AKP’nin Eğitim Sistemi: Milliyetçi, Maneviyatçı Ve Piyasacı…[*]

“Bilginin iktidarla ilişkisi
sadece uşaklıkla değil,
hakikâtle de ilgilidir.”[1]
“Bu hükümet muhafazakâr demokrat bir hükümettir. Dünyanın hangi ülkesine bakarsanız bakın her iktidarın belli hedefleri vardır. O ülkedeki gençlik üzerinde, insanlar üzerinde hedefleri vardır. Anayasamızın 24. maddesini, bunu yazan çizenler şöyle bir açar okurlarsa, devlete nasıl görev verdiğini orada gayet iyi görürler. Bu devlet şu anda hükümetimizin elinde bir hedefe doğru yürüyor. (…) Bu gençliğin tinerci olmasını mı istiyorsunuz? Siz bu gençliğin büyüklerine isyankâr bir nesil mi olmasını istiyorsunuz? Siz bu gençliğin milli, manevi değerlerinden kopuk, hiçbir istikameti, meselesi olmayan bir nesil mi olmasını istiyorsunuz?”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri, sanırım Türkiye’de eğitim-öğrenim alanında son yıllarda hızlanan gelişmelerin yönünü tayinde fazla söze gerek bırakmıyor. Ve bu ülkedeki tüm ilk/ orta öğrenimi ilgili taraflarla (öğretmenler, veliler, taban örgütleri, sendikalar vb.) en küçük bir istişarede bulunulmaksızın, sakar bir acullukla yeniden biçimlendirilmesi anlamına gelen şu mahut “4+4+4” düzenlemesinin arkaplanındaki “devlet aklı”nı olanca açıklığıyla ortaya koyuyor: “Milli-manevî değerlere bağlı, bir istikameti ve bir meselesi olan” bir gençlik yetiştirmek. (Bu “istikamet” Başbakan tarafından sonradan “dindar ve kindar nesil” olarak tavzih edilecekti!).
Yıllardır ülkeyi yönetegelen “ılımlı sağ” hükümetlerden ne farkı var diye sorarsanız, on yıllık AKP iktidarı süresince devletin dümenindeki kontrolünü güçlendiren hırslı, acul ve gözükara “yeni burjuvazi”nin dünya tahayyülleriyle daha uyarlı bir uygulama bu. Bir yanıyla kamu hizmetlerinin maliyetini artan ölçülerde “kullanıcılara” yükleyerek kamu gelirlerini özel sektöre yönlendirilecek tarzda serbest bırakmayı öngören neo-liberal açgözlülükle yüklü… [Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, öğrenci maliyetinin bir kısmının devlet tarafından karşılanacağı, üstünün de aile tarafından tamamlanacağı bir özel okul formülü üzerinde durduklarını açıkladı, örneğin. “Sağlık alanında gerçekleştirilen sağlık hizmetinin büyük oranda özel sektörden alınmasını öngören ve büyük ölçüde işe yarayan uygulama”yı örnek göstererek. 1739 sayılı yasanın 22. Maddesinde yer alan “İlköğretim kız ve erkek bütün çocuklar için zorunludur ve devlet okullarında parasızdır” ibaresi bu amaçla kaldırılmadı mı?]
Diğer yanıyla ise, “ucuz ve mütevekkil emekçi kuşakları” üretmeye yönelik bir tasarımdır 4+4+4… Kur’an-ı, Sünnet’i, İslâm peygamberinin hayatını ezberlemiş, küçük yaşta tezgâha yönlendirilmiş bir “şükür nesli”… (“Cemaat” toplantılarında kendilerine sendikalaşmanın “günah” olduğunun söylendiğini aktaran Tuzla sanayi işçileri, Diyanet ile füzyona giren Milli Eğitim’de nasıl bir insan tipini biçimlendirmeye kalkıştığı konusunda yeterli fikir veriyor.)
A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi’nden Profesör Necla Kurul, “4+4+4 düzenlemesi, bir boyutuyla siyasal iktidarın, işçi ve emekçi sınıfların ve yoksulların sisteme yabancılaşmasının giderek artması nedeniyle bir şeylere sarılma ihtiyacını öngörür.” diyor. “Bir yandan kapitalizmin günahlarını öbür dünyaya havale ederken, aynı zamanda bu dünyada olan bitene ilgisiz dindar bir kuşak yetiştirmeye dönük bir projedir. Kapitalist yaşamlık alanın işsizlik, açlık, açıkta kalma ve güvencesizlik korkusunu, muhafazakâr yaşamla perdeleyerek ‘rıza üretmek’ yoluyla çocukların ve gençlerin sömürülmesi amaçlanıyor: Ucuz, eğitimli ve itaatkâr kuşaklara sahip olmak.” Haksız mı?
İlk ve orta öğretim de hâl böyle iken (öğrencilere tablet bilgisayar dağıtılmasını öngören “Fatih projesi”, okul binalarının satılmasına olanak veren düzenlemeler vb. “akçalı ve buram buram yolsuzluk kokan kalemlere ise yer darlığı nedeniyle değinemiyorum[2]) 2012 yılının eğitim/öğrenim alanındaki “sürprizi”, YÖK’ün tartışmaya açtığı “Yeni bir Yükseköğretim Yasası” taslağı oldu…
YÖK’ün değiştirilerek yükseköğrenimde yeni bir yapılanmaya gidilmesi girişimleri, TÜSİAD’ın “Türkiye’de ve Dünya’da Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı “ünlü” raporuna, yani 1994 yılına dayanır. O günden bu yana hepsi şu ya da bu nedenle akim kalan onlarca taslak, tasarı, proje üretilmiş olsa da, tümü yükseköğrenimin neo-liberalizmin talepleri doğrultusunda, piyasanın entegre bir unsuruna dönüştürülmesini öngören düzenlemeleri öngörmekteydi. Gökhan Çetinsaya’nın YÖK’ünün hazırladığı taslak da bu hattın dışında değil. Ancak MÜSİAD’cılar, TÜSİAD’ın “neo-liberal üniversite” hayalini hayata geçirmede bu kez çok kararlı gözüküyorlar. YÖK’ün “tartışılsın” diye yayınladığı taslak metnin gereklerini şimdiden hayata geçirmeye başlamışlar bile. Örneğin TÜBİTAK’ın öncülüğünde başlatılan “Girişimci ve Yenilikçi Üniversite Endeksi”… Endeks kriterleri arasında yer alan “ekonomik katkı ve ticarîleşme”, egemenlerin üniversiteye dair tasavvurlarını açıkça ortaya koyuyor. “Henüz yeni YÖK yasası çıkmamışken, üniversitelerimizin ticarileşmenin temel kriterlerden olduğu bir sınıflandırmaya tabi tutulduğunu görmek şaşırtıcı. Biz henüz taslağı tartışıyor olsak da, hazırlıklar tamamlanmış gözüküyor,” diyor Raşit Tükel Hoca, şık bir “tecahül-ü arifane”yle…
Kurumsallaşmış üniversitelerin rektör ve dekanlarının, aralarında kentin vergi rekortmeni ya da üniversitenin en büyük bağışçısının bulunduğu, seçimine siyasal iradenin dâhil olduğu “ve üniversitenin mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine ayni hak tesisine karar ver”me yetisiyle donanmış bir “Üniversite Konseyi”nce atandığı[3] bu yeni “girişimci, serbest piyasacı, rekabetçi, vb. vb.” üniversite modeline, çoğunu Abdullah Gül’ün atadığı rektörler “bile” karşı çıksa da,[4] korkarım atı alan Üsküdar’ı çoktan geçti…
Aslına bakılırsa, taslağın, neden yeni bir üniversite yasasına gereksinim duyulduğunu anlatan ilk dört sayfasında tam 12 kez geçen sihirli sözcük, “rekabet”, bu “yeni” yönelişin “geist”ını olanca çıplaklığıyla açığa çıkartmakta. “Rekabet” kavramı üniversiteler alanına yabancı, piyasaya değgin bir terim, bilindiği üzere. Aslına bakılırsa, Bologna sürecinin de tetiklediği yeni yönelişin özü, tam da bu: yükseköğrenim kurumlarını piyasanın bir aparatı kılmak. Taslağın kendisi, baştan başa ibretlik, ve yükseköğrenim camiasında esaslı değerlendirmelere tabi tutuldu. Ama sanıyorum, onu en iyi, yine kendisi anlatıyor: Üniversitelerde “Bilgi Lisanslama Ofisleri” kurulmasını öngören bölümü okurken insan Yükseköğretim Kurulu’na ait bir metin değil, bir şirket faaliyet raporu okuyormuş duygusuna kapılmadan edemiyor:
“Ayrıca, Yükseköğretim kurumlarında Bilgi Lisanslama Ofisleri kurulması önerilmektedir. Amaçları arasında, araştırmacıların yapacağı tanıtım faaliyetleri ile bilimsel çalışmaları ticari değeri yüksek konulara yönlendirmek, pazarda ihtiyaç duyulan bilgileri belirleme çalışmalarını yürütmek, araştırma sonunda üretilen bilgilerin ticari potansiyelini belirleme çalışmalarını yürütmek, ticari değeri olan bilgileri fikri mülkiyet kapsamında koruma altına alma çalışmalarını yürütmek, ticari değeri olan bilgilerin kullanıcı kişi, kurum ve kuruluşlara pazarlama, lisanslama veya devir ile transferini yapmak, bilgilerin sanayi şirketlerinde veya AR-GE merkezlerinde ürüne dönüştürülmesi çalışmalarına destek hizmetleri sunmak, bilgilerin satışından elde edilen gelirlerin yönetilmesi konularında faaliyet göstermek sayılabilir.”[5]
Evet, YÖK başkanının “bütün ideolojik mülahazalardan, misyonlardan arındırılmış bir yeni yükseköğretim alanı” yaratacağını söylediği yeni yasa taslağı, buram buram ideoloji kokuyor: üniversitenin mantığını tümüyle piyasaya tabi kılan ve yükseköğrenim kurumlarının ürettiği iki temel hizmeti (öğretim ve araştırma) tümüyle piyasaya endekslemeyi hedefleyen “neo-liberal ideoloji”…
“Yeni Yükseköğretim Yasası taslağı”, Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda yükseköğretim gençliğine apansız bir kararla sunduğu “elma şekeri”ni de böylece boşa çıkarmış oldu: yükseköğrenim harçlarının kaldırılmasından söz ediyorum.[6] [Hakkını yememek için şu gerçeği teslim etmek gerek: birinci öğretim harçlarının kaldırılması, devlet üniversitelerini ikili bir açmazla karşı karşıya bırakmaya yönelikti: mali kaynakları açısından tümüyle hükümete bağımlı olmak[7] ya da açığını “piyasaya açılarak” kapatmak… Böylelikle iktidar partisi, YÖK kurulduğundan beri “parasız, bilimsel, anadilde eğitim” için mücadele eden öğrencilerin talebini nasıl üniversiteleri “terbiye” aracı olarak kullanabileceğini göstermiş oldu…]
Özetle, 2012 yılında eğitim-öğrenim alanında belirleyici gelişmenin, piyasanın dışında hiçbir kurum ya da alan bırakmamaya yeminli neo-liberal tasallutun, eğitim-öğrenimin tüm evrelerinde yeni mevziler kazanması olduğu söylenebilir. Bu “kazanım”ın devletin dümenindeki “İslâmcı burjuvazi” eliyle olması ise, eğitim sistemine yerel “İslâmî” rengini verecekti.[8]
30 Kasım 2012 15:35:44, Ankara.
N O T L A R
[*] Sosyal Demokrasi, No:24, Aralık 2012…
[1] Thedor W. Adorno.
[2] İlişkin bir tartışma için bkz: Sibel Özbudun, “1 Mayıs’a Giderken, Eğitimde de ‘Ya Basta!’”, Kaldıraç, Nisan 2012, sayı 131, ss.70-76.
[3] Bozkurt Güvenç’in şu sorusu yerinde ve “taslak”ta karşılıksız kalıyor: “Konsey üyelerinin gazabından üniversiteyi kim koruyacak? Dekan ve rektör kendisini atayan konsey üyesi istemlerine karşı durabilecek mi?” (Bozkurt Güvenç, “YÖK’ün Önerdiği ‘Üniversite Konseyleri’…” Cumhuriyet, 13 Kasım 2012, s.2),
[4] İşte “yeni” üniversite modeline karşı görüş bildiren üniversiteler: Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Koç Üniversitesi, Düzce Üniversitesi, Abdullah Gül Üniversitesi… (Sinan Tartanoğlu, “Üniversiteler YÖK’ün Taslağına Karşı Çıktı”, Cumhuriyet, 12 Kasım 2012, s.5.)
[5] “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru”, http://yeniyasa.yok.gov.tr/files/ f4d9443230c3873365 db82f6212617 b1..pdf
[6] Aslına bakılırsa, Çukurova Üniversitesi’nden Prof. Adnan Gümüş’ün Türkiye’de yükseköğretimin yüzde 70’inin “paralı” olduğunu sergileyen araştırması, “yükseköğretim harçlarının kaldırılması” manipülasyonuna verilmiş çarpıcı bir cevaptır. (Bkz. Halil İrmek, “Paralı Yükseköğretim”, Evrensel, 27 Kasım 2012, s.3.)
[7] Aslına bakılırsa şu haber, devlet bütçesinden üniversitelere aktarılan kaynak miktarının saptanmasındaki tercihlerin nasıl biçimlendiği konusunda açık bir fikir veriyor: “Üniversitelerin 2013 yılı bütçelerinde en büyük artışın ‘Necmettin Erbakan’ adının verildiği Konya Üniversitesi’nde olması dikkat çekti. (…)
2013 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Yasası Tasarısı’na göre, üniversitelere ayrılan bütçe 2011 yılına göre yaklaşık 2 milyar TL artırılarak 15 milyar TL’yi geçti. Necmettin Erbakan Üniversitesi’ne bütçeden ayrılan pay, 9 kat artırılarak 15 milyon TL’den 145 milyon TL’ye çıkarıldı. (…) Devletten aldığı desteği kat kat artıran üniversiteler listesinde Necmettin Erbakan Üniversitesi’ni Yıldırım Beyazıt Üniversitesi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi, Kayseri Abdullah Gül Üniversitesi ve İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi izledi. Diğer üniversiteler payını yaklaşık 1 kat artırırken bu üniversiteler desteğini 2 buçuk kat artırdı. Payını en çok arttıran yükseköğretim kurumlarından Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nin rektörü Prof. Dr. Metin Doğan’ın AKP Genel Sekreteri Haluk İpek’in eşinin kardeşi olduğu belirtilirken, Doğan’ın akademik kariyer basamaklarını çok hızlı tırmanması ve rektör olması tartışma yaratmıştı.” (N. Yasemin Yalım, “… ‘Üniversite’ Bitti!”, Cumhuriyet Bilim Teknoloji, No:1306, 30 Mart 2012, s.18.)
[8] Bu “reng”in üniversitelerdeki son yansıması ise, “Mabetsiz üniversite kalmasın” sloganıyla, “hayırsever cemaatler ve Diyanet İşleri’nin işbirliğiyle tüm üniversite kampuslarına birer cami inşa edilmesi hamlesidir. (İrfan O. Hatipoğlu, “Mabetsiz Üniversite Kalmasın!”, Cumhuriyet, 23 Kasım 2012, s.2.) Bundan sonraki adım, Çetinsaya’nın “ideolojisiz ve özerk” üniversitelerinin ders saatlerini ibadet saatlerine göre ayarlaması olsa gerek…

Sibel Özbudun
1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;
1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.
Son Haberler
Sayfalar

Hamas[1] -siyonist İsrail devleti denkleminde gazze'deki soykırım:
Açıklanan rakamlar muhtelif olsa da 7.Ekim.2023 ile 30.Mayıs.2024 tarihleri arasında, ezici çoğunluğu çocuk ve kadın olmak üzere, toplamda 36 bin Filistinli hunharca katledilmiş durumda. Yaralı sayısının 80 bini aştığı ve keza binlerce kişinin akıbetlerinin bilinmediği söylenmekte.

Yirmi saplı ilmik (Nubar Ozanyan)
Zulmün sınırının ve çapının olmadığı, çığlığın ve yüksek sesle ağlamanın yasak olduğu topraklarda yaşıyoruz. Ermeniler, Kürtler, Aleviler geçmişte yaşadıklarının yaslarını tutmaya vakit bulamadan daha kapsamlı acıların içine itiliyorlar. Diktatörler bir yandan halkların bembeyaz barış sayfalarına zulümlerini kara kalemle yazarken diğer yandan yaptıkları kötülüklerin ve işledikleri cinayetlerin unutulması ve bir daha hatırlanmaması için ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalışıyorlar. Halkların hafıza ve belleklerini silerek sahte bir tarih yazımıyla kirletiyorlar.

Emperyalizm Üzerine Notlar-3
Emperyalizm, Bağımlılık ve Eşitsiz Gelişme
Soru 3:
Türkiye Mali olarak ABD ve AB Emperyalistlerine Bağlıdır
Cevap:
Türkiye'nin mali olarak, mali olarak daha güçlü emperyalist ülkelere ihitiyaç duyduğu hatta bağımlı olduğu bir gerçektir. Ancak bu bağımlılık, bir yarı-sömürge ya da bağımlı ülke bağımlılığı gibi olmayıp, finansal olarak daha büyük olmamasıyla ilgilidir.

Bir Kez Daha: Tehlikenin Farkında mıyız?

Ermenistan’da Tavuş Hareketi Üzerine
Ermenistan Apostolik Kilisesi Tavuş İdari Başpiskopos’u Bagrad Galstanian önderliğinde başlatılan sivil itaatsizlik gösterileri, halkın yoğun katılımı ile devam ediyor. Ermenistan’a ait dört köyün, Azerbaycan’a iade edilmesi bardağı taşıran son damla oldu. Ermenistan Başbakanı Nikol Paşinyan’ın derhal istifa etmesi isteniyor. 4 Mayıs’ta başlayan gösteriler, yol güzergahı üstünde bulunan Lori, Sevan, Geğarhunik… şehirlerinden halkın yoğun katılımı ile Yerevan’da sonlandırıldı. 26 Mayıs’ta Cumhuriyet Meydan’ında düzenlenen miting ile yüz binlere ulaştı.

“CHP’yi demokrasi cephesıne katılmaya zorlama” yaklaşımları üzerine - 2
Sol-sosyalizm adına adeta akıllara durgunluk veren yaklaşım örnekleri bu saptama ve belirlemeler. Yani sanki de CHP işbirlikçi tekelci burjuvazinin temsilcilerinden ve T.C Devleti’nin koruyucu-kollayıcı ana güçlerinden olan bir sosyal demokrat parti değil de sol, sosyalist veya halkçı bir partiymiş gibi tenkit ve değerlendirme konusu yapılıyor. Hal böyle olunca da burada kusur, varlık nedeni gereğince davranan bir sosyal demokrat partinin değil; sosyal demokrat partiye, sahip olmadığı/olamayacağı payeleri yükleyen yaklaşımların olur doğallığıyla.

İdeolojik Netlik ve Örgütlülük
Günümüzde özgür bir geleceğe doğru yapılacak her hamle, sınıf bilinçli bir duruşu ve buna uygun bir örgütlülüğü zorunlu kılar. Tüm bunlar da yoğun bir emeği ve fedakarlığı gerektirir. Sınıf bilincinden yoksun, kendiliğinden hareketlerle köklü değişimlerin-tarihsel kopuşların yaratıcısı olunamaz. Proleter ideolojiyle donanmış partilerin tarihsel misyonu tam da burada ortaya çıkıyor. Yine partisiz-örgütsüz bir duruşla özgür bir geleceğe dair hesaplar yapılmaz.

AKP-MHP FAŞİST DİKTATÖRLÜĞÜNÜN K. KÜRDİSTAN’DA FİİLİ OLARAK UYGULADIĞI, SÖMÜRGE SİYASETİDİR.
Sömürge siyasetinin en belirgin özelliği, yerel halkın iradesinin gasp edilerek, yok sayılmasıdır. Bunun yerine, sömürgeci merkezi yönetimin doğrudan kendi memurlarını oraya yönetici olarak atamasıdır. Bunun adı bir dönem OHAL Valisi, sıkıyönetim komutanı, bölge müsteşarı oluyorken; bugün de Kayyum belediye başkanı, muhtar vs. vs. oluyor.
Günümüz koşullarında sömürge veya ezilen bağımlı uluslara, azınlıklara, baskı altındaki inançlara ve ezilen cinse karşısömürge siyasetinin aldığı biçim; aleni bir şekilde, koyu faşizmden başka bir şey değildir.

Piroğlu Ecevit (Nubar Ozanyan)
Özgürlük uğruna bedeni ölüme yatırarak bir mevsim aç kalmak… Onurlu ve özgür bir yaşam için kendisine ait olan her şeyi feda etmek. Budur, özgürlük mahkumlarının hikayesi! Dünya ve ülkemizin zindan direniş tarihi buna fazlasıyla tanıktır. Amed zindanından Metris zindanına uzanan direniş tarihi fazlasıyla buna tanıktır. Kolay mı saatlere günlere aldırmadan her gün herkesin gözü önünde santim santim erimek; yaşamın nimetlerine dokunmadan açlığa yatmak… 120 günden daha fazla süren bir direnişi sürdürmek; düşünmek ve hayal etmek bile insanı ürkütüyor.

ABRÜST - leylekler getirdi kız... leylekler...
"Sol Kal Sol Yaşa"
Sol tatile gitmişken...
Toplumsal yapı da; bir an bile parlamentarizmi savunmakta vazgeçmediğini ilan eden her insan ve siyasi yapı da ağır saldırılara maruz kalıyorken...
seçimlerle siyaset yapmak istiyen devrimcilerde proletaryaların her geçen gün ağırlaşarak hissettiği solcusuzluğa karşı da proletaryanın karşısına umut olma uğruna olsa da "Sol Kal Sol Yaşa" diyerekte çıkamıyorken...
fırsatta buyken... fırsatta buyken...
yazın gitsin kız... yazın gitsin...
abrüst... falan filan...
sanat da diyin gitsin.

Zap’a bomba Colemerg’e kayyum (Nubar Ozanyan)
Türk patronlarının ve generallerinin Kürt ve emek düşmanlığı kapsamlı ve planlıdır. Sınırlı bir zaman ve belli bir dönemle sınırlı değildir. Süreğendir. Demokrasiyi gerçekte değil sözde bilir. Uygulamada değil yasalarında yazılı haliyle tanır. Ki bunu bile kaale almaz. Tarihten günümüze dek en iyi yaptığı şey işgal ve Türk olmayan halkların canını almaktır. Emek ve topraklara konmaktır. En iyi bildiği ise “Yakma-Yıkma-Çökme”dir. İkiyüzlü ve sahtekâr olduğu kadar kinci ve intikamcıdır.