Pazartesi Mart 3, 2025

Temel Demirer

 

Hakkında

Objektifiz ama tarafsız değiliz. Tarafsız olmak korkaklıktır. Çünkü insan doğru ve yanlış arasında tarafsız olamaz. http://temeldemirer.blogspot.com/BiyografiKendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm...
Ne yazacağımı kestiremedim...
Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım...
“İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,” diyen(lerden);
dünyaya aşağıdan bakan(lardan);
kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan);
yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan);
ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden);
John Maxwell’in, “İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar...”; Bertolt Brecht’in, “Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez”; V. İ. Lenin’in, “Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,” sözlerine müthiş değer veren(lerden);
sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden);
bir afet-i devrana aşık olan(lardan);
hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan);
ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim...
54 tevellütlüyüm... Kemal’den olma Necla’dan doğmayım... Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım...
Okur yazarım...
Ve nihayet hâlen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım...
11.01.2004 14:32:09, Ankara.

TÜRKİYE’DE YAYINLANAN KİTAPLARIM

* GÖZ GÖRMEZ BİLİNÇ GÖRÜR, Hazırlayan: Mehmet Özer, Nota Bene Yay., 2012, 152 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ORTADOĞU: YALANCI BAHAR, Derleyen: Babür Pınar-Recai Ulutaş, Nitelik Kitap, 2012, 448 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2009 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2011, 434 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* BEYOND GLOBALIZATION – WORLD LEARNING/ INTERNATIONAL HONORS PROGRAM TURKEY READER 2011/12, Derleyenler: Yücel Demirer - Sibel Özbudun, 2011, 476 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), (“Geopolitics of Turkey in the US-EU-Mideast Triangle”- Temel Demirer)


* EMPERYALİZM VE ULUSAL SORUN, Derleyen: Babür Pınar-Muzaffer İlhan Erdost, Nitelik Kitap, 2011, 335 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSMAİL BEŞİKÇİ, Derleyenler: Barış Ünlü-Ozan Değer, İletişim Yay., 2011, 589 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SESİNİ YİTİREN ŞEHİR SİVAS, Editör: Mehmet Özer, Çankaya Belediyesi Yay., Temmuz 2011, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2009 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2010, 659 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KRİZ, KAPİTALİZM, İSYAN, Ütopya Yay., 2010, 559 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KRİZ VE HAYAT YAZILARI: BİR TAŞ DA SİZ ATIN, Ütopya Yay., 2010, 464 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ASLOLAN DEVRİMİN GÜNDEMİDİR, Kaldıraç Yay., 2010, 784 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TEKEL DİRENİŞİ DERSLERİ 2010-SENDİKALARIMIZI GERİ ALACAĞIZ, Kaldıraç Yay., 2010, 206 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA: İSYAN HEP VARDI!, Sibel Özbudun (der.), Kaldıraç Yay., Ocak 2010, 661 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KUŞATMAYI YARMAK: EĞİTİM, BİLİM VE AYDINLAR, Kaldıraç Yayınevi, Ekim 2009, 392 sayfa, Temel Demirer-Sibel Özbudun.


* ALMANAK-2008 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2009, 608 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* HAK(SIZLIK), HUKUK(SUZLUK) MU? “SUÇUMUZ İNSAN OLMAK”!, (Sibel Özbudun’un önsözüyle), Kardelen Yay., Nisan 2009, 365 sayfa, Temel Demirer.


* HRANT’IN KATİL(LER)İ… (Sait Çetinoğlu’nun önsözüyle), Pêrî Yayınları, Şubat 2009, 336 sayfa, Temel Demirer.


* LİBERALİZM/MUHAFAZAKÂRLIK KISKACINDA KADIN, Kaldıraç Yayınevi, Şubat 2009, 237 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2007 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2008, 456 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “HAYIR, EVET’TEN ÖNCE GELİR”! HUKUK(SUZLUK) YAZILARI, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 496 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “SÖYLENECEK YALAN KALMADI” İNSAN HAK(SIZLIK)LARI, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 510 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA’DA İSYANIN TARİHİ, Hazırlayan: Sibel Özbudun, Ütopya Yay., 2008, 549 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESEL KAPİTALİZMİ MEŞRULAŞTIRAN SÖYLEMLER, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 67, Maki Yay., 2008, 218 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YABANCILAŞMA VE..., Ütopya Yay., 2008, 316 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)
* ALMANAK-2006 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2007, 654 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MİLLİYETÇİLİK, YURTSEVERLİK VE SOL, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 65, Maki Yay., 2007, 212 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA’DAKİ GELİŞMELER, TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Ankara-2007, 34 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME, KADIN VE ‘YENİ’-ATAERKİ, Ütopya Yayınevi, Ankara-2007, 228 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İMPARATORUN SOYTARISI EGEMEN MEDYA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2007, 319 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2005 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2006, 439 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “DERİN” MİLLİYETÇİLİĞİN SİYASAL İKTİSADI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MAFYA NARKOEKONOMİ VE SUSURLUK / ŞEMDİNLİ, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 379 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AVRUPA BİRLİĞİ VE “ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK YALANI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 444 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EĞİTİM ÜNİVERSİTE YÖK VE AYDIN(LAR), Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 543 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KIYAMETE ÇEYREK KALA! EKOLOJİ YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 501 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* DÜNYAYI ISITAN LATİN ATEŞİ, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2006, 302 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA YERLİLERİ: TEK BİR HAYIR, YÜZLERCE EVET, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-2006, 368 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KAVRAM SÖZLÜĞÜ-SÖYLEM VE GERÇEK (1), Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2005, 709 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2004 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2005, 464 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA BAŞKALDIRIYOR, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 416 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ELVEDA NİSYAN, MERHABA İSYAN, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 558 sayfa, Temel Demirer.


* KÜRESEL İNTİFADA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 592 sayfa, Temel Demirer.


* “YENİ DÜZEN(SİZLİK)”DEN BAŞKALDIRIYA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 592 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ ROMA: TERÖRİST ABD-IV. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 270 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE İMPARATORLUK: “YENİ EKONOMİ”DEN ÖNLEYİCİ SAVAŞA...-III. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 382 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞMENİN TİRANLIĞI: NE, NİÇİN, NASIL?-II. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ MUHAFAZAKÂRLIK YOĞUNLAŞIRKEN KÜRESEL VAHŞET-I. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 334 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ABD SALDIRGANLIĞI: IRAK VE ÖTESİ-III. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* 11 EYLÜL’DEN AFGANİSTAN’A ABD İMPARATORLUĞU-II. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 287 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KOVBOYUN SÖMÜRGE İMPARATORLUĞU-I. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 346 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SAKLANMAYA ÇALIŞILAN BİR MEŞALE: İBRAHİM KAYPAKKAYA, Umut Yayıncılık, İstanbul-2003, 232 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSYANIN ADI: FİLİSTİN-İNTİFADA KAZANACAK!, Ütopya Yayınevi, Ankara-2002, 479 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* XXI. YÜZYILLA GELENLER: SÖYLENCELER VE GERÇEK, Ütopya Yayınevi, Ankara-2002, 447 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİST MÜCADELE ETİĞİ, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2001, 336 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE TERÖR (TERÖRİZM, SALDIRGANLIK, SAVAŞ) II. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 334 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE TERÖR (TERÖR KAVRAMI VE GERÇEĞİ) I. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 364 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AMERİKA: RÜYA MI, KÂBUS MU? YANKEE İMPARATORLUĞU, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 368 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ÖDP YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 316 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)
* KÜRESELLEŞMENİN EKOLOJİK SONUÇLARI, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2000, 190 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EKOLOJİ POLİTİK, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2000, 136 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AVRUPA BİRLİĞİ ve SOSYALİSTLER: AKINTIYA KARŞI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* GERİCİLİK KÜRESELLEŞİRKEN FAŞİZM!.. YENİDEN Mİ?.., Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 299 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KADIN YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 170 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MARKSİZM VE EKOLOJİ, Öteki Yayınevi, Ankara-2000, 481 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TERÖR NE? TERÖRİST KİM? (AVRUPA ASYA ve ORTADOĞU), Cilt:2, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TERÖR NE? TERÖRİST KİM? (ABD EMPERYALİZMİ ve LATİN AMERİKA), Cilt:1, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 284 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EĞİTİM: NE İÇİN? ÜNİVERSİTE: NASIL? YÖK: NEREYE?, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 264 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* NEO-LİBERAL SALDIRI KRİZ ve İNSANLIK, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 494 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “YDD” KISKACINDA ÇEVRE ve KENT, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 473 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* CHE FİDEL KÜBA, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 135 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YABANCILAŞMA, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 112 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MEDYA ELEŞTİRİSİ ya da HERMES’İ SORGULAMAK, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 176 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* DÜNYANIN BALKONUNDAKİ İSYANCILAR, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, ikinci baskı, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ÖDP: İMKÂNLAR ve SORU(N)LAR, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 576 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MAYALARIN DÖNÜŞÜ, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1998, 311 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* POSTMODERN MÜDAHALE ve BAŞKALDIRI İMKÂNI (BRECHT “BİTTİ” FUTBOL “VERELİM”!), Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 528 sayfa, Temel Demirer.


* SOKAKTA ve DUVARDA 1968, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 207 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* VE KİRLENDİ DÜNYA..., Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1997, 319 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOKAK’TAKİNE NOTLAR, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1997, 456 sayfa, Temel Demirer.


* ÖDP’YE KENAR NOTLARI, İnsancıl Yayınları, İstanbul-1997, 88 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KOYUNLAR KURTLAR KÖPEKLER (YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ EMPERYALİZM ve UMUT), Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1997, 160 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KARA PARA KİRLİ SAVAŞ (TÜRKİYE’DE MAFYA ve DEVLET), Özgür Üniversite Yayınları, 171 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSPANYA’DAKİ II. KITALARARASI BULUŞMA İÇİN “YDD”YE KARŞI TEZLER - II. KITALARARASI BULUŞMA İÇİN EKOLOJİK KIYAMET TEZLERİ, Özgür Üniversite Yayınları, 56 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ DÜNYA DÜZENİ AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE, Dev. Maden-Sen Yayınları, 64 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* CANAVARLAŞAN MEDYA, 1996-İstanbul, Yorum Yayınevi, 287 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ DÜZENİ ya da DÜZENSİZLİĞİ, 1996-İstanbul, Pelikan Yayınları, 304 sayfa, Temel Demirer.


* SOLAN FOTOĞRAFLARDA BİTEN VE BAŞLAYAN, 1993-İstanbul, Sorun Yayınları, 248 sayfa, Temel Demirer.


* GERİCİLİK DÖNEMİNDE DÜNYA ve TÜRKİYE, 1993-İstanbul, Sorun Yayınları, 190 sayfa, Temel Demirer.


* DİSK’İN “ÖREN TEZLERİ” ve SOSYALİST TAVIR, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 189 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TOPLUMSAL DİNAMİKLER ve ÖRGÜTLENME EKSENLERİ, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 270 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİZM “YENİ DÜNYA DÜZENİ” TÜRKİYE, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 192 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİZMİN SORUNLARI ÜZERİNE AÇILIM TARTIŞMALARI, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 256 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YOL BALADI, 1988-Ankara, Ekin Yayınları, 61 sayfa, Temel Demirer.
* T.B.“K”.P PROGRAM TASLAĞININ ELEŞTİREL ANALİZİ, 1988-İstanbul, Sorun Yayınları, 86 sayfa, Temel Demirer.

İletişim:

temeldemirer@kaypakkaya-partizan.net(Hazırlanıyor)

http://www.facebook.com/TemelDemirer

https://twitter.com/temeldemirer

 

 

“Ateş Hırsızları”nın Felsefesi, Filozofları[*]

“Diyalektik felsefe karşısında

hiçbir şey sonal,
mutlak, kutsal değildir.”[1]
 
Felsefe “Öldü” mü? Öncelikle belirtmeliyim ki, böyle düşünen insanlar olsa da, yaşam devam ettiği sürece felsefe nihayete ermez; onu “gereksiz” bir şeymiş gibi sunmaya kalkışanlar ise yanılıyor!
Felsefeye yabancılaşan bir çürüme/ çöküş labirentindeysek de; o, insan(lık)ın aptallaştırılmaması için vardır.
Çünkü Max Horkheimer’ın, “Felsefeye inanmak, insanın düşünme yetisinin korku yüzünden körelmesine karşı çıkmak demektir”…
Alain Badiou’nun, “İktidar ile doğrular arasında bir mesafe vardır. Felsefenin görevi bu mesafeyi açıklığa kavuşturmaktır”…
Louis Althusser’in, “Açık gözlerle felsefe yapmak, karanlıkta felsefe yapmaktır. Sadece körler güneşe doğrudan bakabilir”…
Theodor Adorno’nun, “Bir zamanlar miadını doldurmuş gibi görünen felsefe bugün hâlâ yaşıyor”…
Georges Politzer’in, “Gerçekten de felsefe yapmak, kahramanlık zamanlarında olduğu gibi yeniden tehlikeli bir mesleğe dönüşecek,” ifadeleriyle müsemma “Felsefeyi, filozofların, konferans salonlarının ve ders kitaplarının cenderesinden kurtaralım ve kitlelerin elinde güçlü bir silah hâline getirelim,” diyen Mao Zedong sonuna dek haklıdır…
Hasılı, felsefe yapmak doğru davranmak için düşünmektir.
* * * * *
Devrimciler için felsefe yapmanın ilk iki koşulu şunlardır: Birincisi, aklınızı kurcalayan her soruyu dile getirme cesareti göstermek; ikincisi de, herkesçe doğal kabul edilen şeyleri tekrar gözünüzün önüne getirmek ve onlara soru(n) muamelesi etmek ve nihayetinde, felsefe yapabilmek…
Malum: Felsefeye ilk adım “inanç”, “doğma” ve “ön yargı”ların reddiyle atılır. Çünkü o, hurafe ve peri masallarının zıddıdır.
Çünkü “inanılanı” anlamaya çalışan ve hayretle başlayan ebedi özellikleriyle felsefe eleştiridir; düşüncenin mikroskobudur; kavramlar yaratma gücüdür; yaşam eylemidir; yolda olmaktır; vazgeçmeyi öğrenmektir; bilmediğini bilmektir; doğruyu bulma yolunda, düşünsel bir çabadır; objelerin düşünce ile görülmesidir; ilk nedenler bilimidir.
Aklın kaybedildiği yerde felsefe susar; felsefe var olmak için paylaşıma ihtiyaç duyar. Nihayetinde felsefe hayattır. Felsefesiz hayat olmaz.
Felsefe insan(lık)a çıplak gözle görünen şeylerden kuşku duymayı öğretmenin yanında; gerçeği aramak, felsefenin özüdür; ve hiç kuşku yok ki, hurafelerin ateşe verdiği yerküredeki yangını söndürebilecek tek güç felsefedir.
Aristoteles’in, “Felsefenin yararı da iyi eylemde bulunmak ve böyle eylemleri teşvik etmektir,” diye tanımladığı o, insan(lık)ın var oluşunun bilincine vardığı her yerdedir.
İnanç ile bir ilintisi olmayan felsefe hakikâtin peşindedir; hakikât ise inancın sorunu değildir.
Dogmanın aksesuarı olamayan felsefe yaşamın anlamını sorgulayarak yolu açmaktır.
Özetin özeti: Acıyı bilgiye dönüştürüp, mantık ve diyalektikten oluşan felsefe, risk içerir. Louis Althusser ifadesiyle, “Felsefe ölmeyi öğrenmek değil, yaşamayı öğrenmektir.”
* * * * *
Tabiri caiz ise filozof iyi bir doktorken; yabancılaşmamış her insan da filozoftur. Çünkü filozof için her soru(n) bir hastalık gibi ele alınıp irdelenir. Ve en önemlisi de o, hiçbir zorbalık ve saçmalık karşısında geri adım atmaz, korkmaz.
Bir yanıyla filozof olmak, canlı, ateşli bir insan olmak ve kalmak ısrarıdır; ne olduğunu bilen o, çocukça sorular sormaktan vazgeçmeyen bir ısrardır.
Sormak, itiraz ve hayret etmek filozofun vazgeçilmezidir; “Gerçek filozof kürkünü kaybeden; ama pirelerinden kurtulandır,” diye ekler Virginia Woolf.
Evreni anlayıp/ anlatarak dünyayı değiştirmenin yolunu açan filozoflar, Noam Chomsky’nin, “Bunlar TV’da kendilerini filozof olarak adlandıran moda insanları,” uyarısına muhatap şarlatanlara asla benzemezlerken; Karl Marx’ın, “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir,” uyarısını da kulaklarına küpe ederler…
Max Stirner, “Sadece dünya olarak, nesneleri sadece nesne olarak algılayan, kısacası her şeyi olduğu gibi, hayal gücünü devreye katmadan yorumlayan kişiye filozof denilemez,” derken; filozofluk, hayatın soru(n)larını sadece kuramsal değil, pratik anlamda çözmeye talip ve taraf olma cüretidir; hâlâ ve her şeye karşın insan kalabilmektir; Denis Diderot’nun, “Filozoflar hiç din adamı öldürmemiştir. Buna rağmen din adamları pek çok filozof öldürmüştür,” diye ifade ettiği riske rağmen…
Net bir ifadeyle bir filozofun temel işlevi, insan(lık)ı sürüleştiren, uyuşturan tüm inançları, kurumları karşısına alıp çökertmektir.
Filozofları olmayan toplumlar, toplumsal, epistemolojik, düşünsel kimlik üretemezler. Çünkü düşünsel kimlik, düşünme işlemi yapmakla üretilen ürünlerle üretilir. Düşünsel kimlik toplumun özgün filozofları tarafından üretilir.
* * * * *
“Marx, Prometheus, felsefe ve proletarya arasında bir iç bağlantı kurar. Böylesi bir tutum, aslında felsefenin soyut bir tartışma ve spekülasyondan öte devrimci karakterine ilişkin yaklaşımın ifadesidir. Marx doktora tezi olan Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri (1841) adlı çalışmasında Prometheus’u tanrılara kafa tutmasından dolayı selamlar. Prometheus’la felsefe arasında bir ilişki kurarak felsefenin tüm otoriteleri reddettiğini ve yeryüzündeki ve gökyüzündeki tanrılara karşı bir kafa tutuş manasına geldiğini söyler: ‘Felsefe ne yerde ne de gökte otorite tanımaz’ der.
Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi Katkı, Giriş’te (makale Alman-Fransız Yıllıkları içinde yayınlanmıştır-1844) bu tanımlamaları bir adım daha ileri götürür. Tez çalışmasında Prometheus ile felsefe arasında kurduğu bağı, bu sefer felsefeyle proletarya arasında kurar. Marx için artık sorun felsefenin gerçekleşmesi sorunudur. Bu adım bir anlamda felsefede devrim anlamına gelecektir. Artık tüm düşünce tarihini belirleyen ‘felsefe yapma’ edimi, yerini eyleme, yani felsefenin gerçekleşmesi eylemine bırakacaktır. Felsefenin gerçekleşmesi bu noktada teorik bir sorun olmaktan çıkar, pratik bir içeriğe bürünür. Bu aynı zamanda felsefenin devrimci karakterine ilişkin bir açılımdır.
Marx’ın deyimiyle ‘ felsefe dünyaya başkaldırır’. Felsefe gökteki ve yeryüzündeki bütün otoritelere başkaldırıdır. Bu başkaldırı eylemi ya da felsefenin gerçekleşmesi, ancak toplumsal- maddi bir güçle realize olabilir. O güç Marx için proletaryadan başkası değildir. Ve Marx, o muhteşem ifadeyi kullanır: ‘ Felsefe proletarya ortadan kaldırılmaksızın bir gerçeklik hâline getirilemez, proletarya da felsefe bir gerçeklik hâline getirilmeden ortadan kaldırılamaz’.
Marx kurduğu bileşkeyle bir anlamda proletaryanın en karakteristik özelliğine vurgu yapar: Yani başkaldırıya… Prometheus başkaldırandır ve bir ‘Ateş Hırsızıdır’. Proletarya da modern dönemin Ateş Hırsızıdır. Prometheus, din eleştirisine yönelik mitolojik bir metafor/aktör olarak öne çıkarılırken, yeryüzündeki otoritelere karşı başkaldıran aktör ise proletaryadır. Aslında asıl vurgu yeryüzündeki mücadelenin belirleyiciliğine ilişkindir. Artık yeryüzü ve gökyüzündeki otoritelere karşı mücadele aynılaşmış ve birleşmiştir. Ve yeryüzündeki egemenlerin ortadan kaldırılması aynı zamanda gökyüzündeki otoritenin egemenliğine son verilmesi anlamına gelecektir. Bu aynı zamanda dönemin felsefe yapma biçimi olduğu kadar siyaset yapma biçimi olan din eleştirisinin sonu demektir. Marx net bir tanımlama yapar: ‘Böylece gökyüzünün eleştirisi, yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi, hukukun eleştirisine ve teolojinin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür’ der.
Marx, 1844 El Yazmaları’nda felsefe ve iktisadi eleştirilerini birleştirir, kapitalizmin iç dinamiği üzerine yoğunlaşır ve yabancılaşma teorisini kurar. Çalışma aynı zamanda proletaryanın iktisadi koşullarına odaklanır. Çalışmada felsefenin dünyalaşması, dünyanın felsefeleşmesine bağlı olarak kapitalizme karşı mücadelede felsefe ve proletaryanın birbirinden ayrılmaz iki eksen oluşturduğunu yazar: ‘Felsefe maddi silahlarını nasıl proletaryada buluyorsa, proletaryada tinsel silahlarını felsefede bulur’...”[2] ifadesindeki üzere.
* * * * *
Toparlarsak: Erich Fromm’un, “Prometheus onların piriydi” notunu düştüğü felsefe bilimlerin atasıyken; Server Tanilli de ekler: “Felsefeden öğrenilebilecek tek bir şey vardır: Felsefe yapmak!”
O hâlde Georges Politzer’in “Filozoflar yeniden gerçeğin dostları olacaklar, ama aynı zamanda tanrıların düşmanları, devletin düşmanları ve gençliğin yozlaştırıcıları olacaklar” sözünü kulaklarımıza küpe edelim…
 
21 Kasım 2023 12:57:36, Paris.
 
N O T L A R
[*] Newroz, Kasım 2023…
[1] Friedrich Engels.
[2] Volkan Yaraşır, “Ekim Devrimi’nin 106. Yılı: İşçi Sınıfı Neden Devrimcidir?”, 31 Ekim 2023… https://www.avrupademokrat3.com/ekim-devriminin-106-yili-isci-sinifi-ned...

 

II. ABDÜLHAMİD MEVZUU[*]

 

“Gerçeği bilmeniz gerekiyor,

gerçeği aramanız gerekiyor.

Gerçek sizi özgür kılacak.”[1]

 

Emma Goldman’ın, “Eski geleneklerle alışkanlıklardan kaynaklanan engellerden kurtulmaya ihtiyacımız var”; Mahatma Gandhi’nin, “Çoğunluğun onayı yanlışı doğru yapmaz,” saptamalarına katılan birisi olarak; “Hangi Abdülhamid?”[2] ikilemine prim vermeyenlerdenim; bence Abdülhamid, Abdülhamid’dir; yani bir Osmanlı Padişahı’nın olması gerektiği gibi, ne ise, tamı tamına odur!

Malûm, Osmanlı’ya ilişkin efsane ve gerçekler alt üst ediliyor. “Ulu Hakan” mevzuu da buna dâhil elbette!

Tuhaf günler yaşıyoruz. Zamanın ruhu, gerçeklerle savaşıyorken; Abdülhamid’i tartışıyoruz!

Hani Şair Eşref’in, “Besmele gûş eyleyen şeytan gibi,/ Korkuyorsun höt dese bir ecnebi,/ Padişahım öyle alçaksın ki sen,/ İzzet-i nefsin Arap İzzet[3] gibi!//

Budur tarihçesi Abdülhamid’in:/ Otuz üç yıl bela çektik fakat güç/ Ne lâzım asrına bir başka ta’rif,/ Belâ ebced hesâbıyla otuz üç!” dizelerindeki müstebit padişah…

Ya da muhafazakâr kesimin önde gelen yazarlarından Peyami Safa’nın 6 Mayıs 1956 tarihli Milliyet gazetesindeki Objektif köşesindeki tarifiyle, “Sultan Hamit… Taif’te Mithat Paşa’yı boğduran, Sivas’da İsmail Safa’yı öldüren, daha nice vatan evladını sürdüren ve süründüren, memlekete Avrupa’dan kitap, mecmua ve gazete gelmesini yasak eden, hafiyeliği ve jurnalcılığı rütbe ve makam elde etmenin şartı hâline getiren,”[4] Osmanlı padişahından söz ediyoruz…

Yine Peyami Safa 26 Nisan 1956 tarihli “Ayşe Hanıma Açık Mektup…” başlıklı diğer yazısında şöyle der:

“Osmanlı tarihi, zalim ve müstebid Sultan Hamit için veya Avrupalıların diliyle ‘Kızıl Sultan’ için, sizler gibi düşünmüyor.

Muhterem pederiniz bir katildir, Ayşe hanım! Hem de bir defa değil, birkaç defa katil! Mithat Paşa’yı Taif’te boğdurmuştur, babam İsmail Safa’yı Sivas’ta öldürmüştür. İki yaşımda yetim kaldığım tarihten beri başıma gelen felâketlerin de müsebbibi haşmetlû ve faziletlû pederindir, Ayşe hanım.

Mithat Paşa’nın da, İsmail Safa’nın da suçu hürriyete inanmaktı.”[5]

Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde “muhafazakâr” çevrelerde dahi pek hayırla anılmayan II. Abdülhamid’in diriltici İsa’sı, İslâmcıların “üstadı azamı” Necip Fazıl Kısakürek olmuştur. Ona göre: “II. Abdülhamid, Türkün özünün ve temel varlığının, hakkı gasp edilmiş, mağdur kurtarıcısıdır. Abdülhamid, Tanzimat sonrasındaki Batı’ya kontrolsüz, körü körüne yönelişin karşısında inatla duran, kök ve cevherin müdafaasını son bir gayretle yapan muazzam bir şahsiyettir. Abdülhamid’i anlamak sayesinde yüzlerdeki maskeler düşecek ve onu bir anahtar gibi kullanarak bizi bu karanlık ve şahsiyetsiz ortama getirenlerin içyüzleri ortaya dökülecektir. Abdülhamid hakkında söylenen her olumsuz iddiayı tersine çevirdiğimizde doğruyu bulacağızdır.”

Necip Fazıl Kısakürek kuşkusuz gerçeği söylemiyorken; II. Abdülhamid merkezli “tarih şuuru” iddiası veya tarih yazımcılığı sağ/ muhafazakâr/ İslâmcı siyaset ve ideolojinin ürünüdür. Bu ekolün en önde gelen düşünce babası da Necip Fazıl Kısakürek’dir.  Nitekim, bu ekol çerçevesinde yazılanların hemen tümü, Necip Fazıl’ın tarihçilik ile alâkâsı olmayan ‘Ulu Hakan’[6] başlıklı yapıtında yazılmış dipnotlarından ibarettir.

Bu ekol zamanında, gerek Cumhuriyetin resmi tarih yazımı, gerek sol tarih yazımı II. Abdülhamid’i yine ideolojik kalıplar içinde “gerici” bir müstebid olarak resmetmesine tepki olarak doğdu ama konu tepkiden fazla olarak, Cumhuriyetin seküler modernleşmesine itirazın sembolü olarak pekişti.

AKP’nin sağ-muhafazakâr-İslâmcı söylemi Abdülhamid ile dönemini Necip Fazıl-Kadir Mısıroğlu popüler-ideolojik tarih yazımı çerçevesinde değerlendirmekte ısrarlıyken; yeni/ yeniden resmi tarih yazımını devreye sokuyor.

* * * * *

“Nasıl” mı?

Örneğin Recep Tayyip Erdoğan, “Sultan Abdülhamid 33 sene gram yer kaybetmeden Osmanlı’yı yönetti” iddiasını yinelediği gibi...

Osmanlı’nın toprak kaybı/ kazancı bizce bir mesele teşkil etmez; ama konuya ilişkin olara Prof. Dr. Mithat Baydur, “Yanlış referans alıyorlar” derken tarihçi Ümit Doğan da ekler: “1.5 milyon kilometrekare toprak kaybedildi!”[7]

Onların tarihinin kaydettiğine göre II. Abdülhamid döneminde bakın neler olmuş?

“Ermeni gailesi”; Yunanistan’ın Girit’e el koyması ve adaya özerklik verilmesi; Yemen isyanları; Makedonya’ya özerklik verilmesi; Bulgaristan ve Bosna-Hersek’e özerklik verilmesi; Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsızlık kazanması; 93 Harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı); Balkanlar’ın ve Doğu Anadolu’nun Rus işgaline uğraması; 13 Aralık 1877 günü Meclisi Mebusan’ın süresiz tatili; Sırbistan, Karadağ ve Romanya’nın bağımsız devlet olmaları; Bulgaristan Prensliği’nin ortaya çıkması; 1878 Ermeni meselesinin ortaya çıkması; İngiltere’nin Kıbrıs’ı ele geçirmesi; Bosna ve Hersek’in Avusturya-Macaristan tarafından işgal edilmesi; Mısır’ın İngilizler tarafından işgali; Düyunu Umumiye İdaresi’nin kurulması; Tunus’un Fransızlar tarafından işgali; Muharrem Kararnamesi’nin yayımlanması; Doğu Rumeli’nin Bulgaristan tarafından ilhakı; Girit Rumlarının adayı Yunanistan’a bağladıklarını ilan etmesi; 31 Mart isyanı ve hükümet darbesi girişimi...[8]

Özetle Abdülhamid, 33 yıllık saltanatında dış baskılara direnemedi, çok taviz verdi, kilometrelerce toprak kaybetti.

“Abdülhamid döneminde Avrupa devletleri Osmanlı’ya bir şey kabul ettirmek için ordular da göndermiyorlardı. Birkaç savaş gemisinin Osmanlı sularında görülmesi yeterli oluyordu.”

Abdülhamid’in “denge politikası” Batılı ülkelerin Osmanlı’dan ne istedilerse almalarını sağladığından, Batılı ülkeler “hasta adamın” bu hasta hâliyle 30 yıl daha yaşamasına izin verdiler.[9]

* * * * *

Bütün Osmanlı padişahları arasında Abdülhamid kadar “tartışmalı” olan yoktur…

II. Abdülhamid’e bakınca sömürge hâline gelmiş, yıkılmanın eşiğinde bir devlet, bağımlılaşma, baskı, savaş, katliam, sansür ve sonrasında cehennemi bir tablo görüyoruz. (Sevenlerinin tam olarak ne gördüğünü ise anlayabilmek zor!)

O, Osmanlı padişahları arasında belki de en çok tartışılan isim. “Despot mu?”, “Ulu Hakan mı?”, “Kızıl sultan mı?”… Yoksa atfedilen sıfatlardan her birini biraz hak ediyor mu?

Osmanlı düşüyle uyuyanlar, bir gün Osmanlı’nın kudretine ulaşmayı hayal edenler için II. Abdülhamid bir “Ulu Hakan”.

Özellikle 1950 sonrası İslâmcı cenahta Abdülhamid sevgisi sürekli arttı. Necip Fazıl’ın bu konuda hakkı teslim edilmeli. Hatta bazı tarikat şeyhlerinin Abdülhamid’ten evliya olarak bahsettiğini görmek mümkün.

Şimdilerde II. Abdülhamidçilik bayrağı AKP’nin elinde dalgalanıyor. GATA’nın adı değiştiriliyor Sultan Abdülhamid Eğitim ve Araştırma Hastanesi oluyor, mecliste O’nun için sempozyumlar yapılıyor, TBMM Başkanı İsmail Kahraman her fırsatta “Sultanın” örnek kişiliğinden dem vuruyor. AKP’liler “Ulu Hakan”larının meziyetlerini, kişiliğini öve öve bitiremiyorlar, onu Tayyip Erdoğan’la özdeşleştiriyorlar.

Eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman, Abdülhamid’in bizde Meclis açan ilk hükümdar olduğunu hatırlatarak “Ona vefa borcumuz var” diyor. Fakat Meclis’i kapatan da Abdülhamid’di.

Abdülhamid’ten bir kahraman çıkarma fikri Necip Fazıl’ın fikridir. “Süper Mürşit”in birçok fikri gibi bu da sağlam ve nesnel bir temele oturmaz; entelektüel bir muhakeme ve bir muhasebe sonucunda varılmış bir vargı değildir. Necip Fazıl zaten böyle süreçlerin adamı değildi. Gerçek gökyüzünde hava açık, güneş parlıyor olabilir; Necip Fazıl’ın göğünde her zaman stratus bulutları dolaşır, şimşek çakar, yağmur yağar. Bu Kemalistler Abdülhamid’in “kötü adam” olduğunu mu söylüyorlar? O hâlde Abdülhamid iyi adamdır. Hem öyle “iyi adamdır” falan yetmez; “çok iyi adam”dır, onun gibi iyi adam görülmemiştir. O “ulu Hakan’dır” vb.

Çok mu Müslümandı Abdülhamid? Yoo! Bir kere muhafazakâr Osmanlı padişahı. “Ateist” olacak hâli yok. Ama konyağını içer, başka “alafrangalıklar” yapar (bu şimdiki İslâmcı “lider”lerimizin hoşuna gitmeyecek şeyler) bir adamdı. Siyasette güttüğü İslâmcılık tamamen jeo-politik temellere dayanıyordu: “İmparatorluktan kalanı belki İslâm fikriyle ayakta tutarım” umudu (Boşnaklar, Müslüman Arnavutlar, Torbeşler, Pomaklar ve Balkan Türkleri ile bir “set” çekebilme) söz konusuydu.

“Onun İslâmcılığı, özünde imparatorluğu yaşatma çabasıdır. Abdülhamid hilafet ve İslâm siyasetiyle hiç olmazsa Arap ve Arnavutların sadakatini sağlamak ve İslâm dünyasında nüfuz kazanarak İngiltere’ye karşı elini güçlendirmek istedi.”[10]

Yani Abdülhamid’in Panislâmcılığı, Panslavizme karşı bir politika olmadığı gibi bütün Müslümanları birleştirmek gibi bir hayal de içermiyordu ve “ayrılıkçı” Müslüman Araplara karşıydı.[11]

Bir yandan da, başlıca tehlikeyi yaratan Britanya, Fransa ve Rusya’nın Müslüman uyruklarını Müslümanların halifesi olarak ayaklandırma tehdidiyle bu ülkeleri nötralize etme stratejisi. Bunlar Abdülhamid’i bir “mücahit” yapmaz.[12]

O nihayetinde ağabeyi 5. Murat’ın birkaç ay süren saltanatına (pek de açık ve inandırıcı olmayan nedenlerle) son verilerek apar topar tahta çıkarılıp; Osmanlı’yı 1876-1909 kesitinde tek başına yöneten padişahtı; 33 yıl boyunca “tek adam” olarak tahtta kalmış, milleti ezmişti.

Yıldız sarayında yaşardı; vesveseli, vehimliydi; muazzam bir hafiye ve jurnalciler örgütü kurmuştu.

Korkuyordu, 33 yıl boyunca İstanbul dışına adımını bile atamadı. Saraydan sadece Beşiktaş camiine cuma namazına gitmek için çıkardı.

Çözülüş ve baskı döneminde yaptıklarını satırbaşlarıyla kısaca sıralayacak olursak:

1876-1878: İlk Osmanlı anayasasının hazırlanması, ilk Millet Meclisi’nin açılması ve ardından her ikisine son verilmesi…

1881: Emperyalizme ekonomik teslimiyetin tepe noktası olan Düyun-u Umumiye’nin kuruluşu…

Balkan isyanları ve ardından 12 Nisan 1877’de Ruslarla savaşta (93 Harbi) bütün Osmanlı tarihinin en ağır sonuçlu yenilgisi…

Bu yenilgiyi belgeleyen Ayastefanos (Yeşilköy) Antlaşması (3 Mart 1878)…

Yunanistan’ın Teselya’yı ele geçirmesi... İngiltere’nin Kıbrıs, Fransa’nın Tunus yönetimlerinde egemen olmaları. Mısır’ın kaybı…

Ve başta İstanbul olmak üzere ülkenin her yöresinde tam bir polis devleti kuruluşu. Maaşlı jurnalcilik (ihbarcılık) kurumunun yaratılması… 

Osmanlı İmparatorluğu’nun 34. Padişahı Sultan II. Abdülhamid 27 Ağustos 1876’dan 27 Nisan 1909’a kadar hüküm sürdüğü 33 yıllık hükümdarlığında ilk Osmanlı Anayasası’nı (23 Aralık 1876) ilan etti. Böylece demokrasi getireceği izlenimi verdi. Sonra anayasa yanlılarını tek tek sürgüne yolladı. 1878’de de anayasayı kaldırıp Meclis’i kapattı!

Sultan II. Abdülhamid’in Yıldız Sarayı ve Selanik’teki sürgün yılları üzerine araştırma yapan Turan Akıncı’nın, ‘Sürgün’[13] başlıklı yapıtında de isminde “Han” kelimesi olmadığını öğreniyoruz. 2000’lerdeki hayranları onu “muhteşem” hâle getirmek amacıyla olsa gerek böyle söz etmeyi uygun gördüler: “Sultan Abdülhamid Han Hazretleri!”

Hünkâr 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyeti ilan etti. Aradan on ay geçtikten sonra 27 Nisan 1909’da “demokratik” biçimde saltanatına son verildi. Osmanlı İmparatorluğu tarihinde Meclis kararıyla indirilen ilk padişah olma şerefine nail oldu. Yetmedi bir de Selanik’e sürgün edildi.

İşte ne olduysa bu sürgün sonrasında oldu. Sultan II. Abdülhamid’in bilinmeyen pek çok özelliği ortaya çıktı. Mesela Sultan çok hayvan sever biriydi!.. Selanik’te yerleştirildiği Allatini Köşkü’nde damak tanına uygun süt temin edilemeyince kısa süre içinde Yıldız Sarayı’ndan iyi cins beş adet inek onun yanına getirildi.

Yıldız Sarayı’nda beslediği ve çok sevdiği kedisi Pamuk da bir süre sonra Selanik’teki yaşama dâhil olunca Sultan’a değişik bir mutluluk vermişti.

Sultan Selanik’te kaldığı 3.5 yıl boyunca hiç sokağa çıkmadı.

II. Abdülhamid’in İslâm dininin gerekleri konusunda da esnek ilkelere sahipti. Padişah’ın özel doktoru Atıf Hüseyin Bey bir gün muayeneye geldiğinde soruyor:

-Efendim bugün nasılsınız?

-Oruçtan dolayı kendimi yorgun hissediyorum.

-Siz bugün oruçlu değilsiniz ki.

-Oruçluyum, şüpheniz mi var?

-Ama kahve içmişsiniz…

-Oruçluyum, kahve içtiğimi kim söyledi?

-Diş etlerinizde kahve telvesi var!

-Evet bugün dayanamadım orucu bozdum.

Konakta görev yapan aşçılardan biri bu konu hakkında daha radikal bilgiler veriyor:

-Bu yeni bir şey değil ki, bizim bildiğimiz on beş yıldır oruç tutmaz!

Turan Akıncı’nın kitabında öyle bilgiler yer alıyor ki, 2000’lerdeki Abdülhamidçilerin onu neden bu kadar çok sevdiğini de anlamak kolaylaşıyor:

“Yıldız Sarayında çok büyük bir israf vardı. Padişah sarayını korumakla görevli Hassa Alayı’nın ve sarayda çalışan dev kadronun masrafı padişaha aitti. Kendi sarayının askerleri çift maaş alırken, devlet memurları ve askerler üç ayda bir maaş alabiliyorlardı!”

Sultan II. Abdülhamid tahta çıkınca devlet yönetimini kökten değiştiriyor. O zamana kadar Osmanlı Devleti Babıali’den sadrazam ve nazırlar tarafından yönetiliyordu. Hünkâr Babıali’nin yetkilerini elinden alıp devleti Yıldız Sarayı’ndan yönetmeye başlıyor.

Sultanın devletten aldığı “hünkâr tahsilatı” harcamalarına yetmeyince yeni kaynaklara ihtiyaç duyuluyor. Bulunuyor da… Boş ve sahipsiz, imara müsait araziler, madenler, maden, limanlar ve rıhtımlar, gemi işletme imtiyazları, elektrik, gaz ve su dağıtım gelirleri padişah hazinesine dahil ediliyor.

Turan Akıncı yukarıdaki bilgileri sıraladıktan sonra şöyle devam ediyor:

“Saray para getiren her şeye el koyuyordu. Bütün bu işler padişah emriyle düzenlenip Emlâk-î Hümayun’a bağlanıyordu!”

Son olarak “minik” bir ayrıntıyı daha: Sultan II. Abdülhamid devlete ait 1 milyon 800 bin altını kendi hazinesine aktarmıştı! Tahttan indirildikten sonra devlet eski padişahın servetine el koyarak mücevherlerini Paris’te haraç mezat satılmasını sağlamıştı.[14]

* * * * *

Devam edersek…

31 Ağustos 1876’da Osmanlı tahtına çıkan II. Abdülhamid, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalanan Berlin Antlaşması’yla 210.000 km2 civarında toprak yitirmişti.

Berlin Antlaşması sonucunda Balkanlar’da 11 milyon kişi Osmanlı yönetiminden koptu. Toprak ve nüfus kopmalarına ek ol göndermekle yükümlü oldukları vergilerden yoksun kalmıştı.

Bu Osmanlı için müthiş bir sorundu…

1876’da tahta çıkan II. Abdülhamid, 5.5 yıl boyunca, dış borçların ödenmesi için sonuç getiren hiçbir eylemde bulunamayıp,[15] 1881’de “Muharrem Kararnamesi” adıyla imzalanan bir kararnameyi onayladı. Kararnamede yer alan ve Düyunu Umumiye İdaresi (Genel Borçlar İdaresi) olarak bilinen “Düyunu Umumiye-i Osmaniye Varidatı Muhassa İdaresi” kurulmuştu; Avrupa sermayesi için imtiyazlar verilmişti. [16] Yani Osmanlı’dan alacaklarını alamayan Avrupa, Düyunu Umumiye İdaresi’ni kurarak vergilere el koymuştu. Bu idare, Osmanlı Maliye Bakanlığı’ndan daha güçlüydü. Maliye Bakanlığı’nda 5 bin memur çalışıyorken burada 8 bin memur görevliydi.

Düyunu Umumiye başlangıçta 2 milyon 258 bin lira tutarındaki geliri kontrol etmekte olan kurum, 1911-12’de 8 milyon 258 bin lirayı kontrol etmekteyken; bütün devlet gelirlerinin yüzde 31.5’i, örgütün kontrolü altındaydı.

Genel Borçlar İdaresi’nin yönetim kurulu, dış borçlara karşılık gösterilen devlet gelirlerini yönetmek ve toplamak görevini üstlenmişti. Bu gelirlerin neler olduğu konusunu da örneklerle açıklayalım: Gelir vergisi geliri, damga vergisi gelirleri, tuz tekeli geliri, alkollü içki gelirleri, bazı vilayetlerin gümrük vergileri gelirleri, bazı illerin aşarları, Ergani bakır madenleri gelirleri, Anadolu ağnamı (Hayvanlar Vergisi) ve daha birçok devlet geliri.

Onun devri aynı zamanda Galata bankerlerinden alınan paralarla, devletin en sağlam gelirlerinin adeta yok pahasına ipotek edilmeye başlandığı dönemdir. Fakat Sultan henüz şehzadeliğinde tanıştığı danışman-tefeciler sayesinde servetini arttırarak, Osmanlı Bankası ile birlikte Deutsche Bank, Swissbank, Kredi Lione isimli yabancı bankalarda tutardı.

Uzatmak yerine Necip Fazıl Kısakürek’in, “… ‘Üstat’ doğru söylüyor. “Abdülhamid’i anlamak her şeyi anlamak olacaktır…” sözünü anımsatalım; çakma tarihin ikiyüzlülüğüne, yalanına…

Evet Thomas Stearns Eliot’un, “Hikâyelerin çoğu yalan doludur!” ifadesindeki üzeredir Abdülhamid gerçeği de…

Ancak Miguel de Unamuno’nun, “Düşünmek kuşkulanmaktır, kuşkulanmaktan başka bir şey değildir. İnsan kuşkulanmadan inanabilir, bilebilir, düşleyebilir; ne inanç, ne bilgi ne de imgelem için kuşku gerekir; hatta kuşku bunları yok eder; ama kuşkulanmadan düşünmek olanaksızdır. İnancı, bilgiyi ve statik, dingin, ölü olan her şeyi dinamik, tedirgin ve dipdiri düşünceye dönüştüren kuşkudur,” ifadesindeki üzere farkında olanlar için tarih, TRT’nin ‘Payitaht’ dizisindeki kurmaca değildir…

Tam da bunun için “Gerçek yaşamı fethetmek için, önyargılara, basmakalıp düşüncelere, kör itaate, keyfi gelenek göreneklere ve sınırsız rekabete karşı mücadele etmek gerekir.”[17]

 

18 Temmuz 2023, 12:52:45, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[*] Görüş, Ağustos 2023…

[1] Jordan Maxwell.

[2] Tayfun Atay, “Hangi Abdülhamid?”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2017, s.6.

[3] Arap lakaplı İzzet, dönemin istihbarat teşkilâtının başındaki zorbaydı.

[4] Mine G. Kırıkkanat, “Abdülhamid mi Dediniz? Varan İki...”, Cumhuriyet, 26 Haziran 2022, s.10.

[5] Mine G. Kırıkkanati, “Abdülhamid mi Dediniz?”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2022, s.10.

[6] Necip Fazıl Kısakürek, Ulu Hakan 2. Abdülhamid Han, Büyük Doğu Yay., 1977

[7] Çağdaş Bayraktar, “AKP, Tarihi Çarpıtıyor”, Cumhuriyet, 28 Eylül 2022, s.6.

[8] Özdemir İnce, “Üçüncü Abdülhamid Dönemi”, Cumhuriyet, 27 Mayıs 2022, s.3.

[9] Sinan Meydan, “Abdülhamid Siyasetiyle Vatan Kurtulmaz”, Sözcü, 30 Mayıs 2022, s.2.

[10] Taha Akyol, “Abdülhamid”… http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/taha-akyol_329/abdulhamid_40229316

[11] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, 2018, s.364.

[12] Murat Belge, “Abdülhamid Hastanesi”… http://t24.com.tr/yazarlar/murat-belge/abdulhamit-hastanesi,15336

[13] Turan Akıncı, Sürgün II. Abdülhamid'in Yıldız Sarayı Yılları ve Selanik Sürgünü, Remzi Kitabevi, 2018.

[14] Nazım Alpman, “Muhteşem Abdülhamid!”, Birgün, 15 Eylül 2022, s.6.

[15] 1854’te Sultan Abdülaziz döneminde patlak veren Kırım Savaşı, ekonomik olarak ağır kayıpların yaşanmasına, sonuçta ödenmesi büyük zorluklar yaratacak dış borçların alınmasına neden olmuştu.

1875’e gelindiğinde, bütçe geliri 25 milyon lira olduğu hâlde, ödenmesi gereken dış borç taksiti 12 milyon lira, dalgalı dış borç tutarı 17 milyon liraydı. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1875 gelirleri o yıl ödenecek dış borçlara yetmemişti. 6 Ekim 1875’te yayımlanan bir genelgeyle iflas durumu resmen açıklanmış, yabancı elçilere duyurulmuştu.

Doğan Avcıoğlu’nun ‘Türkiye’nin Düzeni-Dün Bugün Yarın’da (Kırmızı Kedi Yay., 2015) ifade etti gibi, 1875’e kadar sürdürülen ilk borçlanma çılgınlığı sermayedar ve aracılar için çok kârlı olmuştur. Osmanlı cephesinden ise 100 borçlanılmakta ama ele 50 geçmekteydi.

Peki alınan paralar nereye gidiyordu?

Prof. Refii Şükrü Suvla alınan kredilerin 5/6’sının tüketime gittiğini, ancak 1/5’inin Anadolu - Bağdat, Soma - Bandırma demiryolları ve Konya Ovası sulaması ile rıhtım ve tersaneler gibi, üretim faaliyetlerine yatırıldığını söylemektedir

[16] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, YKY, 2018, s.364-365.

[17] Alain Badiou, Gerçek Yaşam (Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı), çev: Işık Ergüden, Sel Yay., 2017, s.18.

 

“ÖZELEŞTİRİ”NİN ELEŞTİRİSİ[*]

 

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Sende, ben, imkânsızlığı seviyorum, 

fakat aslâ ümitsizliği değil.”[1]

 

Anlama/ ve kavramanın dünyayı değiştirmek için mücadele edenler için eleştirel bir “olmazsa olmaz” olması yanında; “Netlik [de] insanın en büyük gücüdür.”[2] Bu bir.

İkincisi: Geleceği biçimlendirmek yolunda geçmiş, tekrar etmek için değil, ders almak, aşmak içindir; ve ekler V. İ. Lenin de: “Eğer siyasete müdahale etmezseniz, siyaset öyle ya da böyle hayatınıza müdahale edecektir.”

Üçüncüsü de, herkesin bildiği gerçekleri açıkça söylemeyi bazen “suç” ilan edip mahkûm etmek, düşünmekten daha az zihinsel çaba gerektirir.

Uzun süredir -görmezden gelinse de!- üzerinde epeyce yazıp çizdiğimiz;[3] “Sosyalist hareket açısından yenilgiyi nasıl tanımlamalı?” sorusuyla müsemma “özeleştiri ve yeniden inşa” konuşulurken;[4] yöntem(imiz) açısından bu üç noktanın altını çizerek başlamakta yarar var.

Antonio Gramsci’nin, “Her yenilgi entelektüel ve moral düzensizliği beraberinde getirir,” notundaki üzere, sahnelenen seçim oyununun artçı şokları sürerken; benzer şeyler -Amerika yeniden keşfediliyormuşçasına, hiç yaşanmamışçasına- sil baştan konuşuluyor.

“Seçimden sonra bir ‘bozkır’ gibi ülke. Kimi görsem, nereye ve nasıl kaçabileceğini soruyor. Beyaz bir körlük hâli var her yerde. Beyaz körlük sadece geleceği değil, geçmişin de üstünü sis içinde bırakıyor. Koca bir teslimiyet araba farlarında görünen,”[5] notu düşülen tabloda insanlar birbirine durumun ne kadar kötü olduğunu anlatıyor, “Bak buna da zam gelmiş, bak bunu da sattılar, bak bunlara ne yaptılar” diye birbirine yakınıyor, ve çoğunlukla tweet atmaktan medet umuyor.

Evet, bir sünger gibi tüm gündemleri emip, görünmez kılan seçim süreci sona erip, parlamentarist beklentiler nihayete ererken; nafile beklentilerin iyimserlik havasından eser kalmadı.

Şimdi ölçüsüz, nafile iyimserliğin yerini “ehven-i şer”i seçmeyi meslek hâline getirenlerin karamsar ruh hâli alıyor.

Evet, “Bir oy Kemal’e’”, “İlk turda bitiyor bu iş”, “Gidiyorlar çünkü bakanlarını aday yaptılar oradan dokunulmazlık alacaklar” papatya fallarının öfori balonu patladı; bozuk terazinin hesabı tutmadı!

Seçimlerde olan oldu!

Şimdi de balık hafızalıların seçim sonrası “değerlendirmeleri”nde incir yaprağına talep patlaması yaşanıyor…

Kaldı ki 14-28 Mayıs 2023 pratiğinde soru(n) “seçim” meselesi falan da değil.

İşçi sınıfı ve toplumsal müttefikleri egemen sınıflar arası saflaşmalara eklemlenerek siyasetsiz, hareketsiz, örgütsüz, savunmasız bırakılmıştır.

Yaşananın sorumluluğunu üstlenmeyen, neden böyle olduğu ve bu durumun nasıl aşılabileceği konusunda kendini gözden geçirip yeniden kurmaya girişmeyenlerle yol alınabilir mi?

Yalana-dolana, tezvirata-tevile, unutuşa-kaçışa göz yummamalıyız…

Yüzü devrimci ufka dönük düşünce ve davranışları “hayalperest meczupluk”, “olasılıksız” olarak sunanların birden “keskinleşmesi”ni “şerdeki hayır” olarak yorumlamak mümkün değil; yapılması gereken, dünü unutmadan geleceği biçimlendirecek bugünü konuşmaktır…

 

DURUM(UMUZ) YA DA HÂL VE GİDİŞ

 

Aziz Nesin’in, “Hangi taşı kaldırsan altından Zübükzâde çıkıyor… Yüzde altmışımız aptal, Yüzde doksanımız da korkak,” tespitinin doğrulandığı 14-28 Mayıs 2023’ün akabinde coğrafyamız toplumun acı çekeceği sancılı ve çatışmalı bir döneme giriyor. Emekçilerin seçim sandığına inancı sarsıldı; beşeri kriz derinleşerek çöküşe evriliyor; bu koşullarda “demokrasi” yaygaralarından kurtulun(a)maz ise, geriye kurtarılacak pek bir şey kalmayacak…

Kolay mı?

Sömürünün insan havsalasını zorlayacak boyutlara çıktığı, doğanın yağma ve talanının zirve yaptığı, ekolojik yıkımın pupa-yelken yol aldığı çöküş tablosunda her şey gözler önünde gerçekleşirken; ne yazık ki olup da bitmeyeni seyretmekle yetiniyor büyük çoğunluk…

Bu(nlar) Hermann Broch’un, “Kitle, bir liderin şahsında rüya görmüşse, rüya kâbusa döndüğü zaman uyanmaz, uyanamaz; tersine uykuya sımsıkı sarılır,” ifadesindeki yabancılaşmaya mündemiç bir kapitalist devlet pratiğinden mülhemdir. V. İ. Lenin’in, “Devletin farklı egemenlik biçimleri olabilir: Sermaye, gücünü şu yapılanışında bir biçimde, bu yapılanışında bir başka biçimde gösterebilir; ama işin özü değişmez ve iktidar hep sermayenin elinde kalır,” notunu düştüğü hâl(ler)e ilişkin Friedrich Engels de ekliyor:

“Devlet, kendini insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak sunar bize. Toplum, dış ve iç saldırılara karşı ortak çıkarlarını savunmak üzere kendisi için bir organizma yaratır. Bu organizma devlet iktidarıdır. Devlet daha doğar doğmaz, kendini toplumdan bağımsız kılar ve belli bir sınıfın organizması hâlinde geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha da büyük olur. Ezilen sınıfın egemen sınıfa karşı savaşımı, zorunlu olarak siyasal bir savaşım hâlinde, ilkin bu sınıfın siyasal egemenliğine karşı yürütülen bir savaşım hâlinde gelir; bu siyasal savaşımın ekonomik temeli ile olan ilişkisinin bilinci bulanıklaşır ve hatta büsbütün kaybolabilir.”[6]

“Türkiye, büyük bir hızla tam teşekküllü bir AKP hegemonyasına doğru gidiyor. 14-28 Mayıs’tan sonra bu kez yerel seçimlerde de metropolleri -ve bütün Türkiye’yi- AKP’ye teslim edip ‘emekliye ayrılmayı’ bu kadar şehvetle arzulayan bir muhalefet varken, korkarım ki ortaya başka bir sonuç çıkmayacak. İnsanlar artık bezmiş durumda. Hepsi de birbirinden farksız kodamanların yukarıda tepişmeleri, karanlık toplantılar, ırkçılara yaltaklanmak için yapılan “gizli” bakanlık protokolleri, pek yakında kasetler filan… Bin türlü rezaletten iyice bunalmış insanlar büyük bir umutsuzluk dalgasının içinde tükenip gidiyorlar,”[7] haklı saptamasının altını çizmekte büyük yarar var; ve bundan çıkartılması gereken ilk sonuç: Ezilenlerin kapitalist devleti karşısına alıp, meydan okuyan politikalar üretmesi dışında negatiflerinden kurtulamayacağıdır. İş bu nedenle “Belki de günümüzde amaç, ne olduğumuzu keşfetmek değil, ne olduğumuzu reddetmektir,” uyarısıyla Michel Foucault’ya kulak vermekten geçiyor.

Lakin… Kendini sosyalist olarak niteleyen hareketlerin, devrimci komünizmin ideolojik ve siyasal çizgisinin dışına düşüp, radikal demokrat parlamentarizm ile iştigal ettiği, sağcılaşarak CHP’ye ayak uydurduğu verili durumda “Yenilgiden değil, sosyal reformist partilerin politik iflasından söz edilebilir,”[8] yollu tevillerle de içine düştüğümüz hâli açıklayıp, aşamayız.

Çünkü şu soru kaçınılmazdır: iyi tamam da mahkûm edilenin devrimci alternatifi nerede?

Görülmesi gerek; coğrafyamızda sosyalistlerin işçi sınıfı ile emek cephesinde varlığının dahi tartışmalı hâle geldiği bir durumdur söz konusu olan; H. Selim Açan’ın, “Sosyalizmi unuttuk, sınıflar gerçeğini ve işçi sınıfını unuttuk, devrimci kitle çalışması anlamında ‘suda balık olmayı’ unuttuk,”[9] satırlarındaki üzere.

Bunu nasıl aşacağız? Daha net ifade edersek: Son yıllarda “moda” olan post-modern radikal demokrasi zırvası ile işçi sınıfı siyasetinden uzaklaşma yerine, “Devrimin Güncelliği” perspektifiyle “11. Tez”i hayata geçiren M-L perspektifin örgütlülüğünü nasıl ikame edeceğiz?

 Musa Piroğlu’nun “Sosyalist hareket, devleti karşısına almadan ve halk kitleleriyle doğrudan temas kurmadan krizini aşamaz… Devrimciliğin ahlâki bir tutum belirlemeye indirgendiği, mücadelenin sosyal medyaya sıkıştırıldığı bir momentte sosyalist hareketin doğrudan devleti karşısına alan ve halk kitleleriyle yaşam yerleri, işçi sınıfıyla çalışma alanları üzerinden doğrudan temas kuracak bir konuma geçmeden kendi krizini aşma şansı yoktur,”[10] yanıtı haklı olabilir; ancak zorunlusu olduğu ve Umut gazetesinden Ali Efe’nin eleştirileriyle taçlandırılmış bir pratikle elbette![11]

 

SAĞCILAŞMA = CHP’NİN “SOLU”

 

V. İ. Lenin’in tarihsel önemdeki, “Bütün sorun, sosyalistlere yakışan bir biçimde mi hareket edeceğiz, yoksa emperyalist burjuvazinin kucağında ‘Son nefesimizi’ mi vereceğiz? sorunudur,”[12] dikotomisini coğrafyamıza “Devrimcilere yakışan biçimde mi hareket edeceğiz, yoksa resmî ideoloji ve varyantlarının kucağında ‘Son nefesimizi’ mi vereceğiz” biçiminde yeniden formüle edilebilir…

“Seçim taktiği”, “Nefes almak istiyoruz”, “Cehennemin kapılarını kapatmak” vb. argümanlarla sunulan “demokratik”(!) sağcılaşma = CHP’nin “solu” risksiz kolaycılığı[13], göz boyacılıktan başka anlam taşımayan Chantal Mouffe-Ernesto Laclau radikal demokrasi şampiyonluğuydu!

Yani düzen içi siyaset, düzen dışı olduğu “iddia”sıyla politika yaptığını savunan odakları da etkisi altına almıştı.

Friedrich Engels, “Ondan ödünler koparabiliriz, ama (…) bizim kendi sorunlarımızın başarılmasını ondan asla istememeliyiz,” sözleriyle CHP’nin “solu”nu çok öncelerden uyarmış olsa da; bunun böyle olmasında şaşırtıcı bir şey yoktu. Çünkü kimlik siyasetine sarılan post-modernizmin baskın eğilim olarak yükselmesi solu kitlelerden koparıp, sıradan “sivil toplum”cu beklentiler labirentine -“Üçüncü Yol” alt başlığında- mahkûm etmişti!

Söz konusu soru(n) 14-28 Mayıs 2023’de Kemal Kılıçdaroğlu’yla kol kola yürümek trajedisini devreye sokarken; 1 Mayıs 2023’de en açık biçimde gözler önüne serildiği üzere, devrimci faaliyetler askıya alınıp CHP’ye yedeklendi.

Bunun hesabını kim, nasıl verecek?!

Oy istenen Kemal Kılıçdaroğlu patentli “CHP Nedir” bunu bilmeyen var mıydı ki?

Karşılıksız “iddialar”a, “değerlendirmeler”e ilişkin yanıtın dahi gereksiz olduğu mevcut tabloya dair Ergin Yıldızoğlu şunları diyor:

“Seçimden 12 gün sonra konuşmaya cesaret edebilen Kemal Kılıçdaroğlu’nu sorulara cevap vermeye çalışırken izleyince aklıma, ‘İktidar çürütür’ sözü geldi. ‘İktidarsızlık’ da çürütebiliyormuş.

CHP’nin başına, bir kaset olayıyla gelen Kılıçdaroğlu, o günden itibaren bu son seçimlere kadar hep aynı siyasi taktiği izledi: Etrafına topladığı ‘acayip’ danışmanlarının aklına uyup, siyasal İslâm’ın seçmeninden oy alabilmek için, laik Cumhuriyetçi, halkçı tabanını ihmal ederek, CHP geleneğinden uzaklaşarak, siyasal İslâm’ın söylemine yakınlaşmaya çalıştı. Sonunda CHP bir geleneği ve bir gelecek projesi olmayan bir yapıntıya dönüştü…

Kılıçdaroğlu, ‘Her şey benim açımdan doğruydu. Bir pişmanlık söz konusu değil’ diyor. Yaptıkları ‘demokrasinin gereği’ymiş. Peki, rejimin güçler ayrılığını imha etmiş, medyayı tekeline, YSK’yi etkisi altına almış, güvenlik güçlerini ‘siyasallaştırmış’ olması, son andaki ‘karartma altındayım’ gözyaşları, sandıklarda yaşanan hile hurda, zorbalıklar ne anlama geliyor? Tüm bu manzaranın karşısında hâlâ ‘demokrasinin gereği’ gibi laflar etmek, ‘hangi demokrasi’ gibi absürd bir soruyu gündeme getirmekten öte,  var olan rejimi ‘demokrasi’ olarak tanımlayıp meşrulaştırmış olmuyor mu?

Gelinen noktada, çürümeye bir de ‘koltuğunda’ kalabilmek için absürd fantezilere sığınma çaresizliği ekleniyor: ‘Ağır bir yenilgi almadık. Tabloyu ağır yenilgi olarak görmeyi asla kabul etmem’ Rejimin geleceğinin oylandığı bir seçimde yenilginin derecesiyle uğraşmak saçmalıktır. Rejim bu seçimlerle kendini konsolide ederken Kılıçdaroğlu’nun yenilgisinin ne kadar hafif ya da ağır olmasının, ‘Öyleyse ben devam edebilirim’ bencilliğinden öte zerre kadar anlamı yoktur.

Diğer taraftan ne yazık Kılıçdaroğlu’nun yerine ismi aday olarak geçen kişilere bakınca biraz daha sağ, biraz daha genç, biraz daha karizmatik versiyonlar adeta kâbus gibi geliyor. İnsanın da CHP için, ‘Ne yerse yesin’ diyesi...”[14] geliyor.

Bilmeyen var mı? Bin yamalı bir bohça, devlet partisi CHP…

İçinde milliyetçi dünya görüşünü savunanlar; hatta İttihat Terakki çizgisinin değerlerini bugün de egemen kılmak isteyenler; devlet kapitalizmini solculuk sananlar; daha neler, neler var. Ancak “CHP’de emeğin adı yok.”[15]

Siz bakmayın oy yüzdesine, esasta marjinal bir partidir CHP. Ne yaptığı, ne istediği meçhuldür. “Bugünkü CHP laik, halkçı, reformcu, devletçi değildir. Cumhuriyetçiliğin ve milliyetçiliğin ne anlama geldiği artık belirsizdir.”[16]

Onu “sol bir parti olarak düşünmek” ya da “sol ittifakın kapsamında ele almak” müthiş bir yanılgıdır. Hele hele Kürt hareketi şahsında, “Kılıçdaroğlu, ‘Öcalan’la masaya oturmam’…”;[17] Tarhan Erdem, “CHP Kürt Sorununda samimi değil”;[18] Mustafa Sönmez, “CHP Kürt sahnesinde gecikmiş,”[19] denilirken…

Sağının da sağına savrulan, kendine inancını yitiren “CHP’de bir değişim ve yenilenme süreci kaçınılmazdır,”[20] deniliyor denilmesine de, bu mümkün değildir.

Çünkü o artık bir belirsizlikler yığınından başka bir şey değil; CHP Grup Başkanı Özgür Özel, “Partimizin almış olduğu en ağır yenilgilerde dahi, baraj altında kaldığımızda bile yaşanmamış bir öfke söz konusu. Bu durumun yok sayılması kaygılarımızı artırıyor”;[21] Deniz Zeyrek, “Sağcılaşan, taklitçi, lideri liyakatsiz kadrolarca kuşatılan bir ana muhalefet partisi Türkiye’nin bu patinajdan kurtulmasını sağlayamaz,”[22] derken Hurşit Güneş, “Sağ paradigma çöktü!”[23] vurgusuyla hemen her şeyi özetliyor!

Şimdi tekrar soralım: Verdiği bir demeçte seçim sonuçlarını yenilgi olarak görmediğini söyleyip; “Sonuç yüzde 60’a 40 olsaydı bir yenilginin varlığından söz edilebilir,” diyen ve ittifaklar deyince aklına sağındaki akımlar gelen, ekonomi deyince neo-liberalizmin ötesine bakamayan, özgürlük dayanışma deyince aklına başörtüsü filan gelen bir CHP ile mümkün mü?

“Mümkün” diyerek, Kılıçdaroğlu’na methiyeler düzenler ayağa kalkın, söz sizin!

 

SEÇİM(SİZLİK)LER İLE PARLAMENTARİZM

 

Dönemin siyasal ruhu “demokrasicilik” oyununa göre biçimleniyorken; seçimleri de temel mücadele biçimi hâline getiren parlamentarizmin reytingi oldukça yüksek…

Seçimden sonra bile, “Seçim sonuçlarında bir iktidar değişikliği söz konusu olsaydı,”[24] saptaması hazin bir ifade: İlki “Seçimler ile hükümet değişir, iktidar değil”-; ikincisi, dilek kipiyle politik tahliller yapıl(a)maz…

Bu konuda “İki seçimin sonuçları üzerine yapılan yorumların hiçbirine katılmıyorum: Şöyle olsaymış da böyle olsaymış da seçimin sonucu şöyle olurmuş... Olmazdı!,”[25] diyen Özdemir İnce haksız mı?

“Kaybedilen 14-28 Mayıs seçimleri siyasette taşları yerinden oynattı, değişim umutlarına darbe indirdi ve değişim dinamiklerini örseledi”;[26] “Rejimin oylandığı bir seçimi geride bıraktık,”[27] türünden ifadeler öznel hissiyatların ötesinde ekonomi-politik bir kıymet-i harbiye taşımıyorken; V. İ. Lenin’in, “Belirli bir süre için parlamentoda halkı, yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine dönem dönem karar vermek: Yalnızca anayasal parlamenter krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizminin gerçek özü budur”;[28] William Morris’in, “Parlamento bir açıdan bakıldığında üst sınıfın çıkarlarına zarar gelmemesi için çalışan bir tür izleme komitesi diğer açıdan da bakıldığında insanların kendi meselelerini yönetmede bir payları olduğunu sanmalarını sağlayan bir tür perde değil miydi?” saptamalarını aktarmakla yetinmeyip, bu çıkarsamaların, coğrafyamızda yaşadığımız 14-28 Mayıs Seçimleri gibi deneyimlere benzer tarihsel durumlara dayandığını vurgulayalım ve belirtelim:

Seçimler ile Türkiye’nin siyasal denkleminden Recep Tayyip Erdoğan “çıkınca” birçok şeyin değişeceğini düşünmek, ne büyük bir gafletti; ayrıca AKP’den ya da Erdoğan’dan da bir seçimle kurtulabileceğimiz zannı da…

“Halk Meclisleri”, “Direniş Komiteleri”ni unutup, sadece parlamentarizme yedeklenen Kürtler ve solcular seçimlerde hiçbir şeyi belirleyemeyerek yedeklenmiş bir sürüklenişin figüranlığı ötesine geçemediler ve bu hususta “Yenilgiyi ilan eden şey seçim sonuçları değil, seçimlerin tek başına tayin edici bir durak olarak bellenmesi” idi.[29]

Tam da, “Seçimlere girmek, özeleştiri gerektirmeyen, ülkedeki siyasal ve toplumsal gerçekliğin dayattığı devrimci bir faaliyetti… Burada biriken enerji iktidarın zirvesine yöneltilebilir, Erdoğan yenilebilir, faşizm geriletilebilirdi,”[30] spekülasyonunda varsayıldığı gibi…

Fikret Başkaya’nın, “Sefil seçim oyunu”[31] vurgusu eşliğinde, unutulmasın: Seçimler ile radikal bir hareketlenme yaratılamazken, devrimci enerji (ve umut) da sandığa gömüldü. “Açık konuşalım: Türkiye sosyalist solunun ezici çoğunluğu parlamentarizm sapmasından mustariptir. Bu da yeni bir şey değildir. Sendika.Org seçimi değerlendirdiği yazısında ‘seçim gecesinden itibaren önümüzdeki yerel seçimler dillendirilmeye başlandı’ diyor. Çok doğru. Doğruluğunun yanı sıra, bunu yapan sosyalistlerin de hiçbir deneyimden hiçbir ders almaya açık olmadığını gösteriyor.”[32]

 

“ÖZELEŞTİRİ” Mİ?!

 

Sınıf çizgisine içkin özeleştiri eylemle verilirken;[33] bu saptama coğrafyamız solunun önemli bir kısmı için geçerli değildir. Ve tam da bu nedenle “özeleştiri”li ya da “özeleştiri”siz, solda bir ayrışma yaşanacaktır.

Yani ya emek eksenli talepler mücadelesi seçim politikalarının parlamentarist manevralarına eklemlenecek ya da güçlü bir sokak hareketi inşa edilmesi için seferber edilecek.

Bunun orta yolu da, “Üçüncü Yolu” da yok. Ezilenler ile ezenler arasındadır bu hesaplaşma!

Tam da bu ufukta kimileri (onlar her kim ise!) inanılmaz bir hesap hatasıyla Kılıçdaroğlu’nun ardına dizilerek “Üçüncü Yol” adına (şöyle ya da böyle!) ezenlerin değirmenine su taşıdılar!

Tam da bu noktada Gültan Kışanak, “Özeleştiri süreci bir günah keçisi bulup, diğer yanlışları- eksikleri görmeme- göstermeme hâli değildir. Özeleştirinin, amaca hizmet etmesi için; yani yanlışları düzeltebilmek için yapılması gerekir,”[34] derken; HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Özlem Gündüz, “Direnişi büyüteceğiz. Üçüncü Yol’a daha çok odaklanmalıyız. Tarafsız kalmak değil; her iki kutba da payanda olmadan ezilenler adına özgün siyaset yürütülmeli…”[35]

HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı Tayip Temel, “Halkımız pratiğimizi eleştiriyor, yönetme biçimimizi eleştiriyor ama siyasi çizgimizi destekliyor. Oy kaybımız toplumun HDP fikriyatını benimsememiş olmasıyla ilgili değil, bizim parti ve ittifak olarak yaptığımız yanlış hesaplamalardan ve hatalardan, üzerimizdeki yoğun baskıların yan etkilerinden kaynaklanıyor…”[36]

Seydi Fırat da, “Uzun süredir yapıla gelen politik ve pratik faaliyetler ve siyaset tarzının Üçüncü Yol’un siyasal çizgisi temelinde yeniden muhasebeye tabi tutulması gereklidir, hatta zorunludur. Seçim sonuçları artı ve eksikleriyle buna bir kez daha vesile olsun, olmuş bulunuyor,”[37] diye ekliyor.

Ancak burada bir soru(n) var; o da Kılıçdaroğlu’nun ardına dizilme yanılgısı “Üçüncü Yol” fikriyatına endeksli “radikal demokrasi”, “yenilenme”, “XXI. yüzyıl sosyalizmi”, “Geçmişi aşmak” vb’i “iddia”ların açmazından beslenmedi mi? (Bu yanılgı son 20-30 yıldır hem Avrupa, hem Latin Amerika hem de ABD’de birbiri ardı sıra, tekrar tekrar yaşanmıyor mu? “Marksist” kökenli “üçüncü yol”cu partiler, geçmişlerine dair köklü “özeleştiri”lerde bulunup “demokrasi” adına, hükümet olsalar dahi sağa taviz üzerine taviz vermiyor, nihayetinde neo-liberal politikaların biraz daha “sosyal adaletçi” uygulayıcılarına dönüşmüyorlar mı?)

Alın size bir örnek: “Solun krizi oldukça derin ve karmaşık bir yapıya sahip, XX. yüzyılın ezber kavramları ve alışkanlıklarıyla ve her fırsatta ‘durmadan kendine vuran’ bir ‘özeleştiri’ saplantısıyla aşılamaz. Bu basit bir hatalı tutum sorunu değil ki özeleştiriyle aşılsın. Üstelik aşılması gereken eski dönemin yönelimleri kendi dönemlerinde ‘yanlış’ değildi ki özeleştirisi yapılsın. Sorun, içinde olduğumuz kapitalizmin yaşadığı dönüşüm ve bu dönüşümün günümüzün komünistlerine dayattığı yeni paradigma, yeni kavramlar ve yeni örgütlenme yönelimlerinin keşfedilmesidir.”[38]

Birilerinin parlamentarist emellerinin nihayette yol açtığı hayal kırıklığı, yaratılan enkaz karşısında özeleştiri, kendine vuran bir saplantı değil; zorunluluktur. Bundan kaçınılamaz!

Liberalizmin üzerilerindeki etkilerini görmezden gelenler; Hasan Cemal ve Cengiz Çandar’ın YSP listelerinden aday gösterilmesi konusunda susmayı mı, yoksa hesap vermeyi mi düşünüyorlar!

Ayrıca “XX. yüzyılın ezber kavramları ve alışkanlıkları” derken ML’den mi söz ediyorsunuz? (Merak ettik!)

Bu arada “Yeni paradigma, yeni kavramlar ve yeni örgütlenme yönelimlerinin keşfedilmesi”ne ilişkin “boş vaat” tekerlemelerini o kadar çok dinledik ki, yetti de arttı.

“Bugün sola düşen görev, siyaseti yeniden toplumsallaştıracak yollar bulmak,”[39] vurgusuyla iştigal edenlere ve “Yeni paradigma, yeni kavramlar ve yeni örgütlenme”den söz edenlere soralım: Nedir bu yıllardır döne dolaşa gerekliliğini vurguladığınız, ama bir türlü tanımlayamadığınız “yeni”, anlatın da öğrenelim!

Devrimciler için özeleştiri tartışması, bir hesaplaşma meselesidir ve “susuş kumkumalığı” ya da kısa vadeli açıklamalarla geçiştirilmesi mümkün değildir.

Bir de işçi sınıfından kopukluğun, kaçışın deşifrasyonu ve aşılması için tarihsel bir imkândır Friedrich Engels’in izahındaki üzere:

“Tarih öyle bir biçimde ilerler ki, nihai sonuç, her zaman birçok bireysel irade arasındaki çelişkilerden doğar; bu bireysel iradelerin her birini, ne ise o yapan şey de bir yığın tikel yaşam koşullarıdır. Böylece, bir bileşke -tarihsel olay- doğuran, birbiriyle kesişen sayısız kuvvet, sonsuz bir paralelkenarlar dizisi oluşturur. Bu bileşkenin kendisi de bir bütün olarak bilinçsiz ve istençsiz işleyen bir gücün ürünü olarak görülebilir. Çünkü her bireyin iradesini diğerleri engeller ve sonuçta ortaya çıkan, kimsenin istemiş olduğu şey değildir.”

 

“REALİST SOL”LA HESAPLAŞMA

 

Hepimize V. İ. Lenin’in, “Soyut gerçek diye bir şey yoktur. Gerçek, her zaman somuttur,”[40] saptamasını anımsatan 14-28 Mayıs 2023 Seçimleri’ne karşılığı olmayan bir “iyimserliğin zafer havası”yla girildi. “Realist sol”, kendini “ana muhalefet”ten ayrıştıramaması yanında, ona “kayıtsız koşulsuz” eklemlenerek feci bir performans sergilerken; “Seçim sürecinde ortaya çıkan ittifak düzlemi maalesef bizim siyasete yaklaşımımız ve savunduğumuz çerçevede gelişemedi,”[41] mazeretine karşın devreye giren kaçınılmaz sonuç da “realist sol” ile hesaplaşma açısından elverişli bir durum yarattı.

Söz konusu hâl, elbette, seçim sonuçlarının ötesinde ele alınıp irdelenmeli; neden siyasal süreçlere bağımsız bir özne olarak müdahale edilemedi; işçi sınıfı kavgasının yolunun örülemediği; veya başkalarının kavgasında figüran olduğu; Aziz Nesin’in, “Kendine hayrı olmayanın memlekete hiç hayrı olmaz”; Wayne Dyer’in, “Hayatımız; yaptığımız tercihlerin toplamıdır”; Oscar Wilde’ın, “İnsanların kendisiyle yüzleşmeye yüzü yoksa, başkalarının hatalarıyla oynar durur,” uyarıları ekseninde ele alınmalıyken; CHP ve HDP merkezli gündemlerin ötesindeki bir süreç başlatılmalıdır.

Hem de “Millet İttifakı’nın etrafında hizalanmayla somutlaşan seçim taktiği kitleler tarafından sorgulanıyor, eleştiriliyor. Ehven-i şer bir yönelimle kitlelere bir başka faşist ittifakı adres gösteren HDP’ye tepkiler ve eleştiriler esas olarak da kendi kitlesinden geliyor”[42] ve “İttifaktan vazgeçilmemesi yönünde çok net bir görüş var ama benzer bir ittifak sürecinin hepimiz için yıkım olacağını halklarımız çok net bir biçimde ifade etti,”[43] denilmekteyken…

Bu da düşünce/ ve davranış meselesinde, olması gerekeni gündemin ilk maddesi kılmayı “olmazsa olmaz” kılıyor.

 

DÜŞÜNCE/VE DAVRANIŞ MESELESİ

 

Devrimci düşünce/ve davranışın Friedrich Schiller’in, “Her şeyi kurtarmak için her şeyi riske atmalıyız,” mottosundan ders alacağı çok şey olduğu kanaatindeyiz; elbette bir de Attila İlhan’ın, “O sözler ki imgelem sonsuzluğunun/ Ateşten gülüdürler/ Kelebek çarpıntılarıyla doğarlar ölürler/ O sözler ki kalbimizin üstünde/ Dolu bir tabanca gibi/ Olup ölesiye taşırız/ O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan/ Uğrunda asılırız,” dizelerinden…

Söylediğimiz sözleri her gün ya revize edip ya da unutarak ilerleyemeyiz; Aziz Nesin’in, “İnsan yalnızca söylediklerinden değil, sustuklarından da sorumludur,” ifadesindeki üzere…

Hatırlayın: “Realist sol” için ne pahasına olursa olsun, Erdoğan’ın gitmesi aslî mesele, ötesi ise “teferruat”tı…

Tam da bunun için CHP’nin kuyruğuna takıldılar. Ardından da devrimcileri, Erdoğan’a destek vermekle suçladılar!

Ne ilginçtir ki kendilerini “Devrimci Marksist”, “Bolşevik-Leninist” vb’i sıfatlara layık görüp; Behice Boran’ın, “Avrupa Komünizmi etiketli partilerin en önemli özelliği pragmatizm; sosyalizmin bilimselliğini, evrensel ilkelerini bir yana bırakıp, oylarını arttırarak bir an önce iktidara gelme kaygısındalar,”[44] ifadesindeki noktaya konumlanan legal bir partiden
İstanbul 1. Bölge adayı olup, “Bir oy da Kemal’e” diyenlerden bir Troçkist şunları ifade ediyor:

“14/28 Mayıs seçim sonuçları, bir siyasal çevrimin sonuna geldiğimizi gösteriyor. Tüm muhalefeti ‘Erdoğan karşıtlığı’ ve parlamenter sisteme dönüş asgari müştereği zemininde birleştirmeyi esas alan stratejik önerme duvara toslamıştır. Bize ait olmasa da sosyalist hareket ve toplumsal muhalefet güçleri üzerinde de mutlak hâkimiyet kurmuş bu stratejik önermenin yenilgisi bizim de yenilgimizdir. Bu yenilgiden çıkış, ancak yanlış bayraklar altından çıkıp mevcut tüm namüsait şartlar içerisinde de olsa kendimize ait bir stratejik hipotezi şekillendirmeye başlamamızla mümkün hâle gelecek”

“Mesele, sosyalist hareketin düzen içi muhalefetin siyasal hedef ve projeksiyonlarıyla arasına belirgin bir sınır çekmemesi”

“Proletaryanın bağımsız bir siyasal parti olarak örgütlenmesi”

“Bütün eksiklerine ve ‘liste’ tartışmaları nedeniyle Kürt hareketiyle oluşan ve acilen telafi edilmesi gereken karşılıklı kırgınlıklara karşın seçimde dikkate değer bir başarı elde eden Türkiye İşçi Partisi böylesi bir çizginin toplumsallaştırılması açısından kritik bir konumdadır.”

“Eskilerin tabiriyle “demokratik görevlerle sosyalist görevlerin” belki de hiçbir zaman olmadığı kadar kaynaştığı bir devirde olduğumuzu bir an bile unutmamalıyız.”[45]

İnsan hafızasının nisyan ile malûl olduğunu varsayan bu hâle de denilebilir?

Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, partisinin MYK toplantısının ardından verdiği mesajda, “Kaybedecek tek dakikamız bile yok. TİP ve 1 milyon seçmeni an itibariyle Sayın Kılıçdaroğlu’nun kazanması için kararlı biçimde çalışmaya başlıyor. Vazgeçmeyeceğiz, direneceğiz, umudu artıracağız. Biz kazanacağız!”[46] derken; Zafer Partisi Başkanı Ümit Özdağ’ın Kılıçdaroğlu ile pazarlıkları herkesin (b)ilgisi dahilinde değil miydi? (Bu arada anti-emperyalizm ve NATO meselesini de unutmuş değiliz!)

“Duvara toslayan stratejik önerme”nin bir parçası olanların; “düzen içi muhalefetin siyasal hedef ve projeksiyonlarıyla arasına belirgin bir sınır çekmeyenler”in; “Proletaryanın bağımsız bir siyasal parti olarak örgütlenmesi”yle yakından uzaktan bir ilişkisi ol(a)maz…

Ha bir de “Seçimde dikkate değer bir başarı elde eden Türkiye İşçi Partisi(’nin)… Böylesi bir çizginin toplumsallaştırılması açısından kritik bir konumda” olması mı? Yüzünü sağ çevirmiş siyasal pragmatizmin zaferi mi? Hadi canım sen de; YSP ile ittifak yapılmasaydı ne olurdu?!

Ayrıca “Solun politik programı ve hedefleri yok; biz böyle bir hedefi gerçekleştireceğimize inanmıyorsak kitleler neden inansın?”[47] görüşünü ifade edenlere sormadan geçmeyelim: Politik bir parti değil misiniz? Programınız (ve hedefleriniz) “yok” mu gerçekten? O zaman siz nasıl bir partisiniz?

Ve bir soru daha, seçimlerden önce “Bir oy Kemal’e” çağrısı yapıp, seçimlerden sonra “sol örgütsüz, işçi sınıfından kopuk, perspektif yoksunu, CHP kuyrukçusu vb. (öz)eleştirisi yapanlara… Sizler bu coğrafyanın sosyalist, Marksist-Leninist (ve hatta Maoist!), proletarya partilerinin yönetimlerinde değil misiniz? Elinizi tutan mı vardı? Neden bugün eleştirdiğiniz, söylemlere, politikalara dört elle sarıldınız?

Her neyse; burada Fidel Castro’nun, “Devrim, üzerine gül yaprağı serpilmiş yatak değildir... Herkes özgürlük ister. Ama ne acıdır ki, özgürlüğü kazanmak için savaşmak zorundasınız… Biz yenilirsek kalkar yine deneriz… Diktatör yenilirse sonları olur…”

Ya da Ulrike Meinhof’un, “Şunun veya bunun bana uymadığını söylersem protesto etmiş olurum. Direniş ise bana uymayan şeylerin olmasına meydan vermemem demektir…”

Veya Giuseppe Garibaldi’nin, “Beni takip etmek isteyenlere şunları vaat etmek zorundayım: Açlık, soğuk, kızgın güneş. Maaş yok, kışla yok, cephane yok; buna karşılık sürekli çatışmalar, zorunlu yürüyüşler, süngü çatışmaları var. Ülkesini ve zaferi sevenler peşimden gelsin!” sözleriyle somutlanan devrimci düşünce/ve davranışı anımsamamak mümkün mü?

 

“ULUSAL SORUN” VE HDP

 

Mustafa Suphi’nin yoldaşları olarak, “Ulusal Sorun”un muhataplarıyla “Aynı ateşin yaktığı ağıtlardan geliyoruz...” Hicri İzgören’in dizelerindeki üzere…

Söz konusu ateş hep 3 K’yı (Komünistler, Kürtler, Kızılbaşlar) yaktı; ama asla 4 Temmuz 1993’te ‘Sabah’taki köşe yazısından, “Olayların tetiği, Aziz Nesin’in provokasyonuyla çekiliyor ve…”[48] diyen Cengiz Çandar gibi yanar döner liberalleri değil!

Söz konusu tarihsel gerçeğin “Çandar ve Cemal’in de artık ‘HDP Bileşeni’…”[49] olması ile bir önemi kaldı mı?

Buna “HDP bir kitle partisi. Halkçı bir parti de diyebiliriz ona sanırım. Ve tabii, ulusal bir harekete yaslanıyor, Kürt halkının temsiliyetini esas alıyor. Dolayısıyla, böyle bir partinin geniş bir sınıfsal yelpazeyi içermesinde şaşılacak bir şey yok,”[50] yanıtını veriyor M. Ender Öndeş…

İsviçre çakısı gibi oldukça kullanışlı (ve post-modern tınılı) bir pragmatizm bu…

İfade edilen “geniş bir sınıfsal yelpaze” devlet katındakileri kapsamamak zorundayken; radikal demokrasi vurgusu elbette bir “kitle partisi” tanımını içerse de, Çin, Vietnam vd. deneyimlerin bize öğrettiği “halkçı bir parti” tanımını içer(e)mez!)

Ona buna aldırmadan;[51] “Ulusal Sorun”daki Leninist tavrımızı bir kez daha hatırlatalım:

“Kendi ulusunun başka uluslar üzerindeki en küçük baskısına izin veren hiçbir proleter, sosyalist bir proleter olamaz.”

“Sosyalistler, ulusların her türlü ezilmişliğine karşı mücadele etmeden büyük amaçlarına ulaşamazlar. Bu nedenle sosyalistler, hiç yılmadan ezen ulusların sosyal demokrat partilerinden (özellikle ‘büyük’ güç olarak anılan devletlerdeki partilerinden) ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını, kelimenin tam da politik anlamıyla, politik ayrılma hakkını tanımalarını ve savunmalarını istemelidirler. Bu hakkı savunmayan egemen ya da sömürgeci bir ulusun sosyalisti, şovenisttir.”

“Ulusal boyunduruğa karşı mücadele mi? Evet, elbette. Her türlü ulusal gelişme için, genel olarak ‘ulusal kültür’ için mücadele mi? Elbette ki hayır. Kapitalist toplumun iktisadi gelişmesi, bize, bütün dünyada gelişmesi tamamlanmamış ulusal hareket örnekleri, bazı küçük ulusların birbiriyle kaynaştırılmasıyla ve bunların zararına olarak büyük ulusların kuruluşu örnekleri, ulusların özümlenmesi örnekleri sunmaktadır… Kendi kaderini tayin etme özgürlüğüne olan açık desteğimiz, bizi, hiçbir şekilde, her ulusun kendi kaderini tayin etme talebini destekleyeceğimiz taahhüdü altına sokmaz. Proletaryanın partisi olarak, Sosyal Demokrat Parti’nin pozitif ve başlıca görevi olarak gördüğü, halkların ya da ulusların değil, her ulustaki proletaryanın kendi kaderini tayin etme hakkını geliştirmektir.”

“Kim hükümetlerin bugün içine düştüğü zorluklardan toplumsal bir devrim için yararlanıyorsa, işte o, tüm uluslar için ancak ve ancak sosyalizmde hayat bulacak gerçek özgürlüğü savunuyor demektir.”[52]

 

İTTİFAK MI?

 

Kürt Ulusal Hareketi, Ekoloji Hareketi, Alevî Hareketi, Kadın Hareketi, LGBTİ+ Hareketi ve diğer tüm toplumsal muhalefet hareketleriyle iç içe geçmeden ve herhangi birine iltihak etmeden emek eksenli ittifaktan yanayız…

Eyleme yönelik ittifaklara ilişkin olarak Karl Marx’ın, “Sürecin ara adımları sonuçta ortadan kaybolur ve arkalarında bir iz bırakmazlar,”[53] vurgusu eşliğinde; Ingrid Bergman’ın, “Kendiniz olun. Dünya, özgün olana hayran olur,” uyarısını da kulaklara küpe edip Fransız Komünist Partisi (PCF)’nin deneyimini göz ardı etmemek gerek:

 PCF 1920’de kuruldu. Siyasette ve ekonomide bir “alan” çizdi ve orada varlığını, sürekliliğini gösterdi. Üç kez iktidar ortağı, yani siyaseti şekillendirmede aktif oldu. Birincisi, 1936-1937’de üç partili Halk Cephesi Hükümeti’nde yer aldı. Başbakan, sosyalist Leon Blum’du. Cesur bir “ortanın ileri solu” lideriydi. Göreve başlayışının ertesi günü “Matignon Anlaşması” ile sermayeye büyük bir emek hakları paketini kabul ettirdi. Fakat Halk Cephesi, uzatmalar da içinde, 1938 baharına kadar sürdü. Büyük sermaye daha fazla izin vermedi.

PCF’nin ikinci iktidar ortaklığı 1940’taki Alman işgali ile filizlenmeye başlıyor. Komünistler halkın pek küçük bir yüzdesinin katıldığı “Direniş”i süreklilikle çalıştıran motordular. “Direniş” Fransa için bir “ulusal mücadele” idi. Sempati ve saygınlık kazandılar. İşgalin bitişiyle 1944 Eylül’ünde kurulan De Gaulle hükümetinin büyük ortağı idiler. Seçimde en yüksek oyu (yüzde 30 gibi) aldılar. 1944’te “Direniş”in hazırladığı “Kurtuluş Sözleşmesi” hükümetin programıydı: Devletçi bir ekonomi ve ayrıca Monnet’nin Beş Yıllık Planı. Soğuk Savaş hazırlıklarındaki ABD ise PCF’ye olumsuz bakıyordu. Savaş yıllarını Alman hapsinde geçiren Blum’a, 1946 başındaki Washington ziyaretinde, PCF’nin bulunduğu bir Fransız hükümetine yardım yapılmayacağı söylendi. Temeli 1947’nin mart ayında Truman’ca atılan, iç içe geçerek Soğuk Savaş’ı inşa eden yapı taşlarını biliyoruz. 1947 Mayıs’ında, yeni Başbakan Ramadier PCF’yi hükümet dışına itiverdi!

PCF’nin üçüncü iktidar ortaklığı 1981-1984 yıllarında. Sosyalist Parti Başkanı Mitterrand 1981 Mayıs’ında cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı. Partisi de hazirandaki seçimlerde en yüksek oyu (yüzde 38) aldı. Yüzde 16’da kalan PCF ile bir “Ortak Program”da anlaşıp birlikte hükümet kurdular. Emeğin haklarını genişleten, ekonomide ciddi devlet yapılanması ile “cesur bir ortanın solu” programı idi. Mitterrand bir danışmanına “Kapitalizmin beline büyük darbe vuracağım!” demiş. Fakat 1983’te önce ekonomide iklim değişti. Bir yıl sonra PCF ayrıldı. Gidiş o gidiş oldu. Fransız siyasetinin o farklı “alan”ı eridi. “Sol”un sorumluluğu artık Sosyalist Parti’de kaldı.[54]

Daha sonra Sosyalist Parti de tabanını 6 Nisan 2016’de liberal Emmanuel Macron'un kurduğu ‘Rönesans/ Renaissance’ partisine kaptırdı.

Bunlar böyleyken; “Seçimlerde oluşan geniş demokratik ittifak, örgütsel düzeyde sürdürülemese bile, yaşam içinde yeniden üretilmelidir. Merkez sağ ve demokratik milliyetçi çevrelerin de bu oluşumun içinde olmasa bile yakınında bulunması sağlanmalıdır,”[55] türünden önerilere itibar edilmemelidir.

Zygmunt Bauman’ın, “Uzaklık coğrafi olmaktan çok zihinsel bir mesele olabilir,” uyarısı eşliğinde işçi sınıfı hareketinin bağımsız hattının nasıl kuracağı sorusu yanıtlanmadan ittifaklar kurmaya kalkışmanın sonuçsuz girişimler olduğu unutulmayıp; işçi sınıfının toplumsal yaşamın her alanında mücadelesini ve bağımsız politik örgütlenmesini güçlendirmeye gayret etmelidir.

 

“ÇÖZÜM” MÜ?

 

“İyi de çözüm ne” mi?

Bugün “özeleştiri” verenlerin (ya da vermeyenlerin) nicedir unuttuğu bir şey: Sınıf mücadelesi, sınıfın örgütlenip ücretli köleliğe karşı harekete geç(iril)mesi…

Bu güzergâhta Ellias Cannetti’nin, “Her sistemin umut verici yanı, o sistemden dışlanmış olanlardır”; Palmiro Togliatti’nin, “İşçi sınıfının güçlerini bir araya getirmek ve yönlendirmek, kapitalist rejimi desteklemek ya da sağlamlaştırmak değil, devrimci sınıf faaliyeti yoluyla onun yıkılmasını hazırlamak ve hızlandırmaktır,” uyarıları yol açıcı niteliktedir…

Kimileri “eski reçete” dese de taban örgütlenmesi ile profesyonel bir modern prense muhtacız yine/ ve yeniden…

Çözüm, “realist solun” mevcut varlığını ciddiye almayan, hatta onlardan vazgeçen toplumsal-politik özneler toplamını emek ekseninde derlemekten geçiyor.

Bunu yaparken aynı şiddette liberaller ile ulusalcılara karşı çıkıp, yeniden “Devrimin Güncelliği” perspektifiyle “11. Tez”i hayata geçirmeye yönelmeye; işçi sınıfının içine girip, onunla birlikte mücadele etmeye; parlamento fetişizmini, dar pazarlıkçılığı terk etmeye; resmî ideoloji ve ataerkiyle hesaplaşmaya; burjuva saldırganlığına karşı savunmayla değil, dik durup diklenerek politika yapmaya ve en önemlisi sınıf siyasetinin temel ihtiyacı olan bir güç siyasetine ihtiyacımız var.

“Bu ihtiyaç bugün sola hâkim olan söylem, gösteri siyasetinden kopuşu zorunlu kılar. Devrimci bir siyasal toplumsal gücü açığa çıkarmak günün en önemli görevidir. Bu görevi yerine getirmek, bu görevin en zor kısımlarını üstlenmek ara, alt kadroların, üyelerin değil merkezi kadroların, önderliğin işidir. Bizim 71 Devrimciliğinden öğrendiğimiz budur…

90’larda ihtilalci çizgisini, stratejik tutumunu Yalçın Küçük hocanın yazılı olmayan anlaşmalar dediği türden bir akıl tutulmasıyla kenara bırakan sosyalist hareket devrimci kimliğini bazen eksiklikleri çok göze batınca kullanır hâle geldi. İhtilalci ruhu, stratejik duruşu yitik kadavralaşmış yapılardan dava türemezdi, türemedi. Dönemin genç devrimci enerjilerini, birikim olasılıklarını da soğurup bürokratik işletme benzeri yapılarda öğüten bir konumlanıştır bu. İdeolojik, teorik, politik olarak liberal, post-modern, post-Marksist yaklaşımların örtük biçimde programa, propagandaya, örgütsel tavra, tarza sinerek hâkim hâle geldiği siyasi ve örgütsel sonuçlar ortaya çıktı.

“Kimsenin Lenin’den, devrimci bir partiden bahsettiği yok”ken;[56] altını ısrarla çizmemiz gereken tam da budur…

 

“SONUÇ YERİNE”

 

Herkesin malumu olduğu ve ‘Credit Suisse’in raporuna göre, Türkiye’deki toplam 1 trilyon 41 milyar dolarlık servetin yüzde 39.5’lik kısmı, nüfusun sadece yüzde 1’lik kesiminin elinde, nüfusun en zengin yüzde 10’unun servetten aldığı pay ise yüzde 69.8.

En zengin yüzde 5’in serveti kalan yüzde 95’in toplamından fazlayken; en yoksul yüzde 30’luk kesiminin servetten aldığı pay ise ekside. Yani yetişkin nüfusun yüzde 30’unun servetini topladığınızda ortada servet değil yaklaşık 1 milyar dolarlık net borç oluyor.[57]

Cemal Süreya’nın, “Kötülüklerin büsbütün/ Egemen olduğu/ Namussuz bir çağ bu biliyorsun” dizeleriyle müsemma verili çöküş tablosunda yaşananların zirve yapacağı ekonomi-politik dönüşüm -2024 yerel seçim sonrası- beşeri sonuçlarını kesinleştirecekken; “Dünyayı anlamak yetmez, onu değiştirmek gerekir,” vurgusuyla şunların altını çiziyordu Karl Marx:

“Nasıl ki dünya soyutlamalar yoluyla felsefe hâline gelmişse, felsefe de somutlaşarak dünya hâline gelecektir”…

“Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir. Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur”...

“Eleştirimiz, ne kendi sonuçlarından, ne de var olan güçlerle düşeceği çelişkiden korkar”…

“Eleştiri silahı, silahların eleştirisinin yerini kuşkusuz alamaz; maddi güç ancak maddi güçle yenilebilir; ama teori de, yığınları sarar sarmaz maddi bir güç durumuna gelir”…

“Gerçekte ve pratik materyalist için, yani komünist için sorun, mevcut dünyayı köklü biçimde dönüştürmek, var olan pratik duruma saldırmak ve onu değiştirmektir”…

 

Son söz de Orhan Veli’nin dizelerinden: “Çatlamak üzere olan tomurcuklar/ Güzel günler vâdetmededir...”

 

18 Ağustos 2023 18:55:17, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:266, Eylül 2023…

[1] Nâzım Hikmet.

[2] Ludwig Feuerbach, Hıristiyanlığın Özü, çev: Devrim Bulut, Öteki Yay., 2004.

[3] Bkz: i) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “14-28 Mayıs 2023 Seçim(ler)inin Eleştirel Hikâyesi”, Kaldıraç Dergisi, No:264, Temmuz 2023… ii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Seçim Tavrı(mız): Oyumuz Devrime!”, Kaldıraç Dergisi, No:262, Mayıs 2023… iii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Yolun Kendisi Olmak veya Seçim(ler)e Dair Uyarı(lar)”, Newroz, Mart 2023… https://temeldemirer.wordpress.com/2023/03/16/yolun-kendisi-olmak-veya-secimlere-dair-uyarilar/ iv) Temel Demirer, “Zaman Ancak Karar Vermek İçin Var”, Sosyalist Mezopotamya, No:13, Aralık 2022… v) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Öncesi ve Sonrasıyla Süreklilik İçinde Kopuş: 2015’in ‘Bugün’ü”, Newroz, Şubat 2022… https://temeldemirer.wordpress.com/2022/02/13/oncesi-ve-sonrasiyla-sureklilik-icinde-kopus-2015in-bugunu/ vi)  Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘İttifak İzah(at)ları” Üzerine”, Kaldıraç, No: 246, Ocak 2022… vii) Temel Demirer, “Tarihin Sıkıştığı Andayız: Özgürlük ve Emek Cepheleri Birleşmeli”, Kadir Güney, Mezopotamya Ajansı, 11 Kasım 2021… https://temeldemirer.wordpress.com/2021/11/12/tarihin-sikistigi-andayiz-ozgurluk-ve-emek-cepheleri-birlesmeli1/ viii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “… ‘Lüzum’ Üzere: Bir Kez Daha İstanbul Seçimi”, Newroz, Temmuz 2019… https://temeldemirer.wordpress.com/2019/07/07/luzum-uzere-bir-kez-daha-istanbul-secimi/ ix) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “istanbul Seçimi-Bir Değerlendirme”, Newroz, Haziran 2019… https://temeldemirer.wordpress.com/2019/06/30/istanbul-secimi-bir-degerlendirme/ x) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Seçim Sonuçları: ‘Demokrasi Güçlerinin Zaferi’ mi?”, Newroz, Nisan 2019… https://temeldemirer.wordpress.com/2019/04/04/secim-sonuclari-demokrasi-guclerinin-zaferi-mi/ xi) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Var Olandan Kopmak İçin Yerel Seçim ve Soru(n)ları”, 22 Ocak 2019… https://temeldemirer.wordpress.com/2019/01/24/var-olandan-kopmak-icin-yerel-secim-ve-sorunlari/ xii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “24 Haziran Seçim(ler)i ve Tavır(ımız)”, Newroz, Haziran 2018… https://temeldemirer.wordpress.com/2018/06/17/24-haziran-secimleri-ve-tavirimiz/ xiv) Temel Demirer, “Alayına İsyan, Hepsine ‘Hayır’!”, Kaldıraç Dergi, No:188, Mart 2017… xv) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Bir Milat: Referandum ve Sonrası”, Newroz, Ağustos 2017… https://edebiyatbahcesi.net/kose-yazisi/1945/bir-milat-referandum-ve-sonrasi xvi) Temel Demirer, “Alayına İsyan: ‘Evet’in Referandumu’nda ‘Hayır’!”, Newroz, Nisan 2017… https://temeldemirer.wordpress.com/2017/04/02/referandumlarinin-evetine-hayir/ xvii) Temel Demirer, “Syrıza: Neydi? N’Oldu?!”, Newroz, Ağustos 2016… https://temeldemirer.wordpress.com/2016/08/04/syriza-neydi-noldu/ xviii) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “7 Haziran’dan 1 Kasım’a HDP Notları”, 13 Ekim 2015… https://temeldemirer.wordpress.com/2015/10/25/7-hazirandan-1-kasima-hdp-notlari/ xix) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “Açık Sözlü Olmak İyidir! (7 Haziran Sonrasına Dair Değerlendirme)”, Almanak 2015 Analizleri, SAV Yay., 2015… https://temeldemirer.wordpress.com/2015/07/06/acik-sozlu-olmak-iyidir-7-haziran-sonrasina-dair-degerlendirme/ xx) Sibel Özbudun-Temel Demirer, “7 Haziran 2015 Seçimleri’ne Dair -Gerekçeli- Tavrımız”, 10 Nisan 2015… https://temeldemirer.wordpress.com/2015/04/11/7-haziran-2015-secimlerine-dair-gerekceli-tavrimiz/ xxi) Temel Demirer, “12 Haziran Seçiminin Aslı Astarı”, Kaldıraç, No: 123, Temmuz 2011…

[4] 31 Temmuz 2023… https://sendika.org/2023/07/sosyalist-hareket-ozelestiri-ve-yeniden-insa-688284/

[5] Metin Yeğin, “Yağmur Yağarken”, 6 Ağustos 2023… https://artigercek.com/makale/yagmur-yagarken-260515

[6] Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 4. baskı, 2006.

[7] M. Ender Öndeş, “Hazır Özeleştiriye Başlamışken…”, 12 Ağustos 2023… https://yeniyasamgazetesi5.com/hazir-ozelestiriye-baslamisken/

[8] Muhammed Hizmetçi, https://sendika.org/2023/07/muhammed-hizmetci-yenilgden-degil-sosyal-reformist-partilerin-politik-iflasindan-soz-edilebilir-688708/

[9] H. Selim Açan, https://sendika.org/2023/07/h-selim-acan-sosyalizmi-unuttuk-siniflar-gercegini-ve-isci-sinifi-unuttuk-devrimci-kitle-calismasi-anlaminda-suda-balik-olmayi-unuttuk-688688/

[10] Musa Piroğlu, https://sendika.org/2023/07/musa-piroglu-sosyalist-hareket-devleti-karsisina-almadan-ve-halk-kitleleriyle-dogrudan-temas-kurmadan-krizini-asamaz-688371/

[11] Uzun olsa da geçerken Ali Efe’nin tutumu ve itirazlarına ilişkin satırları aktaralım: “Devrimci Parti’nin yayın organı Umut gazetesinde yazar Ali Efe 15 ve 18 Haziran 2023’de ‘Güncelde Devrimimizin Sorunları’ ve ‘HDP’de Devrimci Demokrasinin Krizi’ adlı iki köşe yazısı kaleme aldı. Bu yazılarda HDP’nin kuruluş felsefesine ve Kürt halkının değerlerine yönelik zorlayıcı değerlendirmeler yer aldı.

Peş peşe çıkan bu yazıları Umut gazetesinin köşe yazarının kişisel düşüncesi olarak mı yoksa Devrimci Parti’nin bu yazar eliyle açığa vurmak istediği düşünce olarak mı görmek gerekir? Devrimci Parti’den aksi bir değerlendirme gelmedikçe bunu böyle ele almak yanlış olmayacaktır. Zira Devrimci Parti’nin seçim sürecinde göstermiş olduğu tutuma bakıldığında yazılan bu iki yazının partinin düşüncesini yansıttığı görülecektir…

Ali Efe, HDP’nin kuruluş felsefesinin değişmesi gerektiğini söylüyor. Kaostan çıkış için ilk başlanması gereken yer olarak HDP fikriyatının değişmesini salık veriyor.

Yazarın her iki yazısında HDP fikriyatına dönük sert eleştirilerine baktığımızda dolaylı hedefinin bu fikriyatı açığa çıkaran Sayın Öcalan olduğu sonucuna varmak zorlama bir yorum mu olur sizce? Son seçim sonuçlarını baz alan düşünce yazarı HDP’nin fikriyatının, kuruluş felsefesinin ve paradigmanın yanlışlığı sonucuna götürüyor.

Yazara göre HDP, devlet ve sayın Öcalan görüşmelerinin bir sonucu olarak şöyle kuruldu: ‘Öcalan’dan stratejik devlet aklının da onayıyla demokratik ulus temelinde kongre-parti önerisi geldi. O dönemde bir çatı partisini çatmaktan imtina eden Kürt liberalleriyle Türk liberal solcuları hemen HDK’yi oluşturdular ve bir yıl sonra da şimdiki Emek ve Özgürlük İttifakına mümasil Emek, Demokrasi ve Özgürlük bloğu üzerinden HDP’yi kurdular’…

Yazar HDP’yi paradigma ve felsefe muhafazakârlığı yapmakla suçluyor. Bir kaostan bahsediyor ve bu kaosun sorumluluğunu paradigmada buluyor...

Ali Efe aslında seçim sonuçlarından yola çıkarak önce HDP fikriyatına sonra da paradigmaya saldırıyor. Bu da yetmeyince ‘Çözüm Süreci’nde Kürtlerin nasıl kandırıldığını şu cümlelerle anlatıyor. ‘Bundan yaklaşık on yıl önce ölü gözünden yaş bekler gibi AKP’den çözüm beklemek nasıl paradigmaya ve felsefeye uygunsa şimdi bu çözüm umudunu CHP’ye yüklemeyi, emperyalizmin on yıllık misyonerlerini meclise taşımayı hangisinden sapış olarak görebilirsiniz?’ Burada emperyalizmin on yıllık misyonerleri lafı kafanızı karıştırmasın. Yazar, Cengiz Çandar ve Hasan Cemal’in Yeşil ve Sol Parti listelerinden aday olarak gösterilmesinin yanlışlığından bahsediyor.

Ayrıca HDP’ye madem yeniden yapılanma gibi bir kararlılığın var öyleyse işe emek ve özgürlük mücadelesini demokratik ulus paradigmasından çıkartmakla başla, diyor ve ‘Öcalan’ın, emperyalizmin üçüncü bunalım dönemini ve buna bağlı üçüncü emperyalist savaş konjonktürünü görmeyen demokratik ulus teorisi post modernizmin küreselci ‘ulus devletler çağı bitti’ hipotezine dayanmaktadır’ diyerek, gizli hedefini açık hâle getirip meselenin sayın Öcalan olduğunu ağzından bir çırpıda kaçırıveriyor.

Şu cümleler Ali Efe’nin aldığı pozisyonu açıkça göstermektedir. ‘AKP sömürgeciliği ise Ortadoğu pazarlarıyla arasında tampon oluşturacak bir siyasal özerkliğe asla izin veremeyecek bir tüccar ara sınıf politikasıdır. Onun çözüme sahtekârca yanaşması emperyalizmin BOP projesi gereğince oluşturmak istediği bölge tasarımı itibariyledir. Rojava’da bu gerçeği göremeyen devrim Amerikan mandacılığına savrulurken, Bakur’da Kürt liberaller kerameti kendilerinde sandıklarından dolayı, yanlarında Cemal’ler, Çandar’lar ile AKP’den CHP’ye koşuşturup duruyorlar’...” (Fırat Can, “Eleştiri mi Saldırı mı?”, Yeni Yaşam, 24 Temmuz 2023, s.9.)

[12] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970.

[13] Oysa, “Hiçbir tehlike içermeyen ne bir savaşım biçimi ve ne de bir siyasal durum vardır ve olabilir!” (V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s.13.)

[14] Ergin Yıldızoğlu, “Güç Çürütür”, Cumhuriyet, 12 Haziran 2023, s.11.

[15] Engin Ünsal, “CHP’de Emeğin Adı Yok”, Cumhuriyet, 29 Temmuz 2023, s.2.

[16] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘CHP’de Değişim’ Ama Nasıl?”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2023, s.9.

[17] “CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu: Öcalan’la Masaya Oturmam”, Milliyet, 28 Mart 2015, s.23.

[18] Burcu Bulut, “Tarhan Erdem: CHP Kürt Sorununda Samimi Değil”, Yeni Şafak, 19 Eylül 2012, s.9.

[19] Mustafa Sönmez, “Kürt Sahnesinde Gecikmiş CHP”, Cumhuriyet, 6 Haziran 2012, s.10.

[20] Merdan Yanardağ, “Değişimin Yönü ve CHP”, Birgün, 24 Temmuz 2023, s.7.

[21] İklim Öngel, “Özgür Özel: Öfke Büyük, Devrim Şart”, Cumhuriyet, 31 Temmuz 2023, s.6.

[22] Esat Aydın, “Deniz Zeyrek: Sağcı, Taklitçi Bir Muhalefetle Olmaz!”, Birgün Pazar, 16 Temmuz 2023, s.9.

[23] Hurşit Güneş, “Muhalefet Seçimleri Neden Kaybetti?”, Cumhuriyet, 30 Haziran 2023, s.2.

[24] Perihan Koca, “Siyasal Durum ve Gerçek Özeleştiri”, Yeni Yaşam, 7 Temmuz 2023, s.2.

[25] Özdemir İnce, “İki Seçim Üzerine Aykırı Bir Yorum”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2023, s.3.

[26] L. Doğan Tılıç, “Seçimlere Soldan Bakmak”, Birgün, 24 Haziran 2023, s.3.

[27] Ali Uğurlu, “Seçim Sonuçlarını Ne Belirledi?”, Birgün Pazar, 18 Haziran 2023, s.12.

[28] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[29] Olcay Çelik, https://sendika.org/2023/07/olcay-celik-yenilgiyi-ilan-eden-sey-secim-sonuclari-degil-secimlerin-tek-basina-tayin-edici-bir-durak-olarak-bellenmesidir-688324/

[30] Pelin Kahiloğulları, https://sendika.org/2023/07/pelin-kahilogullari-secimlere-girmek-ozelestiri-gerektirmeyen-ulkedeki-siyasal-ve-toplumsal-gercekligin-dayattigi-devrimci-bir-faaliyetti-688992/

[31] Fikret Başkaya, “Sefil Seçim Oyunu”, Kaldıraç Dergisi, No:264, Temmuz 2023, s.90-91.

[32] Sungur Savran, https://sendika.org/2023/07/sungur-savran-yuzunu-isci-sinifina-cevirmeyen-sosyalizm-modern-kucuk-burjuvazinin-oyuncagi-olarak-kalir-akpye-karsi-da-hicbir-ise-yaramaz-688723/

[33] “Şimdiye kadar yıkılıp giden bütün partiler, kendilerini beğenmişliğe düştükleri, güçlerinin nerede yattığını göremedikleri ve zaaflarından söz etmekten korktukları için bu kaderi yaşamışlardır. Ama biz yıkılmayacağız. Çünkü biz zaaflarımızdan söz etmekten korkmuyoruz ve onları yenmeyi öğreneceğiz.” (V. İ. Lenin, Toplu Yapıtlar, C:33, s.311.)

[34] Ferhat Çelik, “Gültan Kışanak: Keşke Dememek İçin Bugünün İşini Yarına Bırakma”, Yeni Yaşam, 12 Temmuz 2023, s.4.

[35] “Gündüz: Direnişi Büyütmeli, Üçüncü Yol’u Esas Almalıyız”, 17 Ağustos 2023… https://www.avrupademokrat3.com/gunduz-direnisi-buyutmeli-ucuncu-yolu-esas-almaliyiz/

[36] “Tayip Temel: Tarihi Bir Fırsatı Iskaladık”, Yeni Yaşam, 13 Haziran 2023, s.7.

[37] Seydi Fırat, “Seçim Sonuçları Üzerine”, Yeni Yaşam, 13 Haziran 2023, s.7.

[38] Pelin Kahiloğulları, https://sendika.org/2023/07/pelin-kahilogullari-secimlere-girmek-ozelestiri-gerektirmeyen-ulkedeki-siyasal-ve-toplumsal-gercekligin-dayattigi-devrimci-bir-faaliyetti-688992/

[39] Çevrim Çeviren, “Bülent Forta: Sol Yeni Bir Yol Açmalı”, Birgün, 3 Temmuz 2023, s.6.

[40] V. İ. Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, çev. Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1977, s.28.

[41] Sezai Temelli, “Siyasetin Krizinden İttifakların Krizine”, Yeni Yaşam, 5 Temmuz 2023, s.10.

[42] Meşa Azadî, “HDP’deki Tartışmalar Üzerine: Sorunların Kaynağı Taktik Politikalarda mı?”, 26 Haziran 2023… https://www.avrupademokrat2.com/hdpdeki-tartismalar-uzerine-sorunlarin-kaynagi-taktik-politikalarda-mi-mesa-azadi/

[43] “HDP Merkezi Örgütlenme Komisyonu Eş sözcüsü Mahfuz Güleryüz: Benzeri Bir İttifak Yıkım Olur”, 5 Ağustos 2023… https://www.avrupademokrat2.com/hdpli-guleryuz-benzeri-bir-ittifak-yikim-olur/

[44] 14 Ağustos 1986, https://twitter.com/GunlukArsiv/status/1029430129548775425/photo/1

[45] Foti Benlisoy, https://sendika.org/2023/07/foti-benlisoy-mesele-sosyalist-hareketin-duzen-ici-muhalefetin-siyasal-hedef-ve-projeksiyonlariyla-arasina-belirgin-bir-sinir-cekmemesi-688695/

[46] 15 Mayıs 2023, https://t24.com.tr/haber/erkan-bas-tip-ve-1-milyon-secmeni-an-itibariyle-sayin-kilicdaroglu-nun-kazanmasi-icin-kararli-bicimde-calismaya-basliyor,1110086

[47] Hakan Öztürk, https://sendika.org/2023/07/hakan-ozturk-solun-politik-programi-ve-hedefleri-yok-biz-boyle-bir-hedefi-gerceklestirecegimize-inanmiyorsak-kitleler-neden-inansin-688975/. Yeşil Sol Parti’den milletvekili adayı olan Hakan Öztürk, seçimlerden önce ise, şöyle diyordu: “Kesinlikle oy kullanmaya gitmeliyiz. Özgürlük için, demokrasi için bunu yapmalıyız. Çok avantajlı bir durumdayız. Önceki seçimlerde bütün olaylara rağmen, muhalefetin parçalı oluşuna rağmen kazandık. Şimdi önceki zamanlara göre çok daha büyük güç olarak bir araya geldik o yüzden çok moralli olmamız gerek. O nedenle canla başla sandığa gidelim, oyumuzu verelim. Hatırlayın İstanbul belediye seçimlerinde kazanmış olan biziz bunu bilelim.” (https://artigercek.com/politika/yesil-sol-parti-adayi-hakan-ozturk-baska-bir-iklim-baslatacagiz-249671h)

[48] Aktaran: Zafer Köse, “Livaneli Penceresinden Sivas Katliamı”, Birgün Pazar, 2 Temmuz 2023, s.13.

[49]  “Çandar ve Cemal de Artık ‘HDP Bileşeni’…”, Devrimci Duruş, No:112, Mayıs-Haziran 2023, s.12.

[50] M. Ender Öndeş, “Hazır Özeleştiriye Başlamışken…”, 12 Ağustos 2023… https://yeniyasamgazetesi5.com/hazir-ozelestiriye-baslamisken/

[51] “Kürtler, Metropollerde CHP veya AKP’nin koltuk değneği olmak zorunda değil. Kürt siyaseti, özelde HDP/YSP Türkiye metropollerinde de kendi adaylarıyla seçime katılmalı. İstanbul ve diğer metropollerde CHP, AKP veya başka bir partiyi desteklemek zorunda değil... Ayrıca Kürt siyaseti, CHP’nin başını çektiği ittifakın ‘Parlamenter sisteme dönüş’ ve AKP’nin başını çektiği İttifakın ‘Başkanlık sistemi’ savunusu arasında bir tercih yapmak zorunda değil. Sistemlerin içeriğinde ne var ona bakılmalı. Parlamenter sistem var gerici-faşisttir, parlamenter sistem var burjuva demokrattır. Başkanlık sistemi var despot gerici, başkanlık sistemi var burjuva demokrattır. Yani keramet isimde değil içeriktedir. Halkımız, sistem ittifaklarının başta Kürdistan’a statü olmak üzere Kürt ulusal özgürlük taleplerine yaklaşımını esas alarak tutumu geliştirmeli.” (Sinan Çiftyürek, “Yeni Bir Halay-Coşku-Başarı, Yerel Seçimler!”, 17 Ağustos 2023… https://www.serhatnews.com/sinan-ciftyurek-yazdi-yeni-bir-halay-cosku-basari-yerel-secimler)

[52] V. İ. Lenin, Sosyalizm ve Savaş, Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Savaşa Karşı Tutumu, çev: N. Solukçu, Sol Yay., 1970, s.32-37-10.

[53] Karl Marx, Kapital, C.1, Sol Yay., 1978, s.94.

[54] Bilsay Kuruç, “Charles de Gaulle’den Kalkıp Macron’a İniş-2”, Cumhuriyet, 12 Aralık 2022, s.9.

[55] Merdan Yanardağ, “Seçim ve Sonuçların Meşruiyeti!”, Birgün, 18 Haziran 2023, s.5.

[56] Başaran Aksu, https://sendika.org/2023/07/basaran-aksu-bir-guc-siyasetine-ihtiyacimiz-var-bu-ihtiyac-da-sola-hâkim-olan-soylem-gosteri-siyasetinden-kopusu-zorunlu-kilar-688790/

[57] “Türkiye’de En Zengin Yüzde 5’in Serveti Kalan Yüzde 95’in Toplamından Fazla”, 17 Ağustos 2023… https://odakdergisi2.com/sahip-olduklari-servet-bizden-caldiklaridir-turkiyede-en-zengin-yuzde-5in-serveti-kalan-yuzde-95in-toplamindan-fazla/

 

“ECDAT” HİKÂYELERİ[*]

 

“Geçmiş içinde yaşanacak bir şey değildir.

Eyleme geçerken içinden bir şeyler çekip

çıkarttığımız bir sonuçlar kuyusudur.”[1]

 

Televizyon dizilerinden “tarih” öğrenilmez; ama coğrafyamızda bunun aksi varittir… Böylesi bir ortamda,  “Tarih, üzerinde uzlaşılmış bir yalanlar silsilesidir,” diyen Napolyon Bonapart’ı ya da “Tarih eski hataları tekrarlayan yeni insanlardan ibarettir,” notuyla Sigmund Freud’ü veya “Tarih ders kitaplarında her ulus yalnızca kendini yüceltmeyi amaçlar,” vurgusuyla Bertrand Russell’ı anımsamamak mümkün mü?

Elbette değil!

Ancak José Ortega y Gasset gibi, “Sahip olduğumuz tek şey tarihimiz, o da bize ait değil” desem de; Wilhelm Dilthey’in, “Tarih, yaşam akışımızdan ortaya çıkan anlamdan hareketle bizi sınırlamanın üzerine çıkararak özgür kılar. Fakat burada anlam kesin değildir. Hayatı anlamlandırmak derinleştirirken, tarih özgür kılar,” sözlerine -bağıntıları ile[2]- önem verenlerdenim; “ecdat” hikâyelerini bu eksende ele alıyorum.

Kolay mı?

Dönemin Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın, “Biz masalları olan bir coğrafyanın çocuklarıyız. Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır,”[3] startını verdiği güzergâhta “AKP’nin ‘tarihçi’leri tarihi yeniden yazıyor”![4]

Bunu görmeyen, bilmeyen yoktur umarım; “Hep tarihi bir olay yaşar bu Türkler, tarih bilmezler… Herkes tarihi değiştiriyor, herkes Sultan Süleyman! Herkesin çocuğu dahidir ya bizde, onun gibi bir şey bu,”[5] ifadeleri eşliğinde Prof. İlber Ortaylı’nın…

“Ecdat” hikâyelerinin malum replikleri eşliğinde Osmanlı’nın “yeni-Osmanlı” hayranları durmadan şunları (“tarih tezi”ni) tekrarlar: “Osmanlı dönemi bir ‘altın çağ’ idi, inançlar, dinler, mezhepler, tarikatlar, cemaatler, etnik topluluklar ve hatta uluslar ‘barış içinde yaşar’dı, ‘herkes eşit’ti”!

Bu sanrılar, elbette “resmi tarih” anlayış(sızlığ)ının mütemmim cüzüdür ve Osmanlı İmparatorluğunun tarih yazımı ile bağıntılıdır.

Siyasala, savaşa, sultana odaklı tarihçilik; Osmanlı İmparatorluğu’nun ihtiyaç duyduğu ve yarattığı ideolojinin açığa çıkardığı bu tarih yazımı, imparatorluğun gelişim süreciyle ilişkilidir.

Böylesi bir tarih yazımı devletin güncel politik ihtiyaçlarının ürünüdür. Bugüne “doğru bilgi” olarak taşınıp milliyetçi, muhafazakâr tarihçiliğin de mutlak bilgisi hâlini almıştır. Tarih yazıcılığının eşsiz bir geçmiş yaratma arzusu; iktidar için sınıfları, halkları hem siyasal hem de toplumsal olarak yönetme ihtiyacından kaynaklanır. Bu ihtiyaç tarihi ideolojik bir araca dönüştürür. Toplumun ve toplumsal sınıfların bilgisini, toplumsal sınıfların güç ve mücadelelerine yönelik olarak yeniden ve yeniden kurgulamak ister. Yarattığı bilgi ve bilinç, egemen olanın bilincidir.[6]

* * * * *

Ancak! Her tarih yazımı, ister istemez kendi boşluklarını, lapsus’larını içinde barındırır. Örneğin, Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Türk süvarileri 9 Eylül 1922 günü girdikleri İzmir’in “düşmandan temizlendikten” tam dört gün sonra 13 Eylül 1922’de başlatılan ve 17 Eylül’e kadar dört gün süren “İzmir Yangını”nın faili meçhuldür!

Yangın ilk olarak Basmane’de başlıyor. Boydan boya bütün Ermeni mahallesini yakıp, yıkıp harabeye çeviriyor. Mahallenin büyüklüğünü bugün de anlamak mümkün. İzmir Fuarı’nın kurulduğu Kültürpark’ın tamamı yangın sonunda ortaya çıkıyor. 1936’nın ilk günü parkın temelini atan Belediye Başkanı Dr. Behçet Uz, tesisin en önemli “özelliğini” açıklarken şöyle diyor:

“Bu yangın yerinde Ege ve İzmir’e çok hayırlı bir iş için toplanmış bulunuyoruz!” (Basmane girişindeki Behçet Uz heykeline giderseniz yukarıdaki sözleri mermer bir duvara yazılı hâlde durduğunu göreceksiniz.)

Yangın devam ederken Falih Rıfkı Atay da şehirdedir. Çok iyi bir gazeteci olan Atay hiçbir detayı kaçırmadan not alıyor:

“İzmir’i niçin yakıyorduk? Kordon konakları, oteller ve gazinolar kalırsa azınlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk?[7]

Gerçekten İzmir’i kim yaktı?

Bir başka “lapsus”: Azınlıklara yönelik en büyük saldırılardan biri olup, ‘Tarihi utanç’ olarak nitelendirilen 6-7 Eylül Pogromu’nda resmi kaynaklara göre, en az 10 kişi yaşamını yitirdi. 4 bin 214 ev, bin iş yeri, 73 kilise ve 26 okul tahrip edildi. Ve bu tarihi gerçek de kayıt dışıdır!

Ya Sarıkamış? Kimilerine göre 30 bin, kimilerine göre 90 bin, kimilerine göre de 250 bin Anadolu insanı öldü(rüldü).

“Nasıl oldu bu”? sorusunu “Yakın tarihimiz çok önemli derslerle dolu ama ona bile vakıf değiliz,”[8] diye yanıtlıyor Abbas Güçlü!

Gerçekten de “Artık padişahların da koruma altına alındığı”[9] coğrafyamızda uzmanlık alanı meçhul Emine Erdoğan’ın, “Harem, Osmanlı hanedan üyeleri için bir okuldur. Kadınların hayata hazırlandıkları, hayır faaliyetlerini örgütledikleri bir eğitim yuvasıdır,”[10] diyebildiği garabet ortamında Recep Tayyip Erdoğan’ın Çanakkale klibi de pek çok tarihi hata barındırıyor: Klipte Osmanlı askerleri Türk bayrağı, İstiklal Harbi külâhları kullanıyor. Askerler göğüslerinde İstiklal Madalyası taşıyor![11]

Böylesi acemiliklerle yüklü tabloda Sultan İkinci Abdülhamid’e nur yağdırılması da şaşırtıcı olmamalı!

“Yeni Türkiye”de tarih icat etme faaliyetinde Abdülhamid Osmanlı’sı adeta nirengi noktası alınırken; “Kuruluş” miti, “Diriliş Ertuğrul” dizisi abartılıları da unutulmamalı!

Seçmeli, çifte standartlı tarih yazımında Niğbolu’da birleşik bir haçlı gücünü devirse de, Timur’a yenilerek imparatorluğu bir kargaşa ve karışıklık (“Fetret Devri”) içine sokmuş Sultan I. Bayezid (Yıldırım) konusunda tıs yok.

Aynı minvalde hiç şüphesiz XV. ve XVI. yüzyıllar baş tacı edilirken “tagayyür ve fesâd”la (bozuluş ve kargaşa) tanımlanan XVII. yüzyıl da “tu kaka” ediliyor.

Özetle insana, Louis Althusser’in, “Cehalet asla bir argüman olamaz!”; Michel Foucault’nun, “Hayat, kendini beğenmişlikten, boş sözlerden, zil ve zıngırak gürültüsünden başka bir şey değildir,”[12] deyişlerini anımsatan “aç-kapa”, “kapa-aç” ameliyesi eşliğinde parantez-parantez bir resmi tarih inşasıdır sözünü ettiğimiz!

* * * * *

Altını çizmeye gayret ettiğim açmaz “16 Türk devleti efsanesi” için de geçerlidir.

Cumhurbaşkanlığı forsuna kadar yansıyan resmi mitosa göre, “Türkler bundan önce tarihte 16 devlet kurmuşlardır. Cumhurbaşkanlığı forsundaki yıldızlar da bunu simgelemektedir.”

Türkiye Cumhuriyeti 17. devlettir ve son Türk devletidir. Bir nevi “ahir zaman devleti” gibi yani…

Bugün kullandığımız bağlamıyla Türk, Türklük, Türk ırkı, Türk milleti/ulusu gibi terimler asırlar önce başlayan ve günümüze kadar kesintisiz süren, son derece karmaşık “inşa” sürecinin ürünüyken;[13] Kur’an’a ve hadis hükümlerine göre de: Basık burunlu, yayvan suratlı ve Araplara felâket getirici “Ye’cüc ve Me’cüc ırkı” (Enbiya, 96) ne yazık ki Türklerdir.

Arapçası, “Utruk al-Turka mâ tarakûka in ahabbûka va’in gadibûka kataluka” olan cümlenin anlamı şudur: “Size yanaşmadıkça siz de Türk’e yanaşmayın, çünkü severse sizi yer, sevmezse gebertir” (Buhari)![14]

Ve Fransız tarihçi Claude Cahen’e göre de, “Gerçek ve güvenilir bir Türk tarihi hâlâ yazılmış değildir.”[15]

Ancak bu böyle olsa da Ordinaryüs Profesör Sosyolog Hilmi Ziya Ülken’in, “Anadolu’ya Selçukîlerin milyonlarca kişilik büyük kitleler hâlinde gelmiş oldukları kolay kolay iddia edilemez. Esasen Selçuk akını büyük bir muhaceret olsa bile bunun bir kısmının Horasan, İran, Azerbaycan yolu üzerinde kalmış olması lâzım gelir. Çünkü bu akın Selçuk, Tuğrul, Melikşah ve Alparsan zamanlarında, yani en aşağıdan bir asırlık bir zamanda olmuştur. Şu hâlde Selçukîler Anadolu’ya yerleştikten sonra orada milyonlarca Müslüman-Türk nüfusun bulunması eski Paflagonya, Frigya, Kapadokya, Bitinya, Lidya, Karya, Likya. vb... ahalisinden büyük bir kısmının Türklüğü ve İslâmlığı kabul etmiş [ettirilmiş-yn[16]] olduklarını gösterir,”[17] ifadesindeki Türkî bir “saflık” söz konusu değilken; bir sürü yalan dolan kurmacası da bunların artısıdır:

“Etek ve koltuk altı temizliğinin kontrol edilip öğretildiği yerdir ordu...

ABD’nin sadece Vietnam’da, Fransa’nın sadece Cezayir’de, Rusların sadece Katyn’de (Polonya) katlettiklerinin binde biri Türk ordusunun şerefli tarihinde yoktur.

Bunların hepsi bir yana; dostu düşmanı bilir ki ordunun bir diğer adı ‘Muhammed’in Ocağı’dır.

Bütün bu saldırılar bu mükemmelliğedir. Bütün bunlar bu güzellikler toplamına olan kıskançlıktır.

‘Askerde adam olmak’ sözünün, Anadolu’nun dilinden kazınamaması bu yüzdendir,”[18] militarist zırvasındaki üzere!

* * * * *

 “Türklere Anadolu’nun kapılarını açan zafer” olarak nitelenen Malazgirt’ten “Kahpe Bizans” iğrençliğine uzanan kesitte “Selçuklu Zaferi”ni öğrenmenin tek yolu bölgedeki Ermeni tarihçiler…

Bu durumu Ondokuz Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Tellioğlu, Türk Tarih Kurumu’nun ‘Türk-Ermeni Külliyatı’ içindeki ‘Ermeni Kaynaklarının Gözüyle Anadolu’nun Fethi’ başlıklı makalesinde şöyle ifade eder: “Eğer Ermeni kaynakları olmasaydı, Selçukluların Anadolu’yu kendilerine nasıl yurt olarak seçtiklerini anlamak mümkün olmazdı. Her ne kadar Ermeni kaynaklarındaki bilgiler parça parça olsa da bunlar bir araya getirilip değerlendirildiğinde bir tarihi gerçek de ortaya çıkmış olmaktadır.”

Ortaya çıkan gerçekler arasında Selçukluların ele geçirdiği bölgelerdeki yıkımlar da bulunuyor. Makaleye göre bu yıkımlar arasında Ermeni kaynaklarında en öne çıkanlardan biri, 1018 yılının Mart ayında Van bölgesindeki Vaspuragan eyaletine yönelik Selçuklu kuşatmasıydı.

Dönemin önemli Ermeni tarihçilerinden Urfalı Mateos’un ifadesiyle haça tapınan bütün Hıristiyan halk, “Allah’ın hiddetine” maruz kalıyordu. Ermeni tarihçi, Çağrı Bey ve çevresindekileri “Öldürücü nefesli ejder” olarak tanımlıyor, “kanatlı yılanlar”ın bütün Hıristiyan memleketlerini ateşe vermek üzere geldiklerini yazıyordu. Sonuç Ermeni tarihçiler için “İncil’de anlatılan felâket günlerinin Türkler eliyle yaşanmaya başladığına karar verecekleri” gibi olacaktı. Selçuklu ordularının baskısı ile Ermeniler o dönemde Bizans İmparatorluğu elindeki Batı bölgelere kaçmaya başlıyordu. Ermeni tarihçi Aristakes, 1021’deki kayıtlarında Van’daki Vaspuragan kralı Senekerim’in topraklarını Türk baskısıyla Bizans’a bıraktığını belirtiyordu.

Ermenilerin siyasi, dini ve kültürel merkez şehirleri Karin’e (Erzurum) yönelik “Selçuklu tehdidi” tarihçilerin üzerinde durduğu konulardandı. Ordu Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ergin Ayan’ın “Tuğrul Bey Dönemi Selçuklu-Bizans Ekseninde Ermeniler” makalesine göre, yağma öncesi bölgedeki durumu Aristakes şöyle anlatıyordu:

“Düşman her taraftan halkı kuşattığı için bir çıkış yolu bulamıyorlardı. Orada sevgililer ağıtlar yaktı. Babalar ve analar çocukları için sevgi ve şefkati unuttular. Rahiplerin dudaklarında ilahiler ve mezmurlar. İstisnasız herkesi korku ve titreme kaplamıştı. Birçok hamile kadın bebeğini düşürdü. Selçuklular, ağlarını atmış avcılar gibi bitkin ve halsiz halkı kuşatmışlardı. Mayıs ayında üzerine ne yağmur ne de çiğ düşen Simbat Dağı şimdi üzerine düşen imanlı erkeklerin ve kadınların kanını içiyordu.”

Ermeni tarihçi Simbat ise yaşananları ayrıntıları ile kaydediyordu:

“Onların yegâne ümidi ölümdü. Halk, düşmanın şiddeti önünden kaçabildi ise de, Müslümanlar onları takip ederek, ellerindeki kılıçlarını kaldırmış oldukları hâlde onların arkasından şehre girdiler ve onları kâmilen kılıçtan geçirip telef ettiler. Onlar, büyük miktarda altın ve muhtelif cins kıymetli kumaşlarla zenginleştiler. Şehirde, Davit adlı bir korepiskopos vardı. Düşmanlar onun hazinesini alıp kırk deveye yüklettiler. Onun evinden yüz adet altılı öküz çıkıyordu. Şehirde 700 kilise vardı. İşte zalimler bu zengin ve güzel şehri kılıçtan geçirdiler. Ölülerin birçoğu yüzüstü bırakılmış olup yırtıcı hayvanlara ve kuşlara yem oldular. Güzel kadınlarla çocuklar da, köle olarak İran’a götürüldüler. Bu vaka, Ermeni ülkesinin mahvolmasının başlangıcı oldu. Çünkü kılıç kuvvetiyle zaptedilen ilk şehir bu olmuştur.”

Urfalı Mateos, 150 bin kişinin imha edildiğini, 800 kilisesi bulunan şehrin mahvedildiğini yazıyordu. Mateos, Karin’in tahrip edilmesinin Ermeniler için bir milat, Ermenistan’ın mahvolmasının başlangıcı olduğunu ifade ediyordu: “Bundan sonra şark milleti seneden seneye devamlı bir surette mahvedildi.”

16 Ağustos 1064’teki Selçuklu akını ise Ermenilerin kutsal şehri, Ani’ye yönelik oluyordu. Her ne kadar bu şehir 1045’te Kral Gagik’in ölümünden sonra Bizans hâkimiyetine bırakılmış olsa da, “savaşla alınamaz” olduğu düşünülen Ani’nin Selçuklu hâkimiyetine geçmesi Ermeni toplumunda büyük yıkım yaratacaktı.

Urfalı Mateos, şehirdeki “bin bir” kilisede kurtuluş için ayin düzenlendiğini kaydederken Alparslan’ı da “bir kara bulut gibi” tasvir ediyordu.

Mateos, Selçukluların şehre girmesinin ardından taş üstünde taş kalmadığını, askerlerin “ikisi iki elinde, birisi de dişlerinin arasında olmak üzere üç keskin bıçak” ile merhametsizce halkı öldürdüğünü, kentin kısa sürede kan denizine döndüğünü ifade ediyordu.

Genceli Giragos, kenti kuşatan Alparslan’ın “insanları yok eden bir hayvan” gibi şehri ele geçirdiğini kaydediyor, Müverrih Vardan ise Alparslan için “…söylendiğine göre, bir hendek içinde bin kişiyi keserek, onların kanıyla yıkandı” diyordu.

Ani sonrasındaki hedef, Malazgirt oluyordu. Fakat dönemin Ermeni tarihçileri bu savaşı öncekiler kadar geniş yer vermiyordu. Prof. Tellioğlu’nun makalesine göre Ermeni tarihçiler için Ani’nin kaybedilmesi sonrası diğer yerlerin de “düşmesi” şaşırtıcı değildi.

Prof. Tellioğlu’nun makalesine göreyse Mateos, 1070’te Sultan Alparslan’ın “taşkın bir nehir gibi” hareket ederek Malazgirt’e geldiğini, bir gün içinde ele geçirdiğini kaydediyordu. Şehirdeki büyük katliamın nedeni olarak da Tuğrul Bey’in geri çekilmesi karşısında yapılanlar olduğunu belirtiyordu.

Aristakes, Malazgirt’te Bizans ordusunun ağır bir mağlubiyete uğradığını kaydedip Tanrı’nın artık Romalıların yanında olmadığı yönünde bir tespitte bulunuyordu.[19]

* * * * *

Atina’nın tehditlerinden korkan Megara kralı, göçe karar verip, “Kuzeye, Körler Ülkesi’ne göç” etmesiyle Byzas’ın, “Orası ‘Körler Ülkesi’dir (Khalkedon-Kadıköy). Biz ise onun karşısına yerleşiyoruz,” diyerek kurduğu söylenilen “Şehirlerin Kraliçesi”nin surları (Konstantin Surları) Propontis’ten (Marmara Denizi) Altın Boynuz’a (Haliç) kadar uzanır. Daha sonra adı -Roma İmparatoru Vespesian (M.S 69-79) tarafından- Byzantion’dan Byzantium’a çevirir.

Ayşe Hür’ün ironik betimlemesiyle, “Yıllardır fethetmeye doyamadığımız İstanbul”,[20] ya da Bizans’a dair birçok söylence, resmi ideoloji için düşmancadır.

En hafifinden “Bizans entrikası”, “Kahpe Bizans” gibi terimleri hatırlayalım. Ya da “Surları onaracağıma yıkarım daha iyi” diyen belediye başkanını. Ya da, İstanbul’da ve Anadolu’nun değişik yerlerinde yıkılmaya terk edilen yüzlerce değerli Bizans yapısını…

Osmanlı döneminde, Bizans hakkında yazılmış kitap sayısı üçü geçmez. Bunlardan ilki XVII. yüzyıl yazarı Hüseyin Hezarfen tarafından yazılan ‘Tarih-i Devlet-i Rumiye’ adlı eseridir.

İkincisi XIX. yüzyıl yazarı Ahmed Mithat Efendi’nin ‘Mufassal Tarih-i Kurun-i Cedid’ adlı eserinin bir bölümüdür.

Üçüncüsü ise Tarih-i Osmani Encümeni’nin 1919’da yayımladığı ‘Osmanlı Tarihi’ kitabının üç ana bölümünden biridir. İçlerinden en negatifi Ahmet Mithad Efendi’nin eseridir. Yazara göre Bizans yozlaşmayı, kanunsuzluğu, müsrifliği ve ciddiyetsizliği temsil ederken, Osmanlılar tüm halkları karanlık çağlardan kurtaranlardır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Bizans’a karşı tutumun adını koymak daha güç. 1923’te bir Bizans tarihi yazılması, 1926-1930 arasında Darülfünun’da arkeoloji ve sanat tarihi dersleri veren Albert-Louis Gabriel’in Selçuklu-Türk sanatının yanı sıra Bizans sanatına da değinmesi, 1931’de rejimin ideoloji yapıcılarından Fuad Köprülü’nün -muhtemelen bir yıl önce Türk Tarihinin Ana Hatları’nı yazmanın rahatlığı içinde- Bizans Müesseselerinin ‘Osmanlı Müesseselerine Te’siri’ adlı kitabı yazması dışında dişe dokunur bir şey yok. Elbette kitabın adına kanıp da Köprülü’nün, böyle bir “tesir” olduğunu düşündüğünü sanmayın, aksine kitap böyle bir “tesirin olmadığını” ispatlamak için yazılmış.

1933’te Darülfünun’dan üniversiteye geçildikten sonra üniversitelerimizde Sümeroloji, Hititoloji, Sinoloji (Çin Bilimi), Hungaroloji (Macar Bilimi) gibi nice bilim dalında bölümler açılırken, bu topraklarda bin yıldan fazla hüküm sürmüş Bizans akla bile gelmez.

Bizans’ın bilimsel bir araştırma alanı, bir bilim dalı olarak eğitim dünyamıza girmesi ancak 1941 ve 1944 yıllarında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nin girişimleriyle seçkin bir Bizans uzmanı olan İngiliz tarihçi Steve Runciman’ın ders vermek üzere Türkiye’ye davet edilmesiyle olur.

1950 yılında İstanbul Adliye Sarayı’nın hafriyat çalışmaları sırasında Bizans eserlerinin bulunması üzerine aynen bugün olduğu gibi inşaatın durdurulmasını isteyenlerle, buluntuların “çanak çömlek olduğunu” düşünenler tartışır. Bu heyecanla, 15-21 Eylül 1955’te İstanbul’da toplanan 10. Uluslararası Bizans Tetkikleri Kongresi ise, ne yazık ki, 6-7 Eylül’de gayrımüslimlere yönelik yağmanın gölgesinde kalır.

İstanbul Üniversitesi bünyesinde, Genel Sanat Tarihi Kürsüsü’ne bağlı olarak başlatılan Bizans Sanat Tarihi Programı, 1963 yılında Bizans Sanatı Kürsüsü adı altında bağımsız bir disiplin olmuş, Cumhuriyet’in ilk ciddi Bizans kazıları 1970’li yıllarda (Thomas Mathews ve Wolfgang Müller-Wiener tarafından) gerçekleştirilmiş ama 1982 yılında kürsü sistemini ortadan kaldıran büyük yönetsel değişikliklerden sonra bu kürsü Arkeoloji ve Sanat Tarihi bölümlerine bağlı bir anabilim dalına dönüşmüş. Bütün çalışmaların başında, emekli olduğu 1991 yılına kadar bulunan Profesör Semavi Eyice’nin bile Bizans’tan çok Osmanlı hakkında yazması ilginç bir durum olsa gerek.

Bilim dünyasında bile durum bu iken, muhafazakâr eğilimli kamu yöneticilerinin Bizans’a sempati duymalarını beklemek abes olur herhâlde. Nitekim 1992 yılında İstanbul Belediye Başkanı Nurettin Sözen’in İstanbul’un tarihî surlarını onarma hamlesi, 1994’te Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı olmasıyla kesintiye uğramıştı.

Erdoğan’ın o günlerde mensubu olduğu Refah Partisi’nin (RP) Genel Sekreteri Oğuzhan Asiltürk’ün “Surları savunmak, Bizans’tan yana tavır almaktır. Biz Bizans havasında bir İstanbul istemiyoruz. İstanbul 600 seneye yakın bir tarihten bu yana bir İslâm şehridir. Bu görüntüsünün zedelenmesini istemiyoruz” demesine, Erdoğan şu hamasi ve milliyetçi sözlerle destek çıkmıştı: “Surların onarımı sürdürülmeyecek. Batı Trakya’da da Türklerin mabetleri yıkılıyor. Surların onarımı için ihale yenilenmeyecek. Batı Trakya’da da Türklerin mabetleri yıkılıyor. Bu milletten yana olun ve bu milletin değerlerine sahip çıkın. Bizim medeniyet götürdüğümüz ülkeler var. Ama bu eserlerin kalıntılarından o ülkelerde bir zerre bile yok. Domuzdan yana olmayın.”[21]

Birkaç gün sonra Erdoğan sözlerini şöyle tevil etti: “Surlar İstanbul’da bir fethi simgeliyor. Ancak İstanbul’un Osmanlılardan kalma cami, köprü, çeşme gibi eseri var. Bu eserin hepsi mekruh, hepsi onarım bekliyor. Önceliği onlara veririz, sıra sonra surlara gelir. Sayın Asiltürk’le konuştum. Kendisi sadece mezbele olan surların yıkılmasını kastetmiş.”[22]

Başbakan’ın Marmaray kazılarında bulunanları ‘çanak çömlek’ diye nitelemesini hatırlayınca aradan geçen 15 yılda Başbakan’ın dilinin yumuşadığını ama muhtevada pek değişiklik olmadığını söylemek yanlış olmaz.[23]

* * * * *

Türk ve Müslüman olduğu varsayılan Osmanlı sultanlarından I. Murat’ın Bizanslı Horofira (Nilüfer)...

Yıldırım Bayezid’ın  annesinin Bulgar Marya (Gülçiçek)...

Çelebi Mehmet’in Bulgar Olga...

II. Murat’ın Vronika...

Fatih Sultan’ın Sırp Despina (Hüma)...

II. Bayezid’ın Fransız- Sırp Kornelya (Gülbahar)...

Yavuz Selim’in Pontuslu Rum (Ayşe)...

Kanuni’nin Polonya Yahudisi Helga (Hafza)...

II. Selim’in Yahudi kızı Roksalan (Hürrem)...

III. Murat’ın Yahudi Raşel (Nurbanu)...

III. Mehmet’in Venedikli Bafo (Safiye)...

I. Ahmet’in Yunan Helen (Handa)…

Genç Osman’ın Sırp Evdoksiya (Mahfiruz)...

IV. Murat’ın Sırp Anastasya (Mahpeyker)...

IV. Mehmet’in Rus Nadya (Turhan)...

II. Süleyman’ın Sırp Katrin (Dilaşüb)...

II. Ahmet’in Polonya Yahudisi Eva (Hatice)...

II. Mustafa’nın Rum Evemia (Emetullah)...

III. Ahmet’in II. Mustafa ile aynı anneden...

I. Mahmut’un Aleksandra (Saliha)...

II. Osman’ın Sırp Mari (Şehsüvar)...

III. Mustafa’nın Fransız Janet (Mihrişah)...

I. Abdülhamit’in Fransız İda (Şermi)...

III. Selim’in Ceneviz Agnes (Mihrişah)...

IV. Mustafa’nın Bulgar Sonya (Sineperver)...

II. Mahmut’un Fransız Rivery (Nakşidil)...

I. Abdülmecit’in Rus Yahudisi Suzi (Bezm-i Âlem Valide)...

Abdülaziz’in Roman Besime (Pertevniyal)...

V. Murat’ın Fransız Vilma (Şevkefza)...

II. Abdülhamit’in Ermeni Virjin (Tirimüjgan)...

Mehmet Reşat’ın Arnavut Sofi (Gülcemal)...

Mehmet Vahdettin’in annesinin Çerkes Henriet (Gülistan)…[24] olduğunu hatırlatarak “ecdat” hikâyelerine geçersek; kabul edelim ki biz Türkler pek bir şey “icat” edemeyiz ama iyi uydururuz.

Belki en palavracıları en yukarılara çıkarmamızın nedeni de budur, belki de siyaseti de bir uydurma yarışması sanıyoruz.

En iyi uydurduğumuz şeylerin arasında herhâlde “tarih” güzide bir yer tutar.

Bizim “ecdadımız” dediğimiz halifelerimiz efendilerimizin, o “attan inmeyen” padişahlarımızın hemen hemen hepsinin dedesinin Hıristiyan olduğunu hatta bir kısmının da papaz olduğunu biliyorsunuz değil mi?

Aranızdan bir kişinin, Başbakan da dâhil, Kanunî’nin dedesinin adını bilmediğine eminim.

II. Bayezid diye öyle öyle bilgiç bilgiç gülümsemeyin, o babasının babası, ya annesinin babası kimdi?

Peki, halife efendilerimizin sarayı Topkapı’nın bahçesinde neden bir kilise var?

Peki, bizim ecdadımız dediğimiz Osmanlı’dan önceki atalarımız kimler?

Osmanlı kim peki?

Osmanlı’nın Kayı Aşireti’nden çıktığını biliyorsunuz diyelim, Kayı Aşireti hakkında ne biliyorsunuz?

Çok fazla bir bilginiz olamaz çünkü tarihte de çok fazla bir bilgi yok, Kayı Aşireti’nin varlığı bile kuşkulu.

Biraz daha geriye gidelim.

Osmanlı 1299’da kuruldu, Türkler Anadolu’ya 1071’de geldi.

Alparslan’la birlikte Anadolu’ya kaç Türk geldi?

“Türkler kim” sorusunu atlayıp başka soruya geçelim.

Bugün “Türk” olduğunu söylediğimiz 70 milyon insan Alparslan’la birlikte gelen “Türklerin” özbeöz çocukları mı?

Yoksa biz o gelen Türklerle Anadolu’da o zamanlarda yaşayan Bizanslıların, Ermenilerin, Rumların, Kürtlerin ortak çocukları mıyız?

Nasıl oluyor da “ecdadımız” sadece Türkler ve Müslümanlar oluyor o zaman?

Ecdadımız arasında Bizanslılar yok mu?

“Kahpe Bizans” demek neden ecdadımıza hakaret sayılmıyor?

Çünkü tarihi uyduruyoruz.

Kendimize Türk ve Müslüman bir tarih yazıyoruz.

Anadolu’nun bütün halklarını, koskoca Bizans’ı yok sayıyoruz.

Sanırsın ki hayat Anadolu’da Alparslan’ın ordusuyla başladı.

Tabii tarihi böyle uydurmaya başlayınca her şeyi uyduruyoruz.

Osmanlı padişahları da başka bir uydurmanın konusu oluyor.

Bugüne kadar Kemalistler bir tarih uyduruyordu, şimdi sıra muhafazakârların tarih uydurmasına geldi.

Onlara göre Osmanlı padişahları attan inmeyen, öpüşmeyen, sevişmeyen, başını duadan kaldırmayan pirifâniler.

Halife II. Selim’in lakabı “sarhoş Selim”, IV. Murat içkiden öldü.

Siz halifelerin payitahtı İstanbul’a gelen içki miktarını hiç merak ettiniz mi?

O zamanlar yapılan “ithalatın” kayıtları var, merak ediyorsanız bir bakarsanız.

Halifelerin haremleri kadınlarla doluydu.

O haremdeki kadınlardan sadece biriyle mi beraber oldu padişahlar?

Havuz âlemleri yapmadılar mı?

Sarayda kadınlar entrikalara karışmadılar mı?

Hadi sizin güzel hatırınıza “içoğlanlar” meselesine hiç girmeyeyim.

Biz böyle her başbakana göre yeni bir tarih uyduracaksak yandık.

Her devletin “resmî tarihi” vardır, her toplumun tarihi utançlarla dolu olduğu için onların bir kısmını “değiştirir” resmî tarih.

Ama insanlığın “cahil” kalmasını sanatçılar, bağımsız tarihçiler önler, onlar gerçekleri anlatır.

Bir toplum da resmî tarihin yalanlarından arındıkça gelişir ya da geliştikçe yalanlardan kurtulur.

Tarihi bir “fetiş” hâline getirmek, “putunu kendi yapar, kendi tapar” usulü bir tarih uydurup o tarihe tapınmak, geri kalmışlığın en belirgin özelliklerindendir.

Kendi kendimizi böyle bir geriliğe, böyle zavallı bir ezikliğe mahkûm etmenin ne âlemi var anlamıyorum, iyisiyle kötüsüyle koca bir tarihin çocuklarıyız, iki büyük imparatorluğun ortak topraklarında yaşıyoruz, o imparatorlukların mirasçısıyız.

Bugün zevkle dinlediğiniz “alaturka” müziğin kaynağı Bizans’tır.

Osmanlı devlet “geleneklerinin” ve yönetim tarzının önemli bir kısmı Bizans’tan ödünç alınmıştır.

“Ecdadımızın” bütün “ecdatlar” gibi iyi yanı da vardır, kötü yanı da, böyle kendimize bir tarih uydurup, bir de o uyduruk tarihin kalıplarına sığmayanları savcılara şikâyet etmek, ecdadımızın öpüşmesinden, sevişmesinden çok daha utanç verici bir zavallılığı ortaya koyar.

Gerçeklerden korkacak bir şey yok.[25]

Ama öyle; “ecdat” hikâyelerinin estetikleştirme (nafile) çabaları gerçeklerden korkuyor…

Örneğin Prof. Dr. Ahmet Mumcu’nun, ‘Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı’[26] başlıklı yapıtından bihabermişcesine!

AKP, “yeniden kurgulanmış” bir Osmanlı’yı yeniden canlandırmak için canla başla çalışıyor. O halde, her fırsatta övülen, sokaklara köprülere adları verilen, anlı şanlı ecdadımız diyerek yere göğe sığdırılamayan, dizi filmlerle hakkında methiyeler düzülen Osmanlı Padişahlarının durumları, yaşamları ve nasıl sistem kurduklarını hatırlamakta yarar vardır.

Örneğin “Devlet Ebed Müddet” anlayışı ile kundaktaki bebekleri dahi toprağa gömdüren “siyaseten katl” olayı, Fatih kanunnamesindeki “Evladımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, nizam-ı âlem için karındaşını öldürebilir. Ekser-i ulema dahi tecviz etmiştir. Gerektiğinde anınla amil olunur...” fermana dayandırılsa da “devletin sürekliliği gerekçesi”yle uygulanan bu vahşet Fatih ile başlamadı.

Osmanlı’nın kuruluşundan itibaren padişahların bu işi yaptırdığının vesikaları bugün tezlere konu edilen hakikâtlerdir.

Kuruluş devrinden itibaren evladını ve/veya kardeşlerini öldürten padişahların kimi vukuatları şöyledir:

 

Osman Bey (1298-1326)

Amcası Dündar Bey’i öldürttü.

Orhan Bey (1326-1359)

Kayıtlarda bilinen kardeş cinayeti yok.

I. Murad (Hüdagendivar) (1359-1389)

Oğlu Savcıbey ile kardeşleri Halil ile İbrahim’i öldürttü.

I. Bayezid (Yıldırım) (1389-1402)

Kardeşi Yakub’u öldürdü.

I. Mehmed (1402-1421)

Kardeşi İsa Çelebi’yi boğdurttu.

II. Murad (1421-1451)

Amcası Mustafa ile kardeşi Mustafa’yı öldürttü.

II. Mehmed (Fatih) (1451-1481)

2 yaşındaki kardeşi Ahmed’i ve İstanbul’un fethi aşamasında kuzeni şehzade Orhan’ı öldürttü.

II. Bayezid (1481-1512)

Cem Sultan’ın oğlu Oğuz Han’ı öldürttü. Oğlu Selim tarafından öldürüldü.

I.Selim (Yavuz) (1512-1520)

Babasını, 2 kardeşini (Korkut ve Ahmet’i), 8 yeğenini öldürttü.

I. Süleyman (Kanuni) (1520-1566)

Rodos’un fethinde Cem Sultan’ın oğlunu ve onun oğlunu da idam ettirdi. Oğlu Mustafa’yı ve onun oğlu Mehmet’i; diğer oğlu Bayezid ve onun beş oğlunu katletmişti.

II. Selim (Sarı/Sarhoş) (1566-1574)

Kayıtlarda bilinen kardeş cinayeti yok.

III. Murad (1574-1595)

5 kardeşini öldürttü.

III. Mehmed (1595-1603)

19 kardeşini ve oğlu Mahmut’u öldürttü.

I. Ahmed (1603-1617)

Celali İsyanlarını bastırmak için Kuyucu Murad Paşa 30 bin kişiyi kılıçtan geçirerek kuyulara gömdü.

I. Mustafa (1617-1618) (1622-1623)

İki ayrı dönemde 2 yıl saltanat sürdü. Akıl hastası olduğundan tahttan erken indirildi.

II. Osman (Genç) (1618-1622)

12 yaşında tahta çıktı, kardeşini öldürttü.16 yaşında iken tahttan indirildi, yeniçerilerin tecavüzüne uğradıktan sonra öldürüldü.

IV. Murad (1622-1639)

11 yaşında tahta çıkarken 3 kardeşi Beyazıd, Süleyman ve Kasım’ı öldürttü. Askeri darbeyle tahttan indirildi, öldürüldü.

IV. Mehmed (Avcı) (1648-1687)

Tahta çıktığında 5 yaşındaydı. Kösem Sultan’ı öldürttü.

II. Süleyman (1687-1691)

Padişah olduğu 46 yaşına kadar kapalı tutuldu.

II. Ahmed (1691-1695)

48 yaşına kadar kapalı tutuldu 4 yıllık iktidarda kaldı.

II. Mustafa (1695-1703)

Darbeyle tahttan indirildi.

III. Ahmed (1703-1730)

Patrona Halil İsyanıyla tahttan indirildi.

I. Mahmud (1730-1754)

İsyancılar tarafından tahta çıkarıldı, o da isyancıların her dediğini yaptı.

III. Osman (1754-1757)

3 yıl iktidarda kaldı. III. Osman, amcazadesi Şehzade Mehmet’i katletti.

III. Mustafa (1757-1774)

Ülkeyi yıldız falına bakarak yönetirdi.

I. Abdülhamid (1774-1789)

Kayıtlarda bilinen kardeş cinayeti yok.

III. Selim (1789-1807)

Kabakçı Mustafa İsyanı ile tahttan indirildi. IV. Mustafa tarafından öldürüldü.

IV. Mustafa (1807-1808)

1 yıl hükümdarlık yaptı. Alemdar Mustafa Paşa darbesiyle tahttan indirildi.

II. Mahmud (1808-1839)

Ağabeyi IV. Mustafa’yı öldürttü.

Abdülmecit (1839-1861)

Osmanlı Devleti’nin 31’inci padişahı, İslâmiyet’in 110’uncu halifesi Padişah 1. Abdülmecid, küçük kızlara çok düşkündü. En hoşlandığı şey, on yaşını doldurmamış bakire kızların bakireliğini bozmaktı. Padişahlık yaptığı 22 yılda, on yaşını doldurmamış 330 kız çocuğuyla cinsel ilişkiye girerek bakireliğini bozdu.

Anne ve babaların rıza gösterip teslim ettiği kız çocuklarından ikisi, Padişah Abdülmecid tarafından tecavüz edilirken cinsel organları yırtılıp kan kaybından ölünce, Padişahımız vicdana geldi ve 16 yaşından küçük çocukların bekaretini bozmamaya karar verdi.

Abdülmecid’in 25 karısı, bunlardan 43 çocuğu oldu. Kızlığını bozduğu 16 yaş üstündeki sayısı bilinmeyen kız çocuklarından 67 çocuğu oldu.

Padişah Abdülmecid’in 16 yaş üstü kaç bakire kıza tecavüz edip kızlığını bozduğu bilinmiyor. Çünkü bu işleri yüce padişahımız gizli yapmaya başlayarak kaydının tutulmasını yasakladı.[27]

Abdülaziz (1861-1876)

Vukela Heyeti tarafından tahttan indirildi.

V Murad (1876-1876)

Tahtta sadece 3 ay kaldı.

II. Abdülhamit (1876-1909)

“Duyun-u Umumiye”yi kurdu. Tahttan indirildi

Mehmed Reşad (1909-1918)

Kayıtlarda bilinen kardeş cinayeti yok.

Vahdettin (1918-1922)

Osmanlı’nın tahttan indirilen 14. ve son padişahıdır

 

Toparlarsak: Taht kavgası nedeniyle kardeşini, onların çocuklarını, eniştesini, akrabalarını topluca öldürten ecdat! (Örnek: 3. Mehmet, aralarında kundaklık çocukların da olduğu 19 kardeşini öldürtmüştür.)

Üstelik “asil” kanın akıtılmasının günah sayılması nedeniyle bu öldürüm için kement ya da ok kirişi kullanan ecdat! (Örnek: Yavuz Sultan Selim, ağabeyi Ahmet’i yay kirişi ile boğdurtmuştur.)

Akrabasının başını kestiren ecdat! (Örnek: Yıldırım Bayezit, eniştesi olan Karamanoğlu Alaaddin Bey’in kesik başını mızrağa taktırarak kent içinde dolaştırmıştır.)

Boğdurdukları akrabalarının gömütlerinin bile bilinmediği ecdat! (Örnek: Kanuni’nin boğdurduğu oğlu Şehzade Bayezit ve onun çocukları Sivas’ta gömülmüşlerdir, ancak gömütleri belli değildir.)

Paşalarını, oğlunun sünnet düğününe eğlencelik yapan ecdat! (Örnek: 3. Murat, oğlu Şehzade Mehmet’in 56 gün süren sünnet düğününde Rumeli Beylerbeyi İbrahim Paşa’yı “düğüncübaşı”, Anadolu Beylerbeyi Cafer Paşa’yı da “şerbetçibaşı” yapmıştı.)

Anadolu insanını, Türkleri yok sayan ecdat! Halk ozanlarının deyişiyle “Ekende yok biçende yok / Yiyende ortak Osmanlı” ecdat!

“Ki beyler başladı zulme/ Ve rağbet kalmadı ilme” diye tanımlanan ecdat![28]

Şimdi Martín Luther King’in, “Nerede durduğunuz fark etmez, ne kadar popüler olduğunuz fark etmez, ne kadar eğitimli olduğunuz fark etmez, ne kadar paranız olduğu fark etmez, onlara sahipsiniz çünkü bu evrende bazıları onları edinmeniz için size yardım etti. Ve bunu gördüğünüzde, kibirli olamazsınız, mağrur olamazsınız. Bulunduğunuz yeri tarihsel olaylar nedeniyle ve arka planda bulunan bireylerin sizin orada duruyor oluşunuzu mümkün kılmaları nedeniyle elde ettiğinizi keşfedin,” vurgusu eşliğinde soralım: Tarihimizde hiç leke yok mu gerçekten?

“Bizim insanımız katiyen böyle bir şey yapmaz” diyebilir miyiz gerçekten? 6-7 Eylül olaylarında insanları linç edip evlerini ve dükkânlarını yağmalayanlar, Kahramanmaraş katliamında evleri basıp çoluk çocuk demeden düşman bellediklerini öldürenler, Sivas’ta insanları otele kıstırıp diri diri yakanlar uzaydan mı gelmişti? Son otuz yılda Güney-Doğu’da öldürülen Kürt/Türk binlerce sivili de mi uzaylılar katletti?

Hangi dinden ya da milletten olursa olsun, cani, cani değil midir?

Zaten insanlık tarihi, her dil, din, ırk ya da milletten insanın diğerlerine karşı işlediği korkunç suçlarla, katliamlarla dolu değil midir? Bir tek “biz” mi sütten çıkmış ak kaşığız? Ecdadımız yüz yıllar boyu onca ülkeyi sevgi sözcükleri ve çiçek dağıtarak mı fethetti? Tarihimize bir de kılıçtan geçirilen o “öteki”lerin gözünden hiç mi bakamayacağız?

Hem, “bizim devletimizi yönetenler tarih boyu hiç suç işlemediler” desek, buna önce kendimiz inanabilecek miyiz?

Unutmamalı: “Günümüzde sessiz kalmak zor, sessiz kalamamak da insana huzur ve sakinlik veren o iç sözü duymamızı engelliyor. Toplum bize durup kendimizi dinlememizden ziyade bütünün parçası olabilmemiz için gürültüyü kabullenmemizi telkin ediyor…”[29]

“Hayır denilmesi gereken de budur!

* * * * *

Delisi, akıllısı ve kardeş katiliyle “gelenek”, “ecdat”, “tarihsel miras” ve Osmanlı vurgusu yapılırken hangi ecdat ve hangi miras sorularını yeniden yanıtlamak farzdır.

Bir kez kesin ki, Osmanlı, milliliğin semtine bile uğramadı! Millet çağı öncesine aittir ve üstelik sorun Türklükse, kurucu Osman’ın Şeyh Edibali’nin kızı olan eşi bir yana, tek bir “milli” Sultan Ana yoktur! Habsbourg ya da Orleans gibi bir hanedandır sadece Osmanlı, geniş topraklar üzerinde astığı astık kestiği kestik bir Saltanat kurmuştur. Öyle ki, anneleri Moldavyalı, Yunan, Romen... olan Sultanlar, sadece kendi iki dudakları arasından çıkanlar kanun olsun diye işe kardeş katilliğiyle başlayıp önlerine çıkanların kellelerini alarak devam etmişlerdir. Yasama, yürütme ve yargı “uyum içinde” uhdelerine olmuştur!

Kim öyleyse ecdat? Musa ve Mehmet Çelebiler mi, Simavna Kadısı Şeyh Bedreddin mi? Biz, Bedreddin’in soyundanız, onun ve mücadelesinin mirasçısıyız.

On binlerce Türkmen’e kıyan Yavuz Selim mi, oğullarını gözünü kırpmadan boğduran Kanuni Süleyman mı, ağır vergilerle inletilmiş topraksız köylünün başına geçip ayaklanan Yozgatlı Şeyh Celal ya da onun ardından yürüyen Kalender mi? Biz Celal’in, Kalender’in mirasçısıyız. Sultan Süleyman’la oğlu sarhoş II. Selim mi, Pir Sultan Abdal mı? Tabii ki Pir Sultan!

Celalilerin kuşkusuz, eleştirilecek yanları var... Ancak biz kardeş katili zorba Sultanların değil, onlara karşı mücadele yürütenlerin mirasçısıyız.[30]

 

17 Temmuz 2023, 12:52:45, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:265, Ağustos 2023…

[1] Karl Marx.

[2] “Bilimsel doğrunun kendisi de tarihseldir. Demek ki asıl mesele, neyin evrensel olduğu değil, neyin nasıl evrildiği ve evrilmenin mutlaka ilerleme demek olup olmadığıdır.” (Kolektif, Sosyal Bilimleri Açın-Gulbenkian Komisyonu, çev: Şirin Tekeli, Metis Yay., 2002, s.58.)

“Hayatı dev bir sorun, bir denklem, daha doğrusu kısmen birbirlerine bağlı, kısmen de bağımsız bir denklemler yumağı olarak düşünün... Bu denklemlerin çok karmaşık, sürprizlerle dolu olduklarını ve çoğu zaman ‘köklerini’ keşfedemediğimizi unutmayın.” (Kolektif, Sosyal Bilimleri Açın-Gulbenkian Komisyonu, çev: Şirin Tekeli, Metis Yay., 2002, s.11.)

[3] aktaran: Alev Coşkun, “Modernleşme Hikâyemiz-1”, Cumhuriyet, 10 Eylül 2020, s.8.

[4] Meltem Akyol, “Mustafa Alp: Vallahi Bildiğiniz Gibi Değil”, Evrensel Hayat, 4 Aralık 2016, s.12-13.

[5] Selin Ongun, “Prof. İlber Ortaylı: Herkes Tarihi Değiştiriyor, Herkes Sultan Süleyman!”, Cumhuriyet, 31 Mayıs 2015, s.10.

[6] Hasan Ateş, “Osmanlı Tarih Yazımında İktidar ve Tarihçi İlişkisi”, Evrensel, 2 Aralık 2018, s.9.

[7] Nazım Alpman, “1922 İzmir Yangını”, Birgün, 8 Eylül 2022, s.7.

[8] Abbas Güçlü, “Sarıkamış Destan mı Yoksa Hezimet mi?”, Milliyet, 1 Nisan 2016, s.21.

[9] “Artık Padişahlar da Koruma Altında”, Yeni Yaşam, 2 Temmuz 2020, s.6;.

[10] “Emine Erdoğan: Harem Okuldur”, Milliyet, 10 Mart 2016, s.18.

[11] “Bir Reklam, Birçok Hata”, Cumhuriyet, 25 Nisan 2015, s.15.

[12] Michel Foucault, Deliliğin Tarihi, çev: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Yay., 2013.

[13] Ayşe Hür, “… ‘Barbar Türk’, ‘İdraksiz Türk’, ‘Müslüman Türk’…”, Radikal, 27 Aralık 2015… http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/barbar-turk-idraksiz-turk-musluman-turk-1495713/

[14] Özdemir İnce, “Aşkı Eflatuni”, Cumhuriyet, 25 Şubat 2020, s.3.

[15] Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği (Kültür Tarihinin Kaynakları) Kültür Bakanlığı Yay., 1993.

[16] “İster güler yüzle ister kaba saba gerçekleşsin, kültürel istila her zaman istilaya uğrayan kültürün özgünlüklerini kaybeden veya kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan insanlarına karşı bir şiddet edimidir.” (Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.129.)

[17] Ordinaryüs Profesör Sosyolog Hilmi Ziya Ülken, Anadolu Kültürü ve Türk Kimliği Üzerine, Ülken Yay., s.415.

[18] Yalçın Bayer, “Türk Ordusu Nedir Bil”, Hürriyet, 22 Şubat 2015, s.18.

[19] Serdar Korucu, “Ermeni Tarihçilerin Gözünden Malazgirt”, 25 Ağustos 2017… https://m.bianet.org/bianet/tarih/189382-ermeni-tarihcilerin-gozunden-malazgirt

[20] Ayşe Hür, “561 Yıldır Fethetmeye Doyamadığımız İstanbul”, Radikal, 1 Haziran 2014, s.18-19.

[21] Milliyet, 27 Aralık 1994.

[22] Milliyet, 31 Aralık 1994.

[23] Ayşe Hür, “Bizantion, Konstantinopolis, İstanbul”, Taraf, 22 Mayıs 2011, s.12.

[24] Özgen Acar... “Aile İçi Evlilik! (2)”... Cumhuriyet... 4 Temmuz 2017... s.14.

[25] Ahmet Altan, “Ecdadımız Palavraları”, 28 Kasım 2012… https://www.ensonhaber.com/gundem/ahmet-altan-ecdadimiz-palavralari-2012-11-28

[26] Prof. Dr. Ahmet Mumcu, Osmanlı Hukukunda Zulüm Kavramı, Ankara Üniversitesi Yay., 1972.

[27] Süleyman Kani İrtem, Osmanlı Sarayı ve Haremin İç Yüzü- Muzıka-i Hümayun ve Saray Tiyatrosu, Temel Yay., 1999.

[28] Işık Kansu, “Övündükleri Ecdat!”, Cumhuriyet, 17 Eylül 2022, s.12.

[29] Alain Corbin, Sessizliğin Tarihi, çev: Işık Gören, Kolektif Kitap, 2021

[30] Mustafa Yalçıner, “Hangi Tarihsel Miras? Hangi Ecdat?”, Gündem, 30 Ocak 2016, s.14.

 

DİK DURUP BOYUN EĞMEYENLER[*]

 

 

“Yol daima ayaklarınızın altında,

rüzgâr daima arkanızda olsun.”[1]

 

İnsan olmak dik durmak/ diklenmektir; boyun eğmeyen, itiraz eden bilinçli cürettir, değiştirme iradesidir. Bu nedenle André Gide, “İnsan, kıyıyı gözden kaybetme cesareti olmadan yeni denizler keşfedemez”; Ingrid Bergman, “Kendiniz olun. Dünya, özgün olana hayran olur”; Albert Einstein, “İnsanı ayakta tutan iskelet ve kas sistemi değil; prensipleri ve inançlarıdır”; José Martí, “Her gerçek insan, herhangi bir insanın yanağına vurulan tokadı kendi yanağında hissetmek zorundadır”; Paracelsus, “Kendisinin efendisi olan, başkasının kölesi olmaz”; Sokrates, “Dürüst bir insan daima çocuk kalır,” derlerken; hatırlatır V. İ. Lenin: “İnsan zihni, maddi dünyayı yansıtmakla kalmaz, onu değiştirir de”...

Bunun böyle olduğuna Pir Sultan Abdal’dan Şeyh Bedreddin’e dek binlerce örnek var; “Evrendeki her şey harekettir, her şey canlıdır,” diyen Giordano Bruno da bunlardan biri…

“Tanrı her şeyde ve evreni oluşturan maddede aranmalı” düşünce/ duruşuyla 23 Mayıs 1592’de Engizisyona ihbar edilip, San Domenico’da hapsedilerek Engizisyon’un yaktığı (aydın) dik duruştu O.

Giordano Bruno’nun “Sapkınlığı” herhangi bir şekilde ortadan kaldırmak ve “sapkınları tövbe ettirmek” yalanına sarılan “Engizisyon Mahkemesi”nde 8 yıl süren “evren anlayışı ve evren ile ilgili düşünceleri”ne ilişkin dava Onu idama götürecekti. Roma’daki Campo de’ Fiori’de kazıkta yakılmaya mahkûm edildi.

Ondan geriye, Onu “anlatan” Sabahattin Eyüboğlu’nun, “Özgür düşünce bütün kalıpları, altından bile olsa bütün kafesleri, bütün yasakları yıkan düşüncedir”…

William Shakespeare’in, “Düşüncelerin neyse hayatında odur”…

Fakir Baykurt’un, “İnsanların düşünceleri öldürülemez”…

Frantz Omar Fanon’nun, “Kendimiz için ve insanlık için yeni bir başlangıç yapmalı yeni bir düşünce tarzı geliştirmeli ve yeni bir insan oluşturmaya çalışmalıyız”…

Anooshirvan Miyandji’nin, “Binlerce düşünceyi yıkacak güçte fikirler var ve bunların peşinde azınlık zihinler,” satırları kaldı…

* * * * *

“Sarı Hoca’(mız) İsmail Beşikçi de sözünü ettiklerimdendir…

Sözü Onun anılarına bırakalım: “12 Nisan’da (1981) Kaynarca Cezaevi’nden tahliye edildim. 19 Haziran’da evim basıldı, gözaltına alındım. Ankara Emniyet’ine götürüldüm. Saçlarımı körleşmiş bir aletle acı vererek kestiler. Bir polis dosyamdan Kürtlere ilişkin yazılarım olduğunu fark etmiş:

-Ulan ben Kürt’üm, bu işlerle uğraşmıyorum sana ne!

-Bak sen söylüyorsun Kürdüm diye?

-Ulan ben öyle mi söylüyorum? Önce Türk’üm sonra…

Bu diyalog sürerken kafamı yumrukluyordu.”[2]

İyi de “Neden” mi?

İsmail Hoca, “Kürtler ve Kürtçe inkâr ediliyor” dediği ve Napoleon Hill’in, “Çabaların meyvesi, ancak kişi vazgeçmediğinde ortaya çıkar,” saptamasını doğruladığı için!

* * * * *

Ve “Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardık,” diyen Hrant Dink…

O, 19 Ocak 2007’de ‘Agos’un önünde Ogün Samast tarafından sırtından vurularak katledildiğinde; İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah “Bireysel bir eylem” açıklaması yapıverdi. Ancak sonrasında ortaya çıktı ki, sumenin altında istihbarat birimlerinden gelmiş 17 adet “Hrant Dink öldürülecek!” “bilgi notu” vardı! Bu ortaya çıkınca önlem almamasını da “düşük ihtimalli notlardı” diye izah etti!

Hrant Davası’nda yargılanan 80’i aşkın sanığın neredeyse tamamına yakını devlet memuruydu: Emniyet müdürleri, rütbeli subaylar, astsubaylar, istihbarat başkanları, jandarmalar, mülki amirler, küçük memurlar gibi... Ayrıca da yargılama dışında kalan çok üst düzey devlet birimleri ve yöneticileri vardı![3]

“Devlet vatandaşını öldürmeye karar verebilir mi?” sorusunu sordurtan hâlin net bir yanıtı vardı Susurluk Raporuna (1997); imza atan Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş, “Devletin öldürme yetkisi vardır!”[4] diye yazmıştı…

Coğrafyamız yazılarından/ fikirlerinden ötürü katledilen ilk gazeteci değildi Hrant. Devletin derin tarihi malum: Bu tür cinayetlerle ilgili sabıkası oldukça kabarık...

Sabahattin Ali de bunlardandı. Her aydın cinayetinin arka planında devletin aranması boşuna değil Hrant örneğindeki üzere…

Ermeni, devrimci kimliğinden dolayı hep horlanan, aşağılanan, dışlanan O, katledilmeden önceki son yazılarının birinde, “Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kim bilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet, biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce,” diyordu…

En önemlisi O da; “Ruh hâlinin güvercin tedirginliği”ne rağmen, 6-7 Eylül pogromu ardından “Terk Etmeyeceğiz” manşetini atan Rum basını gibi, “Terk Etmeyeceğiz!” demişti…

Nihayet Yılmaz Güney’in, “Rahatınız bozulmasın diye, hangi doğrudan vazgeçtiyseniz; o fiyata satıldınız demektir,” uyarısını hatırlatırcasına su çatlağını buldu; hepimize, her şeyi bir kez daha anımsatarak…

* * * * *

Ve egemenleri hâlâ titreten “Fatsa ve Terzi Fikri (Sönmez) Korkusu”![5]

“Ben ne yaptıysam halkım için, halkımla birlikte yaptım,” şiarıyla sosyalist belediyeciliği Fatsa’da inşa eden “Halkın Başkanı” Terzi Fikri’nin, devrimcilerin yeşerttiği komünal yaşam fikri güncelliğini koruyor: “Zulümleri güçlerinden değil, korkularından” gerçeğini doğrulayarak…

Kolay mı?

Ordu konuşmasında Erdoğan’ın, “Ülke battı diyenlere kulak asmayın,” sözleriyle muhalefete yüklenip, “Şöyle güçlüyüz böyle kuvvetliyiz,” diyerek sözü -her nasılsa?!- Terzi Fikri’ye getiriyor: “Terörün belini kırdık. Bu Ordu terörün ne menem şey olduğunu gayet iyi bilir. Bu Ordu Terzi Fikri’yi de iyi bilir. Onların bedelini benim Ordu’m çok ödedi çok…” tezviratına gelince!

Evet, doğrudur Terzi Fikrilerin fikirleri, fiiliyatı muktedirleri rahatsız etti ve etmeyi de sürdürecektir; bedelini cunta hapishanesinde canıyla ödediği üzere…

“Fındıkta sömürüye son” mitinglerinden, sadece Ordu değil bütün Karadeniz, coğrafyamız, tüm dünya Terzi Fikri’yi “iyi bilir”, halkı için canını veren, dik durup boyun eğmeyen iyi bir devrimci olarak bilir.

Çünkü Onun yaşamı José Martí’nin, “Adil olmayan yasalara boyun eğen, kendi vatanının ezilmesine ve kötü muameleye maruz kalmasına göz yuman bir kişi, asla şerefli biri olamaz”…

Friedrich Nietzsche’nin, “Sen en güzeli boyun eğme.” “Boyun eğmektense, umutsuzluğa düşün daha iyi.” “Pişmanlık... Asla pişmanlığa boyun eğmeyin, kendinize şunu deyin: Pişmanlık, ilk yapılan aptallığa bir ikincisini eklemektir”…[6]

Pyotr Kropotkin’in, “Beşikten mezara kadar bütün davranışlarımıza ‘devletin, hükümetin gücüne boyun eğme’ ilkesi yön veriyor”…

Charlie Chaplin’in, “Sizleri bir hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin,” sözleriyle tarif edilebilecek devrimci bir pratikti…

* * * * *

“Terzi Fikri”den söz edip de, Dikili’nin “Komünist Osman” (Özgüven) Belediye Başkanı’nı anımsamamak mümkün mü?

Hatırlanır: Toplumsal belediyecilik uygulamaları nedeniyle, “Komünist Osman” diye seslenilirdi Ona…

İnşaat mühendisi olarak açtığı şirketini hemen kapatarak, belediye başkanı maaşı ile yaşamayı seçmiş, çoğunlukla motosikletle, belediyenin tek resmi aracı ile dolaşarak arı gibi, halkın arasındaydı.

Kamusal görevlerinin başında temiz havaya, ücretsiz temiz su, ekmek hizmetlerini katıvermişti. Sırasıyla acil sağlık hizmetlerinden başlanarak her tür toplumsal gereksinim için belediyecilik yatırımları, halkın oylamasından geçirilerek sıralanmıştı.

Rol modeli ise Fatsa’daki ilk örnek, Immanuel Kant’ın, “Öyle davran ki, yaptığın her şey evrensel yasa hâline gelsin,” sözlerini anımsatan Terzi Fikri’nin 1968’li kadrolarıyla omuz omuza yeşerttiği deneyimi idi…

* * * * *

Sonra da “Futbol asla futbol değildir,” dedirten realitenin aykırısı, endüstriyel futbola karşı çıkan devrimci kaptan Socrates namıyla maruf Sócrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira…

Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve Grek mitolojisine meraklı babasının “Socrates” adını verdiği; sonraki yıllarda Brezilya’da sosyal adaletsizliklere karşı duran önder...

Futbol oynadığı yıllarda tıp eğitimi görmüş; kariyeri sonrasında diplomalı bir doktor olarak sporcu sağlığıyla uğraşan bir klinik kurmuş; aynı zamanda fakir bir semt hastanesinde çalışmış ve askeri diktatörlükçe ezilen coğrafyasındaki eşitsizlikler meydan okuyup, “Corinthians Demokrasisi” olarak anılacak olan bir hareket başlatan aykırı…

Bir de 24 Ağustos 2012’de, 64 yaşında, Samatya Devlet Hastanesi’nde yitirdiğimiz; Metin Çulhaoğlu’nun, “Futbolun Şeyh Bedreddin’i yaptıklarıyla her zaman hatırlanacak,” notunu düştüğü; futbol oynadığı yılların belki en yeteneklisi, ama bir o kadar da aykırı asisi, bir o kadar eyvallahsız, “Çizgideki Gladyatör” Metin Kurt…

Onlar da biz(ler)e, “Size böylesine hâkim olan kişinin iki gözü, iki eli, bir bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip de değil. Yalnızca sizden fazla bir şeyi var: O da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük,”[7] gerçeğini hatırlatanlardır…

* * * * *

Sonra “Bir millet diğer milletin soluğudur. Kucak açtım her gelene. Ne mutlu Ah ne mutlu ‘kardeşiz’ diyene...” vurgusuyla Kürt Âpe Musa (Anter)…

Bir de, İstanbul Barosu’nun başkanlığını yaparken zerre kadar kendi ikbalini düşünmeyip; hâkim sınıfların tüm kanatlarına ve onların devletine hizmeti zul adettiği için, kendisine teklif edilen Adalet Bakanlığı’nı reddeden tutkulu devrimci bir entelektüel, Yücel Sayman…[8]

* * * * *

Özetle, dik durup boyun eğmeyen insan(lar) bize şu dersi miras bıraktılar:

“Bir halkın ya da sınıfın yürekliliği, onların bütün varlıklarını tehlikeye atmalarıyla kanıtlanmaz. Tam tersine, dayanıklılıkları ve sağ kalma kararlılıklarıdır, onların yürekliliklerini gösteren. Che Guevara 1965’te Küba’dan ayrıldıktan ve Latin Amerika’ya devrimci gerilla hareketlerine katılmak ve onları örgütlemek amacıyla gittikten sonra yayınladığı ilk bildiride şöyle diyordu: “Bütün oligarşiler iktidarlarını, bütün ezici güçlerini, bütün vahşet ve demagoji yeteneklerini davalarının hizmetine sokacaklardır. Bizim asıl görevimiz her şeyden önce sağ kalmaktır; ondan sonra da gerillanın kalıcı örneğini izleyecek, silahlı propagandayı yürüteceğiz (Vietnam’da olduğu gibi, propaganda kurşunlarıyla, yani düşmana karşı kazanılan ya da kaybedilen -ama verilen savaşların propaganda kurşunlarıyla). Mülksüzleştirilmiş kitlelere dayanan gerillaların yenilmezliğinin büyük dersi. Ulusal ruhun harekete geçirilmesi, çok daha sert ve zorlu baskılara karşı koyabilmek için çok daha güç görevlere hazırlanılması…”[9]

Kolay mı?

“Bir devrimci başkasına atılan tokadı kendi yüzünde hissedendir”…

“Dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendine yapılmış saymak, devrimcinin en güzel özelliğidir”…

“Bir devrimcinin en önemli özelliği dünyanın neresinde olursa olsun her haksızlığı kendine karşı yapılmış gibi hissetme kabiliyetini koruyabilmesidir”…

“İnsanlığın kaderi tehlikedeyse, bir insanın ya da bir halkın maruz kaldığı tehlikeler ya da özveriler ne ifade eder ki?”…

“Bırak dünya seni değiştirsin, böylece sen de dünyayı değiştirebilirsin”…

“Komünist ahlâk anlayışı olmadan ekonomik bir sosyalizm beni ilgilendirmiyor,” diyenlerden ve öyle de yaşayanlardandı Ernesto Che Guevara;[10] “Yok öyle umutları yitirip/ karanlıkta savrulmak./ Unutma; aynı gökyüzü altında,/ bir direniştir yaşamak,” dizelerini anımsatırcasına Nâzım Hikmet’in…

 

22 Haziran 2023, 12:56:21, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Avrupa Demokrat, Haziran 2023...

[1] Richard Morgan.

[2] İsmail Beşikçi, Söz Konusu Vatansa Bilim Teferruattır!-Anılar, İsmail Beşikçi Vakfı Yay., 2021.

[3] Fikret Başkaya, “Hrant Dink Cinayeti veya ‘Genel Tekrar!’, Kaldıraç Dergisi, No: 259, Şubat 2023, s.55-57.

[4] Nazım Alpman, “Hrant Dink’i Kim Öldürdü?”, Birgün, 19 Ocak 2023, s.7.

[5] “Fatsa ve Terzi Fikri Korkusu”, Devrimci Duruş, No:107, Eylül 2022, s.14.

[6] Friedrich Nietzsche, Hayat Dediğin Nedir ki?, çev: Erkan Aslan, Zeplin Kitap, 2015.

[7] Étienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Kitabevi, 2022, s.25.

[8] Emrah Cilasun, “Deniz Fenerinin Emekçisi”, Birgün, 11 Ocak 2022, s.11.

[9] John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007, s.125-126.

[10] Ernesto Che Guevara, Gerçekçi Ol İmkânsızı İste, çev. Ceren Alay, Zeplin Yay., 2019.

 

KAYPAKKAYA’DAN KALAN…[*]

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

“Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor;

belki biz olmayacağız ama

bu çelik aldığı suyu unutmayacak.”[1]

 

Birçok şeyin parlamentarist abartılarla 14 Mayıs 2023’ seçimlere endekslendiği bir tabloda Ursula K. Le Guin’in, “Çünkü devrimi unutmuşlar. Artık ona inanmıyorlar, insanların yeterince şeye sahip olurlarsa hapiste yaşamaya razı olacaklarını düşünüyorlar. Ama ben buna inanmayacağım. Duvarların yıkılmasını istiyorum,”[2] çığlığını anımsamamak mümkün mü?

Elbette değil! Hele ki Mayıs’ın kızıl karanfillerinden İbrahim Kaypakkaya’nın ölümsüzlüğünden söz ediliyorsa…

* * * * *

Arkadaş Z. Özger’in, “Alnını dağ ateşiyle ısıtan dostum/ Yüzünü kanla yıkayan dostum/ Senin uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/ Benim yüreğimi harmanlayan isyan olsun,” dizelerinin çağrıştırdığı O; belki de en çok “Biz yeni bir hayatın acemileriyiz/ Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor/ Şiirimiz aşkımız yeniden/ Son kötü günleri yaşıyoruz belki/ İlk güzel günleri de yaşarız belki/ Kekre bir şey var bu havada/ Geçmişle gelecek arasında/ Acıyla sevinç arasında/ Öfkeyle bağış arasında,” dizeleriyle müsemmadır Cemal Süreya’nın…

Kolay mı? Devrimci hareketinin önderlerinden, Türkiye Komünist Partisi/Marksist Leninist (TKP/ML) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) lideri, ser verip sır vermeyen İbrahim Kaypakkaya Diyarbakır Zindanı’nında katledilse de unutulmayanlardandır.

Thomas Mann’ın, “Ölümümüz bizden çok sağ olanların sorunudur; çünkü bir bilgenin dediği gibi, biz var olduğumuz sürece ölüm yoktur, ölüm olduğunda da biz yokuz,” saptamasını doğrularcasına 18 Mayıs 1972’de katledildiği işkence tezgâhlarında 3.5 ay süresinden zulme direnip, baş eğdirilemeyen O; Çin Kültür Devrimi ile 68 gençlik hareketinin birikimi, 15-16 Haziran’ın açtığı yolda, 12 Mart 1971 zulmüne karşı başkaldıran(lar)dı.

İbrahim Kaypakkaya’nın katli, salt bir “işkence sonucu ölüme sebebiyet verme” vakası değildi; TKP-ML Dava Dosyası’ndaki, MİT Raporu’nda (1973), “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki hâlde en tehlikeli olan fikirlerdir. Onun yazılarında savunduğu görüşler ve öngördüğü mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz,”[3] ifadesindeki üzere “devletin ulvi çıkarları adına” karar alanların bilinçli ve iradi cinayetiydi; tıpkı Mustafa Suphi ile yoldaşlarında olduğu gibi!

Evet ifadesinde, “Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiç bir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Bir gün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım” diye haykıran O, sınıf düşmanlarınca susturulmak istenen yetkin bir beyindi, yürekti…

* * * * *

Sosyalist harekette İbrahim Kaypakkaya’ya ilişkin çok şey söylendi, yazıldı, anlatıldı.

Lakin hep bir şeyler eksik kaldı ya da ya anlaşılmadı ya da çarpıtıldı veya ya görülemedi ya da görülmek istenmedi.

Tam bu noktada sözü “Peki İbrahim’den geriye miras kalan ne?” sorusunu yanıtlayan kardeşi Ali Ekber Kaypakkaya bırakmak en doğrusu:

‘Kemalizm ve ulusal sorunu ele alış biçimi; işkencelerdeki direniş ve cesareti; keskin gözlem ve analiz gücü, parlak zekâsı, destansı çalışkanlığı ve üretkenliği; İbrahim’in, bugünlerde neo-liberal kuşatmaları kıracak en kullanışlı, eskimemiş, XXI. yüzyılda da varlığını sürdürecek, esin verici zengin mirasıdır. Bugün hâlâ tartışılıyor olmasının kökeninde de bu miras yatıyor zaten.”[4]

Gerçekten de O, kısacık ömre sığdırdıklarıyla parlak bir beyindir. Farklı bir yerde durmaktadır, “… ‘71 içinde de aykırı, genel sosyalist birikim içinde heretiktir, bir nevi lanetli kabul edilmiştir. Millicilik ve şovenizmle bulaşık sosyalist ortam Kaypakkaya’nın görüşlerinden ürkmüştür. Türkiye’nin sol aydın ve entelektüellerince uzun süre görmezden gelinmiş ve üvey evlat olarak unutturulmak istenmiştir. Kaypakkaya, zaman içinde bu tecrit çemberini bileğinin hakkıyla kırarak devrim panteonumuzdaki en parlak yeri almıştır.”[5]

Devlet gerçeğini tüm netliğiyle anlattı; Kemalizmin resmi devlet ideolojisi olduğunun altını çizdi; egemen ulus ayrıcalıklarına, şovenizme karşı mücadele etti; UKKTH hakkını “ama”sız/ “fakat”sız savunarak, “Halkların kardeşliği sloganı baştan beri burjuva- liberal bir hiledir. Önce tam hak eşitliği, ancak ondan sonra halkların kardeşliği,” dedi; silahın ve siyasetin örgütlenmesini komünistçe savundu…

* * * * *

Çorumlu’ydu, kasketin en çok yakıştığı Dersim’in asi çocuğu…

Devrimci düşüncelerle Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda tanıştı. Yüksek öğrenime başladığı ilk yıl Fikir Kulüpleri Federasyonu’na (FKF) kaydoldu. 1967 yılında FKF’nun Çapa Yüksek Öğretmen Okulu Şubesini kurdu ve Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu. Bundan sonraki devrim faaliyetlerini, Diyarbakır Sıkıyönetim Askeri Savcılığı’na verdiği ifadede şöyle anlatıyor:

“1967 yılında 9 arkadaşla birlikte Çapa Fikir Kulübünü kurduk. O dönemde FKF ve TİP’nin bir üyesi olarak, onların düzenlediği bütün toplantı, form, miting ve gösterilere katıldım. 1968 yılında okulun gerici yönetimi tarafından önce muvakkat ve daha sonra da kati olarak uzaklaştırıldım. Buna karşı Danıştay’dan yürütmenin durdurulması kararı almama rağmen, okulun faşist idarecileri bu karara uymadı. Benim düşünce yapım, katılmış olduğunu eylemler ve gençlik örgütündeki çalışmalarım, okuldan uzaklaştırılmamın başlıca nedenleri olarak gösterildi. Hatırladığını kadarıyla o zamanlar katıldığım, NATO’ya Hayır ve Amerikan 6. Filosunu protesto eylemleri, Halk Âşıkları Gecesi düzenlemeye çalışmam, bazı bildirilerin dağıtılması ve işçi yürüyüşlerine katılmam öğrencilik sıfatıma zarar getiren hareketler olarak telakki edilmişti. Oysa bunlar, yurdunu ve halkını seven herkesin, kendi inancı ve bilinci doğrultusunda sürdürmesi gereken ve kişisel sorumluluğu olan çalışmalardır. “

FKF ve TİP içinde ortaya çıkan ayrışmada Milli Demokratik Devrim (MDD) tezini savunan kesimde yer aldı. İşçi-Köylü gazetesinin İstanbul’daki bürosunda çalışan Kaypakkaya, Aydınlık ve Türk Solu dergilerine yazılar yazdı.

“Yine bu arada Trakya’daki topraksız köylülerin, ellerinden toprağı jandarma gücüyle gasp etmiş büyük çiftlik sahiplerinin topraklarını işgal etmesi eylemlerine, İstanbul’da Demir Döküm, Sungurlar, Horoz Çivi, Tertriks, Ege Sanayi, EAS Akü, Gıslaved, Gamak, Singer ve Derby fabrikalarındaki işçilerin haklı grev ve direnişlerine yardımcı olmak için elinden geleni yaptım. 15-16 Haziran Büyük İşçi Yürüyüşü’ne katıldım ve fırsat buldukça da faşistlerin üniversitelere yaptığı saldırılara karşı savunma mücadelesi veren devrimci gençliğin bu mücadelesine ve diğer demokratik eylemlerine katkıda bulunmaya çalıştım”

Aydınlık içinde meydana gelen ayrışmada Doğu Perinçek’in başını çektiği PDA kanadında yer aldı.1972 yılına kadar PDA saflarında çalıştı bu tarihte PDA ile yolları ayrıldı. Doğu Perinçek ve çevresinin revizyonist ve oportünist olduklarını iddia eden Kaypakkaya, ayrılık sonrasında TKP/ML-TİKKO’yu kurdu.

24 Ocak 1973’de Dersim’in Vartinik, Mirik mezrasında kaldığı köy basıldı, arkadaşı Ali Haydar Yıldız hayatını kaybederken, Kaypakkaya yaralı kurtuldu. Ancak beş gün sonra sığındığı bir köy evinde ev sahibinin ihbarı sonucu yakalandı. Yaralı olmasına rağmen yürütüldü. Buradan ayakları donmuş olduğu hâlde Diyarbakır’a getirildi ve hastaneye yatırıldı. Ayaklarının kesilmesine izin vermemesine karşın yemeğine ilaç konularak donmuş olan ayakları kesildi. İyileştikten sonra günlerce şiddetli işkenceye maruz kalan Kaypakkaya, sorgusunda kendisini ve örgütünü bağlayacak hiçbir ifade vermedi. 16 Mayıs 1973’te götürüldüğü sorgudan iki gün sonra Diyarbakır’a gelen babasına intihar ettiği söylendi ve parçalanmış cesedi teslim edildi.

“Ben buraya kadar anlattığım şeyleri söylemekte bir sakınca görmüyorum. Bütün bunlar, o dönemdeki legal ve kanunen de suç olmayan faaliyetlerdi. Ben de, bir devrimci olarak bu faaliyetler içerisinde yukarda anlattığım çerçeve içerisinde yer aldım. Bu çalışmalarımı, Marksizm-Leninizm’e inanan bir komünist devrimcinin halkın kurtuluşu için yapması gerekli çalışmalar olduğu kadar, devrimci gençliğin örgütü Dev-Genç’in üyesi olan bir devrimci gencin halka ve gençliğe karşı sorumluluğunun gereği olarak da sürdürdüm.

Ancak şahsımı ilgilendiren konular ve hakkımdaki isnatları taşan hususlardan gayri, gençlik örgütü ve çalıştığım devrimci gruplar içinde başkalarını etkileyebilecek bir beyanda bulunamam. Anlatmış bulunduğum şeyler, gençlik ve içinde bulunduğum devrimci gruplar saflarında kendi çalışma ve düşüncelerimle ilgili bulunmaktadır. Başkaları hakkında beyanda bulunmayı, kişisel sorumluluk sahamı aşan bir hareket sayarım. Sıkıyönetim ilanına kadarki faaliyetlerim bunlardı.”

İbrahim Kaypakkaya’yı kuşağındaki diğer devrimcilerden ayıran en önemli Kemalizm’e yönelik keskin eleştirileriydi.

“Kemalist hareketin sonucunda, Türkiye’nin sömürge, yarı-sömürge, yarı-feodal yapısı; yarı-sömürge ve yarı-feodal yapı ile yer değiştirmiştir; yani yarı-sömürge ve yarı-feodal iktisadi yapı devam etmiştir. Kemalist diktatörlük, sözde demokratik, gerçekte askeri faşist bir diktatörlüktür.”

Kaypakkaya ezilen ulusların mücadelesine yönelik Marksist perspektifin, “ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nın da kararlı savunucusuydu.

İbrahim Kaypakkaya ile yoldaşları, Dersim halkı tarafından, 1938 katliamından 30 yıl sonra devlete meydan okuyan birer kahraman olarak değerlendirildiler. Yoldaşı Ali Haydar Yıldız, Seyid Rıza’nın komutanlarından biriydi. Katledilişinin ardından Kaypakkaya hakikâti daha da büyüdü, Kaypakkaya çizgisi Dersim halkı içinde en önemli geleneklerden birine dönüştü.[6]

* * * * *

İbrahim Kaypakkaya’yı önemli kılan dünyaya, coğrafyasına devrim penceresinden bakmasıdır.

Bilgisini, dünyayı değiştirme eylemiyle tarih bilincine dönüştürme yeteneği, ısrarı, cüretidir.

Bu bağlamda O bir isyan(cının) manifestosudur.

Coğrafyamız sınıf mücadelesi tarihinde devrimci bir sıçramanın, “ihtilalci” sosyalizmin önderlerinden birisi olarak İbrahim Kaypakkaya; parlamentarist, cuntacı umut(suzluk)lardan kopuşun simgesiyken; mücadelenin hedefine devleti eğip bükmeden koyandı!

Bir kez daha hatırlatmakta yarar var: “… ‘71 devrimciliğinin bizlere bıraktığı mirasın bir yerde özünü oluşturan devrimi başarma iddiası ve iradesine bugün her zamankinden daha çok ihtiyacımız var”ken; “İbrahim Kaypakkaya,… Kürt sorununda Kemalizm’den köklü bir kopuşun öncüsü olmasıyla bilinir. ‘68 devrimciliğinin asıl olarak küçük burjuva milliyetçi içerikte bir anti-emperyalizm kavrayışından hareketle Kemalizm’e olan bağ(ım)lılığı göz önüne getirilecek olursa Kaypakkaya’nın bu konuda sergilediği devrimci kopuşun anlam ve değeri daha iyi anlaşılır. O tarihsel koşullarda bu düşünsel bir devrimi ifade eder.”[7]

Tam da bunun için “Türkiye’de ırkçılık politikası, yerli hâkim sınıfların politikasıdır… Irkçılık dışardan sokulan bir şey değildir, ama dışardan desteklenebilir. Irkçılığın dayandığı sosyal sınıflar ve zümreler vardır. Emperyalizm, işine geldiği zaman ve yerde bu sınıfların ırkçılık politikasını kışkırtır ve destekler...”

“Kemalizm’e miras diye sarılmak bizi Kemalist iktidarın hunharca ezdiği işçi köylü yığınlarından, emekçilerden koparır. Bu emekçiler daha çok İslâmî bir yönelime sahiptirler. Mustafa Kemal, halkımızın değil gerici sınıfların tarihinin parçasıdır. Bizim işimiz ona karşı mücadele etmektir,” saptamalarındaki netlikle Onun nitelik olarak 71 devrimci çıkışını da aşarak bir kopuş gerçekleştirdiği belirtilmeden geçilmemelidir.

* * * * *

1971 devrimci kopuşu ve İbrahim Kaypakkaya’nın açtığı komünist çığır devrimci kalıtımız ve güzergâhımızken; ifadeye gayret ettiklerimizi Onun sözüyle noktalayalım:

“Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var, sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım!”

 

10 Nisan 2023, 18:28:04, İstanbul.

SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç Dergisi, No:262, Mayıs 2023…

[1] İbrahim Kaypakkaya.

[2] Ursula K. Le Guin, Mülksüzler, çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay., 2006, s.121.

[3] https://tustav.org/yayinlar/sureli_yayinlar/emekci/emekci-04.pdf

[4] Ali Ekber Kaypakkaya, “44 Yılın Ardından İbrahim”, 22 Mayıs 2017… https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2017/05/22/44-yilin-ardindan-ibrahim

[5] Mehmet Güneş, “… ‘71 Devrimciliği ve İbrahim Kaypakkaya”, 19 Mayıs 2022… https://gazetepatika18.com/mehmet-gunes-71-devrimciligi-ve-ibrahim-kaypakkaya-114227.html

[6] “18 Mayıs 1973: İbrahim Kaypakkaya İşkencede Katledildi”, 17 Mayıs 2013… http:/arsiv.marksist.org/tarihte-bugun/11497--18-mayis-1973-ibrahim-kaypakkaya-iskencede-katledildi

[7] Alınteri, “Kaypakkaya’ları Yaşatmak”, 18 Mayıs 2022… https://gazetepatika18.com/kaypakkayalari-yasatmak-114154.html

 

 

Umudun Adı ve Devrime Çağırıydı Yılmaz Güney[1]

“Bir pratik,

bir ideolojinin aracılığıyla

ve bir ideolojinin içinde vardır.”[2]

 

Reis Çelik’in, “Düzene başkaldırmış korkusuz bir devrimci”[3] diye betimlediği Onu; hayatının her alanında uçlarda yaşayan korkusuz, sahici insanı; hakikât savaşçısı komünist Yılmaz Güney’i nasıl anlatabiliriz? Bunu çok düşündüm. Sorumun yanıtını da yine Yılmaz Güney’in üç karesindeydi…

Birincisi Onun bir filmindeki şu diyalog idi: Hâkim sorar, “İlk suçunuz neydi?”; yanıt nettir: “İlk suçumuz yoksul olmaktı”!

İkincisinde yine sorar hâkim: “Mahir Çayan’ı evinizde sakladınız mı?” Eğilip, bükülmeyen Yılmaz Güney’in yanıtı yine nettir: “Evet, şimdi gelsinler yine saklarım, evim bütün devrimcilere açıktır!

Ve üçüncüsü de 1973’de kaleme aldığı Selimiye anılarından: “Ben ve İsmail 8 yaşındaydık. Mahalledeki varlıklı çocukların atı olurduk. İsmail hepimizi, bütün atları geçerdi. Bir gün sonuncu oldum diye o zengin çocuğundan dayak yediğimde, dokundu İsmail. Ben duvarın dibinde sümüğümü çekerek ağlıyorken, İsmail tuttu omzumdan, ‘Bir daha’ dedi, ‘Hiç kimsenin atı olmayalım’. Fakat sözümüzde duramadık, bizi dövdü çocuklar, korkumuzdan yine at olduk onlara.

Şimdi ‘Küçüğüz’ dedi İsmail, ‘Ama bir gün büyüyeceğiz, kocaman olacağız, işte o zaman kimsenin atı olmayacağız. Aradan bir yıl geçtikten sonra öldü İsmail, ben ona söz verdim, büyüyünce kimsenin atı olmayacaktım.”

Yoksulluk “suçu”yla yüklü olduğunu; evini devrimcilere açtığını; “kimsenin atı olmama” kararlılığını hiç unutmayan bir komünist olarak, “Dört bir yandan işgal edilmiş bir sömürge ülkenin çocukları değil; bağımsız, birleşik, özgür, bir Kürt ülkesinin Kürdistan’ın çocukları olmak istiyoruz. Türk, Acem ve Arap devrimci demokratlar, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin etmesinin parçasıdırlar. Dost ve düşman herkes bilsin ki, kazanacağız, mutlaka kazanacağız. Bir köle olarak yaşamaktansa, bir özgürlük savaşçısı olarak öleceğiz,” diye eklemişti:

“Sorunun esası şudur: ya devrim yolunu seçeceğiz... Ya da, bu düzenin baskılarına, haksızlıklarına boyun eğerek, şu ya da bu biçimde teslim olarak yaşamayı seçeceğiz. Bu çeşit bir seçiş, yok olmanın bir biçimidir.”

* * * * *

“İnsan yürekliliği fikri, özgürlük fikriyle sıkı ilişki içindedir. Yürekliliğe anlam katan, özgürlüktür,”[4] ifadesiyle müsemma bitmez tükenmez enerjisiyle boylu boyunca hayatın içindeydi.

Komünistti; emekçilerden yana saf bağlamış sinema insanıydı. Karizmasıyla insanları hayran bırakan, çok yönlü bir entelektüel ve militandı.

Popüler bir figür olarak, sisteme adapte edilip, günah çıkarma ayininin “ahları, vahlar”ı eşliğinde “zararsız bir aziz”e dönüştürülmek istenen Yılmaz Güney, Marksist-Leninist bir devrimciydi. Sineması ve sanatını besleyen yönü de, kimliği de buydu.

Pratiği teorisinden çok, attığı taş okuduğu kitaptan fazlayken; senaryolarından her kesit birer şiir niteliğindeydi adeta.

Mardin’de bir bakkalda, Diyarbakır’da beyaz eşya dükkânında, Batman’da bir kahvede, Konya’da bir manavda, Hopa’da bir çay ocağında, İzmir’de Kemeraltı’ndaki bir kumaşçıda, İstanbul Sarıyer’de bir tatlıcıda (ve daha birçok kent, kasaba ya da köyde) ne çok, ne çok gördüm o fotoğrafı...

Fotoğraf bile değildi; dergi kapağına basılmış hâliydi; o kapaktan bize bakan Yılmaz Güney’di.

Onat Kutlar onun sinema alanındaki üstünlüğünü dile getirirken; Fethi Naci de, onun sinemadaki başarısının edebiyattaki başarısını gölgelediğinden yakınıyordu.

En çok kullandığı sözcükler, insan ve “insan”dan türemiş sözcüklerdi: İnsan olmak, insanca, insancıl, insan onuru, insan emeği, insan hayatı, insanı koşullar... “İnsan” kadar çok kullandığı bir başka sözcük ise “halk”tı...[5]

O hâlâ duvarlardan indirilemeyen posterinden hepimize gülümseyendi. Aradan yıllar geçmesine karşın, unutulmamasını sağlayan da ezilenlerin sesi, soluğu olmasıydı.

Kolay mı? O, düşündüğü gibi yaşadı ve davrandı; yolunu açarak yürüdü; her şeyini paylaştığı emekçilerin -bunu talep etmese de- “kahramanı”, “Çirkin Kralı” oldu.

Tutkulu aşkların insanıydı; “Hasretin yüreğimin sadık bekçisidir sevgili” der ve eklerdi:

“Hayat bize mutlu olma şansı vermedi sevgili. Biz kendimizden başka herkesin üzüntüsünü üzüntümüz, acısını açımız yaptık çünkü. Dünyanın öbür ucunda, hiç tanımadığımız bir insanın gözyaşı bile içimizi parçaladı...”

“Sevgili çocuk, demir yürekli kadınım... Korkular, acılar... Yenilecektir bir gün... İnsanoğlunun yıkılmaz inancı ezecektir vahşeti... Mutlaka ezecektir...

İnsanları taş duvarlar, demir parmaklıklar arasında terbiye etmeyi, onların düşüncelerini önlemeyi düşünen anlayış yıkılacaktır... Taş duvarlar, kelepçeler, zincirler, demir kapılar yok olacaktır...

“Hiçbir şey yarının güzel günlerine duyduğumuz umudu kıramayacaktır. Sevgimiz, inancımız bütün güçlükleri yenecektir, yenmelidir.”

* * * * *

Yaşantısında alkışlanmayacak şeyler olsa da O, sosyalist bir emekçi ve çok iyi bir yönetmendi. Çektiği filmlerde insan(lık)ı, hüznü, kederi, sevgiyi bu denli derinlikli aktaran bir insanın negatiflerinin olması da “doğal” ve üzücüydü!

Ancak O, “Benim oturduğum mahallenin yolları çamurluydu. Boyalı ayakkabı giysem bile, o yollardan geçtikten sonra çamurlanmamaları mümkün değildi. Hayatım da böyle.” “Ben kimsenin canını yakmadım; onlar benim ateş olduğumu bile bile geldiler,” derken; Dücane Cündioğlu’nun, “Adana kabadayısı”[6] ifadesindeki düzeysizliğin; postal yalayan, ırkçı ahmakların saldırısına maruz kalmasının; orta sınıf ahlâkçılarının ve faşistlerin fırsat buldukça çamur atmasının, yani Yılmaz Güney’in bugün bile yaygaraların hedefinde olmasının asıl nedeni devrimci komünist olmasıydı.

Onları derdi “üzüm yemek değil, Yılmaz Güneyi dövmek”tir!

Lakin kim ne derse desin büyük sinema insanı; yetkin bir gözlemci; bir edebiyatçı, hikâyeci, roman yazarıdır.

Bütün bu yaygaralar, suya yazılmış yazıdan öteye geçmez. Değişmeyen gerçek, Onun coğrafyamız ile dünya sinemasında saygın yeri olan sinemacıdır; Berlin, Locarno, Venedik, Cannes gibi festivallerden 38 tane ödülün sahibidir; ‘Duvar’ (1983); ‘Yol’ (1982); ‘Arkadaş’ (1974); ‘Zavallılar’ (1974); ‘Baba’ (1973); ‘Ağıt’ (1971); ‘Umutsuzlar’ (1971); ‘Acı’ (1971); ‘Vurguncular(1971); ‘İbret’ (1971); ‘Kaçaklar’ (1971); ‘Yarın Son Gündür’ (1971); ‘Canlı Hedef’ (1970); ‘Umut’ (1970); ‘Piyade Osman’ (1970); ‘Yedi Belalılar (1970); ‘Aç Kurtlar’ (1969); ‘Bir Çirkin Adam’ (1969); ‘Pire Nuri’ (1968); ‘Seyyit Han’ (1968); ‘Bana Kurşun İşlemez’ (1967); ‘Benim Adım Kerim’ (1967); ‘At Avrat Silah’ (1966)’dır…

* * * * *

Ve yıllar boyunca yasaklanarak coğrafyamızın sinema tarihinden silinmek istenmiştir. 104 filminin negatifi yakılarak yok edilmiştir ve Ulus Baker’in deyişiyle, “İsyanı tek yol olarak bırakan bir sinemadır. Yılmaz Güney, her türden özgün imaj arayışı ve deneyi engellenen Türkiye sinemasında evrensel bir yeniliğin tek örneğiydi.”

“Yeşilçam’dan nasıl buraya gelebildiniz?” sorusunu -Madrid’de gazetecilerle 1982’deki görüşmesinde[7]- “Kavga ederek. Yeşilçam’ı inkâra yönelerek, Yeşilçam’la uzlaşmayı reddederek, Yeşilçam’ın ismiyle boğuşarak,” yanıtını veren O; 114 filmde oyunculuk, 26 filmde yönetmenlik, 15 filmde yapımcılık, 64 filmde ise senaristlik yapmıştı.

Yılmaz Güney gerçekçi sinemayı getirdi coğrafyamıza; teatral ve soyut oyunculuğu yıkarak performans kavramını yeni bir kavramla değiştirdi.

‘Yol’ filmi 1982’de ‘Altın Palmiye’yi Costa Gavras’ın ‘Missing/ Kayıp’ıyla paylaşan Yılmaz Güney’in sinematografisi coğrafyamız sinemasında milattır. “Yılmaz’dan önce, Yılmaz’dan sonra,” derdi Sadri Alışık![8]

Kamerasını bazuka gibi kullanarak; sinemayı devrimci mücadelenin bir mevzii olarak gören; Kültür Bakanlığı’nın 6 bin 700 film, 45 bin civarındaki kaset-cd arşivindeyse bir tek filmi olmayan yönetmendi Yılmaz Güney!

* * * * *

‘Umut’un çaresiz faytoncusu Cabbar’dan, çocuk yürekli isyancıya, hep “Tek kurtuluş devrim,” diyen O; -Metin Üstündağ’ın tabiriyle- “Yılmaz bir Pütündür, bölünemez…”

Sakın ola unutulmasın bu… Kolay mı?

“Bir sanatçı olarak Yılmaz Güney diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün’dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve baş eğmez anlamına gelir; soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeği demekti,” ifadesindeki gibi adıyla müsemma bir devrimci, yürekli bir sanat insanıydı.

“Suya sabuna dokunmayan”, daima güç sahiplerinin safında yer alan, yani “piyasa malı”, “kâğıttan kaplan”, “plastik/ defolu ürün”lere inat düzene isyan eden, eserlerinde bunu korkmadan dile getirenlerden; coğrafyamızda dışlanmış, öcü gibi sunulup, karalanan başkaldıran Sabahattin Ali, Nâzım Hikmet gibilerdendi Yılmaz Güney de; “Sanat, direnendir; ölüme, köleliğe, alçaklığa, utanca direnir,” gerçeğini doğrulayarak Gilles Deleuze’ün…

1984 Newroz konuşmasındaki, “Biz sazımızı çok iyi çok çalmalıyız.

Biz iyi, çok iyi türküler söylemeliyiz.

Biz iyi, çok iyi resimler yapmalıyız.

Biz iyi hikâyeler, iyi şiirler, güçlü romanlar yazmalıyız.

Biz güçlü bilim adamları, diplomatlar, teknisyenler yetiştirmeliyiz.

Bizim elimiz hem kalemi, hem makineyi, hem de silahı iyi tutmalıdır,” çağrısı bizlere vasiyet kalan O güzel atlara binip, (Père Lachaise’e) giden güzel insanlardandı; içimizde kanayan yaralardandı; umudun adı ve devrime çağırısıydı ve Nâzım Hikmet’in, “Her daim kendin ol./ Sen, seni anlayana mucizesin,” dizelerini anımsatandı; Karl Marx’ın, “Henüz gelip çatmamış devrimcinin saati vardır,” vurgusundakilerdendi.

‘Sürü’yü sarsıp, ‘Duvar’ları aşarak, insan(lık)a ‘Umut’ aşılayan toplumsal gerçekçi sinemanın “Çirkin Kral”ı, mücadeleci hatırasıyla halklarının gönlünde yaşıyor; ne mutlu ki biz Onun yoldaşlarıyız…

 

21 Şubat 2023 08:37:19, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] Güney Dergisi’nin 2 Nisan 2023’te İstanbul’da düzenlediği, “Doğumunun 86. Yılında ‘Halkın Sanatçısı Halkın Savaşçısı’ Yılmaz Güney Bizimle” Etkinliği’deki konuşma metni…

[2] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev: Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006.

[3] “Çelik: Yılmaz Güney Olunamayacağını Dayak Yiye Yiye Öğrendim”, 9 Eylül 2018… https://m.t24.com.tr/haber/yönetmen-reis-çelik-yılmaz-güney-olunamayacağını-dayak-yiye-yiye-öğrendim,696122

[4] John Berger, Sanat ve Devrim, çev: Bige Berker, Agora Kitaplığı, 2007.

[5] Zeynep Oral, O Büyülü İnsanlar, Cumhuriyet Kitapları, 2011, s.283-292.

[6] Dücane Cündioğlu, Basın Kulübü/Özel,Habertürk, 13 Mayıs 2012… https://www.youtube.com/watch?v=7aw7ce-AFVU&list=PLIDB8B9asEdXFAHJsr8REjw2pXLH4Dm31&index=37

[7] İnsan, Militan ve Sanatçı Yılmaz Güney, Güney Film Yay., 1995.

[8] Kahkaha ve Hüzün: Sadri Alışık, Kolektif, Dost Kitabevi Yay., 2006.

 

‘ÜMÜŞ EYLÜL KÜLTÜR-SANAT’A YANITLAR[*]

 

“Kâğıda dokunan kalem,

kibritten daha çok yangın çıkarır.”[1]

 

Ümüş Eylül Kültür-Sanat/ Hasan Şahingöz (HS): Sizce yazarlık nedir? Yazarlığın ayırt edici özellikleri nelerdir? Kime, neden yazar denir?

Temel Demirer (TD): “11. Tez”ci eyleminin saflarında, “Yazmak eylemdir; yazarlık ise son saatin işçiliği,” diyenlerden ve elime her kalem alışımda Friedrich Engels’in, “El yalnızca emeğin organı olmayıp, aynı zamanda emeğin ürünüdür,” uyarısını anımsayanlardanım.

 

HS: Bir insan neden yazar, neden yazarlığa soyunur?

TD: Kanımca zaruretten; en azından benin için böyle bu!

“Neden” mi?

“Bir kimse ‘okuduğu’, incelediği bu teorik, politik ve tarihi nitelikte yapıtları gerçekten anlayabilmek için, onları her yönüyle belirleyen iki gerçeği yaşantısına doğrudan doğruya sokmalıdır: 1. Teorik pratiğin (bilim ve felsefenin) somut hayata bağlığı; 2. Sınıf kavgasının devrimci pratiğinin halk yığınlarına yakından bağlılığı. Çünkü Marksist teori bize tarihin yasalarını öğrettiyse, ne aydınlar ne de teorisyenlerdir tarihi yapan; kitlelerdir. Teoriyi anlamak şarttır, ama aynı önemi taşıyan bir başka şey de kitleleri anlamaktır.”[2]

 

HS: Yazarlıkla eğitim, bilgi birikimi arasında nasıl bir ilişki vardır?

TD: Organik, felsefi bir ilişki. Malum: “Felsefede soru(n)lar ve yanıtlar vardır.”[3]

Yazmak, soru(n)lara yanıtlar üretmek; yani egemen ideoloji karşısında ya bir yol bulmak ya da ya bir yol açmak içindir…

“Egemen ideolojilerinize bakın: O bütün kapıları kilitliyor ve her şey yerli yerinde kalsın diye.”[4]

Tam da bu ufukta tarihsel birikimi özümseyerek, bugünlerde geleceği biçimlendirmektir yazarlık.

 

HS: Bir yazar kendini nerelerden, nasıl beslemelidir?

TD: Aşktan, hayattan ve V. İ. Lenin’in, “İnandığımız tek kutsallık emeğin gücüdür,” vurgusuyla ifade ettiği sınıf mücadelelerinden.

 

HS: Ülkemizde mevcut okur-yazar ilişkileri nasıldır; nasıl olmalıdır?

TD: “Coğrafyamızda okur-yazar ilişkileri nasıl olmalıdır”ın olumlu yanıtı Nâzım Hikmet, Orhan Kemal, Ahmed Arif, Yaşar Kemal ise, “Ne olmamalıdır” somutu da Orhan Pamuk’tur!

“Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda, egemen düşünceler olarak varlığını korumuştur,” diyen Friedrich Engels’in eklediği üzere: “İnsanlar yaşadıkları gibi düşünürler”!

Evet, yazarlar da yaşadıkları gibi düşünüp/ davranırlar.

 

HS: Bir yazar okurların(ın) eğitim durumunu, beklentilerini, dikkate almalı mıdır?

TD: Kanımca söylenmesi/ yazılması gerekenleri, eğilip/ bükülmeden, “Ama”sız/ “Fakat”sızca ifade etmeli ve dikkate alınması gereken tek şeyin ezilenlerin hakikâti olduğunu bir an dahi unutmamalıdır…

Bir şey daha: Karl Marx, ‘Kapital’i işçiler için yazdığını söyler.

 

HS: Yeterince okunup okunmama/ ilgi görüp görmeme bir yazarın motivasyonunu etkiler mi; etkilemeli midir, etkilememeli midir?

TD: Yazmak yapılması gereken bir şey ise, etkilememelidir; ki beni de etkilemez! Kaldı ki yazmak eylemi motivasyonla ilgili bir popülerlik/ piyasa ile asla ilişkilendirilmemelidir.

Yazmak alkışlanmak, çok satmak için değil; yaşama tercüman olmak içindir; “Bir insan bir birey olarak sadece kendi kişisel hayatını yaşamaz. Aynı zamanda, bilinçli ya da bilinçsiz, kendi dönemi ve çağdaşlarının hayatını da yaşar,” saptamasındaki üzere Thomas Mann’ın.

 

HS: Yazmak/ yazarlık zor, zahmetli bir iş; sizi yazmaya iten motivasyon, sorumluluk bilinci nedir?

TD: Çok basit: “Tüm devlet aygıtları hem ideoloji, hem de baskı kullanarak işler”ken;[5] her türlü riske/ bedele rağmen insan olmak, insan kalmak ısrarı.

Bir de Hikmet Kıvılcımlı’nın “İnsanın her davranışı ve düşüncesi toplum içinde, toplumla birlikte, toplum için ve toplum olarak yaşamaktır.” “Tarafsızlık bizim harcımız değil. İşçi çocuğuyuz,” saptamasının bilinci.

 

HS: Sizin kitaplarınız, yazılarınız bilgiye, araştırmaya dayalı. Araştırma ve yazma zamanınızın ne kadarını alıyor? Çalışmalarınızı nasıl bir plan-program dahilinde yapıyorsunuz?

TD: Maximillien Robespierre’in, “Yöneldiğimiz amaç nedir? Eşitlik ve özgürlükten barış içinde faydalanmaktır,” ifadesi güzergâhında öğrenmek de dahil tüm zamanımı. Lakin ne kadar disiplinli, programlı olursa olsun yine de zaman yetmiyor. Hep bir şeyler eksik kalıyor.

Bir şeyi daha eklemeden geçmemeliyim: Yazmak çalışmaktan öte, cüretkâr bir eylemdir, taraflılıktır.

Çünkü “Tüm argümanlarına katılmasam da, çalışmayı kutsayan geleneğin eleştiri hak ettiğini düşünüyorum. Modern toplum, çalışma edebiyatıyla, aslında insanın hayatını çalıyor. Yaşamadan ölenler diyorum ben onlara. Hayatı çalışmaya indirgeyen tüm söylemlerle mücadele etmek gerekiyor.”[6]

 

HS: Konularınızı nasıl seçiyor, belirliyorsunuz?

TD: Lucius Seneca’nın, “Zihinsel bir uğraşı içermeyen boş zaman ölümdür ve diri diri gömülmektir,” uyarısı eşliğinde, yazmanın eylem olduğundan şüphesi olmayan bir kalemin gündemini aşk, hayat ve sınıf mücadelesi belirler.

“Aşk” Elias Canetti’ye, “Onun kalbi gecenin içinde lamba,”[7] dedirten güçken; Hannah Arendt’e de, “Kalp, ancak kırıldığında yahut bir çatışmanın ortasına atıldığında layıkıyla atmaya başlar,”[8] satırlarını kaleme aldır(t)ır.

 

HS: Bugüne kadar yayınlanmış kitaplarınız hangileridir? Kitaplarınızı okumak isteyenler onlara nasıl onlar nasıl ulaşabilir?

TD: Bir hayli kitabım var. Lakin bunları buraya sıralamak yerine meraklısı varsa kitapçılara uğramasını rica edeyim. Böylesi daha pratik değil mi?

 

HS: Eklemek istediğiniz bir şey var mı?

TD: Sonuç olarak diyeceklerimi André Breton’un, “Olmuş olanın hiç önemi yoktur, göz kamaştırıcı olan bekleyiştir...” satırları ile…

Arkadaş Zekai Özger’in, “Yırtarak geçiyor kalbimizden/ hayatı da törpüleyen zaman./ Şuramızda bir şey var,/ acıya benzer umuda benzer./ Böyle günlerde her şey/ hem acıya, hem umuda benzer”; Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “kısa çöp uzun çöpten/ hakkını alır elbette,” dizeleriyle noktalarken…

Her şey için teşekkür ediyor ve içeriyi bilen birisi olarak içerideki tüm kardeşlerim ile seni sımsıkı, içtenlik ve hasretle kucaklıyorum.

 

N O T L A R

[*] Ümüş Eylül Kültür-Sanat Dergisi, No:47, Nisan-Mayıs-Haziran 2023…

[1] Malcolm Stevenson Forbes, Ender Haluk Derince, Kahve Kokulu Sözler, Yakamoz Yay., 2016, s.17

[2] Louis Althusser, Lenin ve Felsefe, çev: Bülent Aksoy-Erol Tulpınar-Murat Belge, İletişim Yay., 1989, s.30.

[3] Louis Althusser, Felsefede Marksist Olmak, çev. İsmet Birkan, Can Yay., 2018.

[4] Louis Althusser, Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş, çev: İsmet Birkan, Can Yay., 2016, s.231.

[5] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, çev. Alp Tümertekin, İthaki Yay., 2006.

[6] Paul Lafargue, Tembellik Hakkı, çev: Vedat Günyol, Telos Yay., 1991.

[7] Elias Canetti, İnsanın Taşrası, çev: Ahmet Cemal, Payel Yay., 2004, s.251.

[8] Hannah Arendt, Devrim Üzerine, çev: Onur Eylül Kara, İletişim Yay., 2017.

 

16 Ocak 2023 18:54:55, İstanbul.

 

ÖZGEÇMİŞ(İM)

11 Ocak 2004 14:32:09’de şunları yazmıştım, hâlâ geçerli:

Kendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm…

Ne yazacağımı kestiremedim…

Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım…

“İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,” diyen(lerden);

dünyaya aşağıdan bakan(lardan);

kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan);

yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan);

ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden);

John Maxwell’in, “İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar…”; Bertolt Brecht’in, “Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez”; V. İ. Lenin’in, “Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,” sözlerine müthiş değer veren(lerden);

sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden);

bir afet-i devrana aşık olan(lardan);

hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan);

ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim…

54 tevellütlüyüm… Kemal’den olma Necla’dan doğmayım… Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım…

Okur yazarım…

Ve nihayet hâlen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım…

 

İtirazın Farkındalığıyla Meydan Okumadır Şiir[*]

 

 

“Bilim aklın şiiridir,

şiir de yüreğin bilimidir.”[1]

 

Andrey Tarkovski’nin ifadesiyle, “Şiir benim açımdan bir dünya görüşü, gerçekle olan ilişkimin özel bir biçimidir. Bu açıdan bakıldığında, şiir, insanlara hayatı boyunca eşlik eden bir felsefedir.”

Yaşamı savunmak; insan olmak (ve sonuna dek de İNSAN kalmak) hâlidir.

Bundan kimsenin şüphesi olmasın…

Çünkü “Hakikâte ulaşmanın yolları şunlardır: Felsefe, Sanat, Siyaset ve Aşk,” diye uyarır Alain Badiou!

Gerçekten de “Paramparça edilmemiş, fırtınalara göğüs germemiş, tel tel dağılmamış, büyük dikişler ve çirkin yara izleriyle, pek nahoş bir hâlde kendini tekrar bir araya getirmemiş insanlara tahammülüm yok,”[2] ifadesindeki üzere şiir itirazın farkındalığı, dik durup/diklenen meydan okumasıdır. “Bir düşünürün sözleriyle, sözcüklerle yaşayan kişidir şair. Yaşamındaki bu zaaf şiirde muazzam bir güce dönüşür. Yine de bu güç bireyi bir uzlaşıya çağırmaz…”[3]

* * * * *

Tam da onlardan birisidir; “Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek/ İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar/ Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar/ Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar/ Bütün kara parçalarında Afrika dahil,” dizeleriyle müsemma Cemal Süreya…

İlk şiir kitabı “Üvercinka” 1958’de, 27 yaşındayken yayımlanmıştı.

O yaşlarda, o şiirlerin yazmış olması çok önemlidir; dillerden düşmeyen ‘Üvercinka’sıyla mesela...

Pek çok şair ondan etkilendi; dizeleri ezberlerdedir hâlâ, başuçlarımızdadır kitapları…

 

O sadece şair değildi; çevirmen, eleştirmen, sanat yönetmeni, maliye müfettişi, genel müdürdü. Lakin tüm yaşamını şiire, şairliğe adamıştı.

Kişiliği şiir olan Cemal Süreya, Muzaffer İlhan Erdost’a göre, “Fırat kenarının ince dumanı”ydı. Refik Durbaş için ise, “Şiirin uçurumunda açan kır çiçeği”ydi...

Hikmet Altınkaynak’ın, “Yalnızlığı sevse de arkadaş canlısı, okuyan, bir ağaç gibi özgür ruhlu bir şairdi,”[4] diye tarif ettiği Onun yaşadığı 1938 (dERSİM) patentli çocukluğu, nereye gittiyse ardındaydı hep; “Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,/ Bizi kamyona doldurdular,/ Tüfekli iki erin nezaretinde,/ Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,/ Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,/ Tarih öncesi köpekler havlıyordu/ Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler/ Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki./ Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü,” dizelerindeki üzere!

Bu kadar da değil; “Gitmekle gitmiş olamazsın,/ Gönlün kalır, aklın kalır, anıların kalır” veya “Özlemek, ölmek’ten sadece iki harf fazla be çocuk,” artısındaki üzere…

Dizelerinde, en olmadık soruları soran sırılsıklam sevdalı Odur; “Sonra gülüşün geldi aklıma/ ve içimden dedim ki;/ yine gelsen yine severim seni.”

“Bilirsin sigarayı da/ kalem tuttuğum gibi tutarım./ Ondan tüter sevda sözleri.”

“Seni olduğun gibi seven insan için/ iyi gün kötü gün yoktur./ Ne zaman yanında olması gerekiyorsa/ o zaman yanında olur.”

“Karşıya geçer gibi sev beni:/ önce bana, sonra bana/ sonra yine bana bak.”

“Yoksuluz, gecelerimiz çok kısa./ Dörtnala sevişmek lazım.”

“Biliyorum/ sana giden yollar kapalı.”

“O beni herhâlde sevmiş!/ Oysa ben onu/ her hâlde sevmiştim.”

“Önce sevdiğiniz terk eder sizi,/ ardından uykunuz./ Sonra ne sevdiğiniz/ geri gelir, ne de uykunuz.”

“Sonunda sen bir gün gelirsin diye,/ çok şeyin adı küçük yazıldı.”

* * * * *

“Bedava yaşıyoruz, bedava/ Hava bedava, bulut bedava/ Dere tepe bedava/ Yağmur çamur bedava/ Otomobillerin dışı,/ Sinemaların kapısı,/ Camekanlar bedava/ Peynir ekmek değil ama/ Acı su bedava/ Kelle fiyatına hürriyet,/ Esirlik bedava/ Bedava yaşıyoruz, bedava,” dizelerindeki üzere yaşamımızın her kesitinde hayata dair duyguları, düşünceleri etkili biçimde dile getiren şairlerdendi Orhan Veli Kanık.

“Eskiler alıyorum/ Alıp yıldız yapıyorum/ Musiki ruhun gıdasıdır/Musikiye bayılıyorum.// Şiir yazıyorum/ Şiir yazıp eskiler alıyorum/ Eskiler verip musikiler alıyorum// Bir de rakı şişesinde balık olsam,” derken anlattığı kendisiydi sanki…

Denilebilir ki O, düşünce, duygu, beğeni dünyamızı, yaşama, kendimizi anlatma biçimimizi derinlemesine etkiledi.

Orhan Veli’nin can dostu Melih Cevdet Anday, ‘Bizim Orhan’ şöyle tanımlar Onu: “Benim kardeşimdi. Görünce yüzüm gülerdi. Başkalarına kolaylıkla anlatamayacağım, başkalarının kolaylıkla anlayamayacağı bir işi, bir düşünceyi ona iki kelimede anlatıverirdim. Anladığını, can alacak yerinden anladığını bir işaretle belli ederdi. Çok zekiydi.” (Hikmet Altınkaynak, “Yeni Yılı Karşılarken”, Cumhuriyet, 30 Aralık 2021, s.14.)

Yine can dostunun, “Yaşasaydı, Orhan Veli de yeni yollar denemeye kalkacaktı,” dediği Garip akımının öncü şairi[5] Orhan Veli şiire yenilikçi bir halka ekleyendi.[6]

Asım Bezirci onun şiirimizdeki yerinin Ahmet Hâşim, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip gibi şairlerimizin arasında yer almasını sağlayacak yeterlikte olduğunu belirtip, “Yeni şiirin kurulmasında Orhan Veli’nin büyük payı vardır,”[7] derken; “Garip hem akım hem de sözcüğün temsil ettiği sıfat dünyası bakımından Orhan Veli’yi işaret eder. Deneyen, cür’et eden, yenilik arayan odur.”[8]

Şiirlerinde, yaşadığı kesitin sosyolojisine dair, “Neler yapmadık şu vatan için!/ Kimimiz öldük;/ Kimimiz nutuk söyledik” diyen odur. Ve Cımbızlı Şiir: “Ne atom bombası/ Ne Londra Konferansı/ Bir elinde cımbız,/ Bir elinde ayna;/ Umurunda mı dünya,” diye seslenirken; dizelerinde ironinin, esprinin kapatamadığı eleştiri de ayan beyan ortadadır.

Evet, “Edebiyatın bütününe etki etmiş bir isimdi Orhan Veli”;[9] “Şiirleri okuyan; kimse için kötü düşünemez, bir ağaca, bir kuşa, buluta, denize aynı sevgi ve içtenlikle bakar”dı;[10] “Bir şey düşüyor elinden yere;/ Bir gül olmalı”; “Bakakalırım giden geminin ardından;/ Atamam kendimi denize, dünya güzel;/ Serde erkeklik var, ağlayamam,” dizelerindeki gibi…

Özetin özeti, “Yaşama sevinci ve özgürlük”tür Onun dizeleri…[11]

* * * * *

Ve “Suçumuz insan olmak”; “İnsan’ın insandan/ başka dayanağı yok,” haykırışıyla Edip Cansever…

Çağdaşı Cemal Süreya’nın dediği gibi Cansever’in “hayatı - da - şiire dahil”di…

“Bakma sen, kuşlar bir uçumluktur ne de olsa/ Denizler bir fırtınalık görkemli/ Bizse kendimizi insan olarak/ Bir tohum gibi dikmişiz sonsuzluğa…” dizelerindeki gibi…

* * * * *

Sonra da “Şiir, Matematik gibi kolaydan başlanılıp öğrenilmez. Kolaylık, bir beğeni olarak yerleşiverir insanın kişiliğine, sonra da kolay kolay değiştirilemez,” diyen Turgut Uyar…

* * * * *

Bir de Can (Yücel) Baba…

O, estetik bir politik itirazdı; karşı duruştu; meydan okumaydı; diz çöktürülemeyen, teslim alınamayandı…

‘Metin’e Metin bir Metin’indeki gibi: “Metin’in kafasında bir darp var/ Polis karakolundan morga kadar/ Mosmor/ Bir darbe var yüreğimizde beynimizde/ Soruyor bir işaret fişeği/ Biz ölerek mi yaşamayı öğreneceğiz hâlâ?”…

“Şu göğüs kafesimi genişleten/ umudum var oldukça,/ güzel günlere olan inancım/ hiç bitmeyecek,” dizelerindeki ısrarla…

“Kendi kulağına küpe takan adamı taşlayıp,/ g.tümüze kazık sokan adamları/ alkışlayan bir toplumuz,” ya da “Yalan söylememek değil,/ gerçeği gizlememekmiş marifet,” şiirindeki toplumsal eleştiriyle…

“Bilmelisin ki,/ Duvarda asılı duran/ diplomalar insani/ insan yapmaya yetmez,” veya “Onların uşakları var,/ bizim dostlarımız,” uyarısıyla…

“Sen kasırgalara dayanmışsın,/ rüzgârla mı yıkılacaksın!/ Başka çaren yok yüreğim,/ dosta düşmana karşı ayakta kalacaksın,” uyarısıyla…

 “Yaş 70’e gelse bile, hayat daha bitmemiş,/ sen mi biteceksin?/ Çekeceksen bile bayrağı,/ yaşadım ulan dibine kadar diyemeyecek misin?” sorusuyla…

“Zenginlik, sabahları simit yiyebilmektir./ Merdivenleri yardımsız çıkabilmektir./ Güzel günleri bekleyebilmektir./ Kendine inanabilmektir,/ Zenginlik, varlığından mutluluk duyduğun her şeydir,” hatırlatmasıyla…

 “Biliyorum suçluyum ve razıyım cezama./ Çalmadım öldürmedim,/ Ama daha kötüsünü yaptım./ Ne yaptım biliyor musunuz?/ Tuttum insanları sevdim,” ya da “Ne kadar/ yalansız yaşarsak/ o kadar iyi,” veya “Çalmadık, Çırpmadık/ Yediysek cebimizden,/ harcadıysak ömrümüzden,” duruşuyla…

“Bu memleketin/ jeopolitik konumu,/ küfürsüz yaşamaya/ uygun değil,” fiiliyle…

“Can yasası bu insanın/ Savaşlara yoksulluklara,/ Ve binbir belaya karşın,/ İlle de yaşayacaksın!” praksisiyle…

 “Bir insan görünce insan oluyorum/ Bir ağaç görünce ağaç/ Bir çiçek görünce çiçek/ Bir çocuk görünce çocuk/ Bir kadın görünce erkek/ Bir FAŞİST görünce kahroluyor kahrediyorum,” haykırışıyla…

Ve nihayet “… ‘İlk görüşte aşka inanırım’./ Bunu yaşayan bilir./ Çünkü aşkta ikinci görüş,/ hiç olmayabilir,” ya da “Aşk yokmuş sizde beş paralık!/ Gidiyorum ben boşçakallar.../ Sıçmışım ortalık yerinize,/ kıçımın fosforuyla aydınlanın/ siz artık!” dedirten sevdalarıyla yaşadı ve hâlâ yaşıyor O…

* * * * *

Ve nihayet ya da özetin özeti olarak Onların hepimize öğrettiği; René Char’ın, “... ‘Görmedim, Duymadım, Bilmiyorum’ diyenlere inat,/ İnsan kalacağız biz, bağışlanmazlık pahasına!”; Nâzım Hikmet’in, “Bıraksın peşimizi/ kendi yüreğinin kabuğunda yaşayanlar!” dizelerindeki hülasasıdır.

 

8 Haziran 2022 11:18:35, İstanbul.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:255, Ekim 2022…

[1] Maksim Gorki.

[2] John Berger, Sanatla Direniş, çev: Aslı Biçen, Metis Yay., 2017.

[3] Yunus Emre Ceren, “Erdal Alova: Şiirin Uzlaşmayla Hiçbir İşi Yoktur”, Birgün, 8 Nisan 2021, s.15.

[4] Hikmet Altınkaynak, “Cemal Süreya 90 Yaşında”, Cumhuriyet, 5 Ağustos 2021, s.11.

[5] Mehmet Deste, “Garip Akımının Öncü Şairi: Orhan Veli Kanık”, Güney, No:98, Ekim-Kasım-Aralık 2021, s.46-53.

[6] Tamer Uysal, “Orhan Veli ve Garip Şiiri”, İnsancıl, Yıl:31, No:367, Şubat 2021, s.41-46.

[7] Nurduran Duman, “Yıkıcı, Yapıcı Şair”, Cumhuriyet, 16 Kasım 2020, s.14.

[8] Şeref Bilsel, “Şiirimize Doğru Orhan Veli’yi Göreceksin; Sakın Şaşırma!”, Birgün Pazar, Yıl:16, No:622, 17 Kasım 2019, s.16.2

[9] “İstanbul’da Boğaziçi’nde Bir Garip Orhan Veli...”, Yeniçağ, 1 Şubat 2021, s.13.

[10] Deniz Zekâ-Meltem Sezen Kılıç, “Şeref Özsoy: Orhan Veli, Dostlarının Özetidir”, Birgün, 14 Kasım 2020, s.15.

[11] Ataol Behramoğlu, “Orhan Veli’yi Yaşamak”, Cumhuriyet Kitap, No:1606, 26 Kasım 2020, s.10-12.

 

Örgütlenme, Özgürleşme Ve Devrimin Güncelliği[1]

 

 

“İnsanlara şunu söylüyoruz:

Yalancıların maskelerini kaldırın,

körlerin gözlerini açın!”[2]

 

Sürdürülemez kapitalist çılgınlık şahsında, “Cehennem boşalmış, şeytanların hepsi burada!”[3] betimlenmesindeki bir hâl-i pür melal ile yüzleşiyoruz.

Kimilerinin “küreselleşme” diye büyük umutlar bağladıkları yaşa(tıl)dığımız vahşeti en iyi Fidel Castro’nun, “Yukarı yarımkürenin aşağı yarımküreyi ezmesine küreselleşme denir,” saptaması anlatırken; şimdi “Yapılabilecek en devrimci şey her zaman olan biteni yüksek sesle haykırmaktır,” Rosa Luxemburg’un ifadesiyle.

“Günümüz insanı tarihten gelen sorunlarını çözme potansiyelini ortaya koyabilmiş değil,”[4] türünden bir üstenciliğe prim vermeden; evet XXI. yüzyılın ilk çeyreğinde de, XX. yüzyıldan miras soru(n)larla cebelleşiyoruz.

Eşitsiz ve bileşik yıkımın, yani sürdürülemez kapitalizmin kollarında insan(lık)ın sürüklendiği kaos ve çatışma dört yanımızı kuşatıyorken; kapitalizm habis bir ur gibi insan(lık)ın illetine dönüşüyor; Şükrü Erbaş’ın, “Öyle ucuz ettiler ki her şeyi/ Sözü, saygıyı, erdemi/ Ölümü bile kirlettiler,” dizelerindeki üzere!

Yerküre de, coğrafyamız da çürüyüp, çözülürken; uzun süredir ana akım (merkez sağ ve merkez sol) partiler hemen her ülkede değişik derinlikte krizler yaşıyorlar. “Merkez sol” merkez sağın, merkez sağ yeni-faşizmin programını, siyaset tarzlarını, özellikle ırkçılık ve göçmenler sorunu, yasa ve kamu düzeni alanlarında taklit ederek ayakta kalmaya çalışıyor.[5]

V. İ. Lenin’in, “Gerçeklik her türlü kuramdan daha sinsidir,” uyarısını unut(tur)madan yine, yeniden, yenilenmenin tek seçenek olduğu koşullarda; Friedrich Engels’in, “Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey, baştan başlamaktır.” “Bilimsel sosyalizm doktrin değil, harekettir, ilkelere değil, kanıtlara dayanmaktadır. Çıkış noktaları, şu ya da bu felsefe değil, şimdiye kadarki tüm tarihtir,” saptamasına uygun düşünüp, davranmak “olmazsa olmaz” oluyor.

 

YERKÜRE!

 

41 milyon insanın açlık nedeniyle ölüm tehlikesiyle karşı karşıya[6] olduğu “Dünya, aç oldukları için uyuyamayanlarla açlardan korktukları için uyuyamayanlar arasında bölünmüş durumdadır.”[7]

Sürdürülemez kapitalist vahşet (yani talan[8] + yıkım) dediğimiz tam da buyken; Oxfam raporuna göre, artan küresel eşitsizlik sebebiyle 263 milyon kişi daha 2022 sonuna kadar aşırı yoksullar ordusuna katılacak.[9]

860 milyon insanın da, günlük 1.90 doların altında, yani aşırı yoksulluk içinde yaşayabileceğini belirten Oxfam, 2022’de çeyrek milyardan fazla insanın “aşırı yoksulluk” seviyesine düşeceği uyarısıyla, “Kitlesel açlık tehlikesi”ne dikkat çekti.[10]

Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP) İcra Direktörü David Beasley de, “Dünyada açlık riski artıyor,”[11] diye eklerken; ‘Avrupa İstatistik Ofisi’ (Eurostat), Avrupa Birliği (AB) ülkelerinde yaşayan 35 milyon kişi kış aylarında evlerini yeterince ısıtamadığını, 2020’nin kış aylarında soğukta kaldığı ifade etti.[12]

Ayrıca ‘The Guardian’ın haberi, 2022’nin Nisan’ında 2 milyondan fazla yetişkinin ayın bir gününü maliyetini karşılayamadıkları için yemek yemeden geçirdiklerini ortaya koydu.[13]

Hâl bu: Açlık ve adaletsizlik büyüyerek derinleşiyor!

Bunlar böyleyken bir de; ABD ‘Hastalık Kontrol ve Korunma Merkezleri’nin (CDC) raporuna göre, 2021’de 107 binden fazla kişinin aşırı doz uyuşturucu kullanmaktan hayatını kaybetti; ölümlerin 2021’de yüzde 15 arttığına dikkat çekilirken; Amerika’da her 5 dakikada bir kişi aşırı doz uyuşturucu yüzünden can veriyor.[14]

Ve bir şey daha: ABD Savunma Bakanlığı (Pentagon), 2023 savunma harcamaları için 813.3 milyar dolar bütçe talebinde bulundu.[15]

“Demokrat”(!) Biden, Ukrayna’da kullanmak amacıyla Kongre’den 33 milyar dolar istedi. Bundan bir ay önce de 13.6 milyar dolarlık askeri yardım isteği onaylanmıştı, şimdi bunun iki buçuk katını daha istiyor

Güvenlik ve askeri yardım için 20 milyar dolar; Ukrayna’ya verilen teçhizatı finanse etmek ve stokları yenilemek için 11.4 milyar dolar; NATO müttefiklerini korumak için bölgeye Amerikan birliklerinin ve teçhizatının konuşlandırılmasını desteklemek, siber güvelik ve istihbarata desteği için 2.6 milyar dolar, gıda tedarik zinciri için 3 milyar dolar.

Toplam 46.6 milyar dolar Ukrayna’ya destek. Bu, Rusya’nın yıllık savunma harcamalarının (65.9 milyar dolar), “üçte ikisinden fazla”.

‘The New York Times’ kıyaslama yapıyor: ABD Afganistan’da yıllık ortalama 40.8 milyar dolar harcamıştı (2001-2021 arası: 816 milyar dolar).[16]

Almanya da, Ukrayna savaşının gölgesinde 2022’den itibaren savunma harcamalarını rekor bir düzeye çıkarma kararı aldı.[17]

İtalya’da Temsilciler Meclisi, Mario Draghi liderliğindeki geniş koalisyon hükümetine, gayri safi yurt içi hasılanın (GSYİH) yüzde 2’sini savunma harcamalarına ayırma yetkisi veren kararı kabul etti.[18]

Özetle, emperyalizm yerküreyi yakıp yıkarken, açlık ve yoksulluğa mahkûm ediyor.

 

COĞRAFYAMIZ

 

Karl Marx’ın, “Metalar dünyası büyüdükçe insanlar dünyası küçülür,” diye ifade ettiği hakikât yerküre gibi coğrafyamızda da tüm yıkıcılığı ile yaşanıyor; yıllar öncesinden bugünlere uzanan V. İ. Lenin’in altını çizdiği gibi; “Yiyecek, giyecek, yakıt, kira hepsi daha pahalı hâle geldi. İşçi mutlak olarak yoksullaşıyor, yani aslında eskisinden daha da yoksullaşıyor; daha kötü yaşamaya, daha kötü yemeye, daha çok açlığa katlanmaya ve bodrumlarda ve çatı katlarında yaşamaya zorlanıyor.”

‘Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) Şubat 2022 verilerine göre, bankaların kârı ilk iki ayda 2021’in ilk iki ayına göre yüzde 323 artarak 38 milyar 999 milyon liraya yükseldiği;[19] Doğan Holding’in, gelirlerini yüzde 162 büyüttüğü 2022 yılının ilk çeyreğinde 1.2 milyar TL kâr ettiğini açıkladığı[20] coğrafyamızda yoksulluk sınırı 17.340 TL’ye yükselirken; yoksul olabilmeniz için bile ailede 4 kişinin çalışması lazım![21]

Türkiye’de 8 milyon emekli açlık sınırının altında aylık alıyorken;[22] ‘Türkiye Raporu’nun 2022 Mart ayı araştırmasına göre, nüfusun yüzde 59’u “gelirim giderlerimi karşılamadı,” diyor![23]

‘Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), 2021 yılı ‘Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’ göre de Türkiye’de en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik kesim toplam gelirin yüzde 46.7’sini alıyorken; en düşük gelire sahip yüzde 20’lik grubun aldığı pay ise yüzde 6.1 olarak gerçekleşti. Resmi verilere göre toplumun yüzde 27.2’si maddi yoksunluk içinde![24]

Sefalet endeksi açısından gelinen yer acıklıdır. Endeks verileri uyarınca Türkiye’de sefalet 2016’dan 2022’ye 2.5 katına çıktı. 2017’de yüzde 18.7’lik sefalet endeksi 2020’de ise yüzde 25.8 düzeyine ulaştı. Gelinen noktada ise sefalet endeksi açısından Türkiye Arjantin’i de geride bıraktı.[25]

Gelirleri ve tasarrufları enflasyon karşısında eriyen yurttaşlar, gelirlerinin yetmediği zorunlu harcama ve borç ödemelerini yapabilmek için hızla borçlanıyor. Yurttaşların sadece bankalara olan kredi kartı ve tüketici kredisi borçları, 22 Nisan 2022 itibarıyla 1 trilyon 96 milyar lira oldu. İnsanlar icralık oldu: İcra dairelerinde derdest bulunan dosya sayısı bir yılda 1 milyon 482 bin adet artarak 6 Mayıs 2022 itibarıyla 23 milyon 449 bine çıktı.[26]

Tablo buyken; Sağlık Bakanı Fahrettin Koca 3 yılda 61 milyon kişinin sinir ilacı, 12.3 milyonun ise antidepresan ilaç kullandığını açıkladı. Ayrıca 2021’de kayıtlı intihar sayısı 600’e dayanırken, geçmişte yüzde 7-8 oranında seyreden anksiyete bozukluklarının yüzde 38’lere ulaştığını istatistiklerde görüyoruz: Neredeyse her iki gençten birisi depresyonda![27]

Alın size Turgut Uyar’ın, “Fakire Allah versin diyen zengin;/ Peki sana kim veriyor?” dizelerindeki coğrafyamız; milyonlar borç, sermayedarlar sefa içindeyken;[28] Türkiye gelir eşitsizliğinde Avrupa’da ilk sırada![29]

Oysa ‘1811 Haklar Deklarasyonu’nun 28. maddesinde Percy Bysshe Shelley, “Hiç kimsenin yararlanabileceğinden fazlasını tekeline alma hakkı yoktur; milyonlarca insan açlıktan ölürken, zenginlerin yoksullara verdikleri şeyler, kusursuz bir iyilik değil, kusurlu bir haktır,”[30] dememiş miydi?

O hâlde şimdilerde, “Seni cennet vaadiyle kandırıp fakirliğe mahkûm edenlerin hayatlarına bak bu dünyada cenneti yaşadıklarını göreceksin,” diyen Charles Darwin’in uyarısını daha yüksek sesle telaffuz etmektir görev(imiz)…

 

“DEMOKRASİ” Mİ!

 

Ve geldik, “çaya çorbaya limon” kabilinden bir sakız gibi çiğnenen; şu malum ve meş’um “demokrasi” tekerlemesine/ yalanına!

Özellikle bu meselede V. İ. Lenin, “Bir liberalin genel olarak ‘demokrasi’den bahsetmesi doğaldır; ama bir Marksist, ‘Hangi sınıf için demokrasi’ demeyi asla unutmaz,” uyarısının altını çizerek ilerlersek:

“Ezenlerin bilinci, kendisini çevreleyen her şeyi egemenliğinin bir nesnesine dönüştürme eğilimindedir. Yeryüzü, toprak, üretim, insanların ürettikleri, insanların kendileri, zaman, her şey onun tasarrufundaki nesneler statüsüne indirgenir... Sınır tanımaz sahiplenme tutkuları içinde ezenler her şeyi satın alma güçlerinin nesnelerine dönüştürmelerinin mümkün olduğu kanısına varırlar; katı materyalist nitelikteki var oluş kavramlarının kaynağı budur. Para her şeyin ölçüsüdür; kâr başlıca amaçtır. Ezenler için değerli olan, daha fazlasına sahip olmaktır -daima daha fazlasına- hatta ezilenlerin daha azına sahip olması veya hiçbir şeysiz kalması pahasına. Onlar için olmak sahip olmaktır ve sahipler sınıfı olmaktır.”[31]

Onların “demokrasi” dediği; tam da böylesi bir sömürü ve tahakkümden başka bir şey değildir!

Eski çağlarda kölelerin, kadınların ve gençlerin karar süreçlerine dahil edilmediği “demokrasiler” vardır; mülksüzlerin karar süreçlerine dahil edilmediği, dışlandığı türden…

Aslında demokrasi bir(ileri için) egemenlikten başka bir şey değildir ve olmamıştır da!

Örneğin Antikçağda, Roma’nın köleci demokrasisinde yönetme yetkisi soylulara aittir; Ortaçağda ise yönetici, tanrının yeryüzündeki gölgesidir; tanrı adına yönetir!

Yine demokrasi, halkın yönetime katılımının şekli ve düzeyi bakımından da tarihsel süreç içerisinde farklılıklar gösterir. Halkın temsilcilerinin yer aldığı parlamentoların ortaya çıkması ve hükümdarların gücünü, iktidarını sınırlandırma mücadeleleri, demokrasiyi geliştirme mücadeleleriydi.

“Temsil” yerine doğrudan yönetime katılma açısından ilk örnek 1871 Paris Komünü idi. Egemenlerin terörüyle bastırıldı.

Sonrasında sınıflar ve tabakalar arasındaki çelişkilerin, sermaye düzenini tehdit etmesini önlemeyi amaçlayan uzlaşmalara dayanan liberal-temsili demokrasi “efsanesi”! Ardından Noam Chomsky’nin, “Neo-liberal demokrasi, vatandaşlar yerine, tüketiciyi üretir. Topluluklar yerine, alışveriş merkezleri üretir,” notunu düştüğü versiyon… Oysa kimilerine göre SSCB’nin likidasyonu liberal demokrasinin zaferi idi! Ancak bu doğru değil. Çünkü Paris Komünü ile Ekim’den mülhem sosyalist demokrasi, hâlâ tarihin gündem maddesidir...

Ve elbette V. İ. Lenin’in işaret ettiği gibi sınıflı toplumlarda “saf demokrasi” yoktur, sınıf demokrasisi vardır. Bunun için de temel soru(n), demokrasiye hangi sınıfın hükmettiği, mülkiyetin kime ait olduğudur.[32]

Hatırlatalım: “Orta çağa kıyasla muazzam bir tarihsel ilerleme anlamına gelen burjuva demokrasisi; her zaman dar, sınırlı, sahte ikiyüzlü zenginler için bir cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak, bir aldatmacadır ve kapitalizm altında böyle olmak zorundadır.”[33]

Kapitalist “Demokratik cumhuriyet, kapitalizmle ‘mantıksal olarak’ çelişir, çünkü demokratik cumhuriyet, zenginle yoksulu ‘resmi olarak’ eşitler. Bu, ekonomik sistemle siyasal üstyapı arasında bir çelişkidir. Emperyalizmle cumhuriyet arasında da aynı çelişki vardır. Serbest rekabetten tekelciliğe dönüşümün, siyasal özgürlüklerin gerçekleştirilmesini daha da ‘güçleştirmiş olması’ gerçeği bu çelişkiyi derinleştirir ve ağırlaştırır.”[34]

“Küçük bir azınlık için demokrasi, zenginler için demokrasi-kapitalist toplumun demokratizmi budur. Kapitalist demokratizmin mekanizmasına daha yakından bakıldığında, seçim hukukunun ‘küçük’, güya ‘küçük’ ayrıntılarında (yerleşiklik koşulu, kadınların dışlanması vs.), aynı şekilde temsili kurumların tekniğinde, toplantı hakkının gerçekten engellenmesinde (kamu binaları ‘dilenciler’ için değildir!) ve günlük basının katıksız kapitalist örgütlenmesinde vs. vs.-her yerde demokrasiye kısıtlama üstüne kısıtlama konduğu görülür. Yoksullar için bu kısıtlamalar, istisnalar, engellemeler, özellikle kendisi hiç sıkıntı çekmemiş ve ezilen sınıfların kitlesel yaşamıyla hiç temas etmemiş olanlara (ve burjuva yayıncılarla politikacıların onda dokuzu, hatta belki de yüzde doksan dokuzu için durum budur) az görünür - ama hepsi bir arada ele alındığında bu kısıtlamalar yoksulların politikadan, demokrasiye aktif katılımdan dışlanmasına, itilmesine yol açar.

Marx, Komün deneyiminin tahlilinde şunları söylerken kapitalist demokrasinin bu özünü parlak biçimde kavramıştır: ezilenlere birkaç yılda bir, ezen sınıfın hangi temsilcisinin onları parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar verme imkânı verilir!

Fakat bu kaçınılmaz olarak dar, yoksulları sinsice geri iten ve bu yüzden tepeden tırnağa ikiyüzlü ve yalancı kapitalist demokrasinin daha da gelişmesi, liberal profesörlerin ve küçük-burjuva oportünistlerinin ileri sürdükleri gibi, kolayca, doğrudan ve pürüzsüz ‘gittikçe daha büyük bir demokrasi’ye yol açmaz. Hayır. Onun daha da gelişmesi, yani komünizme doğru gelişim proletarya diktatörlüğünden geçer ve başka türlüsü de olamaz, çünkü proletarya dışında hiç kimse kapitalist sömürücülerin direnişini kırabilecek durumda değildir ve başka bir yol yoktur.”[35]

Tam da bu noktada seçimler, parlamento vb’leri ile vazgeçilemez olduğu “iddia” edenlerin unutmaması gereken; “Genel oy hakkı, her üç ya da altı yılda bir, halkı egemen sınıfın hangi üyesinin yanlış temsil edeceğini kararlaştırmak”[36] olması yanında; “Demokraside meclisler ahır gibidir, içeridekiler tepişir; ama tekmeyi hep dışarıdakiler yer,” der Platon da!

Bir de coğrafyamızda 1921 Anayasası’nın, kimilerince adeta “kutsal metin” olarak sahiplenilmesi yanılgısı var ki, bunu ciddiye almak için belleksiz olmak lazım! Tıpkı bugünlerde “demokrasi” için CHP patentli sağı sağla devirme stratejisi gibi!

Kanımca, “kapitalizmden demokrasi çıkar mı?” soruna verilecek yanıt örgütlenmeden, ittifaklara kilit önemdeki aslî meseleyken; “Sınıfların karşılıklı ilişkisini açığa çıkarmak devrimci partinin baş görevidir,” diye uyarır V. İ. Lenin…

 

ÖZGÜRLEŞME

 

Örgütlenme de, ittifaklar da ezilenler için bir özgürleşme alanıdır.

Radikal sosyalistler için emekçileri ücretli kölelikten kurtarmayan her örgütlenme ya da ittifaklar önerisi eksikli ve kusurludur. Çünkü “Komünizm, proletaryanın özgürleşme koşullarının öğretisidir,” Friedrich Engels’in de altını çizdiği gibi…

Kaldı ki bu doğrultuda “Komünistlerin vardıkları teorik sonuçlar, hiç bir biçimde, şu ya da bu sözde evrensel reformcu tarafından icat edilmiş ya da keşfedilmiş düşüncelere ya da ilkelere dayandırılmamıştır. Bunlar ancak, gözlerimizin önünde cereyan eden tarihsel bir hareketten, var olan sınıf mücadelesinden doğan gerçek ilişkilerin genel bir ifadesidir,” der Karl Marx…

Konuya ilişkin olarak açıkça şunu görmek/ göstermek gerek:

“A’nın nesnel olarak B’yi sömürdüğü veya sorumlu bir kişi olarak özgüvenini pekiştirmesini engellediği herhangi bir durum; bir ezilme durumudur.”[37]

“Bir ezme ilişkisinin kurulmasıyla şiddet zaten başlamıştır. Tarihte hiçbir zaman şiddet ezilenlerden kaynaklanmamıştır. Eğer kendileri şiddetin sonucu iseler nasıl şiddetin başlatıcısı olabilirler ki?”[38]

“Ezenler için ‘insani varlık’ sadece kendileridir; öteki insanlar ‘şeyler’dir.”[39]

“Özgürlüğün izini, sürekli ve sorumlulukla sürmek gerekir. Özgürlük insanın dışında bir ideal değildir; mit hâline gelen bir fikir de değildir. İnsanın yenileşme arayışının olmazsa olmaz bir koşuludur.”[40]

“Okuryazar olmak özgür olmak değildir; insanın sesi, tarihi ve geleceği ile ilgili hakkını geri kazanma savaşında var olmak ve etkin olmaktır.”[41]

“Ezilenlerin özgürleşmesi insanların özgürleşmesidir.”[42]

“Kendilerini özgürleştirmeleriyle, kendilerini ezenleri de özgürleştirebilecek olan yalnızca ve yalnızca ezilenlerdir.”[43]

“Ezilenlerin büyük insani ve tarihsel görevi şudur: Kendilerini ve aynı zamanda da ‘ezenleri’ni özgürleştirmek.”[44]

“Ezilenlerin büyük insanı görevi şudur; kendilerini ve aynı zamanda da ezenlerini özgürleştirmek. İktidarlarını kullanarak, sömüren ve gasp eden ezenler, bu iktidardan ne ezilenleri ne de kendilerini özgürleştirme gücünü alamazlar. Sadece ezilenlerin zayıflığından doğan erk, hem ezilenleri hem de ezenleri özgürleştirecek kadar kuvvetli olacaktır.”[45]

“Özgürlük fethedilir, armağan olarak alınamaz.”[46]

“Demokrasiyi yüceltirken halkı susturmak yüzsüzlüktür; hümanizmden dem vururken insanı hor görmek, bir yalandır.”[47]

Yalanı yerle yeksan ederek, özgürlüğü fethetmek de devrimci örgütlenmelerle mümkündür!

 

ÖRGÜTLENME

 

Etienne Balibar’ın, “Artık tek bir kolektifleştirici sosyal ilişki yok, bireyleri özdeşleşmeye çağıran birbirine rakip kolektifleştirici sosyal ilişkiler, aidiyet grupları ya da bağlar var,” diye betimlediği koşullarda örgütlenme açısından unutulmaması gerekeni Elias Cannetti şöyle hatırlatır: “Her sistemin umut verici yanı, o sistemden dışlanmış olanlardır.”

Gerçekten de “İnsanları kendi karar almalarına yabancılaştırmak, onları nesnelere dönüştürmek”le[48] mükellef kapitalist düzen(sizlik)te “Dikkatimizi esas olarak işçileri devrimciler düzeyine yükseltmeye vermeliyiz; ‘emekçi kitleler’in düzeyine inmek asla bizim görevimiz değildir.”[49]

Ayrıca “Emekçi kitlelerin hareketleri sürecinde geliştirdikleri bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek, ya burjuva ya da sosyalist ideolojidir. Bir orta yol yoktur (çünkü insanlık bir “üçüncü” ideoloji yaratmamıştır.) (Bu kuşkusuz işçilerin böyle bir ideolojinin yaratılmasına katkıda bulunmadığı anlamına gelmez. Ama bu sürece işçiler olarak değil, çağlarının bilgisine ulaşabildikleri ve bu bilgiyi geliştirebildikleri ölçüde, Proudhonlar ya Weitlingler gibi sosyalist kuramcılar olarak katılırlar.)”

Yani “Sosyalist ideolojiyi herhangi bir şekilde küçümsemek, ondan en ufak ölçüde yüz çevirmek, burjuva ideolojisini güçlendirmektir. Kendiliğindenlikten çok söz ediliyor. Ama işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişimi onu burjuva ideolojisine teslim olmaya götürür; çünkü kendiliğinden işçi hareketi sendikacılıktır ve sendikacılık işçilerin burjuvaziye ideolojik teslimiyetidir.”[50]

Bunlarla birlikte asla “es” geçilmemesi gereken bir diğer aslî mesele ise, “Burjuvazinin sadece zorla değil, aynı zamanda sınıf bilinci ve örgütlenme eksikliği, rutinizm ve kitlelerin ezilmişlik durumu nedeniyle de iktidarda kaldığını her zaman biliyorduk ve defalarca işaret ettik,” vurgusudur V. İ. Lenin’in…

İyi de bu soru(n)lar “Nasıl aşılacak” mı?

Elbette işçi sınıfına yaslanmış devrimci praksis ile…

Malum “uygulama”, “hareket”, “eylemin önemi” gibi anlamlar içeren praksisin amacı, değiştirmektir.

Karl Marx’a için toplumsal örgütlenmeyi değiştirmeye yönelik etkinliklerde ifadesini praksiste bulurken; “Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumlamışlardır; oysa sorun onu değiştirmektir,” diye ekler.

Düşünce/ davranış bütünlüğünün ifadesi olarak praksis mücadele etmekken; Henri Lefebvre’in, “İhtilalci bir etkinlik”; Louis Althusser’in, “Kuramsal ve pratiğe ilişkin bir bütünlük”, Jean Paul Sartre’ın, “Doğrudan doğruya amaca yönelik” diye tarif ettikleri tarihsel bir etkinlik, var oluştur.

Ancak hatırlatmadan geçmeyelim: “Komünizm kararlaştırılamaz. O ancak etkin arayışla zaman zaman yapılan yanlışlarla ama kesinlikle bizzat emekçi sınıfın yaratıcı gücüyle var edilebilir.”[51]

“Ne zaman birisi, proletaryaya daha iyi hizmet etmek bahanesiyle kendini işçi sınıfından ayırırsa, bunun anlamı ihanet ve bürokratlaşmanın başlaması, bir başka deyişle egemenliğin yeni bir biçimde ortaya çıkmasıydı.”[52]

Örgüt(lenme) bağlamlı bürokratizm/ve liberalizm deyince Mao Zedung’a bir kez daha kulak vermek gerekiyor:

“Biz tohumlar gibiyiz, insanlar da toprak gibidir, gittiğimiz her yerde kök salmalı ve aralarında çiçek açmalıyız”...

“Bir komünist, kendisinin her şeyde iyi olduğunu, diğerlerinin ise hiçbir şeyde iyi olmadığını düşünerek asla inatçı veya otoriter olmamalıdır; kendini asla küçük odasına kapatmamalı, övünmemeli ve başkalarına hükmetmemelidir”...

“Tüm gerçek bilgi doğrudan deneyime dayanır”...

 “Sınıflı toplumda, herkes, belli bir sınıfın üyesi olarak yaşar ve her düşünce biçimi, istisnasız, bir sınıfın damgasını taşır”...

“Marksistler her şeyden önce insanın üretimdeki faaliyetini en temel pratik faaliyet olarak, insanın bütün diğer faaliyetlerinin belirleyicisi olarak görürler”…

“Devrim yapmak için devrimci bir parti olması gerekir”...

“İyi bir yoldaş, zorlukların daha büyük olduğu yerlere gitmeye daha istekli olan kişidir”...

“Her yoldaşa bir komünistin bütün sözlerinin, bütün hareketlerinin ilk ölçütünün en geniş halk yığınlarının en yüksek çıkarlarına uymak ve en geniş halk yığınlarının desteğini kazanmak olduğu gereğini anlatmak gerekir”...

“Bütün sadık, dürüst, faal ve açık sözlü komünistler, aramızdaki bazı kimselerin gösterdiği liberal eğilimlere karşı koymak için birleşmeli ve onları doğru yola getirmelidir. Bu, ideolojik cephemizdeki görevlerden biridir”...

“Öncelikle, sıkıntıdan korkmayın ve ikincisi, ölümden korkmayın”...

“Yol ne kadar uzun olursa olsun ilk adım atılmalıdır”...

 “Geri dönmeyin, yolculuk her zaman tahmin ettiğinizden daha uzun sürer”...

“Ülkeni kalbinde yaşatırken, ufkunda dünya olsun”...[53]

 

İTTİFAK(LAR)

 

Örgütlenmenin ezilenler için bir özgürleşme alanı olduğuna ittifakların da eklenmesi gerektiğini ifade etmişken; V. İ. Lenin’in, “Muhalefeti kontrol etmenin en iyi yolu ona liderlik etmektir,” vurgusu ekseninde meseleyi detaylandırmakta fayda var.

İttifak(lar) -özü gereği- çürümüş bir sistemi/ düzen(sizlik)i aşmak amacıyla yeni bir toplumsal sözleşmenin praksisini örgütleyip, devrimci bir ‘Hayır’ zemininde itirazın farklı ‘Evet’lerini birleştirmektir.

Coğrafyamızda yeni bir toplumsal sözleşme, halkların eşitlikçi kardeşliğini/barışı, ezilenlerin demokrasisini, (Paris Komünü’ndeki gibi) toplumcu laikliği, kadınların özgürleşmesi, ekolojik duyarlılıkları içeren, anti-emperyalist/ anti-faşist ve gericiliği hedefleyen duruşu ile emek(çi) cumhuriyetin inşası hedeflemekle mükelleftir.

Böylesi bir “birlik” için Howard Zinn’in, “Zor durumdakilerin çığlığı her zaman haklı olmayabilir fakat ona kulaklarınızı kapatırsanız hakkın ne olduğunu asla öğrenemezsiniz,” uyarısını “es” geçmek asla mümkün değilken; V. İ. Lenin’in, “Eğer birleşmek zorundaysanız diye yazıyordu parti liderlerine Marx, hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin ama ilkeler konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik ödünler vermeyin,”[54] uyarısını hatırla(t)mamak da affedilmez bir yanılgı olacaktır.

Tıpkı V. İ. Lenin’in, “Tüm resmi ve liberal bilim ücretli köleliği savunurken, Marksizm bu köleliğe amansız bir savaş ilan etti,” diye tanımladığı liberalleri ve CHP yönetimini (tabanı değil!) abartmak gibi…

Bilmem bilir misiniz? “Kurtuluşu bir başkasında görmek, yıkılmanın en garanti yoludur,” der Simone de Beauvoir!

Ayrıca ekler Antonio Gramsci de, “Bir toplumsal grup, başka bir toplumsal gruptan, fikir bakımından ona boyun eğdiği, uydusu hâline geldiği için, kendisinin olmayan bir dünya görüşünü alır,”[55] diye!

Bunları unutmadan; “CHP’nin kendi sağıyla kurduğu bu birliktelik ilişkisini, kendi soluyla da kurabilmesi,”[56] temennisi dillendirenlere anımsatalım: “Cumhuriyet Ak Partisi” önümüzdeki seçimlere endekslenmiş, “iktidar seçimle değişecek iddiası”na sarılmış olsa da, iktidarın diliyle de, zihniyetiyle özdeşleşti çoktan! Bu gerçekten hâlâ haberdar değil misiniz? Böyleyse yazık size…

Yoksa siz hâlâ “Sokağa çıkmayın,” diye haykıran Kemal Kılıçdaroğlu’nun, “Dikta sandıkta yenilecek”[57] veya “Biz CHP olarak bu ülkenin bağımsızlığı için mücadele eden bir gelenekten geliyoruz. Hiçbir emperyal gücün gölgesini dahi kabul etmiyoruz,”[58] demagojik lafazanlığına mı prim verenlerdensiniz? Böyleyse yazık size!

HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar, “Muhalefete, güçlü demokrasi, kalıcı barış ve gerçek adalet şeklinde üç başlıkla bir müzakere önerisinde bulunuyoruz. Bu konularda tümüyle bir mutabakat oluşursa muhalefetin ortak aday fikrine açığız,”[59] diyerek hâlâ CHP’ye göz kırpıyor olsa da resmî ideolojinin CHP yönetimi (tabanı değil!) ile ittifakın mümkün olmadığını net biçimde ifade etmeliyiz.

Ayrıca “Ekrem İmamoğlu’na oy verdik diye hepimiz terörist ilan edildik”[60]; “Seçimde yine HDP ile ittifak mı yapacaksınız?” sorusuna da “Bu kesin değil, bunu söyleyeyim,”[61] türünden yanıtlar veren pragmatik tutum(suzluk)lardan özenle uzak durmalıyız. Malum reel-politikerlik kötü şeydir![62]

Bir de toplumsal muhalefeti parlamentoya sığdırmaya çalışan yaklaşımlardan uzak durulmalı, tabii ki… (Bu arada geçerken ekleyeyim: “Ekrem İmamoğlu’na oy verdi”ğimiz için değil-vermedik, vermeyiz de!- komünist/ Kürtçü damgasıyla “terörist ilan edildik”!)

Sonra da  “HDP Laiktir, kamusalcıdır ve de anti-emperyalistir,”[63] derken düşünmekte yarar var!

Unutulmasın: “Önümüzdeki seçimler, düzenin ekonomik ve politik krizine çözüm diye sunulup verili sermaye düzeninin idare biçim değişikliğine sıkıştırılmış ve indirgenmiş bulunmaktadır. Bu sunum yanlış olduğu gibi ülkenin ilerici kesimlerini ve emekçileri aldatıcı bir yan taşımaktadır. “Sürdürülebilir düzen” arayışı bugün düzen partilerinin temel ortak noktasıdır. Özünde düzenin idare biçimini değiştirerek ülkenin temel toplumsal ve siyasal sorunlarının değişeceğini beklemek hem ülkenin içinde bulunduğu mevcut durum açısından hem düzenin politik bütün aktörlerinin niteliği açısından hem de temel sorunların çözümünde gerekli program açısından temelsiz ve yetersiz bir beklentidir”[64] ve bu tuzağa düşülmemelidir.

Bir yanıyla AKP ve MHP’yi yenme konusunda geniş bir birliğin parçasıyız. Ancak yenmede birliğiz. Lakin coğrafyamızı yeniden kurmada aşamasında farklıyız, olmalıyız. Çünkü sınıf ekseni kırmızı çizgilerimiz var ve onları esnetme ya da tartışmaya açmak gibi geri durumlar olmalı da![65]

O hâlde “Tarih sahnesine çıkıp ‘kirlenmeyi’ göze almaktansa ‘güzel ruh’ olarak kalmayı tercih etmek de var,”[66] türünden kof sitemleri bir kenara bırakıp ekleyelim: Politika ittifak, ilkelerde ve programda anlaşanların yan yana gelip güçlerini birleştirmesidir.

Eşitlikçi özgürlük perspektifiyle emek eksenli anti-emperyalist, kamucu, toplumcu laik ve halkların eşitlikçi kardeşliğini, kadınların kurtuluşunu, azınlıkların kimlik hakkını ve çevreyi savunan bir karşı duruş asla tartışma ve tashihe açık değildir, olmamalıdır!

İnkâr, imha, baskı ve sömürü karşısında sınıf ve kimlikler soru(n)larını iç içe ele alan çözüm odaklı politika statükoya aşmaya yönelik olmakla kalmayıp, yeniyi hedeflemeliyken; ezilenleri, ezenler karşısında güçlü kılacak bir ittifaka ihtiyaç var…

Üstelik de, yalnızca parlamentoda değil; esas olarak sokakta, hayatın içinde gerçekleştirilebilecek bir ittifak…

Yeri geldi hatırlatayım: “Komünistler ‘her şart altında’ ittifaka hazır değildir. ‘Bağımsızlıklarını korumak’, ‘kendi kuvvetlerine dayanmak’, ‘inisiyatifi kaybetmemek’ ve program hedeflerine uygun olmak şartıyla, ittifaklar kurarlar.

“Kendi kuvvetlerimize dayanmak esastır, müttefiklere dayanmak talidir.”

“Her şeyden önce şunu belirtelim ki, milliyeti ne olursa olsun bilinçli Türkiye proletaryası, burjuva milliyetçiliğinin bayrağı altında yer almayacaktır.”

“Proleter devrimcilerin bir tek cephe politikası vardır; o da, proletarya önderliğinde halkın birleşik cephesidir. Ayrıca, bunun dışında demokratik güç birliği veya devrimci güç birliği gibi safsatalarla proletaryanın ve komünistlerin işi yoktur.”

“Cephe, her şeyden önce, belli hedefler etrafında, birbirinin aynı olmayan güçlerin, birliğini ifade eder ve ancak böyle olursa cephe olur,”[67] der İbrahim Kaypakkaya’dan…

İttifak önerileri (ve tutumu) konusunda bir şeyi daha altını çizere aktarıyorum: John Steinbeck, “Herkes kolayca çöker, önemli olan direnebilmektir,” derken ekler Nikola Tesla da: “İnsan, imkânsızı başarabilir sözü yetersizdir. Çünkü insan; imkânsızın da ötesine ulaşabilir.”

 

DEVRİM HÂLÂ GÜNCEL!

 

V. İ. Lenin’in, “Diktatörler iç savaş çıkartmadan gitmez,” uyarısı bugünlerde coğrafyamız içinde geçerli; tıpkı Turgut Uyar’ın, “Gülü çiğdemi filan bırak,/ Sardunyayı karidesi filan bırak,/ Acıyı ve ölümleri bırak,/ Oy pusulalarını ve seçimleri bırak,/ Evet, seçimleri özellikle bırak,/ Çünkü açlık çoğunluktadır,” dizelerindeki üzere!

Bu durumda İbni Haldun’un, “Zorbalar, kendilerine boyun eğen insanların korkusundan güç alır,”[68] uyarısını kulağımıza küpe edip, Komünist Başkan Fatih Mehmet Maçoğlu’na kulak verin:

“Güzel bir dünya. Herkesin eşit olduğu, herkesin ürettiği, herkesin kendi alanında kendini mutlu hissettiği bir dünya yani sosyalizm. Ama bak o sosyalizmi mutlaka yaz hem de büyük harflerle yaz! Kaçış yok. Kapitalizm tükeniyor. Birbirlerine girdiler. O diyor ben yiyeyim, öbürü diyor ben yiyeyim... Ama bulamayacaklar yiyecek bir şey... Paraları da olsa bulamayacaklar. O gün yakın. Devrim, kitlelerin kaçınılmaz eseridir. Umudum, daha önceki 33 yıllık siyasi yaşamımdakinden daha büyük. Kapitalizm, emperyalizm hem kötüdür. Çünkü sömürüdür, baskıdır, faşizmdir, vurmaktır, kırmaktır, savaştır, birbirine düşürmektir, ayrıştırmaktır, sınıf çelişkileri yaratmaktır... Şimdi bunlar tükendi. Yani gökyüzünü de sömüremiyorlar. Gökyüzünü sömürmeye çalışıyorlar ama bulamıyorlar bir şey... Tükettiler... Yeniden doğala dönmek zorundalar. Yeniden doğala dönmek sömürünün yok oluşudur. Bu bir devrimdir. Kapitalizm yönetemiyor artık. Yaşananların kötü olduğunu söyleyenler çoğunluk olmasına rağmen baskıyla sindirilip, yok edilip, tutuklanıp bir cenderenin içinde sıkıştırılıyor ama artık yemiyor. Çıkış yok, sosyalizm gelecek. Kurtuluş yok...”[69]

Burada tüm soru(n)larımıza karşın altı çizilen devrimin güncelliği fikridir, duruşudur; tıpkı Gyorgi Lukács’ın, “Lenin asla, -tıpkı Marx gibi- zaman ve mekânca sınırlı, yerel Rus deneyimini genelleştirmedi. Tersine, o, dâhice bir bakışla, zamanımızın temel sorununu, ilk ortaya çıkacağı yer ve zaman içinde derhâl seçti: Yaklaşan devrim. Ve bundan sonra, gerek Rusya’ya ilişkin gerekse uluslararası tüm olayları, bu perspektif içinden, devrimin güncelliği perspektifinden kavradı ve kavranabilir kıldı,”[70] tespitindeki üzere.

“Devrim deneyiminden geçmek, onun hakkında yazmaktan daha hoş ve yararlıdır,” diyen V. İ. Lenin’den aktaralım:

“On yıllar boyunca bazen bir şey olmaz, sonra haftalara on yıllar sığar.” “Devrim asla tahmin edilemez; önceden söylenemez; kendiliğinden gelir. Devrim büyüyor ve alevlenmek zorunda...”[71]

O hâlde devrimin[72] koşullar + örgütlülük kadar bir kararlılık meselesi olduğu kavranmalıdır: Anarşist Buenaventura Durruti’nin, “İspanya’da, Amerika’da ve her yerde, sarayları ve şehirleri yaratan bizleriz, biz işçiler onların ellerindekini almak için başkalarını da inşa edebiliriz ve daha iyilerini. Biz yıkımlardan hiç mi hiç korkmuyoruz. Dünya bizlere kalacak; bunda en ufak şüpheye yer yok. Burjuvazi tarih sahnesinden ayrılmadan önce kendi dünyasını yıkabilir. Biz yeni bir dünyayı burada, kalbimizde taşıyoruz. Bu dünya şu an büyüyor,” ifadesinden; Maoist Abimael Guzmán’ın, “Çünkü biz halkın çıkarlarını savunuyoruz, bizim işimiz budur, bizim yapmakta olduğumuz ve yapmaya devam edeceğimiz şey de budur. Şimdi bu koşullar içindeyiz. Bazıları buna bozgun diyorlar. Bırakın rüya görmeye devam etsinler. Bugün bu durumun biz, yolumuz üzerinde sadece bir büküntüden ibaret olduğunu ilan ediyoruz. Bundan fazla bir şey değil. Yol ortasında sadece bir büküntü. Yol uzundur ve biz bu yolu kat edeceğiz. Hedefe erişeceğiz. Biz muzaffer olacağız! Göreceksiniz,” sözlerine dek…

Bu noktada “Kötümserlere kızmıyorum;[73] sadece onlar adına üzülüyorum, çünkü bana kalırsa onlar tarihteki yerlerini kaybetmiş insanlar.”[74]

Malum: “İçimizdeki çocuğun ölmesine asla izin vermemeli. Toplum bize bu çocuğu öldürmemiz için baskı yapar, ama direnmemiz gerek; çünkü içimizdeki çocuğu öldürdüğümüz zaman kendimizi de öldürürüz. Zamanından önce çöker ve yaşlanırız.”[75]

Şimdi tüm olumsuzluklara rağmen öncelikle; “Güçlü diye tanınan bütün gericilerin, gerçekte kâğıttan kaplanlar olduğunu söyledim,” diyen Mao Zedung’a ve Antonio Gramsci’nin, “Kendinizi eğitin, çünkü aklınıza ihtiyacımız olacak. Örgütlenin, çünkü tüm gücünüze ihtiyacımız olacak. Harekete geçin, çünkü coşkunuza ihtiyacımız olacak!”[76] çağrısına kulak verelim.

 

16 Mayıs 2022 13:10:19, İstanbul.

 

N O T L A R

[1] 5 Haziran 2022’de SMF 2’nci Olağan Kurultay Deklarasyonu Etkinliği’nde yapılan konuşma… Newroz, Temmuz 2022…

[2] V. İ. Lenin.

[3] William Shakespeare, Fırtına, çev: Haldun Derin, Milli Eğitim Basımevi, 1964.

[4] Nihat Veli Yüce, “21. Yüzyıl, Yeni Düzen ve Değişen Dinamikler (1)”, 11 Eylül 2021… https://www.avrupademokrat.com/21-yuzyil-yeni-duzen-ve-degisen-dinamikler-i-nihat-veli-yuce/

[5] Ergin Yıldızoğlu, “Taklitçilik Çare mi?”, Cumhuriyet, 12 Mayıs 2022, s.11.

[6] “41 Milyon Kişi Açlık Nedeniyle Ölüm Tehlikesiyle Karşı Karşıya”, Atılım, Yıl:1, No:33, 22 Ekim 2021, s.20.

[7] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991.

[8] Devlet başkanları, siyasetçiler ve milyarderlerin gizli servetleri ve anlaşmaları ortaya çıktı. Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu (ICIJ) tarafından 117 ülkede 650 gazeteciyle birlikte incelenen Pandora Belgeleri, 35 mevcut ve eski ülke lideri ile 300’den fazla kamu çalışanının off-shore şirketleri ve hesaplarına dair detayları gözler önüne serdi. Pandora Belgeleri genellikle para ve diğer varlıkları gizlemek için kullanılan, sınırlar ötesine yayılan karmaşık şirket ağlarını ifşa ediyor. Bu nedenle ICIJ belgelerin “Pandora’nın kutusunu açacağını” düşündüğü için bu ismi verdi. Sızdırılan belgelerde dünya liderleri, siyasetçiler ve milyarderlere dair 12 milyon dosya ve belge bulunuyor. (“Pandora Belgeleri ‘Gizli’ Servetleri Ortaya Çıkardı”, 5 Ekim 2021… https://www.avrupademokrat.com/pandora-belgeleri-gizli-servetleri-ortaya-cikardi/)

[9] “263 Milyon İnsan ‘Aşırı Yoksullar’ Ordusuna Katılabilir”, 12 Nisan 2022… https://rojnameyanewroz3.com/yoksulluk-19514.html

[10] “Çeyrek Milyar İnsan 2022 Sonunda Aşırı Yoksullukla Karşı Karşıya”, 12 Nisan 2022… https://www.avrupademokrat.com/ceyrek-milyar-insan-2022-sonunda-asiri-yoksullukla-karsi-karsiya

[11] “BM’den Açlık Felaketi Uyarısı”, 30 Mart 2022… https://www.avrupademokrat.com/bmden-aclik-felaketi-uyarisi

[12] “35 Milyon Avrupalı Evini Yeterince Isıtamıyor”, 27 Kasım 2021… https://www.avrupademokrat.com/35-milyon-avrupali-evini-yeterince-isitamiyor/

[13] “İngiltere’de 2 Milyondan Fazla Yetişkin Geçen Ayın Bir Gününü Yemek Yemeden Geçirdi”, 9 Mayıs 2022… 9 Mayıs 2022… https://www.avrupademokrat.com/ingilterede-2-milyondan-fazla-yetiskin-gecen-ayin-bir-gununu-yemek-yemeden-gecirdi

[14] “Rapor: ABD’de Aşırı Doz Uyuşturucudan Ölenlerin Sayısında Rekor Artış ”, 11 Mayıs 2022… https://tr.euronews.com/2022/05/11/rapor-abd-de-as-r-doz-uyusturucudan-olenlerin-say-s-nda-rekor-art-s

[15] “Pentagon, 2023 Silahlanma Harcamaları İçin 813 Milyar Dolarlık Bütçe Talep Etti”, 9 Nisan 2022… https://www.avrupademokrat.com/pentagon-2023-silahlanma-harcamalari-icin-813-milyar-dolarlik-butce-talep-etti

[16] Orhan Bursalı, “33 Milyar Dolarlık Silah: ABD Küresel Savaşa mı Yöneliyor?”, Cumhuriyet, 2 Mayıs 2022, s.6.

[17] “Almanya Savunma Bütçesinde Rekor Artış”, 15 Mart 2022… https://www.avrupademokrat.com/almanya-savunma-butcesinde-rekor-artis/

[18] “İtalya’da Silah Harcamalarının Artırılması İstendi”, 1 Nisan 2022… https://www.avrupademokrat.com/italyada-silah-harcamalarinin-artirilmasi-istendi/

[19] “Bankaların Kârı Bir Yılda Yüzde 323 Arttı”, 30 Mart 2022… https://www.birgun.net/haber/bankalarin-kari-bir-yilda-yuzde-323-artti-382273

[20] “Doğan Holding İlk Çeyrekte 1.2 Milyar TL Kâr Açıkladı”, 11 Mayıs 2022… https://ilerihaber.org/icerik/dogan-holding-ilk-ceyrekte-12-milyar-tl-kar-acikladi-140386

[21] Uyandırma Servisi, 11 Mayıs 2022, Twitter, @uyanhadi_

[22] Ali Can Polat, “Emekli Açlık Sınırının Altında Aylık Alıyor”, Cumhuriyet, 26 Nisan 2022, s.11.

[23] “Halkın Yüzde 59’unun Geliri Giderini Karşılamıyor”, 3 Nisan 2022… https://www.avrupademokrat.com/halkin-yuzde-59unun-geliri-giderini-karsilamiyor

[24] “Türkiye’de Toplumun Yüzde 21’i Yoksul, Yüzde 63’ü Borçlu”, 6 Mayıs 2022… https://tr.armradio.am/2022/05/06/turkiyede-toplumun-yuzde-21i-yoksul-yuzde-63u-borclu/

[25] Duran Bülbül, “Türkiye Enflasyonda Lider”, Cumhuriyet, 9 Mayıs 2022, s.2.

[26] Mustafa Çakır, “Yurttaş Darda, Zengin Kârda”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2022, s.5.

[27] S. Deniz Yılmaz, “… ‘Anti-Depresan Çağı’nda Sosyal Devlet”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2022, s.2.

[28] “Milyonlar Borç, Sermayedarlar Sefa İçinde”, Atılım, Yıl:1, No:36, 12 Kasım 2021, s.7.

[29] “Türkiye Gelir Eşitsizliğinde Avrupa’da İlk Sırada”, Atılım, Yıl:8, No:463, 29 Ocak 2021, s.5.

[30] Percy Bysshe Shelley, Ateizmin Gerekliliği Aşk Üzerine Haklar Beyannamesi, çev: Yiğit Onat Ayaşlıoğlu, Ganzer Kitap, 2019

[31] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.43.

[32] “Halkın büyük çoğunluğu için demokrasi ve halkı sömürenlerin ve ezenlerin zorla bastırılması, yani demokrasiden dışlanması, kapitalizmden komünizme geçişte demokrasinin geçirdiği değişimdir.” (V. İ. Lenin.)

[33] V. İ. Lenin, Proleter Devrim ve Dönek Kautsky, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 2013.

[34] V. İ. Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, çev: Yurdakul Fincancı, Sol Yay., 1979.

[35] V. İ. Lenin, Devlet ve İhtilal, çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 1989.

[36] Karl Marx, Aforizmalar/ Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var!/ çev: Peren Demirel, Zeplin Yay., 2014.

[37] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.31.

[38] yage.

[39] yage.

[40] yage, s.25.

[41] Paulo Freire- Donaldo Macedo, Okuryazarlık, çev: Serap Ayhan, İmge Kitabevi, 2000, s.43.

[42] yage.

[43] yage, s.75.

[44] yage, s.22.

[45] yage, s.22.

[46] yage, s.29.

[47] yage.

[48] yage.

[49] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.

[50] “Kaynaşmış bir grup hâlinde, sarp ve zorlu bir yolda, birbirimizin ellerine sıkı sıkıya sarılmış olarak ilerliyoruz. Düşman tarafından her yandan sarılmış durumdayız ve bunların ateşi altında hemen hemen hiç durmadan ilerlemek zorundayız. Özgürce benimsediğimiz bir kararla, düşmanla savaşmak amacıyla daha başında kendimizi tek başına bir grup olarak ayırdığımız için ve uzlaşma yolu yerine mücadele yolunu seçmiş olduğumuz için, bizi suçlayan kimselerin bulunduğu yakınımızdaki bataklığa çekilmemek amacıyla birleşmiş bulunuyoruz.

Ve şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: ‘Gelin bataklığa gidelim!’ Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor:

‘Ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz?’ Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte özgürsünüz.

Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük sözcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte ‘özgürüz’, yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz!” (V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.)

[51] Aleksandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, çev: Aysem Göztok, Bilgi Yayınevi, 1974, s.71.

[52] Abel Paz, Halk Silahlanınca/ Durruti ve İspanya Anarşist Devrimi, çev: Gün Zileli, Kaos Yay., 2021.

[53] Mao Zedung, Seçme Eserler 1-2-3-4-5, Aydınlık Yay., 1976.

[54] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 1968.

[55] Antonio Gramsci, Hapishane Defterleri, çev: Adnan Cemgil, Belge Yay., 2011, s.6.

[56] Deniz Yıldırım, “İttifaklar, Temsiller ve Adlandırmalar”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2022, s.4.

[57] “Kemal Kılıçdaroğlu: Dikta Sandıkta Yenilecek”, Cumhuriyet, 29 Nisan 2022, s.15.

[58] “CHP Lideri Kılıçdaroğlu: Hiçbir Emperyal Güç Türkiye’yi Hizaya Sokamaz”, Sözcü, 27 Nisan 2021, s.4.

[59] Sefa Uyar, “Sancar: Ortak Aday Fikrine Açığız”, Cumhuriyet, 2 Şubat 2022, s.9.

[60] Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, “Hedefimiz, üçüncü bir ittifak ile en az yüzde 3 oy alarak parlamentoda grup kurmak. HDP’ye bu yöndeki teklifimizi sunduk, cevap bekliyoruz… Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayının ilk turda kazanma ihtimali olursa destek veririz… Halk İttifakı, üçüncü ittifak ve onun içerisinde sosyalist bir kuvvet öne çıktıkça CHP’nin de ona göre bir Cumhurbaşkanı adayı belirleyeceğini düşünüyoruz. Önümüzdeki dönem parlamentosu bir nevi kurucu bir görev üstlenecek ve TİP, daha önce temsil edilmeyen kesimleri orada temsil edecek, hedefimiz bu. Önümüzdeki dönemin ana muhalefeti olmak istiyoruz. İttifak meselesinde sol içi bir tartışmaya girmeyeceğiz… İktidarın solcuları en çok vurduğu yer inanç ve ahlâk meselesi. Ama bizim kimseyi dini inancı sebebiyle dışlamamız veya parti üyeliğini engellememiz söz konusu olamaz. En basiti Konya örgütümüze bakalım, il binasının açılışına gittiğimde yaklaşık 50 üyemizin 20’sinin başörtülü kadınlardan oluştuğunu gördük.” (“Erkan Baş: Hedefimiz En Az Yüzde 3 Oy”, 10 Ocak 2022… https://siyasihaber6.org/erkan-bas-hedefimiz-en-az-yuzde-3-oy)

[61] Ruhat Mengi, “Erkan Baş: AKP Politikalarıyla Köklü Bir Hesaplaşma Şarttır”, Sözcü, 31 Aralık 2021, s.10.

[62] Ruhat Mengi, “Erkan Baş: AKP İktidarı Yıllardır Halka Hayal Satıyor”, Sözcü, 30 Aralık 2021, s.10.

[63] Veysi Sarısözen, “HDP Laiktir, Kamusalcıdır ve de Anti-Emperyalistir”, Yeni Yaşam, 2 Şubat 2022, s.10.

[64] “TKH: Ülkenin Sol Damarı Güçlenmelidir”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2022, s.5.

[65] “HDP, Demokrasi İttifakı çağrısını tahakküm kurmadan, ön şart koymadan ve güçlü-güçsüz ayrımı yapmadan bütün sol, sosyalist, demokrat çevrelere yaptı. (Veli Saçılık, “Birlik-Dirlik”, Yeni Yaşam, 24 Ocak 2022, s.10.) Ya sonrası? “Radikal demokrasi” dayatması vb’leri!

“Bugün Kürt hareketi aşağıdan yukarıya siyasi etkide bulunmanın en önemli mecrası. Kürt dinamizmiyle Türkiye halkının demokratikleşme dinamizmini ayrıştıran değil, yan yana getiren eğilimlerin güçlenmesi, büyük bir fırsat. Bu fırsatı kullanmalıyız.” (Nezahat Doğan, “Ferda Koç: Sokağa Çıkanların Kazanacağı Kesin”, Yeni Yaşam, 17 Ocak 2022, s.6.) Bir “fırsat” mı? Ya anti-emperyalizm? Vb’leri…

[66] Ergin Yıldızoğlu, “… ‘Sol’ ve Seçimler Sorunu”, Cumhuriyet, 20 Ocak 2022, s.9.

[67] İbrahim Kaypakkaya, Bütün Yazıları, Umut Yay., 1992.

[68] İbni Haldun, Coğrafya Kaderdir, Hazırlayan: Mesud Topal, Destek Yay., 2021.

[69] Hazal Ocak, “Komünist Başkan Fatih Mehmet Maçoğlu: Devrimden Kaçış Yok”, Cumhuriyet Pazar, 9 Mayıs 2021, s.5.

[70] Gyorgi Lukács, Lenin’in Düşüncesi/ Devrimin Güncelliği, çev: Ragıp Zarakolu, Belge Yay. 1998, s.9.

[71] “Bir halkın ayaklanması ve halkın devrimi sadece doğal değil, kaçınılmazdır.”

“Devrim, bir ayaklanmadır, bir sınıfın başka bir sınıfı devirdiği bir şiddet hareketidir.”

“Düşmanın bize saldırıda bulunmaması kötü bir şeydir, çünkü bu durum hâliyle bizim düşmanla birlik olduğumuzu gösterir. Düşmanın saldırısına uğrarsak iyi bir şeydir, çünkü bu durum bizim düşmanla kendi aramıza kesin bir sınır çizdiğimizi ispatlar. Ve eğer düşman, bizi en karanlık bir şekilde tanımlayıp bütün yaptıklarımızı yererek şiddetle saldırırsa daha da iyidir. Çünkü bu durum, yalnızca düşmanla aramıza kesin bir sınır çizdiğimizi göstermekle kalmaz, aynı zamanda çalışmalarımızda olağanüstü başarılar kazandığımızı ispatlar.” (Mao Zedung, Mayıs 1939.)

[72] “Devrim ne önderler tarafından halk için, ne de halk tarafından önderler için yapılır. Devrim, halkın ve önderlerin sarsılmaz bir dayanışma içinde birlikte hareket etmeleriyle gerçekleştirilir.” (Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991, s.43.)

[73] “Eğer bir düşman size zarar verirse ve siz ağlarsanız, o zaman aptalsınız çünkü düşmanlığın amacı zaten size zarar vermektir.” (Antonio Gramsci.)

[74] Paulo Freire, Özgürlüğün Pedagojisi-Etik Demokrasi ve Medeni Cesaret, çev: Gülden Kurt, Yordam Kitap, 2019, s.66.

[75] Paulo Freire, Ezilenlerin Pedagojisi, çev: Erol Özbek-Dilek Hattatoğlu, Ayrıntı Yay., 1991.

[76] Franco Lombardi, Antonio Gramsci’nin Marksist Pedagojisi, çev: Sibel Özbudun-Başak Ekmen, Ütopya Yay., 2000.

 

Sayfalar