterilen özensizlik ve genelleme/kabala söylemler kafa karşılığı ve gereksiz tartışmalar vesilesi olur.

Ancak burada şunun görülmesi gerekiyor ki; Kongre bilincinin bu geniş yelpazeli sosyalist devrim hedefleri, aslında daha önce bahsini ettiğimiz sosyo-ekonomik yapı tahlilinde içine düştüğü ‘ortalamacı’ tutumunun bir sonucudur. Çünkü ortada es geçilemeyecek olgusal gerçekler var ve bunlar bir şekilde kendilerini muhatap aldırıyor işte.

“Bugün ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan’ coğrafyasında toprak sorunu esasen gündemden çıkmış mıdır?” diye sorulacak olsa, açıktır ki bu sorunun yanıtı, genelmeme tek bir yanıt olmayacaktır. Neden? Çünkü ortada gelişim seyri ve dinamikleri farklı olan iki ayrı ülke var ve bunlar aynı sosyo-ekonomik gerçekliğe sahip değiller. Genelleme özetiyle söylemek gerekirse, yukarıdaki sorunun Türkiye açısından yanıtı; “evet, elbette toprak sorunu, gündemde olan bir sorun değildir” olur. Kuzey Kürdistan açısından ise; “Hayır, toprak sorunu tamamen gündemden çıkmıştır denemez. Bugünün çözüm talep eden başlıca sorunları arasındadır toprak sorunu”. Şeklinde olur diye düşünmekteyiz. Hatırlatmak gerekir ki Kuzey Kürdistan’da ‘toprak sorunu’nun bir boyutu sosyal iken, diğer boyutu da ‘ulusal çelişme’ bağlamlıdır. Bu iki olguyu birlikte gözetmek gerekir Kuzey Kürdistan’da ‘toprak sorunu’ meselesini sorgularken. Dolayısıyla da burası için ‘toprak sorunu’nu ‘temel/başlıca sorunlara arsındadır’ şeklinde ifade etmekte herhangi bir yanlışlık/isabetsizlik olacağını düşünmüyoruz.

Özetle, sırf alt yapısal bağlamda her iki ülkede de kapitalist üretim ilişkileri, hakimdir diye, buradan hareketle devrimin aşamasını otomatikman sosyalist devrim olarak belirlemek, doğru bir ele alış değildir.

Öte yandan bilinir ki farklı çelişmelerin farklı çözüm tarzları vardır. Bu diyalektiksel yasaya uygun davranılmayıp, ‘sol’ sekter yaklaşımlar, iradeci, dayatmalarla toplumsal sorunlar çözülmeye çalışılırsa, akıbetin her halükârda hüsranla biteceği açıktır. Örneğin Kuzey Kürdistan’ın özgünlüğünü es geçip, buranın demokratik devrim görevlerini Türkiye’nin sosyalist devrimine yedekler ve çözümün bu yolla olabileceği öngörülürse, açıktır ki bu yaklaşım her iki ülkede de devrimi ciddi sıkıntılarla yüz yüze bırakacaktır.

III. Kongre iradesinin şekillendirmiş olduğu devrim teorisi işte böylesi ciddi sonuçların ortaya çıkmasına güçlü olanaklar sunan niteliktedir.

Keza söz konusu alıntıda sosyalist devrimin diğer iki esaslı hedefi olarak da “uluslararası sermaye (emperyalizm)’ anti-emperyalist ve anti kapitalist bir muhteva taşıyacağı ifade edilmiş.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, şayet alıntıda öngörülen biçimiyle söz konusu olacaksa, bu demektir ki, “Türkiye Kuzey Kürdistan coğrafyası” sosyalist devrimin muhtevası, yukarıda belirtilenlere ilaveten bir de anti-emperyalist bir özellik taşıyor olacaktır. Dolayısıyla da doğru ve isabetli bir belirlemeyle denmesi gerekiyordu ki; “Bu bağlamda da temel olarak devrimimiz anti-feodal, anti emperyalist ve anti-kapitalist bir muhtevaya sahiptir.

Böyle ifade (veya formüle) edilmesi teorilerinin iç tutarlığı bakımından herhangi bir sıkıntı/arıza oluşturmazdı da. Çünkü devrimin muhtevası, çözmeyi hedeflediği başlıca çelişme (veya çelişmeler) tarafından belirleniyor olacaktır.

Kongre bilinci ‘feodalizm ile halk yığınları arasındaki çelişme’yi toplumun verili andaki başlıca çelişmelerden biri olarak saptamış olduğuna ve toprak sorunu dahil, demokratik devrimin günceliği olan tüm diğer görevlerinin çözümünü sosyalist devrim katarına yüklediğine göre, demektir ki bu çelişmenin çözümü de sosyalist devrimle olacaktır. Ve haliyle sosyalist devrimin bir diğer aktüel hedefi de ‘feodal kalıntılar’ olacağından, muhtevası kaçınılmaz olarak bu özelliği de kapsıyor olacaktır.

Yukarıda aldığımız yaklaşımların da aslında bundan çok daha önemlisi, sosyalist devrimin ayırt edici en temel, en karakteristik varlıksal koşullarından olan anti-kapitalistliğini ‘komprador tekelci kapitalizm’e indirgeyip, bununla sınırlandırmış olmasıdır. Ve tabii böyle olunca da bu muhteva o devrimi sosyalist değil, demokratik devrim limanına demirler. Böyle olunca da Kongre bilincinin bu devrimi demokratik halk devrimi veya devrimci işi-köylü iktidarı değil de sosyalist devrim kılan ayırt edici özelliğinin ne olduğunu açıklaması gerekecektir.

Kongre iradesi bu esaslı açmazı uluslararası sermayenin ve komprador kapitalizmin tesis ettiği tekelcilik ve kapatmaya çalışmışsa da ancak bunun hayatın ve olguların gerçeklikleriyle buluşmayan sübjektif bir gerekçelendirme olduğu son derece açıktır. Çünkü Kongre iradesinin iddiasının aksine ‘Türkiye-Kuzey Kürdistan Coğrafyası’nda ki kapitalizm sadece uluslararası/çok uluslu yabancı işletmelerin ve ‘tekelci komprador burjuvazi’nin temsil ettiği ‘komprador tekelci kapitalizm’den ibaret değildir. Bunun dışında mesele 123. Dip notta bahsi edilen ‘yerel’ bir kapitalizm de söz konusudur.

Sosyalist devrimi, kaçınılmaz olarak Kongre bilincinin adeta ‘hokus-pokus’ marifeti vari bir marifetle yok saydığı ‘milli’ veya ‘orta burjuvazi’nin ana gövdesini de temel eden bu kapitalizmi ve keza ‘zengin köylülük’ün dahil olduğu ‘kır burjuvazisi’ni de hedeflemek zorundadır. Aksi halde öngörülen bu muhteva devrimi sosyalist değil, demokratik kılar.[6] (Kongre bilincinin sosyalist devrim ile yeni demokratik devrim arasındaki bir benzer bocalaması da sosyo-ekonomik yapı tahlili bölümündeki şu sözleriyle karşımıza çıkıyor: “(…) üçüncüsü, kamulaştırma sınırı en düşük haliyle ancak 1000 dekara (100 hektar) yani zengin köylü ile sınırlandırmalıdır. Milli burjuva kesimlerin dahi topraklarına el konulmayacağı savunulurken halk sınıf ve tabakaları içerisinde yer alan zengin köylülerin topraklarını zorlama bir yaklaşımla toprak reformu yapacağım diyerek kamulaştırma daha başından halk güçlerini bölmekten başka işe yaramayacaktır.[7]

Görüleceği gibi Kongre bilinci sorunu burada çok bariz bir şekilde hâlâ yeni demokratik devrim perspektifli refleksiyle ele almaktadır. Oysa ön gördüğü ve kanıtlama gayreti gösterdiği devrim sosyalist devrimdir. Sosyalist devrim de doğası gereği, kaçınılmaz bir şekilde ve kararlılıkla kapitalizmin tasfiyesini öngörür. Ve bu anlamda kır burjuvazisini temsil eden zengin köylüğü ve keza ‘milli’ diye literatürümüze girmiş olan, tekelci burjuvazi/işbirlikçi büyük burjuvazi vb. ile kıyaslanmasında ‘orta burjuva’ kesim olarak tasnif olunan kapitalistleri de hedef almak zorundadır. Aksi halde bu devrim, arzettiği muhtevası itibariyle sosyalist değil, demokratik devrim zemininde kalan bir devrim olur. Bunu böylesi bir netlik ve açıklıkla ayrıştırıp koymak gerekiyor.)

Keza, konuluş biçimiyle, sosyalist devrimin muhtevasındaki ‘anti-emperyalist’lik sorunu da ciddi şekilde problemlidir. Bu problemli hal özellikle de uluslararası/çok uluslu sermayenin parantez içinde ‘emperyalizm’ özdeşliğiyle sunulmuş olması ve daha başka bir yerde de devrimin düşmanları arasında ülkede doğrudan veya ortaklıklar üzerinden yatırımlar yapmış, işletmeler kurmuş ve bu anlamıyla da ülke kapitalizminin bir bileşeni olarak işlem gören “çok uluslu tekel sahipleri”[8] bahsedilmesiyle ve emperyalizmin ülkedeki baş çelişmenin unsurları arasında sayılmasıyla daha bir belirginleşiyor.

Sosyalist devrimin doğası gereği kapitalist ve bunun en yüksek aşaması olan emperyalist sistem karşıtı olması ile; sömürge, yarı-sömürge veya daha başka biçimli bağımlılık ilişkilerinin bir ifadesi olarak; yani emperyalizm ile ezilen bağımlı ülke halkı arasındaki çelişmenin bir ifadesi olarak andaki devrime ‘anti-emperyalist’lik misyonu biçmek ve buradan hareketle devrimin ‘anti-emperyalist, anti-kapitalist’ bir muhtevaya sahip olması her haldeki apayrı şeylerdir.

Bilinir ki doğrudan emperyalist bir işgal söz konusu olmadıkça emperyalizm ile ülke halkı arasındaki çelişme baş çelişme olarak devrimin doğrudan ve de öncelikli hedefi haline gelmez. Devrimin anti-emperyalist özellik arzetmesi, emperyalizmin doğrudan değil, yerli işbirlikçileri sisteminin hedef alınmış olmasıyla, onun çıkarlarının bu yolla darbelenmiş olması, devrimle onun iktisadi, siyasi, askeri ve kültürel tüm dayanaklarının hedefleniyor olması sebebiyledir.

Kongre bilinci elbette bütün bunları biliyordur, ancak söz konusu karışıklığa sebep olduğu da bir gerçekti. Bunun başlıca nedenlerinden birisi de her haldeki devrimin doğrudan hedefleyeceği ülke kapitalizminin bileşenleri durumunda olan uluslararası/çok uluslu sermayeyi ‘emperyalizm ile özdeş tutan buna indirgeyerek sunan yaklaşımı olsa gerek. Ülke kapitalizmin bir unsuru konumunda olan ve kaçınılmaz olarak da devrimin doğrudan hedefi olacak olan uluslararası tekelci sermaye kuruluşlarını başlı başına ‘emperyalizm’ olgusuna indirgemiş ve bu da özellikle baş çelişme konusundaki o esaslı karmaşaya neden olmuş. Hani deniyor ya: “(…) bu bağlamda başlıca çelişkiler içerisinde somut olarak baş çelişki, emperyalizm ve komprador tekelci kapitalizm ile geniş halk yığınları arasındaki çelişki olarak değişikliğe uğramıştır.”[9]

Sorunu böyle koymak, bir süreçte farklı iki çelişkiyi aynı esnada baş çelişme ilan etmektedir de. Kongre bilincinin bunun doğru olmayacağını bilebilecek durumda olduğu göz önünde bulundurulacak olursa, burada bahsettiğimiz anlamda bir karışıklığın yaşında daha rahat görülebilir. Ve sanırız baş çelişme olarak ‘komprador tekelci burjuvazi’ ile birlikte ‘devrimin düşmanları’ arasında ifade ettikleri ve kurum ve kuruluşlarıyla, işletme ve iştirakleriyle ülke kapitalizminin doğrudan unsuru durumunda olan şu ‘çok uluslu tekel sahipleri”[10] de belirtilmek istenmiş. Yani bu durumda söylenmek istenen şu olmuş oluyor: “Baş çelişki ülkemizdeki çok uluslu tekel sahipleri ve komprador tekelci burjuvazi ile…”

Evet, karışıklığa sebep olan güçlü öğenin esasen bu olduğu görülüyor. Ancak sadece tek başına bunun olduğunu söylemek de pek isabetli olmayacak gibi. Çünkü bunun yanında ülkede hâkim olan kapitalizmin emperyalizm tarafından geliştirilmiş olması ve onunla organik bir bağımlılık ilişkisi içinde, bir bakıma bir nevi bir entegrasyonun oluşmuş olduğu şeklindeki bu görüşün de böylesi bir sonuca, varmada perde arkası bir rol oynadığı söylenebilir. Yani mantıksal fikir yürütüşleri şöylesi bir şey olsa gerek: Komprador kapitalizm kendi başına bir şey olmadığına ve doğrudan emperyalizmin bir unsuru olduğuna göre ve komprador kapitalizme ve çokuluslu şirketlere karşı gelişecek her devrimin karşısına otomatikman emperyalist güçler dikileceğine göre, o halde bunları ayrı olgular olarak değil, birlikte olgular olarak değerlendirmek ve haliyle de komprador burjuvaziyle birlikte devrimin doğrudan baş hedefi saymak gerekir.

Kongre bilinci muhtemelen işte böylesi bir düşünüş tarzından hareketle, emperyalizmi, yukarıda bahsettiğimiz bu her iki şekliyle, sosyalist devrim sürecinin baş çelişme unsurlarından/bileşenlerinden bir olarak belirlemektedir. Nitekim Kongre iradesinin dünya çapındaki baş düşman ve baş çelişme tespitlerinin de aynı düşünüş ve fikir yürütüş tarzının bir ürünü olduğu dikkate alınırsa, bu söylediklerimizin spekülatif bir söylem olmadığı daha rahat görülebilir. 

Ancak düşüncemize göre, ülke kapitalist sistemin doğrudan unsurları olarak konumlanmış olan uluslararası/çok uluslu kapitalist işletme, şirket, firma ve çeşitli finans kuruluşların sahibi olarak yabancı tekelci burjuvazinin yerli işbirlikçi burjuvazisiyle birlikte sosyalist devrim sürecinin baş çelişmesi kapsamına alınması isabetli ve doğru iken; ‘entegrasyon’ olgusundan yola çıkarak, emperyalizm ile ülke halkı arasındaki çelişmenin bir unsuru olan ‘emperyalizm’ olgusunu sosyalist devrim sürecinin baş çelişmesinin doğrudan bir bileşeni/unsuru olarak ilan etmek; yani yarı-sömürgelik olgusunun ifadesi olan çelişmeyle, proletarya-burjuvazi çelişmesini kaynaştırıp tek bir baş çelişmeye dönüştürmek, her halükarda isabetsizdir, yanlıştır.

Neden doğru olmadığını uzun uzadıya tartışmak elbette mümkün; ancak biz bu konuda sorunun gerek ‘baş çelişme’ ve gerek ‘baş düşman’ olguları bakamından Marksizm-Leninizm teorisindeki perspektifin, özellikle de Mao Zedung’unaçılımsal yorumlarının günümüzde de geçerliliğini ve yeterliliğini koruduğunu ifade etmenin, en azından bu çalışma bağlamında, yeterli geleceğini düşündüğümüzden, konuyu daha fazla teferruatlandırmadan, bunları belirtmiş olmayı yeterli buluyoruz.

Devam edecek:  “DEVRİMİN AŞAMASI SORUNUNDA TKP/ML’NİN TAKINDIĞI TAVIR” SORUNU:


[1] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 90.

[2] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 91.

[3] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 93.

[4] Geniş Değerlendirmeler için 2 no.lu dipnotta age. bakılabilir.

[5] Geniş Değerlendirmeler için 2 no.lu dipnotta age. bakılabilir.

[6] Sorunun bu yönüne ilişkin farklı görüşlerin ve sert tartışmaların olanca hararetiyle devam etmekte olduğunu da belirtmek gerekiyor. Mesela, “Türkiye’deki üretici güçlerin gelişmişlik düzeyi, maddi-teknik-ekonomik temeli, sosyalizmin inşası bakımından asgari bir temel sunmaktadır”, “Yukarıdaki tablo, dünya proleter devriminin bir bileşeni olan Türkiye devriminin, proleter devriminin nesnel koşulları bakımından, çok daha fazla olgunlaştığını göstermektedir. Diyen, diyebilin MLKP çizgisinden Hasan Ozan (Bkz. ‘Kesintisiz devrim ve İktidar sorunu’ abç ve ama buna rağmen sıralamış olduğu pek çok gerekçeyle (ki, malum gerekçeler) birlikte: “Türkiye’deki kapitalist gelişme düzeyi bu gelişme düzeyinin belirlediği sınıflaşma düzeyi, proletaryanın hemen ve doğrudan tüm burjuvaziyi ve kapitalizmi hedef alarak tasfiye etmesini önlemektedir. Doğal olarak, her devrim iktidarda (aç. H. Ocak) olan sınıfa yönelir ve iktidarda olan sınıfı ya da sınıfları yıkar. Bugün Türkiye’de iktidarı elde tutan sınıf, bir bütün olarak burjuvazi değil, işbirlikçi tekelci burjuvazinindir. (…)” (sayfa 127) şeklindeki bu ‘orijinal’ gerekçeyle de gündemdeki devrimin neden sosyalist olamayacağını ve neden demokratik devrim olması gerektiğini açıklamaya koyulmuş: “(…) işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarının tasfiyesi görevi bizleri sosyalizme yaklaştıran, sosyalizme doğru bir adım karakteri taşıyan burjuva demokratik içerikli bir görevdir ve bu olgu, devrimimizin anti-tekel yanını açığa çıkarmaktadır. (..)” Tabii bu yaklaşımdaki bariz açmazlar ve çelişkiler son derece aleni olduğu gibi ‘her devrim iktidarda olan sınıfa yönelir ve iktidarda olan sınıfı ya da sınıfları yıkar’ temel kriteriyle devlet iktidarını elinde bulunduran hakim sınıf kliğini yıkılacak güç olarak belirleyen ve diğer burjuva kesimleri güncel devrimin hedefi dışında tutan ve devrimin bir de ‘anti-tekel’ yönünün olacağını savlayan bir yaklaşım her haldeki aynı anlayışla emperyalist kapitalist ülkelerde de doğrudan sosyalist devrimi öngörmüyor olacaktır: Çünkü oralarda da iktidarda olan klik tekelci mali sermeyedir ve onun oligarşik hakimiyeti söz konusudur. “Her devrim iktidarda olan sınıfa yönelir. (…)” onları yıkıp tasfiye etme öncelikli göreviyle hareket edeceğine göre, öyle ya, demek ki buralar devrimleri de ‘anti-tekel’ öncelikli tarihsel görevleri itibariyle sosyalist değil, demokratik devrimci bir muhtevayla, devrimin tüm burjuvaziyi ve kapitalizmi hedefleyebilmesinin zeminini hazırlamaya çalışacaktır doğal olaraktan. Tabii buradaki beylik savunuları ‘hayır öyle olmayacak. Çünkü buralarda işçi sınıf ve tekelci burjuvazi dışındaki kesimler çapsızdır. Dolayısıyla da izlenecek strateji farklı olacaktır. “vs. vs. Yani özetle H. Ozan ve benzeri yaklaşım sahiplerinin teorilerindeki zorlama yönler işte böylesine uç boyutlu uçuk sonuçlara vardırıyor kaçınılmaz olaraktan.

[7] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 60.

[8] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 46.

[9] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 94.

[10] MKP III.Kongre Belgeleri. bkz. Sayfa: 90.

 

„Dersim katliamının gerçek sorumlusu„ sorunu üzerine

Taner Akçam, „Dersim ve Tarihle Yüzleşmek“ başlığı taşıyan sunumunda ; „Dersim idamlarından hareketle, Türkiye‘de tarihle yüzleşme sorunları üzerine yedi tez ileri sürmek istedim.“ der, ve bu tezlerin birinde de şunları ileri sürer:

„Tez dört: Dersim katliamını Cumhuriyet Halk Partisi örgütlemiş ve hayata geçirmiştir; bu cümle bu açıklıkta söylenmedikçe bu ülkeye demokrasi ve barış gelmez.Cumhuriyet Halk Partisi‘nin Dersim insanına özür borcu vardır.(...)“ (Özgür Gelecek .16.11.2020).

Taner Akçam bu tezini hangi niyet ve bağlamda ileri sürmüş olursa olsun; bu ifade ediliş biçimiyle bu tez, Dersim ve tüm diğer etnik , mezhepsel ve siyasi katliamların DOĞRUDAN SORUMLUSU, ÖRGÜTLEYİP HAYATA GEÇİRENİ olan DEVLETİ aklama tezi olabilir.

1915 Ermeni soykırımından İttihat-Terakki ve daha özel olarakta Enver Paşayı , Pontus kıyımından Topal Osman‘ı. Divriği kıyımından Sakallı Nurettin Paşayı, 1955 6-7 Eylül katliamları  DP‘yi ve 19 Aralık siyasi kıyımından Ecevit‘i sorumlu tutmak ne kadar doğru ve isabetliyse;

Akçam‘ın bu tezinde ileri sürdükleri de, ancak  bir o kadar doğru olabilir!

Taner Akçam kuramsal olarak DEVLET olgusunun anlamını ve mahiyetini bilmez biri değildir. Helede yaşamının bir kesitinde Marksizmle ilişkilenmişse!...Dolayısıyla da devlet ve onun adına icracı hükümetler arasındaki ayrımları bilebileceği gibi; devlet-hükümet denkleminde, hükümetlerin ve dolayısıylada icracı hükümeti temsil eden siyasi partilerin devlet karşısında ne dereceye kadar özerk olabileceklerini de, rahatlıkla bilebilecek akademik birikime sahip birisidir.

Ve keza belli koşullarda icracı hükümetlerin ve onların siyasal temsilcisi partilerin nasıl devletle yekvücut hale gelerek /özdeşleştiklerini de bilebilecek biridir. „Devlet partisi“ kavramının bu özdeşleşmenin bir ifadesi olarak ortaya çıktığını ve bu tür durumlarda o parti ve hükümetin tüm icraatlarının doğrudan devlet politikaları ve icraatları olacağını da bilebilecek biridir.

Devrim-karşı devrim , savaş ve daha başka olağanüstü koşullar ortamında , o sürece önderlik yapan siyasi parti ve önderi şahsiyetler devletin tüm kurumları üzerinde tek otorite olarak sahneye çıkabilirler. Veya darbeler yoluyla (sivil veya asker farketmez) devlet yönetimini ele geçirerek faşist veya başka türden otoriter yönetimleri hakim kılabilirler. İşte tüm bu durumlarda artık orda kişi veya hükümet ve parti devletin doğrudan temsilcisi haline geçmiş olur ve her icraatları devlet adınadır, artık. Bugünün „tek adam diktatörlüğü“nde olduğu gibi.

1915 lerin İttiat Terakkisi nasıl ki doğrudan bir devlet partisi-hükümeti idiyse ve Ermeni soykırımı dahil, yaptığı herşeyi doğrudan devlet politikası olarak hayata geçiriyorduysa; 1920 lerin „Kurtuluş Savaşı“ sürecinin önderi M.Kemal nasıl ki Türklerin atası ve yeni Türk Devletinin kurucusu olduysa, partisi CHP de devletin kurucu partisi olarak kabul gördü.

İşte bu özdeş olma durumundan ötürü, o tarihi kesitte gerçekleşen hükümet icratları ve parti politikalarını devletin icratları ve politikalarından ayırmak hem mümkün olamayacaktır ve ama hem de, böylesi yapay zorlama bir ayrıştırma, eşyanın tabiatı gereği, doğru olmayacaktır.

Akçam da bilir ki M.Kemal, „Milli Şef“tir ve CHP de „DEVLET PARTİSİ“dir burjuva kliklerinin.

Hemen hemen tamamı, dönemin tarihi önder şahsiyetleriyle (Fevzi Çakmak‘ın dan tutun da Celal Bayar‘ına kadar) bu devlet partisinin içinde olup icracı görev ve sorumlulukları paylaşmaktadırlar. Nitekim Dersim katliamında Fevzi Çakmak ordunun başındayken, Celal Bayar da, bir süreden sonra, İnönü‘nün yerine Başbakan olarak katliamın icraatını üstlenmiştir.Ve bunlar afaki bilgiler de değil, tarihi gerçeklerdir.

Tarihsel olgu buyken, kalkıpda doğrudan bir devlet politikası olarak İttiat Terakki ile birlikte hayata geçirilen „tek vatan“, „tek millet“, „tek dil“ ve tek devlet kurma kutsal davasının bir gereği olarak hayata geçirilen etnik temizliklerden biri olan Dersim katliamını, „Cumhuriyet Halk Partisi örgütlemiş ve hayata geçirmiştir“ denilirse;  burada hem asli sorumlu olan devlet aklanmaya çalışılıyordur ve hem de siyasi hasmını pataklamak isteyen R.T.Erdoğan ile aynı dil konuşuluyordur.

Hatırlanacağını üzere bir vakitler, R.T.Erdoğan da Dersim katliamının sorumluluğunu CHP ye yıkarak, devleti aklama gayreti sergilemişti: „Dersimde yaşanan trajik hadiselerin sorumlusu CHP‘dir.“ demişti.

R.T.Erdoğan‘ın demogojik bir söylem ile, bilinçli bir şekilde hedef şaşırtmaya ve gerçekleri manüpile etmeye çalışmasını anlamak mümkünken; T.Akçam‘ın bu gayretini anlamak çokta kolay olmuyor…

„… bu cümle bu açıklıkta söylenmedikçe bu ülkeye demokrasi ve barış gelmez.“ diyor Akçam! Bu cümleyi tamda bu açıklıkta, bu ülkenin, muvcut kojöktürde en etkili ve yetkili şahsiyeti kamuoyuna hitaben dile getirdi sayın Akçam! Ama bu ülkeye demokrasi de barış da gelmedi. Tam aksine demokrasi ve barışın, belki ençok da bizzat R.T.Erdoğan eliyle karanlık delhizlere itildiği bir dönem yaşanmakta bugün.

Bir de şunu söylüyor Akçam: „CHP‘nin Dersim insanına özür borcu vardır.(...)“ Evet elbette, bir devlet politikası olarak Dersim soykırımının birinci dereceden planlayıp uygulama icraatçısı olması nedeniyle CHP‘nin de enbaşta Dersim insanı olmak üzere bu halka tarihsel bir özür borcu olduğu doğrudur. Ama asıl özür dilemesi gerekenin bizzat devletin kendisi olduğu, hertürlü tartışmanın dışındadır. Fakat görüldüğü gibi T.Akçam, maşayı tutan eli ve o eli yönlendiren kafayı değil, doğrudan maşayı hedef seçmeyi tercih ediyor.

Denilebilir ki nihayetinde bir duruş ve görüştür. Evet elbette öyledir. Ama benim bu yaptığımda bir duruşun ve bir görüşün ifadesidir. Demek olur ki; sarf ettiğimiz sözler, bir bakıma da, duruşumuzun ve dünya görüşümüzün ifadesidirler. Bir halk deyimi vardır: Denir ki; „herkes kendi meşrebince laf eder.“ Aynen de böyle işte. 16.11.2020

İttifaklar sorunu üzerine

Kısa bir süre önce, “Partizan ile Özgür Gelecek ayrılığının” merkezindeki konu olarak ‘ittifaklar sorunu’na dair başlıklı bir makale okudum.

Makale, “Partizanın Defteri”nde, fikret karavaz tarafından kaleme alınmış.

Yazarın kim olduğu hakkında herhangi bir bilgim yok. Ancak muhtemelen kaypakkaya geleneğinden bir arkadaştır.

Böyle olması durumunda da attığı başlığı bir yerlere oturtmak pek mümkün olamıyor: Çünkü bilebildiğim kadarıyla yakın dönemde “Partizan” ve ‘‘Özgür Gelecek” ismi altında bir ayrılık yaşanmadı.

En son paraçalanmanın tarihi bundan üç dört yıl öncesine aittir. ‘Partizan’ ismini o günden bu yana her iki taraf da kullanmaya devam ediyorken; yazarın böyle bir tasarrufta bulunma hakkı olmasa gerek.

Yazar isimlendirmeyi illede gazeteler üzerinden yapacaktıysa, bilmeliydiki bunun isabetli karşılığı özgür gelecek ve yeni demokrasi olabilirdi ancakki.

Öncelikle bunu böylece düzeltmek gerekiyor galiba.

Düzeltilmesi gereken ikinci öncelikli nokta da şudur: yaşanan sözkonusu ayrılığın merkezi gerekçesinin ittifaklar sorunu olduğunu ileri sürmek asla doğru olmaz! Evet, elbette o süreçte yapı içinde HBDH’ye (Halkların Birleşik Devrimci Hareketi) katılıp katılmama konusunda bir tartışma (ve haliylede bir saflaşma) realitesi sözkonusudur. Ve keza bu süreçte henüz yapının iradesi sonuçlanmamışken; “merkez” adına, kamuoyuna HBDH’ye dahil olunmayacağının açıklanmaısı yapılmıştır. İradeyi hiçe sayan bu aleni darbeci tutuma karşı, mealen: “Hayır, HBDH’nin bir bileşeni olmaya devam edeceğiz. Çünkü bu karar, iradeyi temsil etme yetkisini henüz yitirmemiş olan PMK’nın kararıdır. Alınan kayıplardan ötürü şu an MK iradesine sahip resmi yönetici bir organımız yoktur” şeklinde, ikinci bir açıklama daha yapılmştır.

Ancak kamuoyu önünde yapılan bu karşılıklı restleşmelere karşın, henüz bir ayrılık ilanı yapılmış değildir.

Evet bu restleşme, yapı içinde bir saflaşma durumunun yaşandığının bariz bir ifadesidir. Ancak saflaşmanın asıl nedeninin, hbdh somutunda yaşanan görüş ayrılığı olmadığı, yukarıda mealen verdiğim kamuoyu açıklamasındanda anlaşılacağı gibi; mevcutta yapının iradesini temsil eden bir mk olmamasına rağmen, birilerinin kendisinde bu yetkiyi görüyor ve öyle davranıyor olmasıdır.

Zamanında yapılmayan ve tüzüğün tanıdığı erteleme yetkisini de kullandığı halde kongreyi toplama becerisi gösteremeyerek zaten iradeyi temsil etme yetkisini hukuken, 2015 yılında alınan kayıplarla sayısal yeterliliğini de yitirmesiyle, iradeyi temsil etme hakkını tamamen yitrmiş olan bir “yönetici organ” gerçekliği sözkonusudur. Yapı içindeki asıl tartışma ve saflaşma, tamamen bunun üzerinedir.

Yapının o sürecine ilişkin resmi iç belgeleri incelendiğinde görülecektirki; 2015 de verilen kayıplarla, PMK’sı tüzükce öngörülen sayısal yeterliliğini yitirerek, iradeyi temsil edemez duruma düşmüştür.

Ancak kalan MK üyelerinden biri ısraren bunu kabullenmez. Diğer üye ise temsil yetkilerinin kalmadığını ileri sürerek istifa beyanında bulunur.

Yetkili olduğunu ileri süren üye, tek başına karar alma yetkisi olmamasına rağmen, ikinci sırada bulunan yedek üyeyi mk ya alarak güya üç kişilik bi organ oluşturur. Ve ama diğer asıl üye zaten istifa etmiştir. Yani bu durumda bile organ olma vasfı bulunmamaktadır. Ancak bu‚ ufak ayrıntı ‘es’ geçilir. Üç kişilik bir organ var sayılır ve yanına aldığı ikinci üyenin koşulsuz desteğiyle, bire karşı iki oy çokluğuyla(!) MK adına kararlar alınır. HBDH ile ilgili alınan karar da işte bu türde darbeci bir karardır.

Yapı içerisinde bu tutumu darbecilik olarak tanımlayıp karşı çıkanlar hizipçilik ve yapının birliğini sabote etmekle itham edilir.

Karşı taraf da son derece haklı olarak, bunu, yapı iradesinin darbe yoluyla gasp edilmesi olarak tanımlar ve uymayacağını, yapıyı acilen kongreye taşıyacak geçici bir oluşuma gidilmesini dayatır.

Ayrışma ve restleşmeler tamamen bu konu üzerinde yaşanır. Tabanın baskısıyla bölünme yaşanmadan yapıyı kongreye götürme sahte arayışlarında bir süre mesai harcandıktan sonra, ilginçtir, tıpkı 1994’tekine benzer bir‚ fırsatı ganimete çevirme marifetiyle kamuoyuna; hizipçilerin yapıdan atıldığı açıklanır.

Özetle: 1994 darbeciliğinin bir başka versiyonu yaşatılmıştır yapıya. Yani yapının bölünmesinin değil, parçalanmasının gerekçesi asla somut bir ideolojik-siyasi konu değildir. Bundan ötürüde şunu tereddütsüce ifade ediyorum: bu yapının yaşaya geldiği en boktan gerekçeli ayrılıktır son yaşatılanı. Birileri adeta özel bir gayret ile bu yapıyı parçalanmaya sürüklemiş ve diğer bir kısmı ise maalesefki basiretsizlikleriyle bunu kolaylaştırmıştır.

(Burada, parantez içinde, kişisel tavrıma ilişkin olarak da şunları kamuoyuyla paylaşmakta herhangi bir sakınca görmüyorum: hapishane koşullarında öğrendim olup biteni. En başından itibaren yapılanın darbecilik olduğunu söyledim ve buna karşı çıktım. Bu örgütsel krizin aşılabilmesi için yol ve yöntemler önerdim. Ancak ne yazıkki parçalamaya kilitlenenleri ısrarlarından vazgeçirmeyi beceremedim. Sonuçta yapı ikiye bölündü ve bir şekilde bir yerlerde durup mücadeleye devam etmek gerekiyordu. Hapisten çıktıktan sonra her iki tarafla da görüşmelerde bulundum. Yaşananın 1994 tarzı bir darbe olduğu benim için netti. O dönem nasılki darbecilere karşı tereddütsüzce yapıdan yana tavır aldıysam, elbetteki bu kezde öyle yaptım. Yani ben de darbeci tutum ve dayatmalar karşısında yapının meşru işleyişini öne çıkararak yapının genel ilkesel çıkarlarını önceleyenlere verilen ad ile, bir “hizipçi”yim.)

Fikret Karavaz’ın konu bağlamında söylemiş olduğu şeyleri düzelteme adına bunları ifade etmiş olayım.

Böylece yazarın ele almaya çalıştığı asıl mevzuya geçebiliriz: Komünist-Devrimciler ittifak sorununu nasıl ele almalı?

Öncelikle belirtmek gerekiyorki Komünist Devrimciler için ittifaklar sorunu ideolojik-ilkesel bir sorun olmayıp; siyasal mücadelenin taktiksel bir sorunudur. Dolayısıylada sorun her türlü katı- basma kalıp formülerin dışında, günün objektif ve subjektif somut koşulları içerisinde, dinamik olarak ele alınacak bir sorundur.

Temel prensibimizin ne olması gerektiğini (Fikret’in de alıntıladığı) Lenin’in şu sözlerinde bulabiliriz:

“Güçlü bir düşman ancak, güçlerin en yoğun biçimde biraraya toplanmasıyla ve ancak hem düşmanlar arasındaki en küçük‚ çatlak‘larda dahil her çatlaktan, çeşitli ülkelerin burjuvazileri arasındaki, tek tek ülkelerde burjuvazinin çeşitli grup ve kesimleri arasındaki her türlü çıkar çatışmasından, hem de geçici, istikrarsız, emniyetsiz, güvenilmez ve koşulluda olsa, kitlesel bir müttefik kazanmak için en küçük imkan da dahil her imkandan mutlaka en ihtimamlı, en itinallı, en dikkatli ve en usta şekilde yararlanılırsa yenilebilir. (…)” (Sol komünizm.)

Lenin’in verdiği bu perspekktife itirazı olanlara bir diyeceğimiz yok. Ancak bunu kendi doğruları olarak benimsemiş olanlar için, Lenin’in burada öne çıkardığı şu “olmazsa olmazlar”ı doğru tarzda özümsemek, ittifaklar sorununun doğru tarzda ele alınabilmesinde belirleyici önemdedir.

Sorunun özü tamamen şudur: siyasal mücadelede, güçlü bir düşmanı yenilgiye uğratmada ittifaklar sorununun önemi nedir?

Lenin bunun tek bir “sihirli” formülünün oldğunu söyler: güçlerin en yoğun biçimde biraraya toplanması!

Bunu yapabilmek için der Lenin; “geçici, istikrarsız, emniyetsiz, güvenilmez ve koşullu da olsa kitlesel bir müttefik kazanmak için en küçük imkân da dahil her imkândan mutlaka en ihtimamlı, en itinalı, en usta şekilde yararlanmak” şarttır.

Bunun için de der Lenin; “düşmanlar arasındaki en küçük çatlaklar da dahil her çatlaktan ve burjuvazinin çeşitli grup ve kesimleri arasındaki her türlü çıkar çatışmasından ustaca yararlanmak” gerekir.

Yani mesele bu kadar açık ve nettir!.. İttifaklar sorununda bize başka herhangi bir kayıt-koşul gerekmiyor.

Sınıflar arasındaki siyasal iktidar mücadelesi bir hamlelik, ani darbesel bir kalkışma durumu olmadığına göre; mücadele, uzunca evrimsel bir süreç içerisinde çok çeşitli aşamalardan ve biçimlerden geçerek final evresine varacağına göre; ve mücadelenin herbir aşamasındaki muharebeler de kaçınılmaz olarak yengi-yenilgiler şeklinde sonuçlanacağından,ve final sahnesine de ancakki bu evrelerde kazanılacak muharebelerle varılacağına göre; demekki  komünist-devrimciler için devrim anına kadar olan o kıyasıya mücadelede de düşmanı yenilgiye uğratabilmenin en önemli araçlarından biri, kaçınılmaz olarak, “geçici, istikrarsız, emniyetsiz, güvenilmez ve koşullu da  olsa kitlesel bir müttefik kazanma” siyaseti gütmek, bir keyfiyet değil, bir zorunluluktur.

Komünist-devrimci hareketin devrime önderlik yapabilmesi için gelişip güçlenerek, güçlü kitlesel bir tabana sahip olabilmesi gerekiyor. Bu ise, devrim öncesi sürecin mücadelesinde göşterdiği performansıyla doğrudan ilgili bir durumdur. Sınıf mücadelesinde kimseye bileğinin gücüyle kazanmadıkça öyle durup dururken önderlik rolü başedilmez. Bunu hakkiyla mücadele ederek kazanabilirsin ancakki.

Kazanmanın “sihirli koşulları”ndan biri de, Lenin’in yukarıda anlattığı tarzda bir mücadeleciliğin gereğince davranabilme becerisi ve başarısı gösterebilmeye bağlıdır.

Komünist-devrimcilerin, devrimin güçlü fiili önderi haline gelebilmesi, düşmanla yürüteceği doğrudan mücadele seyrinde göstereceği başarılara endeksli olduğuna göre ve bu başarılar da önemli oranda güdeceği ittifaklar siyaseti ve bundaki başarısına bağlı olacağına göre; demekki “Maoizm” adına kesilen şu türden ahkamların gerçek yaşamda kayda değer bir karşılığı olmayacaktır/yoktur da nitekim:

* İttifaklar sorununu, Mao Zedung’un uzun süreli halk savaşı stratejisi içinde tanımlayıp çerçevelediği halkın birleşik cephesi anlayışına indirgemek.

* İttifaklar sorununu, demokratik devrime, demokratik devrimi de toprak sorununa/ köylü sorununa indirgeyip, “milli burjuvazi”yi bu ittifakın “olmazsa olmaz” bir bileşeni saymak.

* Komünist partisinin önderliği koşuluyla ittifaklar kurmayı veya içinde yer almayı öngörmek.

* Komünist-devrimcilerin gücünü, “bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi iktidar kurmuş olma” veya Fikret’in açılımıyla; “KP’nin demokratik devrimin sorunlarını kapsayan asgari programının geniş kitleler tarafından kabuledilmiş olması”na indirgemek.

Evet bütün bunlar, ittifaklar sorununda “Maoizm” adına kesilen ahkamlardır.

Buna göre demekki, Lenin’den yapılan alıntıdaki o sözlerin bir hükmü bulunmuyor. Aksesuar olarak kullanılmak maksadıyla aktarılmış olmalı.

Mao Zedung (ÇKP’nin 8. Kongresi sürecinde, kısa bir süreliğine, içine düştüğü hatalı yaklaşımları dışında) çok sıkı bir leninisttir. Ama “Maoizm” teorisi, sol subjektif bir teori olarak, esasta birçok temel sorunda Leninizmi yatsır. (Nitekim MKP’nin 1. Kongresinde bu açıkça dile getrilir de. Leninist devrim teorisinin 1935 yılında Mao’nun çizgisinin ÇKP’ye hâkim olmasıyla birlikte aşıldığını, eski döneme ait bir teori olarak geçerliliğini yitirdiği iddia edilir. MKP’nin tarihi muhasebesi üzerine yazdığım kitapta bu sorunu detaylıca görmek mümkün.)

Leninizmin aleni yatsınması üzerine kurulu bu sol-sübjektif perspektif; hem adeta tüm ülkeleri yarı-feodal, yarı-sömürge olarak görmekte ve hem de böyle değilse bile, diğer sosyo-ekonomik yapıları es geçmekte ve devrim stratejisinden tutun da ittifaklar sorununa kadar devrim teorisinin hemen tüm unsurlarında Leninist devrim teorisi itinayla es geçer.

Somut olarak ittifaklar sorununda irdelenecek olursa görülecektirki; “Maoist Birleşik Halk Cephesi anlayışı”, devrim mücadelesinin başarıya ulaşmasının “olmazsa olmaz” üç stratejik silahından biri olan ittifaklar sorununda, komünist-devrimcileri esasen silahsızlandırmaktadır.

Çünkü öngörülen anlayış; komünist-devrimcileri, öncelikle yarı-sömürge, yarı-feodal sosyo-ekonomik koşullar ile sınırlıyor. Ve buna göre de o basma kalıp şablon ile reçeteler yazmaya koşulluyor:

“Halkın Birleşik Cephesi, işçi-köylü temel ittifakı üzerinde, devrimden çıkarı olan anti-feodal, anti-emperyalist ve anti-komprador sınıf ve katmanların ittifakıdır. Esası toprak devrimi olan Demokratik Halk Devrimi sürecinde milli burjuvazi, bu ittifakın vazgeçilemez bileşenidir. Halkın Birleşik Cephesi (HBC), KP öderliğini şart koşar. Halkın birleşik cephesinin kurulabilmesi için KP önderliğinde bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi üslerin kurulmuş olması gerekir. Bu, yürütülen savaşın en azından stratejik denge aşamasında olması anlamına gelir. KP bu güce, savaş bu düzeye varmadan HBC kurulamaz. KP önderliğinde kurulmamış olan ittifaklar da hem HBC olarak tanımlanamazlar ve hemde bunlar içinde yer almak kuyrukçu, sınıf işbirlikçi pozisyona düşürür. HBC bir iktidar orgaınıdır. Devrimle kurulacak yeni demokrasinin iktidar organıdır ve milli burjuvazi, sosyalist devrime kadar bu halk iktidarının bir bileşeni olarak varlığını devam ettirir.”

“Maoist HBC anlayışı” diye sunulan sol-sübjektif perspektifin kaba özeti budur! Görüleceği üzere bu perspektifte; 

a-) ülkenin sosyo-ekonomik yapısında yaşanmış olan değişim ve dönüşümlerin, örneğin kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale geçmiş olmasının ve bunun devrim aşamasında ve ittifaklar sorununda ne tür farklılaşmalar yarattığının bir önemi bulunmuyor.

b-) Türkiye ve K.Kürdistan somutunda yaşanan gelişmelerin tolumsal ve ulusal çelişmeleri ve keza savaş strateji ve taktiklerini nasıl etkilediği ve değiştirdiğinin bir hükmü bulunmuyor. Türkiye ve K. Kürdistan’ın iki farklı sosyo-ekonomik yapıya, iki farklı devrim aşamasına ve iki farklı devrim stratejisine, iki farklı itifaklar siyasetine ve bunlarla birlikte çok daha ivedilikle öne çıkan birleşik devrim stratejisi ihtiyacına göre devrim teorisini yenilemek geregtiğinin bir önemi bulunmuyor. 

c-) derimci mücadelenin öncü öznesi olarak komünist-devrimcilerin, devrimci mücadeleye fiilen başladıkları andan itibaren, mücadelenin herbir evresini başarıyla tamamlayabilmek için, mücadelenin farklı herbir evresinde düşmanı o özgülün somutunda yenilgiye uğratma mücadelesinin de, Lenin’in önemle vurguladığı tarzda bir “kitlesel müttefikler” siyasetiyle mümkün olabileceğinin bir önemi bulunmuyor. Komünist-devrimcilerin, diğer sınıf ve katmanlara, onların siyasal önderi örgütlerine önderliklerini kabul ettirecek o güçlü duruma hangi mücadele yol ve araçlarını kulanarak varabileceklerinin bir önemi bulunmuyor. (Tipik bir öncü savaş mantığı mı güdülüyor acaba? Biz gerilla mücadelesiyle düşmana darbeler vurdukça, düşman zayıflayacak ve ters orantılı olarak bizde güçleneceğiz. Ve böylece kitleleşeceğiz. Işte bu sayede devrimden çıkarı bulunan diğer sınıf ve katmanlar dahil, milli burjuvazinin sol kanadıda önderliğimizi kabul ederek HBC’yi oluşturma koşularını olgunlaştırmış olacağız.) vs. vs.

Fikret’in yaklaşımı da bunun tipik örneklerindendir. Lenin referansıyla konu özgülündeki doğmatik-mekanik yaklaşıların eleştirisi yapılmak istenmişse de ancak anlaşılan o ki, tedrisatından geçtiği “Maoizim” buna pek fazla şans tanımamış. Karşımızda farklı versiyonuyla kaskatı bir dogmatizm var.

Bu öylesine tipiktir ki; Mao Zedung’un Çin koşulları ve uzun süreli halk savaşı stratejisi bağlamında formüle ettiği, Kaypakkaya’nın da (indirgemeci bir tarzla) doğrudan Türkiye ve K. Kürdistan koşulları için öngördüğü, tanımlı, “Halkın Birleşik Cephesi” teorisini, “Maoist Birleşik Cephe Anlayışı” adı altında, genel geçerliğe sahip bir teoriymiş gibi, ittifaklar sorununa ilişkin tüm teorisini bunun kantarına vurarak oluşturmaya çalışmış.

Fikret ittifaklar sorununda bir şeylerin yerli yerine oturmadığının, düşmana karşı başarılı bir mücadele yürütebilmek için (ve hatta güçlerin korunabilmesi için bile), hiç olmazsa, öncelikle devrimci güçlerin enerji ve imkanlarını birleştirmek zorunda olduğunun ayırdında. Bunun önem ve aciliyetini görüyor ve kendince çözüm önerileri geliştirme gayreti sergiliyor. Bu değerli bir duyarlılık elbet; ancak ufuk parametreleri “Maoist birleşik cephe anlayışı” belirlenmiş olduğundan; ortaya koydukları da, kaçınılmaz olarak, hem dogmatik-mekanik yaklaşımın bir başka versiyonu olmanın ötesine geçemesine pek şans tanımamıştır, ve hem de ittifaklar sorununa bugün hangi biçim ve yöntemlerle yanıt vermek gerektiği noktasında ileri sürdükleriyle tam bir, “iki arada bir derede durumu”nda kalmasına yol açmıştır.

Tüm diğer “Maoist”ler gibi Fikret de Leninist ittifaklar sorununu götürüp, belli koşulların ve belli bir devrim stratejisinin özgün ifadesi olarak tanımlanıp formüle edilen HBC kalıbına uyarlı olarak ele alıp sunmaya çalışıyor. Haliylede ortaya konanlar ya hayatta karşılığı bulunmayan boş/hoş teorik şeyler oluyor, ya da Fikret’in ki gibi (sözü mazur görün lütven) uçuk-kaçık özelliklerle sakatlanmış görüşler olabiliyor.

Fikret bu yazısında, “Partizan ile Özgür Gelecek” arasındaki ayrılığın temel nedeni olarak gördüğü HBDH (Halkların Birleşik Devrimci Hareketi) oluşumunu, “Maoist birleşik cephe anlayışı”na uyarlamış ve bunun bugünün koşulları içinde, HBC olarak değil ama, oluşan somut acil ihtiyaca asgari oranda da olsa yanıt verebileceğinden hareketle, HBDH’ni, HBC’nin özgün bir “prototipi” olarak kabul edilebileceğini ileri sürüyor. Örneğin şöyle diyor:

* “HBDH oluşumu dar anlamda devrimci güçleri ve Kürt Özgürlük Hareketini kapsayan anti faşist, anti emperyalist, anti şoven bir birleşik cephe prototipidir.”

* “Peki coğrafyamızda birleşik cephenin bir prototipinin gerçekleşme koşulları var mıdır? Coğrafyamızda köylülük genel olarak kendi tarlasını ekip biçen küçük köylü karakterindedir. Topraksız köylülüğün oranı genel ortalama içinde düşük kalmaktadır. Bu olgu, toprak talebinin cılız olması sebebiyle, köylüllğün geniş kitleler halinde hızla demokratik devrime politize olmasını engellemektedir. (Bu saptama, kendi sebep-sonuç denklemini doğru kuramayan kusurlu bir saptamadır. “Coğrafya” nızdaki köylülük zaten kendi tarlasını ekip biçen küçük üretici karakterindeki bir köylülükse; eşyanın tabiatı gereği, bu karakterli bir köylülüğün, toprak sorununa endeksli bir demokratik devrim talebi olmayacaktırki! Böyle bir talebi olmayan köylüyü, sırf “köylü”dür diye “özü toprak sorunu olan demokratik devrim”in otomatikmen temel öznelerinden biri saymak nasıl bir şey olabilir acaba? Sorunu, verili anda tanımlanan köylülüğün, mevcut sistemle olan temel çelişmeleri üzerinden ele almak yerine, sırf onun sınıfsal/sosyolojik tanımı baz alınarak analizler yapılırsa, kaçınılmaz olarak ortaya böylesi absürt belirlemeler çıkar. Bu karakterli bir köylülüğün demokratik devrime neden hızlıca akmadığının “makul” bir nedenini bulup izah etmek gerekiyorki “kutsal teori”ye gölge düşmesin! “Türk köylülüğü halen şovenizmin etkisi altında olduğu için geniş kitleler halinde halk savaşına politize olamamakta…” BN.) Buna karşılık bileşenleri içinde Kürt köylülüğü, proletaryası ve küçük burjuvazisi ile birlikte milli burjuvazisi ve bir kısım büyük toprak mülkiyetini de barındıran Kürt Özgürlük Hareketi’nin (KÖH) anti faşist karekteri (KÖH’nin anti-faşistliği de anti-emperyalistliği de konjöktüreldir, bunu asla akıldan çıkarmamak gerekir. PKK’nin demokratlığı da anti-faşitliği ve anti-emperyalistliği de ulusal davalarına stratejik olarak öngördükleri çözüme endeksli olup, koşulludur! Bunu anlamak için akademik analizler yapmaya da gerek yok. A. Öcalan’ın paradigmaları ve PKK’nin bunları nasıl sahiplendiği de ortada. Ve ama daha da önemlisi KÖH’nin buğün faşist ilan edip devirmek istediği gücün sadece Tayip-Bahçeli şahsında somutlaşan mevcut hükümet olduğu da alenen ortada. Ve keza daha dün denilecek kadar yakın bir tarihte Kürtlere bir takım kırıntı haklar elde etme pahasına bunlarla barışmak isteğiyle masaya oturdukları da herkesin hafızasında tazedir henüz. Öte taraftan çeşitli emperyalist güç ve odaklar ile kurdukları ve içine girdikleri ilişkiler ve bu ilişkilerin onları nasıl bir “kurt kapanı”na soktuğu da yine herkesce malüm olan bir durum. Peki bütün bunları yok sayan yukarıdaki o genelleme nitelemeleri kullanmak ne kadar doğru olabilir acaba? Bunları söylüyor olmak, günün realitesi içinde KÖH’nin halk ve demokrasi güçleri ve devrimçi dinamikler arasında olmadığını söylemek anlamına gelmez elbetteki. Teslim etmek gerekiyorki KÖH, bugünün en önemli, en örgütlü, en güçlü vede en dinamik devrimci gücüdür. Devrim davası güdenlerin, faşizmi darbeleyip geriletmek adına da olsa, bu hareketle, günün ihtiyacı olan birleşik mücadele gücü oluşturabilmek için ittifak kurma siyaseti gütmesi bir zorunluluktur. Ve ama bunu yaparken PKK hareketinin demokratlığının da anti-faşist ve anti-emperyalistliğinin de konjöktürel olduğunu, asla unutmadan yapmak gerekiyor. Sorunun püf noktası burasıdır. BN.) ile varlığı ve bileşenleri içinde asıl savaşan güçlerin Kürt köylülüğünden olluşması Kürt özgürlük hareketine aynı zamanda köylü sorununun coğrafyamıza özgü politik biçimi karakterini vermektedir.”

* “Kürt özgürlük hareketinin varlığı koşullarında anti faşist, anti emperyalist gerilla savaşı (KÖH’nin yürüttüğü gerilla savaşını bütünlüklü bir karakter olarak bu şekilde tanımlamak da yukarıda ifade ettiğim gerekçelerden ötürü doğru olmayacaktır. Öncelikle şunu net olarak koymak gerekiyorki PKK önderliğinde yürütüle gelen gerilla savaşı, asla doğrudan anti-emperyalist bir özelliğe sahip olmamıştır. Bu dün de böyleydi bugünde. Bu gerilla savaşı, bağımsız Kürdistan hedefiyle, “sömürgeci Türk devleti”ne karşı başlatılmıştı. Bu özelliğiyle, devletin faşist veya burjuva demokrasisi olmasının bir önemi olmayacaktır onun için. Dolayısıylada onu karakterize eden özelliği anti-sömürgeciliğidir. Sömürgeci devletin faşist olup olmaması belirleyici bir özelik değildir bu denklemde... Benimsediği yeni paradigma ve stratejik hedefi bakımından ise PKK hareketi bugün devrimci değil reformist bir harekettir: silahli reformist! Bugün yürüttüğü gerilla savaşı ise, sadece mevcut faşist hükümete geri adım attırma veya olmuyorsa devirmeyle sınırlı bir anti-faşist özellik kazanmış oluyor ki; bu da tamamen objektif bir sonuçtur. BN) Kürt Özgürlük Hareketini Irak ve Suriye’de askeri üslere (bu ifade ediş yanlış! Artık şu dört parça Kürdistan’ı, şuranın-buranın Kürdistanı veya parçanın bulunduğu ülkenin içinde bir eyaletmiş gibi, sadece o ülke adını zikretmekle veya “coğrafyamız” gibi, geride kalmış bir dönemin kavramlarıyla Kürdistan ismini örtülemek doğru değildir. Kürtler dört parçanın her birini hangi isimle anıyorlarsa, biz de öyle adlandırmalıyız. BN) sahip olması, kitle desteği ve gerilla savaşı itibari ile halen stratejik savunma aşamasında olmasına rağmean stratejik denge aşamasına yakın özellikler göstermektedir. (...)”

* “(…) Kürt sorunu mevcut niteliği ile demokratik devrimin dinamosu rolünü oynamaktadır. Kürt özgürlük mücadelesindeki her gelişme demokratik devrim sürecinde ileri bir aşamaya karşılık gelmektedir. (Oldukça ölçüsüz abartılı sübjektif bir misyon biçme! BN.) Mevcut siyasal konjöktürde demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapıların Kürt Özgürlük Hareketi ile birleşik cephe prototipi etrafında birleşmeleri siyasal ve askeri bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.”

* “Geniş anlamda halkın birleşik cephesinin oluşması ise” diyor; “yukarıda değinilen nesnel şartların gerçekleşmesine bağlıdır. (Yani özetlemek gerekirse bu “nesnel şartlar”ı; a) Komünist Parti önderliği ve b) KP önderliğinde bir ya da birkaç bölgede KSİ’nın kurulmuş olması, yani bir başka ifadeyle; KP’nin öngörmüş olduğu asgari proğramın geniş kitleler tarafından benimsenerek, KP önderliğinin fiiliyatta da kabuledilmiş olmasıdır. BN.) Demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapılar KSİ’ların gerçekleşmesi ve geniş kitlelerin demokratik devrime politize olmasını beklemeden dar anlamda bir birleşik cephe protipi etrafında Kürt hareketi ile HBDH oluşumu etrafında doğru bir siyasal hamle ile ortaklaşmalıdırlar. (Sıkı bir paradoks!.. Dogmatik-mekanik ele alış maalesef ki, somut koşulların somut tahlili üzerinden günün ihtiyacı olan siyasal çözümlemeleri geliştirmenin önüne işte böyle koca bir duvar olarak dikiliveriyor. Yaşanan sürecin realitesinin öne çıkarmış olduğu temel toplumsal çelişme tarafından karakterize olan devrimci mücadelenin başarıyla sürdürebilmesi için, devrimci güçlerin ihtiyacı olan ittifaklar sorununun nasıl ve hangi biçimlerde mümkün olabileceğini tartışma yerine; tanımlı HBC’ye koşullu tanım ve analizlerle, sorunu kısır döngü tartışmalar girdabında boğmak!.. Bir kesim, “HBC’nin nesnel koşulları henüz oluşmamıştır” desturuyla, günün siyasal mücadelesinde siyasetsizlik ile karakterize olurken; bir kesim ise, Fikret’in yaptığına benzer tarzlarla ve adeta binbir türlü akil hileleri ile, tanımlı HBC’ni, kendince tanımladığı günün koşullarına uydurmaya çabalar. Doğma referanslardan ötürü doğrudan, günün ittifak siyaseti, HBDH oluşumudur’ diyemeyince, mecburen “kitabına uydurma” halçaresiyle “makul” kılma devreye giriyor. Ve ama tanımlı HBC olgusunun hatları ve kriterleri çok keskin olduğundan, maalesefki bu iyi niyetli gayretleri çırılçıplak açıkta bırakıyor. Çünkü tanımlı HBC, çok açık ve net olarak, önderliğini kabul ettirmiş olan bir KP önderliğini şart koşar. Bu “olmazsa olmaz” şartı içermeyen hiçbir ittifak türü HBC’nin bir versiyonu olma özelliği taşıyamaz. Olgu işte böylesine katıdır. Bu bağlamda rahatlıkla görülebilirki; HBDH, HBC’nin bir prototipi olma özeliğine sahip değildir. Çünkü öngörülen hiçbir şartı taşımamaktadır. Şayet, mevcut haliyle HBDH, örneğin KP önderliğinde kurulmuş bir oluşum olsaydı da yine örneğin bu cepheye kazanılması öngörülen sınıf ve katmanlardan önemlice bir bölümünü veya temel ittifak unsurundan birini henüz gerektiği gibi içermiyor olsaydı, işte o zaman buna HBC’nin öncülü bir ittifak şekli demek mümkün olabilirdi. Oysa HBDH bu özelliklerin hiçbirini taşımıyor. Dolayısıylada rahatlıkla söylenebilirki; HBDH, tanımlı HBC’nin asla bir “prototipi” olamaz. BN.) (...)”

Fikret ise, tanımlı HBC’ni referans almasına karşın, KP önderliği şartını es geçerek, HBDH nin neden HBC’nin bir prototipi olarak tanımlanabileceğini şu argümanlarla “kitabına uydurma”ya çalışıyor:

* “Halkların birleşik cephesinin gerçekleşme koşullarından en önemlisi demokratik devrimin asgari programının geniş kitlelerce benimsenmesidir. Bu anlamda demokratik devrimin asgari programı Kürt Özgürlük Hareketi’nin kitlesi tarafından kabul görmektedir. (...)”

* “Kürt Özgürlük Hareketi’nin sınır dışında da olsa askeri üs bölgelerine sahip olması ve bu bölgelerin komünist faaliyete uygun (“Komünist faaliyete uygun olması”! Bununla anlatılmak istenen herhaldeki komünistlerin buralardan yararlanmalarına PKK’nin şimdilik izin veriyor oluşudur. BN.) Birleşik cephe için KSİ şartına özgün bir nitelik vermektedir. (...)”

* “Ulusal sorunun var olduğu ve geniş kitlesel örgütlülüğe dönüştüğü bir ülkede milli burjuvazi ve köylülük siyaseten bölünmüştür. Hem ezen ulus milli burajuvazisi hem de ezilen ulus milli burjuvazisi ile anti emperyalist, anti faşist, anti şöven temelde ittifak yapmanın nesnel koşulları yoktur. Ezen ulus milli burjuvazisi şövendir. (…) demokratik devrim mücadelesi sürdüren siyasal yapıların ittifak siyasetinde ezilen ulus milli burjuvazisi ve halk sınıfları ile ittifak nesnel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. (...)”

Fikret işte bu şekilde kitabına uydurmaya çalışmış. Ama besbelliki üç şıkta özet olarak aktardığım bu argümanlar, tanımlı HBC’nin hiçbir koşulunun karşılığı değil. Neden değil? Çünkü ne PKK’nin güney ve batı Kürdistan topraklarında olan askeri üsleri ve özerk alanları KP’nin önderliğinde kurulmuş KSİ olarak onun savaşı stratejik denge aşamasına getirmiş olduğunun bir ifadesidir; ne KÖH’nin örgütlü taban kitlesi demokratik devrim asgari programı etrafına KP otoritesi altındaki bir kitledir ve ne de ezilen ulus milli burjuvazisi KP’nin öngördüğü demokratik devrimin asgari programını kabul etmiş bir gerçekliğe sahiptir.

Çünkü herşeyden önce ortada farklı iki devrim proğramı var: biri sosyal/sınıfsal, diğeri ise ulusal karakterlidir. Ulusal çelişmenin çözümüne dair asgari proğramları da farklıdır. Komünist-devrimciler ulusal çelişmeyi UKKTH ilkesinin gereğince çözmeyi öngörüyorlarken; PKK, ezen ulusun en temel imtiyazı olan ezilen ulus üzerindeki hakimiyet unsuru olan tek devlet otoritesine bağlı kalan bir çözüm öngörmektedir. Yani komünist-devrimcilerin yıkmayı önceliklediği devleti, onlar, koruyacaklarına dair taahhütte bulunmaktalar. vs. vs. Yani en temel başlıklarda bile farklı asgari programlar sözkonusudur. Hal böyle oluncada, ne PKK önderliği altındaki örgütlü kitleler ve nede ulusal çelişmenin öncelikli çözümü talebiyle KÖH ile belli düzeylerde birlikte hareket eden ezilen ulus burjuvazisi KP’nin öngörmüş olduğu demokratik devrimin asgari programı üzerinden ittifak kurulmuş bir güçtür.

Olgulardan hareket edilecekse şayet, olgusal gerçeklik budur. Bir diğer olgusal gerçeklikte; baskın bileşeni itibarıyla, HBDH’nin, esasen PKK’nin inisiyatifi ve kotrolü altında olduğudur. PKK’nin ise, değil demokratik devrim, ulusal çelişmenin çözümünde de devrimci olmayıp, reformist bir hareket olduğu, bir başka olgusal gerçektir. (Fikret kendisini öylesine kaptırmışki görüşlerinin heyecanına, şunları dahi söylemekte bir sıkıntı görmüyor: “(…) Kürt Özgürlük Hareketinin siyaseten reformist niteliği geçici ve konjöktürel bir durumdur. Demokratik devrim mücadelesinin ilerleyen aşamalarında (…) demokratik devrimin başarısından geçtiğini kendi deneyimleri ile öğrenecektir. (...)” abç. Bu bir saptama değil, bir temenni olabilir ancakki. İyi de günün siyasetini afaki fikirler üzerinden kuramayız, değilmi? PKK’nin bugünkü olgusal gerçekliğini baz almak zorundayız. Yarın olurda değişip devrimcileşirse veya bugünki duruşunu dahi aratır bir pozisyona girerse, bunu o zaman değerlendirebiliriz ancak ki.)

Peki böylesi bir realitede HBDH nasıl olacakta Demokratik Halk Devrimi olarak tanımlı olan bir devrimi gerçekleştirmenin esaslı silahlarından biri olan HBC’nin bugünkü koşullarda oluşmuş bir öncülü olabilecek acaba?

HBDH’ni niye olduğu gibi, yani günün somutunun doğurduğu acil bir ihtiyacın yanıtı olarak, kendi gerçekliği içinde, bir ittifak oluşumu olarak değil de başka koşulların ürünü olan, tanımlanmış bir şey üzerinden ele alıyor ve onun kriterlerine uydurmaya çalışıyoruz acaba?

HBDH, devrimci demokrasi güçlerinin ve ama esasta da KÖH’nin, işgalci-sömürgeci faşist Türk devleti barbarlığının, 2015 yılı itibariyle startını verdiği azgın saldırı ve imha etme politikasına karşı anlamlı bir direniş hattı oluşturabilmenin ihtiyacı olarak gündeme gelmiştir. Vurgulamak gerekirki bu talep KÖH’den gelmiştir ve elbette öncelikle kendileri açısından, sonderece isabetli bir siyasi hamledir de. Mücadelenin, hayatın gerçeklerinin ve de savaş yasalarının zorunlu hükümlerince davranmışlardır. Oluşumun bileşeni diğer devrimci demokrasi güçleri ise (MLKP hariç, çünkü bunlar zaten Kürt ulusal sorununu çözme görevini doğrudan üstlendiklerinden, kendilerini adeta KÖH’nin özerk bir bileşeni olarak konumlandırmışlardı), esasta KÖH ile dayanışma, bir nevi “enternasyonal güç” olarak işgalci faşist saldırılar karşısında Kürt halkının saflarında savaşabilmenin bir aracı olarak görüp kabul ettiklerinden ötürü HBDH’ne dahil olmuşlardır. Ve elbette bu da çok anlamlı ve tarihi bir görev ve sorumluluk örneğidir de. (Fakat şunu da belirtmek gerekiyorki; normalde bu tür siyasal hamleler öncelikle kendisini komünist devrimci addeden öncü öznelerce, öncü olmalarının bir gereği olarak, gündeme getirilir ve oluşumuna önayak olunur. Ama bizde zaten hemen hemen hiçbirşey asla olması gereken gibi olmadı şimdiye dek. Ezen-ezilen ulus çelişmesinin çözümü görevinin demokratik devrime ve ezilen ulusun burjuva ve küçük burjuva unsularına havele edilmesi ve aktüel görvin ise desteklemekle sınırlı tutulmasının yeterli görülüyor olması gibi daha birçok sorunda asla bir öncü misyonu üslenilememiştir. vs. vs.)

Yani özcesi, HBDH’nin “gizli öyküsü”nün easası budur demek hiçte yanlış olmaz. Hal böyle olunca da, bu oluşuma daha farklı misyonlar yüklemenin anlamı da gereği de yoktur aslında, değil mi?

Özetle altını çizerek vurgulamak gerekirse; ittifaklar sorununun ele alınmasında rehber alınması gereken temel perspektif Lenin’in sunduğu perspektiftir. Mao Zedung’un temel aldığı ve uyarladığı perspektif de budur.

Ezen-ezilen cins çelişmesi”nin özgün ifadesi olan ataerkilizme karşı mücadele sorunu

Erkeğin kadına uyguladığı her türden şiddete karşı durmak öncelikle insani bir görev ve sorumluluktur!

Ataerkilizme karşı sistematik bir mücadele sefer birliği ilan etmek şarttır ve bu, günün acil ihtiyacıdır. 

Bu görev ve sorumluluk en başta kendisini komünist/sosyalist ve devrimci-demokrat addeden politik kurumlarındır. Ve aslında bu görev ve sorumluluk kadınıyla erkeğiyle insanım diyen herkesindir. Ve elbette ki erkeğindir de.

Çünkü kadına uygulanan her türlü erkek şiddeti, erkeğin, sosyolojik olarak bir fiil mensubu olduğu, kadını erkeğin mülkü, namusu, seks kölesi, hizmetçisi kılan ve bütün bunları da din ile meşrulaştıran, erkek egemen sistemin eseridir.

Dolayısıyla da bu köhne, her bir hücresinden kadın ahı ve kanı akan köleci sistemi öncelikli olarak reddetme sorumluluğu, insanlık onuru sahibi her bir erkeğin olmak zorundadır.

Böylesi bir sorumluluğun yerine getirilmesi çok çok önemlidir. Çünkü bu, sistemin içten reddiyetidir. Bu aynı zamanda 'kale'nin içten de yıkıma uğratılması anlamına gelir. Yani özetle bu, kendi asli iç dinamiğince sistemin çökertilmeye uğratılması mücadelesinin çok stratejik bir unsurudur: Ataerkilizmin kalesine sokulan 'Truva atı' misali...

Ataerkilizm, 'sistem'sel bir sorundur. Temeli üretim araçlarının özel mülkiyeti sistemi ile atılmış olan bu sorun, olgusal bir realitedir ki; tarihsel, sosyolojik, 'kültürel' özellikleri de bulunan devasal bir sorundur.

Tabiatıyla, böylesi bir soruna karşı mücadele hem çok zor ve çok cephelidir ve hem de arz ettiği, tabiri caizse yüzyıllardan bu yana insanlığın adeta iliklerine kadar sirayet etmiş, DNA’sına işlemiş çok köklü ve güçlü ZİHNİYETSEL özelliğinden ötürü, haylice uzun soluklu bir stratejiyi şart koşar.

Bu öylesine yalın bir gerçekliltir ki; onu ortaya çıkartan iktisadi temel sosyalist devrimle sonlandırılması halinde de, toplumsal bünyedeki varlığını daha uzunca bir süre (özellikle de geri sosyo-kültürel toplumlarda) devam eder. Bunun somut örneklerini SSCB, Doğu Avrupa, Balkanlar ve Çin Devrimleri özgülünde görmek pekâlâ mümkün. Yani özcesi şu: Altyapısal devrim ve yasal düzenlemer ile iktisadi temelini ve hukuki dayanaklarını yitirmiş olsa da insanların kültürel/inançsal değer yargıları, yani zihniyetleri hemencecik ve kolayca tasfiye olmayacaktır. Diğer birçok kültürel değer (dini inançlar, batıl inançlar, eski topluma ait etik değerler, idealizm vs vb.) gibi maalesef uzun yıllar ve birkaç nesil daha- giderek sönümlenmekle birlikte- toplumsal bünyedeki varlığını sürdermeye devam edecektir.

Bu özelliğinden hareketle şunu söylemek yanlış olmayacaktır: Bu sorunun nihai çözümü ancak ki, ataerkilizmin öngörmüş olduğu değer yargıları toplum zihniyetinden sökülüp atılınca, ''yeni tip insan'' ve kültür topluma hâkim olmaya başlayınca mümkün olabilecektir.

Ataerkilizme karşı mücadele sorununun bu ayırt edici özelliğinin görünüp kavranması önem arz eder. Çünkü bunun kavranmasıyla görülecektir ki sorunun çözümü:

A) Hem özel mülkiyetin toplumsal bir devrimle, başlıca temel unsurlarıyla, ortadan kaldırılmasıyla otomatikman çözüme kavuşmayacak ve mücadele farklı çehreler kazanarak uzunca bir süre devam edecektir.

B) Hem “ezen-ezilen cins çelişmesi”nin ezilen cins olarak kadının tek başına itiraz ve direnişi ile sonlandırılması uzun ve hayli meşakkatli olacaktır.

C) Hem sorun zaten asla tek başına bir 'kadın sorunu' değildir. Kadın cinsinin köleliği üzerinden hükümranlığını var edip yaşatan ezen cins olarak erkeğin kendisi de bu kölelik sisteminin oluşturduğu denklemin içinde, zaten asla gerçek manada özgür olamayacağından; sorun bu bağlamda bir 'cins' olarak erkeğin de özgür ve onurlu bir yaşama kavuşması sorunudur. Yani aslında 'kadın sorunu' olarak addedilen sorun basbayasından bir 'erkek sorunu'dur da. Çünkü sorun aslında sakatlanıp köleleştirilen insanın yeniden özgürleştirilmesi sorunudur.

D) Ve hem de sorunun çözümünün ataerkil değer yargılarınca zihniyetsel olarak kötürümleştirilip köleleştirilmiş kadın ve erkeklerin (yani toplumun) bilinçlendirilerek, eğitilip dönüştürülmesiyle de belli ölçüler dahilinde mümkün olabileceği görülmesi gerekiyor.

Bu bağlamda olmak üzere; öncelikle toplumsal sorunlarının çözümünü kendisinin varlık koşulu sayan komünist ve diğer sol-sosyalist demokrasi güçlerinin başlıca toplumsal çelişmelerden biri olan (ki, birçok kesim maalesef ki sorunun bu özelliğini dahi görememekte) ve çözüm safhaları devrim öncesi ve devrim sonrası evreler arz eden “ezen-ezilen cins çelişmesi”nin çözümünü bir mücadele program ve örgütsel mekanizmalarıyla gündemlerine almaları (dün olduğu gibi bugünde) günün acil görev ve sorumluluklarından biridir.

Sorunun çözümünde şu çok belirleyici bir yöndür: Komünist partileri sorunun çözümünde nasıl ki ezilen cins olarak kadınların örgütlenerek mücadeleye kazanılması için özel/özerk örgütlü güç olarak kadın seksiyonunu kurup ona ideolojik önderlik yapmakla yükümlüyse; aynı şekilde bu çelişmenin 'ezen cins' tarafında olan,( kadın üzerindeki mülkiyeti hariç) ve esasen mülksüzleştirilmiş olan emekçi ve işçi erkeği de ataerkilizmin köleleştirilmiş bir diğer  “mağdur”u olarak örgütleyip bilinçlendirmek, eğitip dönüştürmek ve ataerkilizme karşı mücadelenin ikinci asli unsuru olarak yeni bir cephede mevzilendirmek zorundadır. Yani tıpkı özel/özerk örgütlü güç olarak kadın seksiyonu tarzı bir örgütlü güç!

Evet, çelişmenin iç dinamiksel realitesi buna imkân tanıdığı için, böylesi iki cepheli örgütsel güç, bir faraziye veya ham hayal değil; somut bir gerekliliktir. 

Erkeği, ataerkilizme karşı savaşın ön cephesinde, kadının örgütlü gücü ile omuz omuza “birleşik mücadele”nin diğer asli unsuru olarak konumlandırmak; bu mücadeleyi iki temel dayanağı üzerine oturtmak demektir.

'Çelişme' leri, mekanik ve basmakalıp bir yaklaşımla hepsini aynılaşırarak ele almamak gerektiyor. Kimi çelişmeler özgünlükler taşır; ''ezen-ezilen cins çelişmesi'' de bunlardan biridir.

Örneğin bu çelişme, “proletarya-burjuvazi çelişmesi”nin arz ettiği tarzda bir antagonist çelişme özelliğinde olmayıp; hem 'uzlaşır' çelişme kategorisinde bir çelişmedir ve hem de çelişmenin çözümü, iktidarın el değiştirmesi ve sonrada, çelişmeyi oluşturan tarafların köklü tavsiyesi şeklinde olmayacaktır. Bu çelişmenin çözümü; erkek egemen sistemin lağvedilip tasfiyesinin sağlanmasıyla, yani cinslerin özgürlüklerine ve ' tam hak eşitliği' ne kavuşmasıyla mümkün olacağından, taraflardan birini veya her iki tarafın tasfiye olması gerekmeyecektir.

Dolayısıyla da ''ezen-ezilen cins çelişmesi''nin bu özgün tabiatı gereği, ataerkilizme karşı mücadele (üretim araçları özel mülkiyetine devrimsel bir neşter atılması dışında), esasen ''ideolojik mücadele'' karakterlidir. 

Burjuva anlamda da olsa demokrasinin nispeten gelişken olduğu birçok toplumda ataerkilizmin son derece geriletilebilmiş olması gerçekliği bile, bize, bu çelişmenin çözümünün evreleri ve karakteri hakkında az-çok fikir verebilir. 

“Ezen-ezilen cins çelişmesi”nin bu özgün karakteri bize ataerkilizmle mücadelenin nasıl olması gerektiğinin ''yol haritası''nı da çizmiş olur.

Ana hatlarıyla kısaca özetlemek gerekirse; ataerkilizme karşı üç safhadan oluşan bir “yol haritası”/mücadele stratejisine ihtiyaç vardır: Devrim öncesi, Devrim ve Devrim Sonrası. (Burada sadece Devrim öncesi safhası üzernde durulacaktır).

Devrim öncesi:

Çelişmenin varlık nedeni olan özel mülkiyetin sosyalist devrimle (evet, sosyalist devrimle! Çünkü demokratik devrim özel mülkiyetin sadece 'elit' kısmını tasfiye etme kudretine sahiptir.) tasfiye edilmesi ana hedefine bağlanmış, ana eksenini cinsler arası tam hak eşitliği ve cinslerin kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkının sağlanması mücadelesi ile, mümkün olabilecek her alanda erkek egemenliğini gerileterek, kadının konumunda iyileşmeler sağlayan reforumsal kazanımlarla mücadeleyi ilmek ilmek yükseltmek.

Evet bu pekâlâ mümkündür. Demokrasinin ve (özel bir vurguyla belirtmek gerekirse) laisizmin olmadığı veya çok geri olduğu, feodal değer yargılarının, din ve ataerkil sistemin çok güçlü olduğu toplumsal yapılarda günün acil görevleri arasındadır bu tarz bir mücadele program ve tarzı.

Kolaylıkla anlaşılacağı üzere, böylesi zorlu ve çok boyutlu görevin yerine getirilebilmesi için, mücadeleyi güçlü bir şekilde organize edebilecek örgütsel mekanizmalara ihtiyaç vardır.

Bu mücadelenin ana unsurlarından olan kadınların, bir şekilde ve belli oranlarda, örgütlü bir gücü varken; fakat ilginçtir (ve maalesef) diğer asli unsur olan erkeklerin (örgütlü güç anlamında) esamesi dahi okunamamakta.

Bunun nedenleri-niçinleri daha geniş olarak sorgulanmalıdır tabi ki, ancak kaba gözlem ile görünen odur ki; hem öncü kurmaylar nezdinde bu çelişmenin özü ve çözüm tarzı yeterince doğru kavranamamış olmasından ötürü (ki aslolan budur) ve hem de ( bununla bağlantılı olara) bu mücadeleyi 'kadın sorunu'na, 'kadın sorunu'nuda salt başına kadınların mücadelesine indirgeyen pek çok feminist akımın 'kadıncı' denilebilecek cinsiyetçi dışlayıcı sekter tutum ve yaklaşımlarının da bir sonucu olarak, ataerkilizme karşı bütünlüklü mücadelenin erkek cephesi ne yazık ki hala boş olup; acilen telafi edilmeyi beklemektedir.

Ataerkilizme karşı mücadelenin çok önemli bir diğer boyutu da; mücadelenin, çelişmenin öz gerçekliğine uygun olarak yürütülmesi sorunudur.

Bu somutta doğru tarzı tutturabilmek için galiba şu iki parametreyi baz almak gerekiyor:

    1- Bu sorun tam olarak nedir?

    2- Çözüm yolu nedir?

 1-Sorun tam olarak nedir?

Sorunun tam olarak ne olduğunun net karşılığını ''ezen-ezilen cins çelişmesi'' ortaya koyar. Özeti şudur: Kadını erkeğin hükümranlığı altında tutan, kadını en temel insani haklarından, yani özgürlüğünden mahrum bırakan, onu erkeğin ''özel mülkü'' ve yine “özel hizmetçi”si olarak tanımlayıp konumlandıran ataerkilizmdir.

Bu çelişmede savaşılması ve çözülmesi gereken ana unsur özete, bir 'sistem' olarak ataerkilizmdir.

Kadının köleleştirilmesi sürecinin (ya da bir başka ifadeyle erkeğin hükümranlığının) temelinde, bilindiği gibi; üretim araçlarının özel mülk olarak erkeğin elinde toplanması yatar. Bu süreçle birlikte kadının toplumsal statüsü ve erkek karşısındaki konumu tamamen değişmiştir. Kadın, toplumsal yaşamdaki söz ve karar sahibi olma hakkını yitimiş ve tamamen 'çekirdek aile' çemberine hapsedilmiş olarak hem erkeğin soyunun devam ettirilmesini sağlayan bir 'özel mülk' olarak evlilik bağıyla 'tapu'lanmış ve hemde erkeğin her türlü hizmetini yerine getirmekle görevlendirmiştir.

İşte tamda bu bağlamda sorun, bu sistem ve bu sistemin ortadan kaldırılması sorunudur! Yani sorun asla tekil olarak 'kadın'-'erkek' davası/sorunu değildir. Çünkü bu çelişmenin tarafları birbirlerinin varlık koşulu değil, birbirileri için vardır. Bilindiği üzere 'İnsan' soyu, üremesini bu iki cinsin birlikte varlığı üzerinden sağlar. Bu, doğasal bir koşuldur. Böyle olduğundan ötürü de bu çelişmenin çözümü, insan soyunun bu iki cinsi arasında tarihin bir kesitinde ortaya çıkmış olan ''hükümran''/''köle'' denklemini bozup, onları yeniden özgür birlikteliğinin imkanını kavuşturacaktır.

Özetle bu çelişmenin çözümünde erkek (ve tabi ki ataerkilizm tarafından beyinleri teslim alınmış kadın), yok edilmesi veya yenilgiye uğratılması gereken 'düşman' unsuru değil; 'özgür insan' lık adına kazanılması ve kurtarılması gereken bir unsur konumundadır.

Yani sorun bir bakıma '' insan '' olarak kadın ve erkeğin yeniden özgürleşmeleri ortak davasıdır da.

Sorunun özü esasen bu olduğundan; çözümü de haliyle, buna uygun bir özelliğe sahip olmak zorundadır. 

Burada işin püf noktası her hâldeki şudur: Sorun her ne kadarda üretim araçlarının özel mülkiyeti zemininde ortaya çıkmış ve varlık koşulu bununla tarihlenmiş ve keza bütünlüklü varlık nedenini yitirmesi de her ne kadar bu özel mülkiyet sisteminin hükümsüz kılınmasıyla mümkün olabilecekse de; olgusal bir realitedir ki, bu sorunun çözümü, kaba indirgemeci bir tarzla, özel mülkiyetin lağvedilmesiyle otomatikman çözümünü bulmuş olmayacaktır.

Çünkü bu sorun aynı zamanda çok güçlü bir ''üst yapı unsuru'' kimliği edinmiştir. Zaten bu yüzdendir alt zeminini yitirmesi ile hemencecik tarihe karışacak olmamasının temel nedeni.

Ama özel mülkiyetin şu veya bu oranda tasfiyesi ile birlikte erkek hükümranlığının nasıl dibinin oyularak boşluğa düştüğüne ve kadının haklarına kavuşması sürecinin nasıl güçlü bir zemin bulduğuna, kapitalist üretim tarzının milyonları mülksüzleştirmesi süreci ile birlikte tanık olmaktayız da.

Evet, bugün  ileri gelişmişlik düzeyi arz eden ve burjuva demokrasisinin görece daha ileri olduğu toplumlarda erkeğin hükümranlığının ve kadının köleliğinin o bilinen ilkel, kaba/gaddar-zorba hallerinin esamesinden dahi bahsedilemiyorsa;  ve buralarda sorun esasen erkeğin formalite bir 'aile reisi' olarak görünmesi düzeyine kadar geriletilebilmişse ve kadın, eşit haklar talebinde, adeta 'final çizgisi'ne çok yakın bir konum elde edebilmişse; demek ki sorun, kapitalist üretim ilişkilerinin, azınlık bir zümre dışında, çok güçlü bir şekilde darbeleyip, milyonlarcasını mülksüzleştirdiği ve dolayısıyla bununla da 'tek eşli aile'nin zeminini zaten dinamitleyip çürüttüğü toplumlarda, erkek egemenliğini, ''cinsler arasında tam hak eşitliği'' talebiyle yürütülecek reformsal mücadelelerle de geriletebilmek, hiçte imkansız olmayacaktır.

Tamda burada, yeri gelmişken, şunun net olarak ifade edilmesinde fayda var: Sorun özgülünde yaşanan tarihsel-toplumsal-iktisadi ve kültürel gelişim ve dönüşümlerin verili andaki realitesini hesaba katmadan, takılmış alt gözlüklerinin sınırladığı o daracık görüş menzili ile; ''kadınların kurtuluşu devrimle olacaktır'' şiarının dar anlamına endeksli bir 'strateji' ile bu sorunu ele almak; ve gün yerine getirilmesi gereken  görev ve sorumluluklarını bunun ardına sığınarak ötelemek, besbelliki kaba-materyalist-ekonomist ve de ''somut koşulların somut tahlili'' şiarının ise sadece lafını yapmak olur. 

2- Çözüm yolu nedir?

Her bir toplumsal realiteye uygun olacak şekilde bu soruya somut-isabetli cevap oluşturabilmenin ilk adımı her hâldeki, yukarıdaki paragrafta anlatılanlar olacaktır.

İkinci adımı ise; ataerkilizme ve onu var eden, koruyup kollayan (ki bunun en başında din ve dinci kurumların geldiğini, günümüzden örneklemek gerekirse, örneğin İran, Afganistan, Malezya, Hindistan ve keza Türkiye’de AKP sürecinden ve bilumum şeriatçı akımlardan, en vahşi uygulamalarla IŞID örneğinden, Trump örneğinden vs. vs. biliyoruz), yeniden-yeniden üreten tüm 'üst yapı' unsurlarına karşı toplumsal bir muhalefeti örgütleyip organize edecek bir mücadele gücü/merkezi oluşturmaktır. Yani bu mücadelenin fiiliyattaki öncü kurmayları olması gereken kadın ve erkeğin örgütlü gücünün oluşturulmasıdır.

Üçüncü adımı ise; “cinsler arası tam hak eşitliği ve cinslerin kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkı” temel şiarı zemininde, geniş toplumsal bir muhalefet gücünü örgütlemektir. Yani mücadeleyi bir avuç öncü kadının 'dar alanda kısa paslaşmalar' marjinal/kısır döngüsünden çıkartmaktır.

Dördüncü adımı ise; ataerkilizme karşı, oluşabilecek en geniş cepheyi örgütlemek ve hak/mevzi kazanma mücadelesini, somut özgülde öne çıkacak olan uygun fırsatlar (veya uygun fırsatlara dönüştürülebilecek elverişli gelişmeler) üzerinden kampanyalar şeklinde tek tek ele alıp kazanımlarla/yeni mevzilerle sonuçlandırmaktır.

Geniş katmanların ortak çatı altında bir araya gelerek yürüteceği bu tarz bir mücadele pratiği, toplumun zihniyetsel olarak eğitilip dönüştürülmesinin de en önemli ve etkili araçlarından biri olacaktır.

Ve bu başarıldığı oranda da ataerkilizme karşı mücadele daha büyük ve etkili bir toplumsal güce, örgütlü güce kavuşma şansı yakalayacaktır.

Beşinci adım ise; ataerkilizme, onun ideolojik ve kültürel dayanaklarına karşı, güçlü-etkili ve sürekli bir, karşı ideolojik mücadele tarzı benimsemek gerekir.

Kendi ailemiz ve yakın çevremizdeki çocuklarımızdan, yetişkinlerimizden başlamak koşuluyla, ilerici-demokrat, sol-sosyalist çeşitli kurum ve kuruluşların da kendi çekim alanlarındaki insanların, düşünsel olarak, eğitilip dönüştürülerek kazanılmasıdır.

Yani toplumsal bir eğitim seferberliği içinde olmanın ve bunu süreklileştirmenin (ki bu, devrim sonrası sürecin de temel mücadele yöntemlerinden biri olacaktır.) bu mücadelenin çok değerli köşe taşlarından olduğu artık görülmek zorundadır.

Düşünsel olarak kazanılan her bir erkek ve ataerkil değer yargılarının hükmü altındaki her bir kadın, ataerkil sistemin kale bentlerinden sökülüp alınmış birer tuğla işlevi görecektir. Yani işte böylesine önem arz eder sorunun boyutu. Bu yüzden kadın örgütleri (ve oluşturulacak erkek örgütler), ilişkilendikleri her bir kadının yakın çevresindeki ve ulaşabildiği tüm kadın ve erkekleri bu eğitim seferberliğinin birincil dereceden hedef kitlesi olarak belirleyip eğitme görev ve sorumluluğu edinmeleridir. 

Altıncı adım ise; kadına, çocuklara ve LGBTİ’lere yönelik her bir fiziki şiddet ve cinsel saldırı faaili (veya failleri) en geniş şekilde teşhir ve tecrit kampanyaları ile cezalandırılmayı ''doğrudan adalet'' inisiyatifi olarak kabul edip uygulamaktır. 

Ve bunu, kadınıyla erkeğiyle omuz omuza; ''ataerkilizme karşı birleşik cephe inisiyatifi'' olarak hayata geçirmektir.

Yedinci adım ise; öz savunmalarını yapabilmeleri için kadınları eğitip örgütlemek gerekir. Daha çocuk yaştan başlayarak kadınların öz savunmalarını yapabilmeleri için yakın döğüş savunma teknikleriyle eğitmek gerekiyor.

Elbette tecavüz uğramış her mağduru sahiplenmek önemlidir ve fakat çok önemli bir diğer husus da şudur: (polisi-askeri ile, bürokratı ve esnafıyla) her bir tecavüzcüyü, özel olarak hedef tahtasına koyup, teşhir etmek sureti ile cezalandırmakta, kadının bir öz savunma olarak yaşam bulabilmelidir.

Evet bütün bunlar verili anın mevcut koşullarında da yapılabilir ve ataerkilizmde gedikler açılarak geriletilebilir. Kadın, gasp edilerek yitirdiği haklarının önemlice bir kısmına böylece tekrardan kavuşabilir. Yeter ki sorun doğru tarzda ele alınabilsin ve gereği, gerektiği gibi yerine getirilebilsin.

Hangi İhtiyacın Ürünüdür Komünistleri Etnik Kökenleri Üzerinden Tanıma Gayretleri!

Nubar Ozanyan (mahlas), Serdar Can`ı anma vesilesiyle kaleme aldığı yazısında, sonderece çarpıcı ve  karakteristik olan şu ifadeleri kullanıyor:

"(...)12 Eylül karabasan zulmünde Kürdistan dağlarının ilk gizli ERMENI GERILLASI oldu. Soykırım sonrası ilk ERMENI FEDAISI olarak Hazro`da düşman güçleriyle girdiği çatışmada [tarihsel realite açısından bu doğru değil, çünkü bilinirki , örneğin bir  ASALA gerçekliği sözkonusudur. "Ermeni Fedaileri" olarak , doğru veya yanlış, bu ayrı bir mevzu,yürüttükleri silahlı bir mücadelesi olmuştur. Bu uğurda idam edilen Ermeni fedailer olmuştur.Bn.] (...)"

"Beka`da gördüğü ilk ERMENI KOMUTANI MARTAGER (...)" (abç. Y.Ö.Politika gazetesi)

Elbetteki birey olarak her komünistin de , doğallığıyla, mensubu olduğu bir etnik kökeni/ menşei vardır. Bu sosyolojik olguyu yadsıyamayız, yadsımamız da gerekiyor zaten.Bu anlamda olmak koşuluyla; komünistler, özgeçmişleri üzerinden anlatılırken, anlatım seyri içinde gerek oluşmuşsa, mümkündürki etnik köken menşeilerine de vurgu yapılabilir. Ve bu,onların özgeçmiş bilgileri içinde, sadece küçük bir teferruattan ibaret olacaktır.

Nubar Ozanyan da yazısında gerek Serdar Can`dan ve gerekse Martages` ten bahsederken, onlara dair bir özgeçmiş bilgisini paylaşmak adına, onların aslında, soykırıma uğramış mazlum Ermeni halkından olduklarını da, kayıt olarak düşebilirdi. Bunda eleştiri konusu olabilecek herhangi bir yön de, doğallığıyla olmayacaktı.

Ancak nevarki Nubar Ozanyan`ın yaptığı şey, kıyas kabuledilemeyecek oranda,  bunun çok çok ötesinde ve nitelik olarak da tamamen farklı bir şey.

Alıntılanan satırlardaki ifadelerden de rahatlıkla anlaşılacağı üzere Nubar Ozanyan bu her iki yoldaşımızı da, mensubu oldukları TKP-ML, TİKKO kimliği üzerinden değil, etnik köken kimlikleri üzerinden öne çıkarmakta ve Onları komünistlikleri üzerinden değil, Ermenilikleri üzerinden tanımlamaktadır.

Nubar Ozanyan  bu iki yoldaşı TİKKO gerillası ve TİKKO  komutanı olarak tanımlamıyor. Onlar TKP-ML,TİKKO saflarındaki  "ERMENI GERİLLASI" ve "ERMENİ FEDAİSİ" dirler,  yapılan sunum budur.

Yani bu durumda demek oluyor ki, TKP-ML çatısı altında, özel bir alt proğramla Ermeni ulusal davası güden özerk bir seksiyon  örgütlülüğü sözkonusudur ve doğallığıyla bu iki yoldaşta, işte bu amacın/ davanın güdücüsü örgütün mensubu olarak, birer "Ermeni gerillası", birer " Ermeni fedaisi" ve birer  „Ermeni komutan" dırlar (komutan sadece Martager değildir, Serdar da 4.Konferansta Askeri Komisyona seçilenler içinde olup, görevi kendisi bırakana kadar da -oldukça kısa bir süre olsa da- hem MK tarafından AK sekreteri yapılır ve hemde Beka``daki kampta sorumlu komutandır.).

Acaba zihin altı kurgusu Nubar Ozanyan `a  kötü bir  oyun mu oynamıştırda böyle olduğunu sanıyor?

Çünkü olgusal bir gerçektirki TKP-ML de böylesi farklı alt proğramsal özerk bir Ermeni örgütlülüğü varola gelmemiştir. [Yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için hemen belirtmek gerekiyorki: Son yıllarda Rojava` da kurulan "Nubar Ozanyan Ermeni Taburu" tamamen bu konu dışında olup, özel bir oluşumdur. Rojavalı Ermenilerin savunma ihtiyacının bir ürünü olarak ortaya çıkmış, yerel, ulusal karekterli bir bir askeri oluşumdur. Buradaki savaşçılardan ve kadrolardan bahsederken ,elbetteki "Ermeni gerillalar" , "Ermeni savaşçılar" veya "Ermeni komutanlar " demek son derece doğaldır.] Böyleyken TKP-ML mensubu, TİKKO gerillası ve komutanı olarak komünizm ideali uğruna savaşmış, görev ve sorumluluklar üstlenmiş olan Serdar Can ve Martager`i  "Ermeni gerillası/Ermeni fedaisi" ve "Ermeni komutan" olarak sunmak, her şeyden önce O insanların  tarihi gerçekliğini çarpıtmaktır.
Çünkü Onlar,mensubu oldukları komünist partinin idealleri doğrultusunda mücadele yürüttüler.

Bilinirki TKP-ML, genelde tüm ezilen halkların haklı davalarını sahiplenmekle birlikte, ama asla örneğin özel olarak bir Türk, Kürt, Ermeni, Arap, Çerkez, Rum, Laz vb. lerinin ulusal partisi olmamıştır. Dolayısıyla da, bu Partinin kadro, üye ve savaşçı militanları da (doğallığıyla), özel olarak herhangi bir ulusun savaşcısı, gerillası ve komutanı olarak sunulamazlar.

Ulusal çelişmelerin aktüel olarak gündemde olduğu özel koşullarda da, bu çelişmelerin çözümünü gündemine alıp, ulusal kurtuluş mücadelesi yürüteceği durumlarda da, komünist partisi , hele de çok uluslu ve milliyetli bir toplumsal realite de, asla bir ulusal aidiyete bürünemez.

Özetle: Nubar Ozanyan` ın, komünizm idealleri uğruna savaşmış olan bu iki yoldaşımızı "Ermeni gerillası/Ermeni fedaisi" ve "Ermeni komutan" larmış  gibi sunması, bilinçli demiyelim de, haydi gayri ihtiyari bir milliyetçi gayretin marifeti değilse; o halde rahatlıkla söylenebilir ki: Nubar Ozanyan bu konuda "ne dediğinin farkında değildir"!

Herhangi bir ithamda bulunmadan, genel bir hatırlatma babında belirmek  gerekirki: Milliyetçi hezeyanlar tehlikeli ve bulaşıcıdır. Öyleki, bir dönemin nice büyük komünistlerini bir çırpıda burjuva milliyetçiliğinin saflarına savuruvermiştir. Bunun belkide en tipik örneği Karl Kaustki``dir, değil mi?

26.09.2020

Dünyada Artan Savaş Etmenleri Ve Bu Eksende Sürecin Ana Taktiği:

Emperyalist- kapitalist sitemin bir türlü aşamadığı, uzunca bir süreden beridir yaşaya geldiği ekonomik krizler dalgası , tırmanır bir ivmeyle , emperyalist savaş etmenlerini giderek yükseltmektedir.
Öyleki, adeta 3. bir dünya savaşının ön hazırlıkları ve alan tutma gayretleri ile, son bir kaç yıldan beridir  "bölgesel savaşlar" biçiminde , fiili bir savaş durumu yaşanmaktadır.

Emperyalist güçler hali hazırda top yekün bir savaşa henüz karar vermiş değiller elbet; ama olgusal gerçek şudurki; hızla buna hazırlanmaktalar: Kamplaşmalar, iç faşistleşme ve askeri gücün tahkimi olguları, hiç şüphesizki bu hazırlığın ciddiyet ve boyutunun birer göstergesinden başka bir şey değildir.
Bu olgu kaçınılmaz olarak dünya halklarının baş gündeminin değişmesini de birlikte  getirmiştir: Bu gün dünya halklarının,dünya ölçeğindeki baş gündemlerinden  biri ,  "dünya barışı" nın korunmasıdır artık.

Bunun açık ve net olarak tespit edilmesi, sürecin mücadelesinin ana ekseninin ve ittifaklar meselesinin belirlenmesinde hayati bir önem arzeder.

Verili sürecin  nesnel gerçekliği şunu açıkca ortaya koymaktadırki, bu gün Savaş etmenleri devrim etmenlerinin önüne geçmiştir.Ki, zaten devrim olgusu, objektif koşulların son derece elverişli olmasına karşın, sübjektif koşulların son derece elverişsiz olmasından ötürü bugün "devrimlerle emperyalist savaşı önleme" k, maalesefki pek olası görünmüyor. Dolayısıyla da ham hayallerle sürecin görev ve sorumluluklarını boşa çıkarıcı ajitasyonel siyaset tarzına düşmemek önem arzeder.
Nesnel gerçeklerden hareketle söylemek gerekirse,  bugün, dünya halklarının çıkarı, "dünya barışını" n korunması ereğiyle ,çalınan emperyalist savaş tamtamları karşısında güçlü bir anti- emperyalist savaş cephesinin örülmesindedir.

Örgütsüz ve dağınık olmasına rağmen yinede Uluslararası komünist hareket başta olmak  üzere, bilumum sol- sosyalist, devrimci- demokrat güçler böylesi bir cephenin örülmesine önayak olabilir/olmak zorundadır da.Bu, bu güç ve kesimlerin ertelenemez ve savsaklanamaz tarihi sorumluluğu gereğidirde.

Böylesine hayati uluslararası bir sorunda,şu veya bu nedenlerle bu savaşa karşı çıkan, bu savaşa katılmayacak olan ve bu savaşın tarafı olmayan tüm güçleri, " dünya barışı"nı koruma ortak paydasında birleştirerek, anti- emperyalist savaş cephesine katılmasını sağlamak gerekiyor.Kimseyi dışta tutma lüksümüzün olmadığı açık.Farklı farklı gerekçelerlede olsa,asgari müştereklerde bir araya gelebilecek tüm güçler bu cephenin bileşeni olacaktır. Yani her hangi bir emperyalist ittifak içinde yer almayarak çıkarlarının savaşta değil, barışta olduğunu savunan emperyalist- kapitalist devletlere bile  " dünya barışının korunması" mücadelesinde yer vermek gerekiyor.Bu tıpkı, 2. Dünya Savaşı öncesi süreçte  SSCB nin ve Komiter` in izlediği siyaset tarzı bir siyaset olacaktır.

Savaş etmenlerinin baskın bir biçimde  öne çıktığı koşullarda, " savaşın baş kışkırtıcısı" olan emperyalist gücü  " dünya halklarının baş düşmanı" olarak baş hedefe oturtmak,  "okun sivri ucu" nu buna yöneltmek, sürecin ana taktiği olarak, elbetteki  isabetli olacaktır.
Mevcut durumda, besbelliki  " okun sivri  ucu"nu , " dünya halklarının baş düşmanı"  olarak ABD emperyalizmine yöneltmek  isabetli olacaktır.

Bu bağlamda olmak üzere, bu gün " bölgesel"  bazda ABD emperyalizminin kışkırtıp kızıştırdığı savaş ve kolayca  "savaş  durumu"na evrilecek gelişmelere  dair analiz ve tahliller de, aslında bu  "büyük resim" e  bakılarak  yapılmaz ise, besbelliki hataya düşülür.   

Ocak 2020

Sayfalar