Cuma Nisan 18, 2025

Emekçiler işsizler yoksullar nerede?[1]

“Başkasının hayallerine tutsak olursanız belanızı bulursunuz.”[1]

Maltepe sahilindeki miting alanına açılan yollardan birinin kenarında durmuş, önümüzden akan kalabalığı izliyoruz. Kadın-erkek, çoluk-çocuk, İnsan seli. Etkileyici… Ellerinde Türk bayrakları, “adalet” pankartları, Mustafa Kemal’li sancaklar. Bulutsuz, sıcak bir yaz günü, bir pikniğe, deniz kenarında hava almaya gidiyormuşça bir gamsızlık, bir neşe… Arada bir - bizim gibi miting kıdemlilerinin hemen fark edeceği bir acemilikle- slogan atıyor, hemen ardından aralarında koyulttukları ikişerli-üçerli sohbete dönüyorlar.

Çoğunun üzerinde “adalet” yazılı bembeyaz, tiril tiril tişörtler, gözlerinde güneş gözlükleri, başlarında beyzbol şapkaları. Ayaklarda spor ayakkabılar… Yaşları 30-40 dolaylarında kümeleniyor. Bir CHP’liye “İşte çağdaş Türkiye’nin aydınlık yüzü” dedirtecek kadar temiz ve lekesizler.

Belki de fazlasıyla temiz. Pek azının giysilerinde bir oto tamirhanesinde, bir demir döküm atölyesinde, bir maden ocağında çalışmadan kaynaklanabilecek lekeler, kir, is, pas toz izi var. Pankart taşıyan, sevgilinin elini kavrayan, alkış tutan ellerin çoğu nasırsız, pürüzsüz.

Evet, o gün “Adalet” haykırışıyla Maltepe’deki miting alanını dolduran bir milyonu aşkın kişi etkileyici, güzel ve olumlu. Ama bir eksik var. İşçi-emekçi-varoş katılımı çok düşük. Önünüzden akanlar çoğunlukla iktidarın “hayat tarzı” konusundaki müdahalelerinden kaynaklanan kaygılarla yüklü, seküler bir orta sınıfın mensupları. İçeriği Kemalizm tarafından tanımlanmış bir modernizmin kazanımlarının bir bir ellerinden kayıp gitmekte oluşuna karşı tepkililer… Geri dönüşsüz bir sürece girilmiş olmasından korkuyor; ancak bu kez, örneğin Haziran 2013’deki, gövdelerini ortaya koyma kararlılığından yoksun gözüküyorlar…

Bu orta sınıf seli arasındaki tek tük kol emekçisi adacıkları ise, belli ki sosyalistlerin çalışma yaptığı Alevî mahallelerinden gelmişler. Ha bir de, iktidarın intikam hücumlarının hedef tahtasındaki gariban Fethullahçılar: Cemaatin üniversitesinde odacı, hastanesinde hastabakıcı olarak çalıştığı için ekmeğinden olmuş, kovuşturmalara uğramış, din bezirganı bir iktidarın “mütedeyyin” kitlelerin önüne attığı ikbal kırıntılarından nasibi ebediyen kesilmiş şaşkın, gariban dindarlar… (Miting alanına giderken eline her nasılsa tutuşturulmuş devrimci bir pankartı taşıyan kara çarşaflı, yüzü peçeli kadının görüntüsü hiç gitmeyecek gözlerimizden)…

Peki, emekçiler, varoş çocukları, yoksullar neredeydi?

Mitinge katılıp katılmayacağını sorduğumda Ahmet, “ne işim var orada” yanıtını verdi. “Sahile inip balık tutacağım.” Ahmet kim mi? Çankırı’nın bir köyünden yıllar önce İstanbul’a göç etmiş, hayatını zenginlerin evlerinde bahçıvanlık yaparak kazanan bir kent yoksulu…

Birkaç gün önceki konuşmamızda ise 15 Temmuz gecesi televizyondan köprünün askerler tarafından kapatıldığını gördüğünde kimseden emir filan beklemeden kendini sokağa atıp soluğu bir tankın üzerinde aldığını anlatmıştı, muzaffer bir komutan edasıyla. “Binlerce kişi olup sokaklara aktık, darbecileri püskürttük…” Ahmet’ler bunun ardından gecelerce kışlaların kapısında yatıp askerlerin dışarı çıkmasını engellemişlerdi. Artık onların da torunlarına anlatacak öyküleri vardı…

Peki, 15 Temmuz’da sokaklara dökülen, 16 Nisan Referandumu’nda “vatanı kurtarmak, güçlü bir Türkiye yaratmak” adına oylarıyla diktatörlüğe payanda olan bu sıradan insanlar; yani iş buldukça boyacılık, komilik, nakliyecilik, kamyon sürücülüğü, kanalizasyon işçiliği, yani “ne iş olsa” yapan Recep, en büyük hayali “kapağı Avrupa’ya atmak” olan ve iki yakası bir araya gelmediği için bir türlü evlenemeyen tornacı delikanlı İsmail, dört çocuğuna iyi bir gelecek sağlamak için evlere temizliğe giden Yozgatlı Hatice… Kemalistler arasında yaygın olan kanaate göre “dinci, İslâmcı, yobaz, IŞİD’ci” oldukları için mi, yoksa “köfte-ekmeğe oylarını satmaya hazır cahil sefiller” olduklarından mı gövdelerini ahir zaman diktatörünün heves ve hırslarına yakıt eylemektedir?

Tayyip Erdoğan iktidarının çeperlerinde kent ve kır yoksullarını “din, iman, vatan, millet, bölünmez bütünlük vb.” adına manipüle ve seferber eden, iktidarın olanaklarından da yararlanarak mahalle mahalle, sokak sokak ülkenin dört bucağına nüfuz eden, öğretmen, imam, cemaat önderi, esnaf odası başkanı, kaymakam, muhtar, “yoksul babası” patron, mukabele hafizesi, sendikacı… vb.’lerinden oluşan bir yarı-formel mekanizma var, hiç kuşkusuz. Bunlar, AKP ve “reis”inin siyasal İslâmcı, olasılıkla da İhvan’la “iltisaklı” projesinin gövdesini oluşturuyorlar. Ve toplumun özellikle yoksul katmanlarını “yeni” rejimlerine kazandırmak için canla başla çalışıyorlar. Türkiye’de adım adım kurulmakta olan siyasal İslâmcı rejimin “öncü” kadroları…

Ancak AKP’nin (bir kısmı elinde pala, protestoculara, şortlu kadınlara saldıracak kadar militan) “kadroları” ile Hayır’cılar arasında devasa bir gri alan var: kır ve kent yoksullarından, taşeron işçilerden, lümpenlerden, varoş sakinlerinden, işsizlerden, topu atma tehdidi altındaki esnaftan oluşan bir gri alan. Çoğu “Elhamdülillah Müslüman”; Cuma’ları elden geldiğince kaçırmamaya çalışıyorlar; ama akşamları bir bira ya da bir kadeh rakı parlatmaktan vaz geçeleri yok, kapağı bir Avrupa ülkesine atmak, bir Avrupalı kadınla evlenerek yırtmak, son model bir ciple sosyete mahallelerde boy göstermek süslüyor gençlerinin düşlerini… Loto oynuyor, her dokuz çekiliş piyango bileti satın alıyor, maçları kaçırmıyor, saçlarını jöleleyip kentlerin ana caddelerini turluyorlar. Bir şeriat rejimi, en son isteyecekleri şey. Çocukları TEOG’a hazırlanırken imam-hatip dışında bir yerlere girebilmesi için çırpınıyorlar, örneğin. İçki, sigara zam yedikçe asapları bozuluyor. “Reis”in “dik duruş”u, “Güçlü Türkiye” söylenceleri, Kurtlar Vadisi milliyetçiliği ile, Fransa’da işçi olarak çalışmış babalarının oradaki emekçi haklarına dair anlattıkları, işsizlik ve aç kalma kaygısı, gelecek endişesi, insanca, güzel, rahat bir yaşamın düşleri, ebedi bir yoksunluk ve erişimsizlik çemberi içinde sıkışmışlık duygusu arasında salınıp duruyorlar. Yetememe, yetinememe duygusu, ne kadar çalışırsa çalışsın (tabii iş bulabildikçe) yoksulluk çemberini kıramayacağı kesin bilgisinin cenderesi…

Peki, bu durumda neden AKP’ye oy veriyorlar, diye sorabilirsiniz. Gayet basit: AKP onların ezilmişlik, umutsuzluk, hiçlik duygularını bir kimliğe tahvil edebilmeyi becerdi. Türkiye kırsalının bilinçaltının derinliklerine işlemiş 40’lı yılların tek-parti (CHP) rejimine karşı öfkeyi, Batıcı-elitizme beslenen hıncı ihya ederek, kentlileşmiş torunların ezilmişlik duygusunun akacağı tepki yatağını döşedi. “Bu cehape var ya bu cehape, halka süpürge tohumundan ekmek yedirdi!” cayırtısı, kof ve nafile bir ajitasyon değil, bu ülkenin ezilmişlerine (ve dahi sömürülenlerine) tarihsel bir süreğenlik duygusu verme ve kendilerini karşısında konumlandırıp teyit edecekleri bir “öteki” kurgulama girişimidir. Batıcı, elitist, züppe, halkına yabancılaşmış ve Batılıların desteğiyle her nasılsa iktidarı ele geçirmiş, yıllar yılı bu mazlum milletin inançlarına, hayat tarzlarına saldıran, kafası bozuldukça bacıların baş örtülerine el atan bir seçkinler kliği… Kapitalist cumhuriyetin paryalarının, itilip kakılanların ezilmişliklerinin kefaretinin yüklenip ardından teneke çalarak kovalanabilecek kolay bir günah keçisi. Hele ki “Eski rejim”in üç sacayağı, yani silahlı kuvvetler, yargı kurumu ve üniversiteler Fethullahçı kardeşlerle kolkola etkisizleştirildikten sonra…

Bir “durum”u oluşturan karmaşık nedensellikleri tekil (ve kolay anlaşılabilir) bir boyuta indirgeyerek bu tekil etkeni “günah keçisi” ilan etme, faşizmin (ve bütün türevlerinin) en sık başvurduğu demogojilerden biridir. “Cehape elitizmi” hiç kuşku yok ki Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarında despotik uygulamaları, dayatmalarıyla bir yandan palazlanmakta olan Türkiye burjuvazisinin gereksindiği sermaye birikiminin önünü açmış, bir yandan da toplumu Kemalist “çağdaş uygarlık” ideali doğrultusunda tekil ve seküler bir ulus-devlet olarak biçimlendirmek üzere bir toplum mühendisliğine soyunmuştur. Bunu saptamak ve eleştirmek bir şey, bu eleştirileri kesif bir anti-entelektüalizm/popülizm halitasına dökerek devletin dümenini ele geçirip rotasını değiştirme, başkalaştırma çabalarına malzeme kılmak, başka bir şeydir. AKP “anti-elitizm” ile kestirmeden ve doğrudan onunla ilintilendirdiği “anti-entelektüalizm”i T.C.’ni İslâmcı bir Ortadoğu gücüne dönüştürme projesine halk desteğini sağlamak üzere kullanmaktadır.

Bu projenin bir yanı ise, emekçi kitlelerin ezilmişliğinin gerçek müsebbibi olan kapitalist sistemin kaptan köşkünü “laik-Batıcı” burjuvaziden kendi “cenahı”na devretme hesabıdır. Kaptan köşkünde “Batıcı/laikçi” elitlerin yerine İslâmcı burjuvazi geçerken forsalar, köleler, yani “ne iş olsa” yapan Recep, yani tornacı delikanlı İsmail, yani evlere temizliğe giden Yozgatlı Hatice oldukları yerde, kürekçi sıralarında kalacaktır. “Yabancı(laşmış)/Batıcı” elitlerin yerini alan, “kendilerine benzeyen” yeni efendilere bir çeşit ünsiyet ve minnet duygularıyla yüklü olarak.

AKP’nin toplumu yeniden biçimlendirme girişimini toplumun üst katmanlarını iktisadi müsadere ve kayırmacılıkla değiştirme, alt katmanları kültürel/toplumsal müdahalelerle dönüştürme olarak özetleyebiliriz. Alt katmanlarla girdiği “rıza rezonansı”nın erimini sürekli genişletme çabası içinde olduğu ise, eğitim, diyanet, sosyal hizmetler, yerel yönetimler, “sivil toplum” örgütlenmeleri vb. alanlarında yaptıklarında açığa çıkıyor.

Eğer bunlar doğruysa, iktidar partisi ile muhalifleri arasındaki “gri alan”da yer alan geniş kitleleri orta sınıfa hitap eden söylemlerle ikna etmenin olanağı yoktur. Yaşam tarzına dayalı söylemler: laiklik, çağdaşlık, kadın hakları vb. onları heyecanlandırmıyor. Hatta ve hatta (ve ne yazıktır ki) siyasal yaşama olanca yabancılaştırılmışlıklarıyla, “adalet” dahi deneyim-uzak bir söylemdir: Adalet ve Kalkınma Partisi “adalet”i başörtülü kadınlara kamusal yaşamın yolunu açarak tesis etmiştir; manipüle ettiği medya kanalları sayesinde cezaevlerini dolduran yüzlerce gazeteci, binlerce muhalif, sosyal medya kovuşturmaları, işten atılan akademisyenler, öğretmenler, cezaevlerindeki işkenceler, vb. ya “görünmez” ya da kitleler indinde kriminalize olmuşlardır.

Öte yandan -CHP’nin son birkaç yıldır denediği üzere- sağcı/dindar/milliyetçi söylemler de, “gri alan”ın CHP’ye (ya da sola) yönelmesinde etkili olamamaktadır. Öyle ya, “sağ” söylemlerin otantik sahibi ortadayken, neden eğretisine yönelsinler ki? Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısına Ekmeleddin İhsanoğlu’yla (ya da - diyelim ki Prof. Cihangir İslâm’la) çıkmak, protesto alanlarında “yeryüzü sofraları kurmak” da nesi?

Şu görülmeli, CHP’nin dokusu ve kurgusu, bu kitleleri ikna edecek sömürü ve tahakküm karşıtı söylemleri üretmeye müsait değildir; dahası, bu parti böylesi bir uğraşa girişebilecek, yürütebilecek kadrolardan da yoksundur. Bu, sayıları ne denli az, ne denli daralmış olursak olalım, biz sosyalistlerin, devrimcilerin alanıdır.

Bu bakımdan, sosyalistlerin, devrimcilerin “hayat tarzına” ilişkin kaygıları ve şimdilik -ne yazık ki- bizlerden gayrısını fazla ilgilendirmeyen özgürlük taleplerini olduğu kadar, kitlelerin ekmek davasını, işsizliği, iş güvencesizliğini, ücretlerin düşüklüğünü, hayat pahalılığını, sosyal hakların yitimini, barınma sorunlarını, kentsel hizmetlerin (elektrik, temiz su, doğalgaz, iletişim, ulaşım…) yüksek ve giderek yükselen bedellerini, sağlık ve eğitim hizmetlerinin kalitesizliğini ve emekçileri giderek düşen yaşam standartlarına mahkûm ederken kaynakları yağmalayarak uçuşa geçen yeni Müslüman-kapitalist sınıfı, bu yeni sömürü düzenindeki adaletsizliği (yani “kalkınma” ile “adalet” arasındaki ters orantıyı) sorunsallaştırmak, örgütlü-örgütsüz kitleler nezdinde bunlara yönelik bir talepkârlığı biçimlendirebilmek üzere işe koyulmak gerekiyor.

Bu görev ne kadar geciktirilirse, AKP’nin “gri alanlar”ı -korkarım ki telafisi mümkün olamayacak bir tarzda- temellükü o denli ilerleyecektir. AKP olanca demogogluğuyla, popülizmiyle, el çabukluğuyla aydın düşmanlığına dönüştürdüğü anti-elitizmiyle, “vatan-millet-bayrak-din-iman” çığırtkanlığıyla emekçi yığınları fethe çıktı.

Bu fethin tamamlanmasına, yani devleti ele geçirmiş olan partinin toplumu temellük etmesine seyirci kalırsak, iktidar partisi ve “Reis”inin körüklemekte olduğu “laik-dinci”, “Alevî-Sünnî”, “Kürt-Türk”, “Batıcı/gayrımilli-yerli/milli” kör dövüşü içinde yitip gitme olasılığımız yüksektir…

15 Temmuz 2017 17:39:02, İstanbul.

N O T L A R

[1] Kaldıraç Dergisi, No:193, Ağustos 2017…

[2] Gilles Deleuze. 

48265

Sibel Özbudun

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

     Blog

 

sozbudun@hotmail.com

Sibel Özbudun

ANALİZ: TC ve ABD’nin Kürdistan’da Kendi Kürdünü Yaratma Politikası

 

CHP heyetinin Hewler ziyareti öyle kısa vadeli hesaplarla yapılmış bir ziyaret olarak değerlendirilmemelidir. Bu ziyaretin özellikle ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları için uzun vadeli bir planın adımlarından biri olduğu kuşku götürmezdir.

 

Türk Tekelci Devletin Yumuşak Güçleri

Her emperyalist ülkenin, kültürel yayılmacılığı da vardır. Kendi ekonomik ve politik nüfuz alanların genişletmek ve geliştirmek için birçok “barışçıl” gözüken aracı da devreye sokarlar. Bunlar, yardım kuruluşları, dini kuruluşlar ve çeşitli adlarda sivil toplum kuruluşlarıdır. Aynı zamanda, her ülkenin dilinden radyo ve TV yayınları da yaparlar ya da yapmaya çalışırlar. Türk tekelci devleti, uzun zamandır, bunları “iyi yapan” ülkelerin başında geliyor.

Türk devletinin denetiminde olan yardım kuruluşların başında TİKA, DEİK, AFAD, Yunus Emre Enstitüsü gelmektedir.

EYLÜL;Nubar OZANYAN

Zalimler ellerinde bulundurdukları olanakları en iyi şekilde kullanarak darbe, katliam, linç hafızası yaratırlar. Mazlumlara ait özgürlük düşlerini, direniş tarihini alt üst ederek ve silerek yok etmeye çalışırlar.

Mazlumlar ise özgürlük ve direniş hafızalarını korumaya ve güncellemeye çalışarak yeni direnişlerin yolunu açarlar. Zalimlerin çaba ve çalışmaları, onları hafıza katili olmaktan kurtaramaz.

SENTEZ | 40 Yıl Süren Afganistan İşgali, Taliban’ın Ülkeyi Ele Geçirmesi Ve Olasılıklar Üzerine…(1/2)

Taliban’ın Afganistan’ın büyük bölümünde iktidarı ele geçirmesini konu edinen bu makalenin birinci bölümünde, ülkenin tarihsel sürecine uğradığı işgaller bakımından bir değerlendirme ikinci bölümünde ise Taliban’ı doğuran zemin ve Afganistan’ın güncel durumuna ilişkin bir perspektif sunuluyor.

 

YORUM | Mustafa Suphi ve Komünist Hareketin 101. Yılı

Kemalist iktidara ilericilik atfeden Şefik Hüsnü TKP’si oportünizmin temsilciliğini yaparken Karadeniz’de boğulmak istenen Komünist Hareket 71 devrimci kopuşuyla yeniden ayağa dikilmiştir.

 

Birinci Emperyalist Paylaşım savaşının ön günlerinde İttihat ve Terakki partisinin Alman emperyalizmiyle yaptığı anlaşmalara karşı çıktığı için sürgün edilen Mustafa Suphi bir grup arkadaşıyla birlikte Rusya’ya geçer.

Ölümünün 45. Yılında Mao Yoldaşı Anıyoruz!

"Devrimi proletarya diktatörlüğü altında devam ettirilmesi teorisinin yanında, Marksist askeri çizgide Halk Savaşı teorisinin geliştirilmesi ve uygulanması, felsefe alanında çelişme yasası ve “zıtların birliği ve mücadelesi” yaklaşımı, Marksizm-Leninizm’in Maoizm aşamasına ulaşmasında belirleyicidir"

 

Komünizmi Sahte, “Cephe Çağrısı” Ulusalcı Olan Bir TKP

TKP[1] Merkez Komitesi, “yeni bir cephe açılmalıdır” başlığı altında bir cephe çağrısı yayınladı.[2] İçinde, Kürtlerin ve diğer azınlık ulusların ve sosyalizm olmadığı bir “cephe”.

Gerçekten de, “Bizi Kurtaracak Olan, Kendi Kollarımızdır!”[*]

 

 

“Gömülecek bir yerimiz bile yoksa vatanda

Ve dövülmüş köpek gibi yalnızsak

Bu suç bizim suçumuz ey emekçiler

Bu karanlık bizim karanlığımız!”[1]

 

“Devlet-mafya ilişkileri”, ya da daha kapsamlı bir deyişle “devlet-çete ilişkileri” bu ülkenin, deyim yerindeyse,   “sabite”lerindendir; gündem döner dolaşır, eninde sonunda bu konuya gelir… Adeta bir devlet rutini…

Örgütlülerin Handikabı

Çarşı (örgütlü) her şeye karşı.

Öncüye de, örgüte de, devlete de.

Ve yazar, geçiş dönemini içermeyen komünizmi eleştiriyor.

Şu koca dünyada komünizm karşısında örgütlülerin yaşadığı handikapı her halde başka hiç kimse yaşamıyordur.

Hemi geçiş dönemini içermeyen komünizmi eleştiriyorlar.

Hemi de eleştirdikleri geçiş dönemini içermeyen komünizm yerine  kendilerininde nasıl bir komünizm tezahür ettiklerini söylemiyorlar.

Sanki eleştirdikleri geçiş dönemini içermeyen komünizm geçiş dönemini içerseydi kabul edeceklermiş gibi.

15 Ağustos uyanıştır! (Nubar OZANYAN)

Kürt’ün yüzlerce yıllık kölelik ve uyuyan dünyasına yapılan en etkili devrimci müdahaledir, 15 Ağustos. Özgürlükle ve aydınlıkla tanışmanın ilk fişeğidir. Aynı zamanda yüzlerce yıldır süren kölelik dünyasından uyanışın, ayağa kalkışın devrimci yürüyüşüdür.

Umut, Umutsuzlukla Çatışarak Büyür…

Yeni duruma sıkça vurgu yapmamız boşuna değildir. Yeni durumu kavramazsak hatalarımızdan öğrenmeyi, yeni söylemlere açık olmayı ve dahası değişimin gerekliliğini yeteri kadar bilince çıkarmayı başaramayız. Keza yeni doğanı, gelişip büyüyeni doğru anlamak, tarihi anı doğru ve bütünsel okumakla orantılıdır.

Yine, yeni dönemin zorluklarına dikkat çekmek bir umutsuzluk ve karamsarlık işareti olarak görülmemelidir. Bu sadece bir gerçekliğin altını çizmektir. Ve yine, bu zorlukların içinde taşıdığı olanakları görmezsek, sınıf savaşımı için tarihi anı doğru okumamış oluruz.

Sayfalar