Pazartesi Mart 3, 2025

Sibel Özbudun

Antropolog, Akademisyen, Sosyalist, Yazar!

1956 yılında,İstanbul'da doğdu. Üsküdar Amerikan Kız Lisesi'nden mezun olduktan sonra, Fransa'ya giderek, üç yıl süresince Fransa'da dil ve Paris VII ve Paris X Üniversitelerinde sosyoloji öğrenimi gördü. Türkiye'ye döndükten sonra,İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Antropoloji Bölümü'ne girdi. Mezun oldu. Uzun süre yayıncılık (Havass ve Süreç Yayınları) ve çevirmenlik yapan Özbudun;

 

1993 yılında, Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü'nde yüksek lisans eğitimi görmeye başladı. 1995 yılında,aynı bölümde araştırma görevlisi oldu. Doktorasınıda aynı üniversitede verdi. İngilizce, Fransızca ve İspanyolca bilen Özbudun'un çok sayıda çevirive telif eseri bulunmaktadır.

 

İletişim :

sozbudun@hotmail.com

http://www.sibelozbudun.blogspot.com/

http://www.facebook.com/SibelOzbudun

https://twitter.com/Sibelozbudun

 

Sivas katliamı o gün, orada bitmedi!

  

“Etiam sanato vulnere cicatrix manet.”[1]

“Ya Allah, bismillah, allahuekber!”

Dışarıdaki kalabalık giderek büyüyor. İnsanın üzerine doğru yuvarlanan şom bir çığ gibi... İçeridekiler sıkışmış kalmış, çaresiz... Madımak oteli alev alev. İçeriden çığlıklar yükseliyor, oteli kuşatan çember sakallı kalabalıkta ise bir neşeli esriklik hâli... Elebaşlarından “Tekbiiir!” komutu geldikçe bir ağızdan coşkuyla haykırıyorlar: “Allaaa-huekber!” Kurbanların tapınağa tıkabasa doldurulup dumanları aç ilahlarını teskin etsin diye topluca yakıldığı bir pagan ayini sanki... Yaptıklarının “ibadet” olduğundan ve sırf bu amelleri nedeniyle cenneti garantilediklerinden o kadar eminler ki...

İkisi otel görevlisi, otuzbeş canın kimi kömürleşmiş, kimi karbonmonoksitten zehirlenmiş bedenleri, otelin kararmış iskeleti dahi yatıştıramadı kana susamışlıklarını. O cehennemden canlarını askerlerin, polislerin kayıtsız namevcudiyetinde, yalnızca birbirlerine tutunarak kurtarabilenlere saldırdılar. Ellerine geçse, lime lime edeceklerdi – otelin penceresinden uzatılan itfaiyenin merdivenine can havliyle tutunan Aziz Nesin’i bir itfaiye eri ortalarına fırlattığında, leş kargaları oldular, üşüştüler üstüne. Nesin’in ellerinden sağ kurtulabilmesi, tanrısız bir mucizedir...

Madımak katliamı o gün, orada bitmedi... Günlerce, haftalarca, aylarca, yıllarca sürdü...

“Olaylarda ağır tahrik var,” dedi biri. “Polisi halkla karşı karşıya getirmeyin!” O, dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’di...

“Ne mutlu ki olaya kaatılan hiçbir vatandaşımızın burnu kanamadı,” diye sevindi bir başkası. O, dönemin başbakanı Tansu Çiller’di...

“Endişelenmeyin, güvenlik güçleri olay yerine intikal etmek üzere,” diye avuttu biri, sonra da atom santralını açma törenine devam etti. O, dönemin başbakan yardımcısı Erdal İnönü’ydü...

“Abartmaya gerek yok, bu kadar kişi futbol maçında da ölebilir,” diye kostaklandı bir başkası. O, dönemin anamuhalefet partisi lideri, Mesut Yılmaz’dı...

“Müdahale etmeyin,” emrini verdi bir yetkili. O, dönemin Sivas emniyet müdürü Doğukan Öner’di...

“Oteli otel sahibi kundakladı,” buyurdu bir başka yetkili. O, dönemin içişleri bakanı Mehmet Gazioğlu’ydu.

“Kurtarmayın onu!” emrini verdi bir başkası, Aziz Nesin itfaiye aracına alınırken. O, Refah Partili belediye meclis üyesi, Cafer Çakmak’tı... Ve rivayet olunur ki, “galeyana gelmiş Müslümanları” yatıştırmak için eline aldığı megafondan, “Gazanız mübarek olsun!” diye seslenmişti kan kokusu almış kurt sürüsüne...

Biri sanıkların gönüllü avukatlığını üstlendi. O dönemin Refah Partili Adalet Bakanı Şevket Kazan’dı...[2]

Sonra başkaları... önce Sivas katliamı faillerinin avukatı oldular, sonra da AKP’den milletvekili seçilip meclise girdiler, yasalar yaptılar. Onlar Celal Mümtaz Akıncı, Hayati Yazıcı (devlet bakanı oldu), Haydar Kemal Kurt, Zeyid Aslan, Hüsnü Tuna, Ali Aşlık, Halil Ürün, İbrahim Hakkı Aşkar, Bülent Tüfekçi, Mehmet Ali Bulut’tu. Ya da başkaları AKP’den belediye başkanı, il başkanı filan oldular...

Dedim ya, Sivas katliamı o gün, orada bitmedi...

Birileri, üslendikleri gazete köşelerinden, ekranlardaki programlarından, olan bitenlerden Aziz Nesin’i ve Sivas yakılmışlarını sorumlu tuttu.

“Aziz Nesin’in bir süreden beri yaptığı konuşmaların büyük çoğunluğumuzca hoş karşılanmadığı muhakkak,” dedi biri. O, Altan Öymen’di (Milliyet, 4 Temmuz 1993)...

“Önce Aziz Nesin’e artık bir ‘dur’ demek gerekiyor,” dedi bir başkası. O, Yalçın Doğan’dı (Milliyet, 4 Temmuz 1993)...

“Olayların tetiği Aziz Nesin’in provokasyonu ile çekiliyor,” diye buyurdu bir diyeri. O, Cengiz Çandar’dı (Sabah, 4 Temmuz 1993)...

“’Düşünce hürriyeti’ etiketi altında gereksiz tahrikler yapan, en gelişmiş demokrasilerde bile provokasyon olarak kabul edilebilecek davranışlarda bulunan kimseler, Sivas’ta ortaya çıkan bu sonucu dikkatle değerlendirmek zorundadır”, diye ahkam kesti bir başkası. “ ‘Şeriat ayaklandı’ deyip işin içinden çıkmak isteyenler, o gün neden yeşil bayrak değil de Türk bayrağı taşındığının ciddi bir tahlilini yapmaklıdır.” O, Ertuğrul Özkök’tü (Hürriyet, 4 Temmuz 1993)...

“Anaakım medya”da hava böyleyse, İslâmcı basına bakmak gerekli mi? Bakmayalım...

Hayır, Sivas katliamı o gün, orada bitmedi...

Sonra bir yılan hikâyesine dönüştü... Hukuk sisteminin dehlizlerinde, kıvrıla kıvrıla bir ileri bir geri, yol alırmış gibi yapan bir yılanın bildik öyküsü. Bütün “adalet arayışlarımız”ın eninde sonunda dönüştürüldüğü, adına “yüce Türk adaleti” denilen kara komedi...

Bir bozulduğunda idam, bir bozulduğunda beraatle sonuçlanan davalar... Tahliye edilen, firar eden, dosyaları kaybedilen sanıklar... Ve artık Türk mahkemelerinden adalet beklemeyecek kadar tecrübeli, ama her duruşmada adliye önünde adalet beklentisini haykıracak kadar umuda tutkun bizlerin gözlerinin içine baka baka verilen o “zamanaşımı” hükmü...

Zamanaşımı kararını, “milletimiz için hayırlı olsun” diye karşıladı biri... O, dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’dı...

* * *

Şimdi biri miting meydanlarında Kur’an sallayarak siyasal muarızlarını Zerdüştîlikle, dine-imana ihanetle, müşriklikle, ateistlikle, Taksim’i “kabe” saymakla, müminlere eziyet etmekle suçluyor... Bu memlekette Sivas (ya da Çorum, veya Maraş) hiç yaşanmamış gibi... Umalım ve dileyelim ki o gün canlarımız çıra gibi yanarken o cehennemde cennetten yer garantilediklerine sevinen güruhlar, bir kez daha “durumdan vazife çıkarmasın”...

Dedim ya, Sivas katliamı o gün, orada bitmedi!

18 Mayıs 2015 09:57, Ankara.

N O T L A R

[*] Sancı Kültür Sanat ve Edebiyat Dergisi, No:3, Haziran-Temmuz 2015…

[1] “Yara kapansa da izi kalır.”

[2] Bilgiler Veysel Dinçer’in, “Hâlâ Katliam Diyemeyenlere İnat 33 Maddede Sivas Katliamı” başlıklı yazısından alınmıştır. http://listelist.com/sivas-katliami-nedir/

     

SEÇİMLERİN SONRASINDA...[1]

“Biri gerçeği söylerse, bir diğeri er veya geç yalanının ortaya çıkacağından emin olmalıdır.”[2]

Bir yük kalktı sanki omuzlarımızdan... Bu doğru. Hele ki son olarak Diyarbakır saldırısında koltuğu kaptırmama hırsının ne boyutlara varabileceğini gördükten sonra.  

Evet, bir yük kalktı. Bundan böyle hiçbir aklıevvel, kolay kolay “Başkanlık sistemi”ni önümüze süremeyecek. İtiraz eden çiftçilere analarını da alıp gitmelerini söylerken, yakınlarını “kaza süsü” verilmiş bir katliamda yitirmiş madencileri tekmelerken, en küçükprotesto gösterisini gaza, tazyikli suya boğarken, “üstünde poşi var; demek ki örgüt üyesi” diye öğrencilerin hayatlarını karartırken, kadınlara nerede ve nasıl güleceklerini, kaç çocuk doğuracaklarını dikte ederken... o kadar değneksiz dolaşamayacak bundan böyle. Ülkeyi savaşa sokma yetkisi, kaldır parmak indir parmak, gönlünde yatan aslanın halifelik mi, padişahlık mı olduğu meşkuk bir tek adamın uhdesinde olmaktan çıktı... Sanırız bundan sonra cihatçı katillere MİT elemanları eşliğinde TIR’larla silah sevkıyatı yapmak da o denli kolay olmayacak… 

Bunların hepsi, doğru... Daha fazlası da var. Ama bundan sonrasının kolay, ya da güllük gülistanlık olacağını düşünmek safdillik olacaktır. 

Öncelikle, Tayyip Erdoğan ve hempalarının yerleştikleri mevzilerden sökülmesi, hiç de kolay olacağa benzemiyor. Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı konumunun kendisine tanıdığı (hatta tanımadığı: mevcut Anayasa, cumhurbaşkanını “tarafsızlığını” öngörmüyor muydu?) tüm yetkileri, sonuna dek zorlayacağı, kriz politikasıyla Haziran seçiminde kendisinden uzaklaşan seçmenleri geri kazanmaya çalışacağını öngörmek, zor değil.  

Nitekim, seçimin ertesi günü “TL değer kaybetti, döviz fırladı, borsa çakıldı” haberleri saçıldı ortalığa anaakım medyada. Asgari ücretle, belediye yardımlarıyla, yeşil kartla yaşamını sürdürmeye çabalayan “istikrarsever” AKP seçmeninin gözünü korkutup, “istikrar kalesi” AKP’nin surlarının içine sığınmalarını sağlamaya yönelik bir harekât hattı, partiye kaybettiği oyların bir kısmını yeniden kazandırabilir...  

İkinci olarak, yeni meclisin çetrefilli aritmetiği, kurulabilse dahi, uzun ömürlü bir hükümeti pek olanaklı kılmıyor. TV kanallarından, gazetelerden, sosyal medyadan başınız şişmiştir; “koalisyon, olmadı dışarıdan destekli azınlık hükümeti, olmadı büyük koalisyon” olasılıklarına hiç girmeyelim. Denklem ortada; çocukluğumuzda oynadığımız üç kurt ile üç koyunu ırmağın öbür tarafına sayılarındaki eşitliği bozmadan geçirin oyununu andırıyor.  

Üçüncü olarak, bu toplum, başta Kürt coğrafyası olmak üzere seçim propagandalarında iktidar partisinin ve onun cumhurbaşkanının başvurduğu zehirli dilin üzerine tüy dikeceği biçimde, fazlasıyla gerildi... Hüda-Par/HDP gerginliği olarak sunulan, ve bir çatışma çıkarma potansiyeline sahip saldırılar, bombalamalar, suikastler... Bölgedeki IŞİD ilerlemesine eklendiğinde, ortalığı bir anda ateşe verme olasılığını gündemde tutuyor.  

Yeni oluşan parlamentonun, ülkenin bu ve diğer patlayıcı biriktiren sorunlarının üstesinden gelebilme olasılığı fena hâlde düşük gözüküyor. Tayyip Erdoğan ve hempalarının bu “krizli” durumu, AKP’den uzaklaşan seçmeni yeniden iktidar partisi çevresinde konsolide etmek için manipüle etmeye çabalayacağını kestirmek için ise kahin olmak gerekmiyor.  

Teslim etmek gerek; seçim çalışmaları sokağı yordu. Ve de, sanırız sosyalistlerin büyük bölümünü parlamenter hesaplara fazlasıyla kilitledi. Tekrar ediyoruz; HDP’nin seksenin üzerinde milletvekiliyle meclise girmiş olması, totalitaryen ilerleyişe bir nebze olsa da sekte vurabildi. Çok da iyi oldu... Ancak 80 küsur milletvekilli de olsa, hatta şu ya da bu şekilde bir koalisyona dahil de olsa HDP’nin sözünü ettiğimiz sorunları parlamento aracılığıyla çözümleyebilme olasılığı, yok. Hele ki, her vesilede “HDP bu seçimlerde muhafazakâr Kürtlerin desteğini kazandı, ona göre davranması, sosyalist vitrinden vazgeçmesi gerekir” telkininde bulunan Altan Tan gibilerle, hiç yok! 

Birbirine eklemlenen sorunların altında artan ivmeyle rejim krizine sürüklenen bir ülkede, sosyalistlerin etkin olabilmesi için “sokağın” hazırlıklı olması gerekiyor oysa.  

“Seçim çalışmaları” gerekçesiyle sosyalistlerin büyük bölümünün ıskaladığı metal işçileri direnişi, rejim krizine karşı bu ülkede sömürülenler ve ezilenler cephesinin örülmesinin hem olasılığına hem de ivedi gerekliliğine işaret etmekte.  

Sosyalistlerin yüzlerini bir an önce parlamentodan yeniden sokağa, Kürt hareketiyle emek hareketi arasında birlik ve dayanışmayı sağlama çabalarına döndürmelerinde sonsuz yarar var. 

 

9 Haziran 2015 15:05:31, Çeşme Köyü. 

 

N O T L A R 

[1] Kaldıraç, No:168, Haziran 2015… 

[2] Oscar Wilde.

Soykırım Üzerine Resmi Söylemler Ya Da T.C. Soykırımı Neden Tanımalıdır.

“Nominibus mollire licet mala.”[1]

“Aşkale’nin düşman işgalinden kurtuluşunun doksan yedinci yıldönümü bir müsamereyle kutlanmış. Müsamerede temsili milis kuvvetleri yer almışlar, elbette ‘temsili Ermeniler’ de. Bunlar, uluorta şarap içmeleri hiç de yakışık almayacağından ama gayrımüslim olduklarını belirtmek için şarap marap birşeyler içmeleri de farz olduğundan, şişelere ‘şalgam suyu’ doldurmuşlar ve halkın gözü önünde lıkır lıkır içmişler... Aşkale törenlerinde bir camiyi temsili olarak yakan temsili Ermeniler, temsili bir imama da saldırmışlar ve kendisini ezan okurken temsili olarak linç etmişler.

Temsili Ermeniler daha sonra hamur açan bir kadına da temsili olarak saldırmışlar ve kayınpederini de temsili olarak şehit etmişler. Sonuçta, Türk milis kuvvetlerini canlandıran Aşkaleli lise öğrencileri, ilçeye girerek temsili Ermeni çetecilerini temsili olarak öldürmüşler. Tören, göndere bayrak çekilmesi ve İstiklal Marşı’nın okunmasıyla sona ermiş.”[2]

Aslında olay öğrenci müsameresinden ibaret değil… Aynı kutlama etkinlikleri bağlamında Erzurum’un AKP’li Büyükşehir Belediyesi Başkanı Mehmet Sekmen’in bir konuşması var ki, Lampedusa’nın, roman karakteri Tancredi’ye söylettiği gibi, “hiçbir şeyin değişmemesi için her şeyin değişmesi gerekiyordu,” deyişini anımsatıyor.

Şöyle konuşuyor AKP’li belediye başkanı: “ Bugün, Aşkale’mizde yaptığımız bu kurtuluş törenlerinin büyük bir anlamı var. Aşkale’de hiçbir aile yoktur ki Ermeni zulmüne maruz kalmamış olsun. Bilindiği gibi Ermeni katliamını toprağının her bir parçasında yaşayan ilçemizde 97 yıl önce, Cinis Köyü’nde 587 sivil ahali Şükrü Efendi’nin konağında ve köy camisinde toplanarak yakılmış, katliam ve acıların en büyüğü bu topraklarda yaşanmıştır… Hınçak ve Taşnak Cemiyetleri sadece Cinis’te değil aynı zamanda Yeniköy, Tazegül, Pırnakapan, Karahasan, Abdalcık gibi köylerde de kadın-çocuk demeden Müslüman ahaliyi katletmiştir. Ermeniler tarafından Erzurum’da gerçekleştirilen bu vahşet, insanlık tarihinin kara lekesi olarak tarihi vesikalarda yerini almıştır… Bu anlamlı tören vesilesiyle bir kez daha Ermeni Diasporası’na sesleniyoruz; her fırsatta tarihi kaynakları reddeden sizler, gelin atalarınızın Anadolu‘da yaptığı vahşeti bizzat İspir’de, Aşkale’de, Alaca’da, Pasinler’de, Erzurum’da görün. Şehit kanıyla örülü bu topraklarda 97 yıl önce yaşanan vahşetin izlerini, şehrin hâlen daha yaşayan izlerinden, tanıklarından gelin öğrenin (…) Türk milli birliğine, ‘Vatan bir bütündür, parçalanamaz’ ana fikirli egemenlik ruhuna o gün sunulan katkıyla milletimizin kaderi değişmiştir. Esaret ve karanlık dolu günlerde ezanı, bayrağı, namusu ve toprağını koruyan Aşkale, düşmana asla geçit vermemiştir. Bu nedenle 3 Mart, serhat ilçemiz, gözbebeğimiz Aşkale’nin esaretten hürriyete, ölümden hayata kavuştuğu gündür. Milli birlik ve beraberliğimizin doruğa ulaştığı bu kurtuluş gününde aranızda olmaktan ötürü duyduğum memnuniyeti ifade ederek, sizlere en kalbi muhabbetlerimi sunuyorum. Ve sonsöz olarak şunu söylüyorum; Yüce Allah milletimize bir daha böyle esaret dolu günler yaşatmasın…”[3]

“Yeni Türkiye”ye hoş geldiniz! 

Hani Soykırımın 99. yılına denk düşen 24 Nisan 2014 günü münasebetiyle dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “20. yüzyılın başındaki koşullarda hayatlarını kaybeden Ermenilerin” huzur içinde yatmalarını dileyip, torunlarına taziyelerini ilettiği; ve bunun ardından, “artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına dair” karşılıksız iyimserliklerin freninin patladığı “Yeni Türkiye”…

“Hiçbir şeyin değişmemesi”nden söz ettim; soykırım söz konusu olduğunda, “resmî Türkiye”de olan, tam da budur: T.C. devletinin, İttihat ve Terakki mirasını sahiplenmeyi ısrarla sürdürmesi. Bunun son örneği, “taziye”nin ertesi yılında, T.C. erkânının Çanakkale muharebesinin 18 Mart’a rastlayan yıldönümünü 24 Nisan’a taşıyarak dünya liderlerini soykırım gününde Çanakkale’nin 100. Yılı Anması’na çağırması!

Bu ısrar nedeniyledir ki, 2014’te Ermenilere “taziyelerini” ileten Recep Tayyip Erdoğan, bu kez Cumhurbaşkanı sıfatıyla Kolombiya’da Bogota Externado Üniversitesi’nde düzenlenen “1915: Osmanlı İmparatorluğu’nun En Uzun Yılı” başlıklı sempozyumda yaptığı konuşmada, Ermenistan’a “talkını” vererek aba altından sopa göstermektedir: “Kayıpları anmak, onların hatıralarını yaşatmak başka bir şeydir, bunun üzerinden siyasi ve diplomatik sonuçlar devşirmeye çalışmak başka bir şeydir. Biz, hatıralara saygı duyulmasına varız ama bunun üzerinden ülkemize ve milletimize yönelik bir düşmanlık kampanyası yürütülmesine asla izin veremeyiz.”[4]

Bu durumda Cumhurbaşkanı ile Aşkale Belediye başkanının söylemleri arasındaki uyarlık, neden şaşırtıcı olsun ki? Neticede ortada bir “imam-cemaat” ilişkisi var.

Ve bunların hiçbir, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Ermeni soykırımı karşısındaki –burada üç-dört başlık altında özetlemeye çalışacağım- klasik, resmî tavrından bir milim sapma sergilemiyor.

Şöyle bir düşünecek olursak, bu tavır, yani inkâr, birbiriyle bağlantılı birkaç varyasyon hâlinde tekrarlana gelmektedir onlarca yıldır. Kabadan inceye doğru sıralayalım:

1. “Biz kesmedik, onlar kesti” varyantı.

Örnek anlatı: 

“Genelkurmay Başkanlığı arşivindeki 1915 tarihli belgeler, soykırım iddiaları peşinde koşan Ermenilerin Van çevresinde masum köylülere yaptıkları tüyler ürpertici vahşete tanıklık ediyor. Belgelerde, Van’ın Özalp ve Saray ilçelerinde Ermeniler tarafından bazı kadınların hamileyken karınlarının deşildiğini, bazılarının çocukları ile tandırda yakıldığı, genç kızların tecavüz edilip öldürüldüğü, erkeklerin ise kurşun ve süngü ile katledildiği gözler önüne seriliyor. 

Genelkurmay Başkanlığı, Askeri Tarih ve Stratejik Etüt ve Denetleme Başkanlığı arşivlerinde bulunan 1914-1918 tarihleri arasındaki belgeleri, “Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri” adıyla yayınladı. Arşivde bulunan Özalp Kaymakamı Kemal’in imzasını taşıyan 4 Mart 1915 tarihli bir belge, Ermeni mezaliminin boyutlarını ortaya koyuyor.

Söz konusu belgede, Ermenilerin Van’ın Özalp ilçesindeki Sarıköy’de yaptıkları katliamda 41 erkeğin süngü ve kurşunla, bazılarının da ‘dövülerek, karnı yarılarak ve kesilerek’ öldürüldüğü belirtiliyor. Kayıtta, köydeki İso’nun kızı Güllü’nün ‘memesinin kesildiği’, İbo’nun eşi Silo’nun kızı Sülni’nin ‘karnı yarılarak çocuğunun çıkarıldığı ve tandıra atıldığı’ ve çok sayıda kadına tecavüz edildiği bildiriliyor.

Belgelerde ayrıca Saray ve Esedboyu camilerinin ahıra dönüştürüldüğü, birçok medrese öğrencilerinin Hıristiyanlığı kabul etmeye zorlandığı kaydediliyor. 

Bir başka belgede ise Özalp’in Boyaldı köyünde yaşanan ‘insanlık dışı vahşet’e işaret ediliyor. 

Söz konusu belgede, Nezu Hatun’un tandırda yakılan iki torununun etini babasına ve annesine yedirmek üzere zorlandığı, bunu yapmak istememeleri üzerine öldürüldükleri, Nezu Hatun’un ise gördükleri karşısında aklını kaybettiği bildiriliyor.”[5]

Kuşağımın Ömer Seyfettin’in İzmir’deki “Yunan mezalimi”ni anlatan Beyaz Lale’sinden aşina olduğu dehşet öyküleri, her ne hikmetse “ehl-i vatan”ı galeyana getirmek üzere kurgulandığını düşündürten, en ilkel duyguları kaşınmaya odaklı bir “şiddet pornografisi” sergilemektedir: ahıra dönüştürülen camiler, memesi kesilen genç kızlar, karnı yarılarak bebeleri çıkartılan gebe kadınlar, toplu tecavüzler, tandırda pişirilip anne-babalarına yedirilen çocuklar…

Bu klişeler, ilginçtir ki, çok sonraları, Maraş ve Çorum’da gerçekleştirilen Alevî katliamlarının “gerekçesi” olarak da kullanılacaktır: Alevîler camiyi ateşe verdi, bebekleri kesip yediler…

Doğru, savaş koşullarıdır; bazı Ermeniler cephe gerisinde ayaklanmışlardır… Çok sayıda Ermeni, İtilaf devletlerinin saflarında Osmanlı’ya karşı savaşmaktadır. Türk devlet ricalinin ve entelijensiyasının çok sevdiği deyimle, “mukateleler” yaşanmaktadır.[6] Peki ama, bu, Anadolu’nun ayaklanmayla ya da cepheyle hiç alâkâsı olmayan bölgelerinden, örneğin Çorum’dan, Kastamonu’ndan, Aydın’dan ve diğer vilayetleren kendi hâlinde yaşayıp giden yüz binlerce Ermeni’nin, kadın, çoluk-çocuk, yaşlı demeden topraklarından kopartılmasını, aç-biilaç Suriye çöllerine doğru yola çıkartılmasına, üstlerine zindanlardan salıverilmiş katil sürülerinin, başıbozukların ve kışkırtılmış insanların saldırtılmasını, çoğunun yollarda boğazlanmasını, kadınlara, çocuklara el konulmasını, geride kalan mallarının yağmalanmasını meşru kılar mı?[7] Öyle gözüküyor ki bu şiddet pornografisi, bu utancı meşrulaştırmak üzere imal edilmiş bir kurgudur.

Evet, “seçmeci” bir anlatıdır, T.C.’ninki. Bana Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nden fizik antropolog Metin Özbek’in öyküsünü anımsatır. Hani şu Kars’ın Subaten mevkiinde bulduğu katledilmiş Türklere ait iskeletlere ilişkin raporu dillere destan olan; ancak yine Kars yakınlarında iki çocuğuyla öldürülmüş bir Ermeni kadının kalıntılarını bulunca susturulan ve kazılara sessiz sedasız son vermek zorunda bırakılan.[8]

2. “Osmanlı yönetimi altında mamur-müreffeh yaşayan Ermeniler, Batılı güçlerin oyununa geldi” varyantı.

Örnek anlatı: 

“Aslında asırlardır Osmanlı Devleti’nin yönetimi altında yasayan Ermeniler imparatorluğun her tarafına dağılmışlar, korkusuzca, asayiş içinde, mâl, cân, ırz ve namusları emniyet altında, mezhep açısından da tamamen serbest, huzurlu ve mesut, ekonomik açıdan ise Müslüman teb’adan daha rahat içinde yaşamışlardır. Ticaret ve sanatla uğraşmışlar, sarraflık ve kuyumculuk yapmışlar, öteden beri Osmanlı Devleti’nce özel hizmetlerde ve emniyet gerektirecek işlerde kullanılmışlardır.

Devletin Darphane ve Baruthane gibi önemli müesseselerinin basına geçmişler ve “millet-i sâdıka” olarak adlandırılmışlardır. Osmanlı Devleti Hıristiyan teb’asına karşı eşit muamele etmiş, bunlardan birini diğerine tercih etmemiş ve birbirlerinin işlerine karıştırmamıştır.

Ermeni sorunu Ermenilerin kendi içinden ve ihtiyaçlarından değil, büyük devletlerin bölge üzerindeki çıkar hesaplarından kaynaklanmıştır. Büyük devletlerin kendi hesaplarını gizlemek için sorunu bir insanlık ve Hıristiyanlık sorunuymuş gibi göstermeleri Ermeni kilisesini de etkilemiştir. Başta Ermeni Patrikhanesi olmak üzere bağımsızlık ve muhtariyet hayali peşinde koşan Ermeniler kendileri üzerinde oynanan oyunları görememişlerdir.”[9]

“Osmanlıcılık/Osmanlı özlemi”nden malûl bu söylem, aslına bakılırsa hem bir “altın çağ” mitosu, hem de bir mağduriyet öyküsü, hem de bir “kurt masalı”dır. Çeşitli milletler (kastedilen Osmanlı’nın gayrımüslim uyruklarıdır) Osmanlı’nın adil ve cömert yönetimi altında yaşarken, Osmanlı’yı parçalamak ve yok etmek üzere fırsat kollayan düvel-i muazzama, Ermenileri kışkırtarak adil ve merhametli “efendileri”ne karşı ayaklanmaya teşvik eder. O güne dek “millet-i sadıka” olarak görülen ve Osmanlı memaliki üzerinde özgür ve müreffeh bir yaşam sürdüren Ermeniler ne yazık ki bu iğvaya kapılarak, büyük devletlere karşı savaşmakta olan Osmanlı’yı arkadan vururlar, vb. vb.

Bu anlatı, Osmanlı topraklarında İslâm’ın tartışmasız üstünlüğü ve gayrımüslimlerin cizye ödeme, zaman zaman yeniden-iskâna tabi tutulma, askerlikten bağışık olma vb. zorunluluklarını görmezden gelen bir “Büyük Ağabey” anlatısıdır. İslâm’a dayanan yönetim anlayışı gereği, Osmanlı ülkesinde gayrımüslim azınlıklar, kendi dinsel yetkelerinin yönetiminde, iç işlerinde göreli bir özerklikten yararlanabildikleri milletler sistemine tabiydiler; Osmanlı padişahına ve yönetimine boyun eğdikleri sürece. Peki ya itiraz ettiklerinde? Bu sorunun yanıtını, 1894’den itibaren sık sık tekrarlanan Ermeni katliamları vermektedir. Örneğin, 1894’te Ermeni köylülerin Kürt aşiretlerin tacizine karşı direnişe geçtiği Sason’da, ordu birlikleri ve Hamidiye alayları marifetiyle 8000 kadar Ermeni’nin katledilmesi;[10] Hınçak Partisi’nin 30 Eylül 1895’te sadrazama Ermenilerin sorunlarına dikkat çeken bir dilekçe vermek üzere örgütlediği yürüyüşün ardından başlatılan ve kısa sürede Erzurum, Bitlis, Van, Harput, Sivas, Diyarbakır, Trabzon gibi vilayetlere yayılan katliamlar dizisi; Taşnak Partisi’ne bağlı militanların bu katliamları protesto etmek için 24 Ağustos 1896’da Osmanlı Bankası’nı işgal etmesi üzerine İstanbul’da 6000 Ermeni’nin katledilmesi…[11] 

Evet, büyük devletlerin iğvasına kapılan “millet-i sadıka” söylemi, Osmanlı teb’ası Ermenilere durumlarından hoşnut olup efendilerine hizmet etmekten başka bir seçenek bırakmamaktadır. İşin korkuncu, Osmanlı yöneticileri tarafından değil, bugün, günümüz Türkiyesi’nin yöneticileri, akademisyenleri, enteligentsiyası vb. tarafından, hiç sorgulamasız dile getiriliyor oluşudur!

3. “Olay soykırım değil, savaş sırasında isyan eden Ermenilerin tehciriyle cephe gerisinin güvenlik altına alınmasıydı” varyantı.

Örnek anlatı(lar):

“Ermenilerin binlerce Türk’ün canına mal olan isyan ve katliamları karşısında bile, Osmanlı Hükümeti’nin ortaya koyduğu sakin ve sağduyulu tavır, belgeleriyle sabittir. Ancak, tedhiş hareketleri bir türlü durmak bilmeyince hükümet, ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan Ermenileri, savaş bölgelerinden uzak yeni yerleşim merkezlerine götürmek zorunda kalmıştır. Kafkas, İran ve Sina cephelerinin güvenlik hattını oluşturan bölgelerdeki Ermenilerin yerlerinin değiştirilmesi, onları imha etmek değil, devlet güvenliğini sağlamak, onları korumak amacını gütmüştür ve dünyanın en başarılı yer değiştirme uygulamasıdır.”[12]

Ve de:

“Ermeni sorununa temel teşkil eden “tehcir-yer değiştirme” uygulaması; bazı çevrelerin iddia ettikleri gibi Ermenileri imha etmek için değil, bilakis savaş bölgesindeki Ermenileri korumak ve devletin güvenliğini sağlamak için yapılmıştır. Üstelik sadece gerçekleştirildiği 1915 şartları için değil, günümüz şartlarında bile dünyanın en başarılı sevk ve iskan uygulamalarından biridir.

Bu tespit kimilerine fazla iddialı gelebilir. Ancak, belgeler ve tarihi gerçekler bizi doğrulamaktadır. Son çeyrek asırda yaşanan benzer olaylar, iddiamızı daha da güçlendirmektedir. ABD’nin 1991’de Irak’a yönelik hava harekâtını hatırlayın; onbinlerce Peşmerge, Türkiye sınırına yığılmıştı. Yaşanan kaosun Türkiye’ye faturası çok ağır olmuştu. Aynı durum, 1980’lerin sonundaki Türklere yönelik Bulgar zulmü sırasında yaşanmıştı. Kapıkule’ye dayanan onbinlerce soydaşımızın iaşe ve konaklamaları büyük problem olmuştu. 2000’lerin başında Arnavutluk’ta benzer sahneler vardı. Gemilerden salkım saçak sarkan ve açlıkla burun buruna yaşayan onbinlerce mültecinin dramını televizyon ekranlarından tüm dünya ibretle takip etmişti. Saydığımız birkaç örnek bile, Osmanlı’nın 1915 şartlarında gerçekleştirdiği tehcirin, son derece düzenli, insani ve iyi niyetli bir sevk ve iskân uygulaması olduğunu ispata yeter de artar bile…

Yer değiştirme uygulaması için 255 milyon kuruş harcayan Osmanlı, göçe tabi tutulan Ermenilerin devlete ve şahıslara olan borçlarını ya ertelemiş ya da tamamen defterden silmiştir. O dönemde bir Osmanlı lirasının bugünkü ABD Dolarından çok daha değerli olduğu düşünüldüğünde, yapılan fedakârlığın ve masrafın cesameti ortaya çıkacaktır. Aynı gönderilen bir miktar para da, Amerikan misyonerleri ve konsolosları tarafından Hükümetin bilgisi dahilinde Ermenilere dağıtılmıştır. Osmanlı, yer değiştirme uygulamasını büyük bir titizlik içerisinde yapmış, dev bir mali külfetin altına girmiştir. (…) Katolik ve Protestan olan, Osmanlı ordusunda subay ve sağlık sınıflarında hizmet veren, Osmanlı Bankası şubelerinde ve bazı konsolosluklarda çalışan Ermeniler, devlete sadık kaldıkları sürece göçe tabi tutulmamışlardır. Hastalar, özürlüler, sakatlar, yaşlılar, yetim çocuklar ve dul kadınlar da göçe tabi tutulmamış, yetimhaneler ve köylerde koruma altına alınarak ihtiyaçları karşılanmıştır.

Geçimleri devlet tarafından Göçmen Ödeneği’nden sağlanmıştır. Bahsetmeden geçemeyeceğim; yer değiştirme uygulamasının bir başka ince noktası, göç ettirilen Ermenilerin geride bıraktıkları menkul ve gayr-ı menkullerin durumudur. Göçe tabi tutulan Ermenilerin bozulabilir malları, hayvanları ve işletilmesi zorunlu olan imalâthaneleri, oluşturulan komisyonlar tarafından açık arttırma ile satılmış ve paraları sahiplerine yollanmıştır. İşi bu denli incelikle ele alan ve attığı her adımı belgeleyen bir devletin, yerlerini değiştirdiği insanları soykırıma tabi tutmak gibi bir kastı olabilir mi?”[13] 

Aslına bakılırsa, dünya kamuoyunun lanetlediği, yüzbinlerce Ermeni’nin canına mal olan, hayatta kalabilenlerin her şeylerini yitirdiği ve kuşaklar boyu süren bir acıyla yaşamak zorunda kaldığı tehciri “başarılı” ilan eden bu söylem, “devlet entelijensiya”sının en iyi savunma, saldırıdır” diyen bir yavuz hırsızlığa doğru dümen kırdığını gösteriyor. Ve işin gerçeği, bir ağız kalabalığının gerisinde, “suç”u itiraf ediyor: “Buna soykırım denemez, çünkü sadece erkekleri sürdük, ‘dul’ kalan kadınları (neden dul kaldılarsa? Oysa mantığa göre bu “başarılı” tehcir serüveninde sürülen erkeklerin büyük bölümünün, yeni ve güvenli “yuvaları”na varıp karılarını, çocuklarını yanlarına aldırmış olmaları gerekiyor!) ve çocukları yetimhanelerde ve köylerde koruma altına aldık. Hatta vergi borçlarını bile sildik! (Alicenaplık yapmışsınız. Oldu olacak vergileri de giderayak tahsil edip o savaş zamanı devleti zarara uğratmayaydınız!) Mallarını da satıp parasını kendilerine gönderdik. (Merak konusu, sağ kalabilenleri Der Zor çöllerindeki temerküz kamplarında toplanan, Kürt ya da Arap aşiretlerince kaçırılıp köle olarak satılan, ya da –şanslı iseler- misyonerlerin sağladığı barınaklara kapağı atan ‘hak sahipleri’ni nasıl teşhis edebildiniz acaba?)

“Kadınların ve çocukların köylerde koruma altına alınması?” Bunun Ermeni kadın ve çocukların Kürt ya da Türk, Müslüman erkeklere/ailelere teslim edilip kumalık, hizmetkârlık, cariyelik, fuhuş gibi alanlarda istihdam edilerek “Müslümanlaştırılması” olduğunu herkes biliyor. Anadolulu olup da ailesinde gasp edilmiş bir Ermeni büyük anne olmayan kaç aile vardır ki?[14]

4. “1915 ‘olaylarında’ yaşamını yitiren Ermenilerin sayısı abartılıyor. Ermenilerin çoğu selametle tehcir mahallerine vardılar, oradan da dünyaya yayıldılar. Bir kısmı ise Müslüman (çoğunlukla Alevî) nüfusa karışıp asimile oldu” varyantı.

“Halaçoğlu formülü” diyebileceğimiz, son derece ince logaritmik hesaplara dayalı bir varyant bu. Örnek anlatı:

“Diaspora Ermenileri, yer değiştirme uygulaması sırasında yüzbinlerce, hatta kimi kaynaklara göre 1.5 milyon Ermeni’nin soykırıma tabi tutulduğunu iddia etmektedirler. Oysa konuyla ilgili en teferruatlı bilgiler, belgeleriyle birlikte, Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun TTK Yayınları arasında 2001 yılında yayınlanan “Ermeni Tehcirine Dair Gerçekler (1915)” adlı kitabında mevcuttur. İddiaların mesnedini rakamlar oluşturduğu için ilgili kaynaktan bizzat aktarmak istiyorum: Osmanlı döneminde son nüfus sayımı 1914’te yapılmıştır. Orada Ermenilerin nüfusu 1.221.850’dir. Geriye doğru gidelim; 1906 nüfus sayımında bu rakam 1.120.748, 1893 sayımına göre de 1.001.465’tir. Osmanlı nüfus idaresi 1892 yılında kurulmuştur. Söz konusu nüfus sayımlarının yapıldığı dönemlerde Osmanlı’nın İstatistik Genel Müdürlüğü koltuğunda oturan 5 isimden ikisi Türk, biri Fethi Franco isimli bir Musevi, biri Robert isimli bir Amerikalı, diğeri de Mıgırdiç Şınabyan isimli bir Ermenidir. Osmanlı’nın Ermeni nüfusunu özellikle düşük göstermek gibi bir niyeti asla olmamıştır. Öte yandan, Fransız Sarı Kitabı’na göre aynı dönemde Osmanlı’daki Ermeni nüfusu 1.5 milyon, İngiliz Britannica’ya göre 1.5 milyon, İngiliz yıllığına göre ise 1 milyondur.

Tehcir sırasında yeni yerleşim bölgelerine sevk edilen nüfus 438.758, iskân sahasına varan nüfus ise 382.148’dir. Görüldüğü gibi, ikisi arasında 56.610 kişilik bir fark bulunmaktadır. Göç ettirilenlerle, yeni yerleşim bölgelerine varanlar arasındaki bu fark şuradan kaynaklanmaktadır: 500 kişi Erzurum - Erzincan arasında; 2.000 kişi Urfa - Halep arasındaki Meskene’de; 2.000 kişi Mardin havalisinde eşkıya ve Arap aşiretlerinin saldırısı sonucu katledilmiş, 5.000 civarında kişi de Dersim bölgesinden geçen kafilelere yapılan saldırılar sonucu öldürülmüştür. Sayın Halaçoğlu’nun kitabında bu konunun ayrıntıları belgeleriyle anlatılmaktadır.”

Bir “şecaat arz ederken” öyküsü daha… Haydi, sayıları gerçek kabul edelim. Bu rakamlara göre Osmanlı yönetimi, topraklarında yaşayan Ermeni nüfusun, üçte biri ile yarısı arasını “görülen lüzum üzerine” Suriye çöllerine sürmüştür. Daha önce örnek verdiğim açıklamalara göre, “yücegönüllü” devlet, kadın ve çocukları, yaşlıları-sakatları, Katolikleri, memurları vb. tehcir-dışı bıraktığına göre bu kabaca, ayaklanmalara katılsın katılmasın; Osmanlı’ya karşı savaşsın savaşmasın, Osmanlı topraklarında yaşayan tüm yetişkin Ermeni erkeklerin sürülmesi anlamına gelir! Şimdi gelin bir de “soykırım” tanımını, terimi ilk kez kullanan hukukçu Raphael Lemkin’in versiyonundan bir kez daha anımsayalım:

“… ‘Soykırım’ (terimiyle) bir etnik grubun yok edilmesini kast ediyoruz… Genel anlamında soykırım zorunlu olarak, bir ulusun tüm üyelerinin kitlesel olarak katledilmesi biçiminde gerçekleştirilmesi dışında, bir ulusun dolayımsız yok edilmesi anlamına gelmez. Daha çok, onları yok etmek amacıyla, ulusal grupların aslî yaşam temellerini tahrip etmeye yönelik farklı eylemlerin eşgüdümlü planı anlamında kullanılmaktadır. Böylesi bir plan, ulusal grupların siyasal ve toplumsal kurumlarının, kültürünün, dilinin, ulusal duygularının, dininin ve iktisadi varoluşunun parçalanmasını ve bu gruplara mensup bireylerin kişisel güvenliğinin, özgürlüğünün, sağlığının, saygınlığının ve dahi yaşamlarının tahrip edilmesini hedefleyecektir.”[15] 

“Soykırım değil” mi dediniz?!!!

Dahası var: Anadolu’dan sürülen Ermenilerin sayılarını azaltma çabası, tiksinti verici bir küçük kurnazlık örneğidir. Katliamların sorumluluğunu “(Kürt) eşkıyalar ve Arap aşiretleri”ne yıkarak devleti ve görevlilerini aklama çabası da öyle…

Ama en mide bulandırıcısı, hiç kuşkusuz, dönemin TTK başkanı Yusuf Halaçoğlu tarafından dillendirilen, “Alevî Kürtler ihtida etmiş Ermenilerdir; Sünnî Kürtler ise Türkmendir” iddiasıydı.[16] Bir taşla birkaç kuş vurma peşindeki bu ucuz kurnazlık (böylelikle hem Kürtlerin “Türk” olduğu gösterilecek, hem tehcir hesaplarında ortaya çıkan “açığın” ölüler değil, Alevîliğe geçen Ermeniler olduğu gösterilecek, hem de PKK; TİKKO ve bilumum “terör” örgütlerinin bu milletin has Sünnî evlatları değil, “hem Alevî, hem de Ermeni dölü” olduğu kanıtlanacaktı!) bir soruya kılıf hazırlayamamıştı: Ermeniler, 1915’e doğru ne olmuştu da mamur-müreffeh yaşadıkları engin hoşgörülü Osmanlı topraklarında birden bire kitlesel olarak Alevîliğe geçmişti?

5. “Politikacılar olayı çözümleyemez; tarihçilere bırakalım” varyantı.

“Soykırım-karşıtı” argümanlar arasında en sık tekrarlananı, dolayısıyla da bir “galat-ı meşhur” hâline gelmiş olanıdır. Zaman zaman Türkiye’ye davet edilip konferans verdirilen yabancı uzmanlara da tekrar ettirilerek “haklılığı” pekiştirilir.[17]

Örnek söylem:

“(…) Ulusal hafızalar önemlidir, ancak tek başlarına gerçeği teşkil etmemektedir. Türkler ve Ermenilerin ulusal hafızaları birbirini desteklememektedir. Dolayısıyla, güven inşa etmek ve ortak, güvenilir bir bilgi temeline ulaşmak daha da önem arz etmektedir. Türk ve Ermeni tarihçilerinin oluşturacağı ortak bir komisyon aracılığıyla, Türkiye, Ermenistan ve ilgili diğer ülke arşivlerinde 1915 olaylarının araştırılması ve bulguların uluslararası kamuoyuyla paylaşılmasını Türkiye teklif etmiştir. Ayrıca, 2009 yılında imzalanan protokoller Türkiye ile Ermenistan’ın; ‘iki ulus arasında güvenin yeniden tesis edilmesine yönelik olarak, mevcut sorunların tanımlanması amacıyla tarihi kayıt ve arşivlerin tarafsız ve bilimsel şekilde incelenmesi ve öneriler oluşturulmasına yönelik, tarihsel boyuta ilişkin bir diyalog geliştirme’sini öngörmektedir. Bu, suçlayıcı ulusal inanç dili yerine tarafsız bilgi diline geçmek için bir fırsat sunmaktadır. Protokollerin Türkiye ve Ermenistan’da onaylanmasıyla yürürlüğe girdiği takdirde gerçekleşmesi öngörülen bu ortak çalışmada, Türkiye’deki durumdan farklı olarak, hâlâ yabancılara kapalı durumda bulunan bazı kritik Ermeni arşivlerinden de istifade edilebileceği ümit edilmektedir. Ermeni Diasporası’nın bu sürecin yürütülmesine ve ortak/ uluslararası bir araştırma gerçekleştirilmesine karşı gösterdiği güçlü tepki açıklayıcı olduğu kadar düşündürücüdür.

Meselenin, her iki tarafta saygın tarihçilerinin yer aldığı meşru bir akademik tartışmanın konusu olduğu aşikârdır. Geçmişinde acı yaşamış bir toplulukla dayanışma gösterme gibi iyi niyetli amaçlarla da olsa, Ermeni görüşlerine ayrıcalık tanınması ve ağırlık verilmesi, çok sayıda insanın yaşadığı vahamet için adalet sunmamaktadır. Merhamet duygusu, seçici olarak ortaya konduğunda sorunlu hâle gelmektedir.

Konunun insani yönü ağır basıyor olsa dahi, hukuki boyutu tartışmanın odağında yer almaktadır. Soykırım, tanımı açıkça yapılmış bir suçtur. Soykırım, herhangi bir vahşet olayını kabaca nitelendirmekte kullanılabilecek, jenerik bir kelime değildir. Suçların en ağırıdır. Böylesine bir suçlama siyasi hesapların insafına bırakılmamalıdır. Bu anlamda, Parlamentolar, mahkemelerin yerini almamalı ve konuya ilişkin hüküm vermemelidir. Aynı şekilde, Parlamentoların ve diğer siyasi kurumların tarih hakkında yargılarda bulunmak suretiyle tarihi siyasete alet etmemeleri gerekmektedir. Bu durum, konunun özü tarihçiler arasında hâlâ tartışılmakta iken bilhassa sorunlu bir yaklaşım teşkil etmektedir.”[18]

Ne kadar “suret-i haktan”, değil mi? Değil! Diplomatik dilin olanca inceliği, mantıktaki “çarpıtma”yı gizlemeye yetmiyor: “Soykırım hukuksal bir terimdir; böyle bir suçlamayı siyasal hesapların insafına bırakmayalım.” Peki, ne yapalım? “Tarihçilere bırakalım, onlar karar versin.” Sorulmaz mı: Neden uluslar arası hukuk (örneğin Russel Mahkemesi gibi uluslar arası bağımsız bir mahkeme) değil de tarihçiler? 

Yanıt basit: “Tarih, geçmişin bohçasını dolduran olgulardan değil, asıl o olgulara yönelik yorumlardan oluşur,” Temel Demirer’in deyişiyle. Ve “Yorum işin içine karıştığında ise çeşitlilik kaçınılmazdır. Öte yandan, tarihin asıl öneminin kurucu öğesi de işte bu çeşitliliktir. Çünkü tarihi bilme yükümlülüğümüz, yalnızca geçmişte bir şeylerin olup bitmiş olması gerçeğinden değil, fakat o olup bitenlerin “bugün”ümüzü inşa etmiş olması gerçeğinden kaynaklanır.”[19] Bu nedenledir ki, “Bir ulusu ulus yapan geçmiştir, bir ulusu öteki uluslar karşısında haklı çıkaran geçmiştir; tarihi ortaya çıkaran da tarihçilerdir,” demektedir Eric Hobsbawm!

Bu nedenledir ki “1915’te ne olduğuna tarihçiler karar versin!” demek olayları olan ve olmayan milyonlarca belge, anlatı, yorum içerisinde bitmez tükenmez tartışmalara, yitip gitmeye, kısacası çözümsüzlüğe terk etmektir!

* * *

Oysa dedeleri Anadolu bozkırında, adı genellikle yerel bellekte “Kanlı” olarak geçen derelerin boylarında, Suriye çöllerinde yitip gitmiş, nineleri ise kim bilir hangi Türk ya da Kürt, Müslüman erkeğinin kapatması olarak “hak dinine” ihtida ettirilmiş Ermenilerin beklentisi son derece net: Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı’nın “suç”unu kabul etmeli, Ermenilerden resmen özür dilemeli ve Ermenilerin gördüğü zararı tazmin yoluna gitmelidir. 

Bu, Ermeniler için tarihsel travmalarının üstesinden gelmenin önkoşulu olduğu kadar, Türkiyeliler için de bir vicdan sorunu. 

Ama bundan ibaret değil…

Bu ülke, Ermeni Soykırımı’ndan artakalan “nadanlık ve mağduriyet” psikolojisinin Cumhuriyet tarihi boyunca süregiden katliamlara zemin hazırlayışına sahne oldu. Soykırıma uğratılan Ermenilerin, Yahya Kahya’lar, Yüzbaşı Kör Nuri’ler, Serezli Çerkez Ahmet’ler, Saftanlı Amero’lar, Yakup Cemil’ler, İpsiz Recep’ler, Topal Osman’lar ve daha nice devlet çetecisi eliyle yıldırılıp kaçırılmış gayrımüslimlerin mal-mülklerini su fiyatına kapatan ya da yağmalayan halkın Devlet’ine verdiği pasif, kimi zaman da aktif destek ondan sonra da süregitti. İttihat ve Terakki yılları ya da Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında tesis eden “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” ilkesi, devletin kendini “tehlikede” hissettiği her an, çete davranışına irca etmesine yol açacaktı… Cumhuriyet tarihi boyunca gayrımüslimlere uygulanan ve sonunda sayılarının bir avuca inmesine yol açan yıldırma politikaları (Trakya olayları, Varlık Vergisi, Aşkale sürgünü, 6-7 Eylül, Kıbrıs çıkartması…) İstiklal mahkemeleri, Dersim Tertelesi, Süryanî-Êzîdî kıyımları, 12 Mart ve 12 Eylül rejimleri, Maraş, Çorum Alevî katliamları; 1990’ların Kürtlere karşı “Özel Harb”i, Roboskî… Devletin hoyratlığı hiç bitmedi, gerisinde binlerce ölü ve onbinlerce sönmüş hayat bırakan bu olayların hiçbiri kovuşturulmadı, sorumluları yargılanıp cezalandırılmadı… 

Bu “ben devletim, asarım-keserim”ciliğin; bu kendini hep mağdur ve hep haklı, farklı olan herkesi potansiyel düşman olarak algılayan paranoyanın bir noktada son bulması, Türkiye’nin “makbul” vatandaşlarının (Sünnî, Müslüman, Türk, erkek, sağcı…) devletin kendileri adına işlediği suçlarla yüzleşmesi gerekiyor. Yüzleşmek gerekiyor ki İpsiz Recep’lerin, Topal Osman’ların çağdaş versiyonu Ogün Samast’ları, Yasin Hayal’leri, (Malatya Zirve Kitabevi Katliamı sanığı) Salih Gürler’leri üreten bataklık kurutulabilsin. Yüzleşmek gerekiyor ki Kürt, Êzîdî, Alevî, gayrımüslim, solcu, ateist ya da farklı cinsel yönelimli… velhasıl “farklı” olan yurttaşlar, nefes alıp vermesine izin veren o engin “hoşgörü”sünü ne zaman yitireceği belli olmayan bir devletin -ve de “durumdan vazife çıkartan” para-militer tetikçilerinin- gazabının gölgesi altında ebedi bir rehine hayatı sürmek zorunda kalmasınlar…

19 Mart 2015 18:09:47, Ankara.

N O T L A R

 

[*] Kaldıraç, No:166, Nisan 2015…

[1] “Kusurları laflarla süsleyebiliriz.”

[2] Engin Ardıç, “Madem ki Ermeni’sin”, Sabah, 5 Mart 2015, s.2.

[3] “Aşkale’nin Düşman İşgalinden Kurtuluşu Coşkuyla Kutlandı”, Milliyet, 3 Mart 2015.

[4] “Erdoğan: Ermenistan’a Uzattığımız El Havada Kaldı”, Sputnik, 11 Şubat 2015. http://tr.sputniknews.com/guney_amerika/20150211/1013898019.html#ixzz3UkAn1OfQ

[5] “Genelkurmay, Ermeni Mezalimi Belgelerini Açıkladı”, 15 Nisan 2005, http://www.habervakti.com

[6] Devletin ricali ve ‘entelijensiya’sı, “Esas onlar bizi kesti” söyleminden pek haz eder: Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürü Doç. Dr. Yusuf Sarınay, “Sorun bu tarihte başlamıyor. 1915 bir sonuçtur” vurgusuyla şöyle diyor, örneğin: “Başbakanlık Devlet Arşivleri, 1910-1922 yılları arasında Anadolu’da 523 bin 955 Türk’ün Ermeni çeteleri tarafından katledildiğini gösteriyor.” Hurşit Güneş ise ekliyor: “Birinci Dünya Savaşı’nda Anadolu’da Müslüman halkın kayıpları 3 milyona, yani halkın üçte birine yaklaşmaktaydı. Öte yandan, Balkanlar’da 1821-1925 arası yüzyıllık dönemde ise 5.5 milyon Müslüman tebaa öldürülürken, 5 milyonu da yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan koparılarak Anadolu’ya hicrete zorlanmışlardı. Bu ıstıraplar hiç konuşulmuyor da, Ermenilerin yaşadığı benzer koparılış hikâyesi soykırım olarak karşımıza çıkarılıyor.” (akt.: Temel Demirer, “Kapsayıcı Bağıntılarıyla Ermeni Soykırımı, Kaldıraç, Mayıs 2010, sayı 110.)

[7] Ankara büyük tehcirin ve katliamın yaşandığı 1915’e kadar Ermenilerin özellikle Katolik Ermenilerin yaşadığı en önemli merkezlerden biriydi. Bugünse şehirde sadece üç yüze yakın Ermeni aile kaldı.  Raymond H. Kévorkian, ‘Ankaralı Ermeniler Konuşuyor’ kitabı için kaleme aldığı giriş yazısında, Temmuz 1915’te, Ankara’da yaşayan Katolik olmayan Ermenilerin tutuklandığını anımsatarak, birkaç günde gözaltına alınanların bin 200 kişiyi bulduğunu hatırlatıp, bu grubun Ankaralı kasap ve dericilerin de yardımıyla beş-altı günde katledildiğini dile getiriyor. (“Ankara’nın Son Ermenileri”, Taraf, 1 Ocak 2014, s.4.)

[8] Tayfun Atay, “Bilim ve İktidar: Konuşan Kemikler, Susturulan Kemikler!”, Radikal, 2 Ocak 2014.

[9] Dr. Recep Karacakaya, “Sunuş”, Kaynakçalı Ermeni Meselesi Kronolojisi (1878-1923), T.C. Başbakanlık, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın no. 52, İstanbul, 2001: XII.

[10] Katliamın birinci dereceden sorumluları, dönemin Muş valisi ile dördüncü ordu komutanı Zeki Paşa, hiç de yabancı olmadığımız bir tarzda, cezalandırılmak bir yana, terfi ettirilecektir!

[11] Robert Melson, Revolution and Genocide, University of Chicago Press, 1992: 43-48. [12] “Yer değiştirme (Tehcir)”, http://talatpasa1915.com/tr/ermeni-sorunu/yer-degistirme-tehcir

[13] Hayati Tek, “1915 Tehciri, bir soykırım harekâtı değil, dünyanın en başarılı sevk ve iskan uygulamalarından biridir”, (Anahtar, Mayıs 2010, ss.30-34). http://vizyon21yy.com/documan/genel_konular/ Milli%20Guvenlik/Erm_Sor_Dosy/1915_Tehciri_Bir_Soykirim_Harekati_Degil_Dunyanin_En_Basarili_Sevk_ve_Iskan_Uygulamalarindan_Biridir.pdf

[14] “30 Nisan 1916 tarihli bir talimatname var. Buna göre aile reisinden mahrum kadınlar ve çocuklar Ermeni ya da yabancının olmadığı köy ve kasabalara dağıtılacak. Bunun, ikinci maddesinde de genç ve dul kadınların, tezviçleri yani evlendirilmeleri emrediliyor. Bu arada Osmanlı arşiv belgelerinde benim rastladığım, 1915’te tehcir sırasında Ermenilerle evlenmek isteyen memurların ve diğer Müslümanların yazdığı çok sayıda talep dilekçesi var. Mesela, Kayseri’nin Gigi köyünde Maria’nin tehcir edilmesi gerekiyor. Ama Emval-i Metruke komisyonundaki bir memur, Maria’yla evlenmek istiyor. Başvuru yapıyor, Maria’nın ihtida ettiğini anlatıyor ve onunla ilgili tehcir kararının kaldırılması için dilekçeler yazıyor. Hatta tehcir edilmişse bile bulunmasını, kendisinin bulunduğu yere gönderilmesini istirham ediyor.

Ermeni kadınların o adamlarla evlendiklerinde hayatlarında o kadar dramatik olay var ki. Örneğin, kadının bütün ailesi, gözünün önünde öldürülmüş. Ve bir Müslüman adam onunla zorla evlendirilmiş. Evlendikten sonra Müslüman kocalarından şiddet görenler, kaçanlar, hamile kalınca çocuğunu düşürenler, çocuğa kıyamayıp doğurup sonra kaçanlar, çocuğunu bırakıp gidemeyenler... 

Müslümanla evlenmiş ve hele bir de ondan çocuk yapmış kadınlar, soykırım sonrası Ermeni toplumunda fazla kabul görmüyor, ne yazık ki dışlanıyorlar. Onlar da mecburen Müslüman olarak yaşamaya devam ediyor ya da intihar ediyor. Bir olay var onu asla unutamam. Kilis’te tehcir sırasında jandarma ve zabitanlar için kurulan bir genelev var. Orada da Ermeni kadınlar var.” (Tuğba Tekerek, “Ümit Kurt: Yüzyıllık Tedirginlik”, Taraf, 21 Nisan 2014, s.7.)

[15] “Genocide definitions”, Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Genocide_definitions

[16] “Müslümanlığı kabul etmiş ve kendisini Türk olarak kabul etmiş insanlar gelip Anadolu’ya yerleşmiştir. Dolayısıyla bunları bir mozayik olarak kabul etmek farkına varmadan ülke içerisinde de bir takım gruplaşmalara neden olmaktadır. Bu konuda özellikle siyasetçilerin çok dikkatli olması gerekir. Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında yapısal olarak ’Türkmen asıllı’ olduğunu, Kürt Alevi olarak bilinen vatandaşların ise ‘Ermeni kökenli’ olduğunu gördük. Ülkeyi bölmeye çalışan ‘TİKKO ve PKK’ terör örgütlerinin içinde yer alan insanların birçoğu Ermeni dönmesi Kürtlerden oluşuyor. TİKKO ve PKK hareketi bizim bildiğimiz gibi Kürt hareketi değildir. (…)Ermeniler’in bir kısmı sürgün edildi, bir kısmı da Türkiye’de kaldı. Sürgünden kurtulan ve kendini Kürt Alevi olarak tanıtan pek çok Ermeni kaldı Türkiye’de.” (“Kürtler Türkmen, Kürt Alevileri Ermeni”, Aktif Haber, 20 Ağustos 2007, http://www.aktifhaber.com/kurtler-turkmen-kurt-alevileri-ermeni-128303h.htm. )

[17] Örneğin bkz. “Michael Werz: Soykırım Tartışması Tarihçilere Bırakılmalı”, Ermeni Sorunu Web Sitesi, 17.02.2015, http://www.ermenisorunu.gen.tr/michael-werz-soykirim-tartismasi-tarihcilere-birakilmali-2/ [18] “1915 Olayları, Genel Bakış”, T.C. Dışişleri Bakanlığı, http://www.mfa.gov.tr/1915-olaylari-ve-turk_ermeni-uyusmazligi-genel-bakis.tr.mfa. 

[19] Temel Demirer, “Tarih Bilgisi ve Hatırlamak”, İpek Yolu Haber Gazetesi (Van), 19-21 Ocak 2012.  

 

"Devletin Kürtajı" : Roboski

“Aslında tek bir ırk vardır insanlık.”[1]

Unutmuş olamazsınız, “her kürtaj bir Uludere’dir,” buyuruvermişti zatın teki, suçüstü yakalanmış olmanın telaşı ve ağız kalabalığıyla. “Olay”ı unutturmaya, bu konuda konuşanları susturmaya çabalıyor; “Ne yani, karım ayağınıza kadar geldi, ortada bir hata olduğunu söyledik, kan parası da verdik, daha ne istiyorsunuz?” diye dikleniyordu. Baktı ki susmuyorlar, gargaraya getirmek için patlatıvermişti: “Her kürtaj bir Uludere’dir!” Saçlarımızın diplerinden tırnaklarımıza kadar sızlamıştı içimiz…

Kürtaj, malûm, istenmeyen çocuklara yönelik bir operasyon... Bir kadın, yapıştırdı bu durumda sorulabilecek tek doğru soruyu: “E o zaman devlet Roboskî’de istemediği çocuklarını mı öldürdü?”

Acı acı da olsa, hâlâ gülümseyebilmek, güzel… İnsana insan olduğunu anımsatıyor. Bunca vurdumduymaz hoyratlığın, bunca pişkinliğin, bunca yavuz hırsızlığın orta yerinde, buna ihtiyacımız var. İnsan olduğumuzu hatırlamaya… İnsanîleşmeye!

Müge Tuzcuoğlu’nun derlediği “İstenmeyen Çocuklar/ Zarokên Nexwestî” başlıklı kitap,[2] adını bu anekdottan alıyor. Ve iki şeyi hedefliyor: Anımsatmayı ve gülümsetmeyi: “Dilerim,” diyor kitap için yazdığı Giriş’te Müge, “her bir okuyucunun da okurken gözyaşları duramasa da, yüzü gülümser! Değerli okur, Herşeye rağmen gülümse!”… 

Kitapta farklı kesimlerden farklı kişilerin yazıları yer alıyor: akademisyen, yayıncı, gazeteci, insan hakları aktivisti, sağlıkçı, yazar, vicdani retçi, eski tutsak, Roboskîli… Bazıları Kürt, bazıları değil… Hayır, herkesin konuyu kendi alanına göre “irdelediği” bir uzmanlık çalışması değil, “İstenmeyen Çocuklar”. İnsanlar yüreklerinden geçeni paylaşmışlar. Bir sayfa Türkçe, bir sayfa Kürtçe… 

Daha çok da, çoğumuzun yüreklerine karabasan gibi çöken, üzerinden binbirin üzerinde gün ve gece geçmesine karşın hâlâ “keşke doğru olmasa!”yı dilediğimiz biz “dışarıdakiler”in “Roboskî’yi nasıl anımsadığımızı anlatıyor kitap bizlere. Ortak duygusu, hâlâ (boşlukta yankılanan) bir çığlık; yo, hayır, böğründen apansız bıçak yemeninin şaşkınlığındaki bir böğürtü -oysa ne var bu kadar şaşıracak? Bu devlet “istemediği çocukları”na hep aynı muameleyi reva görmüyor mu? Haftalarca aç, susuz Der Zor’a sürgün ederken “tesadüfen” zindanlardan salıverdiği katilleri Ermenilerin üzerine salıvermek… Dersim’de yaşlı-çocuk-kadın demeden insanları mağaralara sıkıştırıp zehirli gazla boğmak… Alevileri Maraş’ta, Çorum’da boğazlamak, Sivas’ta “Allahuekber!” nidalarıyla diri diri yakmak… İsyancı çocukların canını kurşunla, gaz kapsülüyle, sopayla, tekmeyle almak… Ve bunları yapanların sırtlarını sıvazlamak…

“Biz dışarıdakiler” mi dedim? Aslında ne kadar azız, Roboskî’de -bedenleri olmasa da- yüreği parçalananlar…

Roboskî’ye ulaşmaya çalışan Kadir Bal, Mersin’den çıktığı yolun duraklarından aktarıyor: “Roo? Rob? Ne?... Ha Roboskî! Orası nerede? Uludere haa! Uludere nerde ya? Şırnak? Haa şu 34 kaçakçı… Şimdi oldu. Oranın adı ne zaman Kürtçe olmuş? Yakında AKP ülkeyi Kürtlere satacak zaten. Neydi o Rob… Neydi? Roboskî… Kaçakçılardı ha! Eee, napacan oraya gidip?” (Mersin)

“Biz el Nusra’danız. Tevhidi Müslümanlarız! Tipin mücahitlere benziyor! Roboskî’ye gitme, biz seni Rojava’ya gönderelim? (…) Haaa, sen Roboskî diyorsun? Şu Uludere di mi? E tamam. Suriye’de de çocuklar ölüyor, onunla da ilgilen biraz!” (Urfa)

“Cizre’ye gidisen? Öğretmensin? Tipin öyledir valla! Önemli olan insanlıktır yaw. … Roboskî? Ne yapacaksın orada? Boşver Cizre’de gez kendine, Roboskî uzaktır. Boş koy!” (Cizre’de otobüs muavini)

“Elini kolunu sallayarak dolaşamazsın Beytüşşebab’ta… Bak, dikkat çekiyorsun, hem ihbar geldi emniyete. Ne verdin o çocuklara? Elalemin çocuklarına oyuncak almak sana mı kaldı? Burası terör alanı… Veli Encü ile geldin demek. Kimdir bu Veli? Ne iş yapar? Katledilen çocuklar ne demek? Kavramları doğru kullan sen önce. Çocuk değil onlar KAÇAKÇI! … Afyon’da askerler öldü; onların da ailelerine gittin mi? O kadar şehidimiz var, onlara da gidiyor musun?...” (Beytüşşebab, tahmin edin kim…)

“Ya iyi ki bir Roboskî oldu. Kardeşim ülkenin başka meselesi mi kalmadı?” (Sosyal medyadan) (ss.211-212)

Bir de Hüda Kaya’ya kulak verelim…

“İç Anadolu’dan bir şehir… Bir avuç dindar insan, Roboskî’ye destek için bir kermes düzenliyorlar. Her zaman dolup taşan kermeslere uğrayan, tek tük gelenler vardır. Bir de ne olduğuna anlamadan girenler. Alışverişlerini yaparlar, ellerini doldururlar. Bir ara, kimin yararına bu kermes?” derler. ‘Roboskî’ cevabını alınca ellerindekini geri bırakıp ‘teröristlere yardım etmek istemediklerini’ söyleyip giderler.

Erzurum’da bir kadın, elinde tesbihi ile seccadesini sererken Roboskî’yi anlatan bir kanalın sesini kısar ve ‘Huzur bozuculara fırsat, devletimize zeval vermesin Allah’ diyerek namaza durabilir…” (s.158)

Evet, bilmek, hatırlamak, seçmeli bir eylem. İnsanlar belleklerini sürekli olarak yeniden biçimlendirirler; çoğunlukla kendilerini rahatsız etmeyecek dizaynı verebilmek için. Hatırladıklarımız ve hatırlamamayı seçtiklerimiz sayesindedir ki, mamur, müreffeh, uyumlu, müsterih, keyfi yerinde yurttaşlar olarak sürdürebiliriz yaşamlarımızı. Ya da vicdanlarımızı kanatan, akıllarımızı acıtan, yüreklerimizi isyana sürükleyen anıları seçeriz… Seçeriz ve bir yandan acılar içinde yaşarken, bir yandan da devletin “istenmeyen çocukları” arasına katılırız: mimleniriz, GBT’yi bozdururuz, gaza boğuluruz, sokaklarda dayak yeriz, ne bileyim, belki de öldürülürüz…

Ama bunu yapanlar çoğaldığında, bu vicdan bir avuç duyarlı insanın ayrıcalığı olmaktan çıkıp kamusallaştığında, devleti yönetenler adımlarını daha dikkatli atmak zorunda kalırlar. Bundan böyle memleket çiftlikleri, kendileri de o çiftliğin sahibiymiş gibi davranamazlar. Örneğin Roboskî’de kaçağa gitmiş gencecik insanların üzerine bombalar yağdıran askerlere o emri verirken ya da komutanlarını “kutlarken” duraksarlar! “Dersim’de şeyhler, ağalar feodal bir isyan çıkarmıştı, devlet onu bastırdı, iyi de etti;” diye destursuz çene yarıştırmazlar… Ya da “Ne demek soykırım; esas Ermeniler Türklere soykırım uyguladı” diye kostaklanmazlar, Hrant’ı anma günlerinde trafik polislerinin başına beyaz bere geçirttirmezler!

Onlar bunu yapamayınca ise, bu memlekette “öteki” olanların acılarının sürekli deşilip durulması ve çektiklerinden dolayı yargılanıp “suçlu” bulunmalarına (“devlet insanı öldürür, ardından da kurşun parasını ister,” diyor bir kolunu cezaevi duvarını yıkan kepçeye kaptıran ve ödenen tazminatı iade etmesi istenen Veli Saçılık…) bir son verilmiş olur. Türk, Müslüman, Sünni ve sağcı olmayanlar “ne zaman nereden bir saldırıya, linç girişimine, polis müdahalesine uğrayacağım?” tedirginliğinde yaşamazlar artık… İnsanlar içlerinde biriken ağuyla “hiçbir şey olmamış” gibi davranmayı sürdürmezler…

Bu kadar değil… o zaman vurdumduymaz, nobran, empati yoksunu, her an saldırıya hazır çoğunluk… Tuzukurular… Eli palalı esnaf; muhbir vatandaş, “çalıyorlar ama iş yapıyorlar” şükürcülüğündeki mütedeyyin, her gün sosyal medyada Kürtlere, Ermenilere günışığı görmedik küfürler savurmayı vatanseverlik bellemiş boz “trol”… Başını kuma gömerken ya da muktedirlere şakşakçılık yaparken önüne atılan etin, aslında kendi bedeninden kesildiğini anlamaya belki başlar… Belki… belki de hayatında ilk kez, sorular sormaya, daha da tehlikelisi, yanıtlar aramaya koyulur…

Kitaptaki yazılar, acıtıcı bir anımsama biçimi öneriyorlar insanlara - boş vermeyen, başını kuma gömmeyen, “onlar zaten kaçakçıydı” demeyen, “Roboskî’yi boşver, sen akıtılan Müslüman kanına (ya da şehitlere) bak” talkınını vermeyen… Yüzleşmekten kaçınmayan…

Bu toplumun sağlığına kavuşması, insanîleşmesi, böylesi bir anımsama biçimini seçenlerin yaygınlaşmasına, çoğalmasına bağlı… Bu konudaki her çaba, her katkı, son derece değerli. Bu nedenle kutlamak gerek, Müge Tuzcuoğlu’nu ve İstenmeyen Çocuklar/Zarokên Nexwestî’nin tüm yazarlarını…

25 Ocak 2015 12:50:16, Ankara.

N O T L A R

[*] Tîroj, Yıl:13, No:73, Mart-Nisan 2015 

[1] Jean Jaures.

[2] İstenmeyen Çocuklar: Roboskî Katliamını Hatırlamak ve Hatırlatmak / Zarokên Nexwestî: Xebata Bibîranîn û Bibîrxistina Komkujiya Roboskî. Derleyen: Müge Tuzcuoğlu. İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.  

 

Özgecan'ın katlinin AKP’le ne ilgisi var ?[1]

“Omnes una manet nox.”[1]

Özgecan’ın katledilmesinin ardından patlak veren yığınsal öfkeye bakıp, medya ve sosyal medyadaki AKP kuyrukçuları soruyor: “Canım siz de ayağınız taşa takılsa, AKP’den bileceksiniz. Özgecan’ın öldürülmesinin AKP ile ilgisi ne?”

Hangisinden başlayalım ki?

Dilerseniz “ölen Kürt, öldüren Kürt; bu kesin AKP’yi gözden düşürmek üzere düzenlenmiş bir komplo!”; ya da “mini etek giyersen, akşamları sokakta dolaşırsan laikçi canavarlar seni parçalar” yolundaki hezeyanların bu “illiyet”i zımnen kabullenen “lapsus”lar olduğu gerçeğini bir kenara bırakalım. 

Gerçekten de son yıllarda bir veba salgını gibi bu topraklara yayılan ve hepimizin hayatını zehirleyen kadın katliamının AKP iktidarı ile o kadar çok ilişkisi var ki…

Öncelikle, minibüsüne binen bir genç kadının, kabaran cinsel iştahına mutlaka ve mutlaka boyun eğmesi gerektiğine inanan bir eril merkezcilik ve tahakküm sabit fikrinin -katilin siyasal tercihlerinden bağımsız olarak- AKP iktidarı boyunca şişirildiğinin tanığıyız, hepimiz.

Öyle ya, cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zatın defalarca terennüm ettiği “Ben kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum”; “kızı yalnız bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya…”; sağlık bakanının “tecavüze uğrayan kadın doğursun, kendisi bakamıyorsa devlet bakar”; Ankara’nın “ezeli ve ebedi” belediye başkanının “Anası tecavüze uğruyorsa çocuk niye ölsün? Anası ölsün…”; orman bakanının (kendisinden iş isteyen bir kadına) “Evdeki işler yetmiyor mu?”; bir emniyet müdürünün (Münevver Karabulut cinayeti konusunda) “kızlarına sahip çıksalarmış”; bir aile ve sosyal politikalar eski bakanının “Kadın cinayetlerini medya abartıyor”, üstüne üstlük bir de “İnsan Hakları Komisyonu Başkanı” unvanı taşıyan bir iktidar partisi milletvekilinin “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur”; bir eski meclis başkanının “Kadın iffetli olacak. Mahrem-namahrem bilecek. Herkesin içerisinde kahkaha atmayacak,” sözleri... sizlere imam ve cemaat ilişkisini anımsatmıyor mu? 

“Devlet büyükleri”nden her gün bu sözleri duyan vasat’ın nasıl davranmasını bekliyorsunuz?

Üstelik AKP eşrafının bu kanaatlerinin “kendinden menkul” olmadığını, temel referans çerçevelerini dinin; İslâm dininin oluşturduğunu dost da biliyor, düşman da… Bir başka deyişle, kitabında erkekleri, “itaatinden şüphe ettiğiniz şüphe ettiğiniz kadınları dövünüz” yetkisiyle donatan bir dinin sözcüsü ve temsilcisi olarak davranan bir iktidar yönetiyor bu ülkeyi. Ve “imanı sağlam” kamuoyu oluşturucuları, her gün ekranlardan, gazete sayfalarından “talkını” veriyorlar halka: 

“Özür dilediyse affedin” (Çeşitli tarihlerde babasının cinsel tacizine maruz kalan 15 yaşındaki F.İ. hakkında Alo Fetva hattındaki hoca) 

“Ne diyor İslâm, annen de olsa diz kapağının altından göbeğine kadar ve sırtına bakamazsın. Annen de olsa, diz kapağının üstü tahrik eder.” (“İslâm medeniyetini kuracak Öncü Nesiller yetiştirmek için” çalışan Furkan Vakfı kurucusu Alparslan Kuytul) 

 “Banyoda çırılçıplak yıkanmak mekruhtur. Göbeğin altında yani şortunu çıkartmayacak. Son anda onu çıkartıp durulanır.” (İlahiyatçı Prof. Nihat Hatipoğlu)

“Kadın spiker izlemek caiz değil”, “10, 7, 6 yaşındaki kız çocukları 25 yaşındaki erkekle evlenebilir. Aybaşı olmamış olduğu durumda nikâhlanabilir”. (Sosyal Doku Vakfı Başkanı Nureddin Yıldız)

“18’indekinin zinasına karşı çıkmayıp, 7 aylık bebeğe tecavüze karşı çıkmak timsah gözyaşıdır.” (Samsun İl Müftüsü Yrd. Doç. Dr. Hayrettin Öztürk)

“Kadın-erkek eşitliği cinsel sapmalara, ailenin dağılmasına zemin hazırlar.” (“İslâmcı yazar” Ali Bulaç)

Anlayacağınız, kadınlar karşısındaki hoyratlıklarının gerisindeki gerekçeler sağlam…

Öyle ki, kadına yönelik şiddeti eleştirirken dahi, “Kadınlar bize Allah’ın emanetidir” argümanından başka bir gerekçe üretemeyecek kadar uhreviyata belenmiş bir söylem…

Bir parantez açıp sorayım; “kadınlar birilerinin erkeklere emanetidir” sözleri dahi, daha ağızdan çıktığı anda kadını erkek karşısında ikincilliğe, tabiliğe mahkûm kılmıyor mu? 

Malûm ya, emanet bir “şey”dir; kişi, insan filan değil. Edilgindir; birileri onu birilerine “gözetsin” diye verir. Hiç kuşku yok ki, emaneti gözetmekle yükümlendirilmiş kişinin ona “hıyanet” olasılığı da vardır. Yani “emanet”, her ne kadar eleştirilse de, “ihanet ve suistimal”e açık bir “şey”dir. Bu “şey” kendini savunma yetisine sahip değildir; ille de birileri tarafından kollanıp korunması gerekir. Potansiyel olarak hıyanet ve suistimal olanağına sahip birileri tarafından!

Oysa kadınlar, canlarını, bedenlerini zimmet edildikleri erkeğin insaf ve ahlâkına bırakmaksızın, insan ve birey kabul edilmek istiyorlar. Tırmanan eril şiddetin nedeni tam da bu değil mi zaten?

Her ne hâl ise…

Evet, evet; Özgecan ve diğer kadınların katledilmesi AKP iktidarıyla yakından ilişkilidir.

Çünkü kadın cinayetlerinin yüzde 1400 oranında arttığı bu dönemde göreve getirilen güvenlik görevlileri ve yargıçların kadın cinayetlerini neredeyse maktulü suçlu gören bir yaklaşımla ele alıyorlar... 

Bilmiyorum, hatırlayanınız var mı; ama AKP iktidarı 2012’nın 8 Mart’ında bize bir “armağan” vermişti: “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Yasa”… 

Yasanın çıkmasını önceleyen 2011 yılı içerisinde, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu verilerine göre 121 kadın öldürülmüştü. “Tesadüf” bu ya, yasanın çıktığı 2012 yılı içerisinde bu sayı 210’a fırladı. 2013’te ise, 237 kadın öldürüldü. 2014 yılı, 294 kadın cinayeti ile kendi rekorunu kırdı… 2015 yılı ise Ocak ayındaki 20 kadın cinayetiyle başladı; Şubat olanca lanetiyle devam ediyor…

Bir başka deyişle, kadına karşı şiddeti önleme amaçlı yasa çıktığından beri, kadın cinayetlerinde hızlı bir tırmanış gözlemlenmekte. İşin korkunç yanı, yasanın çıkışından bu yana öldürülen kadınların 23 tanesinin güvenlik güçlerinin “koruma”sı altında olması…

Ve kadın cinayetlerini protesto eden kadınlara yıldırım hızıyla müdahale edip gözlerine biber gazı sıkan, onları saçlarından yerlerde sürükleyip yaka paça gözaltına alan “güvenlik” güçlerinin, kadınların katillerine karşı son derece yavaş, hatta gönülsüz davrandığının tanığıyız hepiniz. Lütfen bir an durup, TV ekranlarında kaç kadının çevredekilerin umursamaz bakışları altında kocası, eski kocası, sevgilisi ya da reddettiği erkek tarafından defalarca bıçaklanışını izlediğinizi anımsamaya çalışır mısınız?

Ya da karşısına getirilen katili sırf kravat takıp boynunu büktü, diye… Veya maktule kısa etek, tayt giymişti, cep telefonunda bir erkekle mesajlaşmıştı, katile hakaret etmişti, tanımadığı bir erkeğe cilveli bir şekilde saat sormuştu diye cezayı hafifletip üç-beş yılda salıverilmesine yol açan hakimler? Tecavüzcüleri sorgulayıp “tutuksuz yargılanmak” üzere serbest bırakan, “zeka özürlü” kız çocuğuna topluca tecavüz eden sanıkları “mağdurun rızası vardı” diye kovuşturmayan savcılar?

Yetmedi! Ya bugüne dek hiçbiri ceza almamış devletin tecavüzcü polisleri, jandarmaları, emniyet müdürleri, güvenlik görevlileri? Duymamış olamazsınız: 15 yılda 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyan tecavüzden yargılandı ama ceza almadan serbest bırakıldılar. Olaylar duyurulmadan örtbas edilenleri, “kovuşturmaya gerek yoktur” kararıyla salıverilenleri hiç saymıyorum!

Onlar serbest bırakıldı, ellerini kollarını sallaya sallaya aramızda dolaşıyorlar; Pozantı cezaevinde olduğu üzere bazıları terfi de ettirildi. Üstelik de yeni çıkacak yasayla yetkileri ve güçleri daha da katlanıyor, ama onları deşifre eden gazeteciler tutuklanarak cezaevine konuluyor. Dumanı üstünde örnek; Zeynep Kuriş!

Şecaat arz ederken sirkatin söyleyen bir “lapsus”la üstelik: “devletin mahremiyetini deşifre etmek” gerekçesiyle… Evet, evet; taciz ve tecavüz bu devletin “mahremiyeti”dir; onu deşifre edenler cezalandırılmalıdır. Boşuna üremedi “T.C.avüz!” sloganı…

Evet, evet; Özgecan ve diğer kadınların katledilmesi AKP iktidarıyla doğrudan ilişkilidir.

Çünkü AKP iktidarı kadına yönelik şiddeti, kadın cinayetlerini önleyici tedbirleri gereksiz ve israf sayan, kadınları destekleyecek önlemleri de içeren sosyal bütçeleri budayarak sermayeye peşkeş çeken neo-liberal siyasaların en gözükara temsilcisidir. 

Bir örnekle açımlayayım: Türkiye’de her 10 kadından 4’ünün fiziksel şiddete uğradığı biliniyor... Her 4 kadından 1’inin yaşadığı şiddet sonucu yaralandığı... Kadınların yüzde 15’inin cinsel şiddete uğradığı... Her 10 kadından 1’inin gebeliği sırasında fiziksel şiddete uğradığı... Şiddet gören kadınlar arasında lise ve üzeri düzeyde eğitim alanların oranının yüzde 27 olduğu... TÜİK verilerine göre, cinsel saldırı suçlarında da 5 yılda yüzde 30 artış olduğu da öyle. Yasa çıktıktan sonra yurt genelinde şiddete uğradığı gerekçesiyle polis korumasına alınan kadınların sayısının 77 bin 288’e ulaştığı da biliniyor. Ve Türk yasalarının nüfusu 50 bini

geçen her yerleşim biriminde bir kadın sığınma evi kurulmasını öngördüğü… Tüm bunlar biliniyor bilinmesine ama, gönüllü kadın kuruluşlarının açtığı sığınma evleri bürokratik engellerle kapatılmaya zorlanırken, nüfusu 50 binin üzerindeki belediye sayısının 206 olduğu Türkiye’de kadın sığınma evlerinin sayısı 122’yi geçmiyor! Bu kadar sığınakta şiddet gören milyonlarca kadından kaç tanesi kalıyor diye mi sordunuz? Toplam 1180 kadın ve 437 çocuk! “Sığınma evleri güvenli mi?” diye soracak olursanız, buna da olumlu yanıt vermek çok zor. Çünkü ‘Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun bildirdiğine göre, 2012 yılı içerisinde bu evlere sığınan kadınların yüzde 37.5’i, öldürülmüş!

Bir başka deyişle, AKP iktidarı, şiddete uğrayan, öldürülme riski altında bulunan kadınlar için adeta bir “ilkyardım merkezi” olan kadın sığınma evlerini savsaklamakta. Bu alanda gönüllü hizmet veren kurumların maruz kaldığı bürokratik engeller ve desteksizlik sonucu birbiri ardı sıra kapanmak zorunda kalması da cabası!

Kadına yönelik şiddeti azaltacak, giderek ortadan kaldıracak bir başka önlemin, kadınlara yaşamlarını güvence altına alacakları, iki ayakları üzerinde sağlam durmalarını sağlayacak bir iş ve çocuk yetiştirme yükünü kadınların sırtından alacak düzenlemeler olduğu biliniyor… Oysa kadın istihdamı, AKP indinde ancak yarım-zamanlı, geçici, düşük ücretli ve her türlü güvenceden yoksun olduğu ölçüde makbul… İktidar partisinin kadınları demografik kuluçka makineleri olarak görme eğilimi biliniyor. Ancak üç çocuk, dört çocuk, beş çocukla aile içerisinde kafese alınan kadını “aile içi şiddet”ten koruyabilecek sihirli formül, var ise de henüz keşfedilmedi…

Ya da daha bol ışıklandırma, daha güvenli kitle ulaşım araçları, daha sağlıklı bir kentleşme ile mekânların kadınlar için daha güvenli kılınması? Geçiniz…

Veya toplumsal cinsiyetler arasında eşitlikçi ve sağlıklı ilişkilerin tesisine yönelik sosyalizasyon süreçlerini hedefleyen bir toplumsal rehabilitasyon? Haydi canım sen de…

* * *

İktisat politikaları, nihayetinde, ülke kaynaklarının kimlerin yararına kullanılacağına dair bir tercihtir... “Sosyal” politikalar bütçeden sıradan insanlara, emekçilere, kadınlara, çocuklara, engellilere vb. daha fazla pay ayrılmasını öngörürken, neo-liberal politikalar kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi, sosyal harcamaların kısılması ve kaynakların özel sektöre, ÇUŞ’lara yönlendirilmesini öngörür…

AKP, bu tercihlerin en yıkıcı hâlini temsil ediyor. Vazgeçtim özelleştirme adı altında “yandaş” sermayeye peşkeş çekilen kamu kaynakları ya da arazilerinden; kaç trilyona mal olduğunu kimsenin net olarak kestiremediği Kaç-Ak saray ile kaç kadın sığınma evinin kurulabileceğini, kaç kadına kendisine şiddet uygulayan kocaya mahkûm kalmayacağı bir iş sağlanabileceğini düşünebiliyor musunuz?

Şu sıralar yangından mal kaçırılır gibi geçirdikleri Güvenlik Yasası da bir tercih… Hem de çok somut, çok net bir tercih… İktidar güvenlik yasasıyla birlikte, işçilerin emekçilerin ve/ veya kadınların yaşam koşullarını daha tahammül edilebilir kılacak düzenlemeleri, ne bileyim Alevilerin tanınma, Kürtlerin özerklik taleplerini karşılamak yerine ayaklanma bastırma savaşını yeğlediğini gösteriyor. 

Oyuk mermiler; üretimleri aksamasın diye Metal-iş grevinin yasaklandığı panzerler, akrepler, TOMA’lar; sokak sokak, dükkân dükkân topumuzu gözaltında tutan güvenlik kameraları; atama bekleyen öğretmen adayları birbiri peşisıra intihar ederken sayıları sürekli arttırılan polisler… muhaliflere karşı açılan “topyekûn savaş”ın habercisi…

Bu koşullar altında, AKP iktidarının kadınların şiddetten korunması, kadın cinayetlerinin önlenmesi konusunda ciddi bir adım atacağını gerçekten de düşünüyor musunuz? 

25 Şubat 2015 18:20:46, Ankara.

N O T L A R

[1] 26 Şubat 2015 tarihinde ‘Kaldıraç’ın ODTÜ’de düzenlediği “İç Savaş İlanı: İç Güvenlik Yasası” başlıklı panelde yapılan konuşma… 7 Mart 2015 tarihinde DKH’nin Antalya’da düzenlediği etkinlikte yapılan konuşma… Kaldıraç, No:165, Mart 2015…

[2] “Herkesi bir gece bekliyor.” (Horatius.)  


PARİS KATLİAMI, “BARIŞ SÜRECİ” VE HESAPLAŞMA[1]

“Ağır bir zırh taşıyarak ilerliyor zaman.”[2]

DİHA: Kadınlar Sakine Cansız’ın devrimci kişiliğini kendilerine öncü bir kadro olarak kabul ettiklerini ifade ediyorlar. Cansız elde ettiği başarı ve mücadele ile tüm dünya kadınlarının özgürlüğü için çalışmalarda hiç yorulmaksızın devam etmiştir. Cansız’ın mücadelesi azmi ve direnişi Türkiye ve Kürdistan’da yaşayan kadınlara nasıl bir katkı sağlamıştır? Ve sizce kadınlar, kadın örgütleri Cansız’ın mücadelesini nasıl görmekteler?

Sibel Özbudun: Sakine Cansız, gerçekten de son onyıllarda Kürt hareketi içinde yer alan kadınlar arasında en dikkate değerlerden biri, belki de en dikkate değer olanı. Hani Ursula Le Guin’in bir sözü vardır: “Devrim yapılmaz, devrim olunur” diye; Sakine Cansız kadınlara karşı hiç de cömert davranmayan bu coğrafyada “devrim olmayı” başarabilmiş az sayıda kadından biri. Paris’de Ömer Güney’in alçak kurşunlarıyla sona eren yaşamının neredeyse her anı buna tanık. Kadınlar ya da kadın örgütlerinin Cansız’ın mücadelesini nasıl gördüklerini bilemem; ama bu mücadelenin, kadınların hem siyasal örgütlenmede hem de gerilla savaşında bir aksesuar, bir “ihtiyat güç”, “lojistik destek” vb.den öte bir rol üstlenebileceğini, kendi özgürleşmelerinin öznesi olabileceklerini gösteriyor. Bugün YPJ saflarında IŞİD çetecilerine karşı savaşan o güzelim gencecik gözüpek kadınların; Arîn’lerin, Kader’lerin... yolunu Sakine Cansız’ın açtığını söyleyebiliriz; tıpkı Melih Cevdet Anday’ın, “yol öyle güzel ki, ölüm yokmuş gibi” dizelerindeki gibi…

DİHA: Bu katliam ile hangi planlar devreye sokulmak istendi. Hedef neyi gözetiyordu sizce? Kadın akademisyenler olarak Paris katliamının aydınlatılması için ne söylemek istersiniz?

Sibel Özbudun: İstihbarat işleri konusunda spekülasyon yapmayı sağlıklı bulmam. Ancak ortada çok net bir soru var. Tetikçi Ömer Güney’in MİT’le ilişkileri... Bu konuda dönemin başbakanı olan ve o dönemde MİT üzerindeki etkisi bilinen Recep Tayyip Erdoğan’dan bir açıklama talep etmek, bu katliamın, daha önceki niceleri gibi kirli savaşın karanlık dehlizlerinde yitip gitmesini istemeyen, Kürtler için adaletli, onurlu bir barış arzulayan herkesin görevidir. 

İlave etmeli: Yalnızca mevcut siyasal iktidar ilişkilerine karşı geldikleri için değil, aynı zamanda toplumsal-kültürel “verili” cinsiyet rollerine de başkaldırıyı temsil ettikleri için kadın direnişçiler egemenler açısından her zaman daha bir nefret nesnesi olagelmiştir.  Bir de şu var: İktidar(lar) açısından bir erkek militanı öldürmek, bir kişiyi öldürmektir. Bir kadın militanı öldürmek (ya da aşağılamak, işkence etmek vb.) ise bir simgeyi öldürmektir onların indinde. Sakine Cansız ve iki yoldaşına karşı gerçekleştirilen katliamda hedeftekilerin kadın olmasının da önemli bir payı olduğunu düşünüyorum.

DİHA: Ayrıca 9 Ocakta katliamın yıl dönümünde kadınların alanlara çıkıp katliamın hesabını sorması için neler söylemek istersiniz çağrınız nedir?

Sibel Özbudun: Ben bugün “Barış süreci” adı verilen örtük, dolambaçlı ve manipülasyonlara fazlasıyla açık, muhatapları AKP iktidarı tarafından kasıtlı olarak son derece muğlak bırakılan gelgitli görüşmeler dizisinin; Kürtler için onurlu, adaletli ve onların talep ve özlemlerine yanıt veren gerçek bir “barış”la sonuçlanacağını düşünmüyorum. Bir “barış süreci”nden söz edebilmek için öncelikle birbirlerini açık bir biçimde tanıyan, ne istediklerini ve neler yapabileceklerini kamuoyu önünde açık bir şekilde ifade edebilen “taraflar”ın varlığı gerekiyor. İkinci olarak ise, ayaklanmanın nedenleri ve koşulları konusunda kamuoyunu bilgilendirecek ve bir görüş oluşmasını sağlayacak kanalların açılması… Bu, 1980’lerin Diyarbakır Cezaevinden, 1990’ların “Kirli Savaş”ından, köy boşaltmalarından/ yakmalardan, faili meçhul cinayetlerden, Kürt köylülerin topluca katledilip gömülmesinden, Roboskî’ye tüm devlet suçlarının yalnızca kamuoyu nezdinde tartışmaya açılmasını değil, aynı zamanda faillerinin de yargı önüne çıkartılmasını gerektirir. Böylesi bir “suçlar” listesiyle yüzleşmek, Türklerin de olaylara “bebek katili/ bölücü/ terörist” çerçevesi dışında bakmasını sağlayarak iki halk arasında gerçek bir empati oluşmasını sağlayabilecektir. Ancak o zaman “milliyetçi hassasiyetler” iktidarların elinde, Kürt tarafına karşı kullandıkları bir şantaj unsuru olmaktan çıkartılabilir.

Sakine Cansız ve iki kadın yoldaşının katledilmesi, bu “kirli savaş”ın (üstelik tam da “Barış süreci” içinde gerçekleşen) bir parçası. Bu son derece yakın olayın gerçek faillerinin (yoksa “cemaat yaptırdı” gibi spekülatif saptırmaların değil) açığa çıkması, böylesi bir “yüzleşme” için iyi bir başlangıç olabilir.

 

6 Ocak 2015 09:53:27, Ankara.

N O T L A R

[1] Newroz, Yıl:8, No:263, 5 Şubat 2013…

[2] Özlem Özbek, Mavi Yeşil, No:90, Kasım-Aralık 2014.

 

Hrant, “nefret suçları” ve “zehirli kan” üzerine [1]

“Bizi gömmeye çalıştılar, tohum olduğumuzu bilmeden…”[2]

Biraz şu mahut “zehirli kan” meselesinden bahsedelim mi?

Ahparik Hrant katledileli sekiz yıl oldu… Onu Agos’un önünden Balıklı Ermeni Mezarlığı’na uzanan son yolculuğunda yüzbinlerle uğurlayalı sekiz yıl geçti…

İktidar partisi ve yargı Hrant’ın katli davasını sekiz yıldır süründürüyor… Hrant’ın öldürülmesinin planlı bir “devlet işi” olduğunu gözlerden gizlemek için elinden geleni yapıyor. Bu “görev”de kullandığı birkaç tetikçiyi önümüze atıp, onlarla avunmamızı istiyor. Cinayetin gerisindeki istihbarat ve emniyet şebekesinin üstü özenle örtülüyor. Bu işi planlayan, örgütleyen, azmettiren büyükbaşlar terfilerini aldılar, keyifleri yerinde!

Bugün, sekiz yıldır yaptığımız gibi Hrant’tan ve Ermeni Soykırımı’ndan söz etmek için bir araya geldik. Hrant’ı anmanın, onu yaşatmanın en iyi yolunun bu olduğunu biliyoruz çünkü…

Çünkü Hrant Ermeni olduğu için değil, “Ermeni Soykırımı”nı yüksek sesle telaffuz etmek cesaretini gösterdiği için katledildi.

“Üzerinden yıllar geçmiş bir olay,” diyenler çıkabilir… “Kurcalayıp durmanın ne yararı var?”

Oysa bu lanetli tarihi “kurcalamazsak”, o bizim kanımızı zehirlemeyi sürdürecek.

Biz bu lanetli tarihi kurcalamaz, insanların onunla yüzleşmesini sağlamak için çabalamazsak, bu cerahatin boşaltılıp iyice temizlenmesini sağlayamazsak, 1915’te doruğa ulaşan vahşet, fırsat buldukça bulduğu gediklerden fışkırmayı sürdürecek. 

Biz bu lanetli tarihi kurcalamazsak, soykırımlar, katliamlar, sürgünler, asimilasyoncu saldırganlık ve mübadelelerle zaten bir avuç kalmış gayrımüslimlerin, bu ülkede “bu kez saldırı ne zaman, nereden gelecek?” tedirginliğinde yaşaması sürdürecek.

Biz bu lanetli tarihi kurcalamazsak, Alevilerin evleri işaretlenecek, köylerine, mahallelerine zorla cami yapma, çocuklarını zorla din derslerine göndertme baskısı sürecek.

Biz bu lanetli tarihi kurcalamazsak, Türk bölgelerinde Kürtler bıçak sırtı yaşamaya devam edecek. PKK’nin her eyleminde galeyana gelen “milli hassasiyetler” linç teşebbüsleri olarak faturayı Kürt mahallelerine çıkartmayı sürdürecekler…

Biz bu lanetli tarihi kurcalamazsak, İslam’a ve “kutsal” addedilen her şeye yönelik en küçük eleştiri, tehdit, gözdağı ve saldırı furyasıyla karşılanacak…

Evet, milliyetçilik-maneviyatçılık, bu toplumun kanını fena hâlde zehirlemiş durumda. Kendini milliyetçi-mukaddesatçı” vb. terimlerle tanımlayan internet sitelerinde küçük bir gezinti, bu toplumun damarlarında “farklı” olana “öteki”ne karşı nefret söyleminin ürkütücü boyutlarını ortaya koymakta.

- Örneğin Samsun’da yayınlanan Statüko dergisinin Genel Koordinatörü Okan Baş, bir köşe yazısında: “Ogün Samast gibi gürbüz bir genç, işi ‘Türk’ün kanı pistir’ demeye getiren Hrant denen herifi vurduğu için ağır bir cezayla karşı karşıya kaldı. Kötü mü yaptı yani?” diye soruyor.[3] 

- Örneğin bir “ülkücü”, “Hrant’ın hayatını canlandıran filmde rol alırdım” diyen Erkan Can için şöyle diyor:

“ALAYINIZ TÜRK DÜŞMANI. DİLERİZ; TOPUNUZUN SONU HRANT GİBİ OLUR! 

Atatürk’ün ‘muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’ sözünü ret ettiğini belirterek; ‘Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, Ermeni’nin Ermenistan’la kuracağı asil

damarında mevcuttur’ diye açıklamalarda bulunan ve vatan hainliğinden dolayı DGM’de yargılanmış bir kansız Ermeni’yi canlandırmak isteyen ne kadar çok PİÇ adayı mevcutmuş bu ülkede?”[4]

Örneğin Nurullah Aydın, “Ülkücü Haber”de soruyor:

“Laik çağdaş örgütlerde veya İslamcı tarikat ve cemaatlerde yuvalanmış İslamcı dönme Ermeniler ve terör örgütünde yer alan Marksist Ermeniler nerede? 

Onlar siyasetçi kimliğindeler. 

Onlar gazeteci kimliğindeler. 

Onlar akademisyen kimliğindeler. 

Onlar sivil toplum örgütü temsilcisi kılığındalar. (…)

Onlar; içimizdeki dönmelerdir. Türk ve Müslüman isimleri taşırlar ama gönülleri kalpleri hınç doludur.

Onlar; Müslüman görünümlü Gürcü, Rum, Yahudi ve Ermeni dönmeleridir.

Ajite etmek, nefret kusmak kimlik kişilik yaşam amaçları olmuştur. 

Vatan evlatlarını kirli niyetlerle suçlamak, zan altında bırakmak, karalamak amaçları olmuştur.”[5]

Türk bilinçaltında, “Affedersiniz Ermeni”lik, şaibe altında olmak, çamur atılmak, potansiyel suçlu ilan edilmek için yeterli nedendir, bilirsiniz. Bu “çamur”dan Devlet Bahçeli’nin dahi nasibini aldığını görmek, gerçekten de ibretlik. Bir blog’da soruluyor: “Türkçülüğün başında bir Kripto Ermeni’nin ne işi olabilir? Devlet Bahçeli’nin kütüğüne bakıldı, soyundaki Ermenilere ulaşıldı...”[6]

Ve Ermenilik, Türk’ün bilinçaltında, “bulaştığı” her şeyi kirletir: Örneğin Kürtleri:

“Artık bölücüler fistan giyip geziyor, maske takıp ödlekliğini gizliyor. Erkeklik, yiğitlik, tarih boyu onların kitabında hiç yer almamış kavramlar…

Hainlik, kahpelik, namertlik, kalleşlik’in kitabını yazmış bir kitledir onlar.

ASALA idi şimdi PKK oldu kahpeliğin adı.

Ustası olduğu ‘pusu’ ve ‘baskın’larda içtiği kanın haddi hesabı yok…

Hepsi de önce Suriye’nin Bekaa genelevinde, sonra Kandil’deki PKK umumhanesinde yetiştirilmiş fahişeler bunlar…

Para ve silahı veren herkesin altına yatarlar.

Yıllarca Rusun, İngilizin, Fransızın kapatması idiler, şimdi ABD’nin metresi…

Ermenilerin bu bölücülere bıraktığı en büyük mirastır kahpelik…”[7]

Midenizi daha fazla kaldırmayayım. Ancak, yüzeyin hemen altında yatan “hissiyat” ne yazık ki, büyük ölçüde böyle. Faşist, Kemalist ya da İslamcı olmak, fazla bir şey değiştirmiyor. Bu toplumun “kahır ekseriyeti” potansiyel nefret suçlusudur, ve iktidarlar bu potansiyeli her an harekete geçirecek bir momentte tutma konusunda ustalaşmıştır.

Bu “potansiyel”in ardında ise, tüm bir “ulusal inşa”yı “öteki(leştirilmiş)”lerin maddî ve manevî varlıklarının yağması, inkârı ve temellükü üzerinde gerçekleştirmiş olmanın kolektif suçortaklığı yatmaktadır. Türkiye’de, iki-üç kuşak öncesinde, katledilen Ermenilerden kalma bir atölyeyi, ürkütülerek yurtdışına kaçırılmış Yahudilerden kalma bir dükkânı, mübadeleyle sürülmüş Rumlardan kalma birkaç altın-gümüş eşyayı, ya da soykırımdan ancak ihtida edip bir müslümanın karısı olmayı kabul ederek kurtulabilmiş bir Ermeni gelini temellük etmemiş, Türk ya da Kürt, kaç aile vardır?

Kolektif nefret, büyük ölçüde bu “sermaye birikim modeli”nin açığa çıkartılarak tazminat talebiyle karşılaşması yolundaki bilinçli ya da bilinçsiz korkudan da beslenmektedir. 

Bu korku açığa çıkartılıp bu toplum geçmiş edimleriyle yüzleşmedikçe, Alevî, Kürt, Ezidi, Hıristiyan, Yahudi, Ermeni, ateist, eşcinsel… velhasıl “kahır ekseriyet”ten farklı olan herkesi “bıçak sırtı”nda yaşatmayı sürdürecek…

 

16 Ocak 2015 10:13:43, Ankara.

 


Siyonizm,anti-semitizm ve bir "Mugalata"üzerine

“Kişi ancak kalbiyle görür.Göz hiçbir şeyin özünü göremez.

 

Yıl 1975 ya da 1976 olmalı; Paris’te bir grup Türkiyeli devrimci öğrenciyiz. Aklımız ve yüreğimiz, bir yanıyla yükselen devrimci hareketin devlet destekli faşist çeteler eliyle kırılmaya çalışıldığı memlekette; bir yanıyla da hem yaşadığımız ülkedeki devrimci mücadelelerin içinde yer almaya, hem de Türkiye’deki devrimci/sosyalist hareketle dayanışma sağlamaya çabalıyoruz. Türkiyeli işçileri Fransız emek hareketi içerisinde örgütlemeye çalışıyoruz, örneğin.

Ve dünyada gelişen devrimci mücadeleleri izliyor, yapabildiğimiz kadar omuz vermeye, diyalog geliştirmeye çabalıyoruz. Paris bu türden uğraşlar için o zamanlar hâlâ çok elverişli bir merkez…

Bu bakımdan içlerinde Fransa merkezli MRAP (Irkçılığa, Anti-Semitizme Karşı Barış için Hareket) ve Belçika merkezli MRAX (Irkçılığa, Anti-Semitizme, Yabancı Düşmanlığına Karşı Hareket)’ın da bulunduğu bir dizi örgütün düzenlediği “Irkçılığa Karşı Uluslararası Kongre”ye katılma kararını coşkuyla alıyoruz. Aralarında o zamanlar Güney Afrika’da Apartheid rejimine karşı mücadele eden ANC (Afrika Ulusal Kongresi) temsilcilerinin de bulunduğu çeşitli mücadele örgütlerinden delegelerle iki gün boyunca Avrupa’daki ırkçılık ve yabancı düşmanlığı ve ulusal kurtuluş hareketleri konusunda hararetli tartışmalar yürütüyoruz; ANC’ye silah yardımı yapılması, alınan kararlar arasında en çarpıcısı olarak kalmış aklımda örneğin…

Derken, iki günün harareti ve yorgunluğu üzerine, kongrenin kapanışına birkaç dakika kalmışken bir el kalkıp bir önerge veriyor: Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 10 Kasım 1975’te aldığı, “Siyonizmin bir ırkçılık ve bir ırk ayırımcılığı olduğu” yönündeki kararın “anti-Semitik” bir tutum olarak lanetlenmesi… Dilimiz tutulmuş, ne olduğunu anlamlandırmaya çalışırken, kaldır parmak-indir parmak, öneri kabul ediliyor ve Kongre, kişisel olarak benim için böyle bir “yüzkarası”yla kapanıyor. İsrail devletinin Batı Avrupa’daki pek çok “sivil toplum örgütü”nü çeşitli biçimlerde destekleyip manipüle ettiğini öğrenmem ise biraz daha zaman alacak…

Durup dururken bu “anı” nereden mi çıktı?

Belki anımsanacaktır; Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi (ADÖG), 26 Kasım 2014 tarihinde Edirne Valisi Dursun Ali Şahin’in kentte restorasyonu gerçekleştirilen sinagoga konusundaki, buram buram ırkçılık ve anti-Semitizm kokan sözlerini protesto eden -hem yazım aşamasında katkıda bulunduğum, hem de ilk imzacılarından olduğum- bir bildiri yayınlamış, metinde anti-Siyonizm ile anti-Semitizm arasındaki fark da vurgulamıştı.

Bildiri üzerinden birkaç gün geçti ki, bu bildiriyi ve imzacılarını “anti-Semitizm yapmakla” suçlayan bir metin dolaşıma girdi sosyal medyada. “S.O.S. Antisemitizm!” başlığını ve Almanya Frankfurt / Main kentinde faaliyet gösterdiği anlaşılan “Soykırım Karşıtları Derneği”nin imzasını taşıyan metinde, “bu güne kadar antifaşist, anti ırkçı, cephede bildiğimiz solcu devrimci demokrat geçmişinde ağır bedeller ödemiş, ezilen halklar meselesine özellikle de soykırım mağduru halklar meselesine duyarlılıkları ile” tanınan “aydınların, antisemitizme karşı tavır adına kendilerinin antisemit pozisyona düşmeleri”nden metni kaleme alan kişilerin (böyle diyorum, çünkü metinde imza yerine sadece derneğin adı yer alıyor) “büyük bir hayal kırıklığına” uğradığı belirtilip, “antisemit klişeler üzerinden antisemitizme karşı mücadelenin imkânsız olduğu” söyleniyor.

Ardından da, bildiri imzacılarının “antisemit klişeler”ine değgin argümanlar sıralanıyor. Özetle:

1) “Siyonist İsrail devleti” kavramının, global anti-Semitizmin, Yahudi halkının Filistin’de devlet olarak var olma hakkına karşı icat ettiği anti-Semit bir klişe olduğu… Oysa İsrail devletinin yüzlerce yıldır zulme ve sürgünlere uğramış Yahudi halkının kendi yurdu üzerinde, BM’nin de onayı ile kurduğu meşru bir devlet olduğu…

2) Anti-siyonizmin, günümüzde “her türden Yahudi düşmanlığının içinde yer aldığı, İsrail’e ve Yahudi halkına karşı yönelen dezenformasyonların, iftiraların komplo teorilerinin kılıfı” olduğu… Anti-Siyonist olmanın “Kürtlerle dost, ama PKK’ye karşı olmak”, ya da Ermenileri sevdiğini söyleyip de “Ermeni terörü”nden söz etmekle aynı kapıya çıktığı…

3) İsrail devletinin bünyesinde “İsrail devletinin meşruluğunu kabul etmeleri” koşuluyla Arapların ve Müslüman ya da Hıristiyan başka toplulukların da yaşadığı, Arapça’nın İbranice yanında resmi dil statüsünde olduğu…

4) Türkiyeli sosyalistlerin, devrimcilerin anti-Semitizminin kökeninde, 1960’lı yıllarda Filistin Kurtuluş hareketiyle kurduğu dostça ilişkilerin yattığı, bu “yapısal anti-Semit duruşla” yüzleşmeden Türkiye solunun “ne soykırım mağduru halklar meselesine ne de genel anlamda ezilen halklar meselesine tutarlı bir duruş göstermesinin mümkün olmadığı…

Derler ya, neresinden tutmalı…

Bir kere “Siyonizm” kavramı, “anti-Semit bir klişe olmak” bir yana, İsrail devletinin, kuruluşundan bu yana en yetkili kişilerince benimsenen “yarı-resmî “ ideolojisidir. Gelin, bunu göstermek için en “tartışılmayacak” kaynaklara müracaat edelim.

Örneğin, Sanal Yahudi Kütüphanesi (Jewish Virtual Library) “Siyonizm”i şöyle tanımlıyor:

“… ‘Siyonizm terimi, 1890’da (Milliyetçi Yahudi Öğrencileri Hareketi Kadimah’nın kurucusu Avusturya yurttaşı b.n.) Nathan Birnbaum tarafından imal edilmiştir. Genel tanımı Yahudi halkının anayurtlarına dönüşünü sağlamaya ve İsrail topraklarında Yahudi egemenliğinin tesisine yönelik ulusal hareket anlamına gelir. İsrail devletinin 1848’deki kuruluşundan itibaren Siyonizm, İsrail Devleti’nin gelişmesi ve İsrail’deki Yahudi ulusunun İsrail Savunma Kuvvetleri desteğiyle korunması anlamını yüklenmiştir. Ortaya çıktığı andan itibaren Siyonizm hem somut hem de tinsel hedefleri savunmuştur. Tüm kanaatlerden Yahudiler -sol, sağ, dinsel, seküler- Siyonist hareketi oluşturmuş ve onun hedefi doğrultusunda çaba göstermiştir.”[2]

Tanımın atladığı bir şey var: İsrail Devleti’nin kurulduğu toprakların boş araziler olmayıp, yüzlerce yıldır Filistinli Arapların yurdunu oluşturduğu… Ve “İsrail yurdu”nun, Balfour Bildirgesi’nden bu yana Filistin topraklarına yerleştirilen Yahudi kolonları ve izleyen yıllarda kurulan devletin bir dizi işgalle bu sınırları, yeni Arap topraklarını ilhak ederek genişlettiği, Filistinlileri ise kuşatılmış, çevrelerindeki çember her seferinde biraz daha daralan, periyodik katliamlar, yoksullaşma ve yoksunlaşmaya mahkûm kıldığı…

İsrail devletinin topraklarını işgal ettiği Filistinlileri “vatansızlaştırma” ve “paryalaştırma” girişimlerini sadece başlıklar hâlinde sıralamak, ciltler tutar… Ben burada İsrail devletinin Filistinlilerin topraklarını işgal, Filistinlileri bastırma ve mülksüzleştirme işlemlerini “Siyonist” ideolojiye dayanarak gerçekleştirdiğini vurgulamakla yetineyim… Hayır, “Siyonist İsrail”, “bir elinde Kur’an, bir elinde Kavgam olan” “İslâmcı faşistler”in bir icadı değil, İsrail’in kurucularının ve yöneticilerinin büyük bölümünün ideolojisi, idealidir.

İsrail’de ve İsrail dışında siyonizme karşı çıkan Yahudi yok mudur, derseniz, vardır elbette. Eğer, Siyonist ideolojinin seküler ve milliyetçi söylemini eleştiren fanatik Yahudileri saymazsak, Norman Finkelstein’dan Noam Chomsky’ye, Michael Neumann’dan Shlomo Sand’a, Ilan Pappé’den Uluslararası Anti-Siyonist Ağ’a çok sayıda İsrail’de ya da İsrail dışında yaşayan Yahudi aydın ve aktivist, kendilerini “anti-Siyonist” olarak tanımlayıp İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı vahşete karşı saygın bir mücadeleyi sürdürmektedir… Ve onlara göre anti-Siyonizmi anti-Semitizme eşitlemek, İsrail politikalarına karşı muhalefeti susturmanın bir yoludur

Gelelim, anti-Siyonist olmayı “anti-PKK” ya da “anti-Ermeni” olmakla eşitleyen mugalataya…

Ermeniler, Osmanlı topraklarında uygulanan etnik temizleme ve “sermayeyi Türkleştirme” politikaları doğrultusunda trajik bir soykırıma uğratıldılar. Cumhuriyet rejimi ise soykırım faillerini taltif edip Ermeni mülklerinin yağmalanmasını resmileştirerek bu politikaya sahip çıktı, sürdürdü… Bu tarihsel gerçeği “ama”sız, “fakat”sız kabul etmek, benim için, Ermenileri sevmek ya da sevmemekten bağımsız olarak, sosyalist bilinç ve vicdanımın gereğidir.

Benzer biçimde, PKK Anadolu Kürtlerinin varlığı ve (ayrılmak dahil) hakları için mücadele eden bir örgüttür. Ulusların kaderini tayin hakkını ilkesel kabul eden sosyalist dünya görüşüm nedeniyle, anti-PKK bir konumu benimsemem, mümkün değildir, olamaz. Ancak ne Kürtler ne de PKK -benim bilebildiğim kadarıyla- Kürt toprakları üzerinde yaşayan herhangi bir kendiliğin ortadan kaldırılması ya da etkisizleştirilmesini, kuşatılmasını, mülksüzleştirilmesini öngörmekte değildir…

Tüm bunların İsrail devletinin Siyonist ve yayılmacı politikalarına karşı çıkmakla ne alakası var?

Gelelim İsrail’in topraklarında Arapların da yaşayabildiğine/yaşadığına. Metin yazarları, bu “lütfu” İsrail devleti açısından bir “yücegönüllülük” olarak görüyor olabilirler. Öyleyse hemen belirtelim, bu günlerde İsrailli siyasiler bu “yücegönüllülükten”, yani toplumun “en altındakiler” olarak yaşattıkları, en parya işlerde çalıştırdıkları, sürekli olarak temel haklarından yoksun bırakmakla tehdit ettikleri bu “azınlıklardan” vaz geçerek, İsrail’i bir “Yahudi devleti” ilan etme konusunda çalışıyorlar… Yazar(lar) İsrail hükümetinin 22 Kasım 2014 tarihinde “İsrail’i Yahudi halkının ulus devleti olarak tanımlayıp, Yahudi şeriatı Halakha’yı devletin hukukunun temel kaynakları arasında kabul eden” yasa tasarısını kabul ettiğinden habersiz mi?

Nazilerin Yahudi halkına uyguladığı soykırımı ve İsrail devletinin Filistinlilere uyguladığı katliam ve şiddet politikalarını aynı nefretle lanetleyen, “Nazi Almanyası’nda Yahudi, İsrail’de Filistinli” olmayı temel değer bilen bir sosyalistim. Mensubu olmaktan onur duyduğum Türkiye devrimci hareketinin Filistin mücadelesiyle dayanışmasına sonuna kadar sahip çıkıyor ve bildirideki her bir sözcüğü bir kez daha imzalıyorum.

Ya beni/bizleri “anti-Semit” olmakla eleştiren metnin yazar(lar)ının İsrail devletinin Filistinlilere karşı işlemekte olduğu insanlık suçlarına karşı en ufak bir eleştirisi var mı?

Yoksa, örneğin Rachel Corrie’nin İsrail tanklarınca parçalanmış bedeni üzerinden İsrail devletinin “hık deyiciliği”ni üstlenmekten hoşnut(lar) mı?

 

10 Aralık 2014 15:48:33, Ankara.

 

[1] Antoine de Saint-Exupéry, Küçük Prens, çev: Sumru Ağıryürüyen, Mavi Bulut Yay., 2011.

[2] http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Zionism/zionism.html

SOSYAL BİLİMLER: BİR ŞEY YAPMALI![*]

“Etik açıdan toplum bilimleri insanlığa hizmet etmeli;ancak sınıflar, etnik gruplar, uluslar vb.arasındaki çelişkilerle dolu bir dünyada,herkesin çıkarlarına hizmet etmek olanaksız gözükmektedir.Ezilenlerle ezenlerin dolayımsız çıkarları arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsak, sorumluluğumuz ilk elde ve öncelikle birincileredir: çünkü özel yetkinliğimiz bu alandadır.”[1]

Şu satırlara göz atar mısınız?

“Bu yazı rahatlıkla ‘Ernesto Laclau’nun popülizm çözümlemeleri, Gezi Direnişini anlamamız için zengin bir kavramsal malzeme sunuyor’ cümlesiyle başlayabilir, bir kavram ile bir olay arasındaki mesafeyi en kolay yoldan kapatmayı tercih edebilirdi. Gezi’de olayın hakikâtinin peşine düşenler, çokluğun canlı etinin izini sürenler, yazlıklarını çıkarmayı reddedip kışlıklarıyla mevsim geçişini kafalarında erteleyip yeni olana geleneksel kategorilerle riske girmeden ışık tutmayı yeğleyenler hep bu yoldan gittiler…”

Sanırım bu çetrefil girizgâhın ardından yazı, “Gezi Direnişi”nin Laclau’nun (Türkçesi 2007’de yayınlanmış) bir kitabının kuramsal çerçevesi ile açıklamanın pek de sağlıklı olmadığını tartışıyor. (“Sanırım” diyorum, çünkü kısacık olmasına karşın, okunması bir hayli meşakkatli bir metin…)

Derdim kişisel(leştirilmiş) bir polemik olmadığı için, satırların yazarının adını vermek istemiyorum; paragrafı Birgün gazetesinin kitap ekindeki bir kitap tanıtım yazısından aldığımı belirtmekle yetineyim.

Tekrar ediyorum, niyetim herhangi bir kişi ya da çevreyle polemiğe girişmek değil. Geçtiğimiz aylarda (tam da Melih Gökçek’in üniversiteden geçirmek istediği yolun yapım çalışmaları sırasında, öğrencilerin inşaat makinelerine ve polise direnişinin orta yerinde, kampüsün gaz bulutlarıyla kaplandığı, plastik mermilerin havada uçuştuğu bir ortamda Ulus Baker anısına ODTÜ’de gerçekleştirilen bir sempozyuma sunulan tebliğlerden birinin başlığının “Deleuze’cü açıdan Gezi” ya da ona benzer bir şey olduğunu duymuş olmasam… Ya da Haziran 2013 kalkışmasına bizzat katılmış genç akademisyenlerin, tanıklık ettikleri olayları “Deleuze’cü”, “Guattari”ci, “Baudrillard’cı”, “yapıbozumcu”, “karnavalesk” vb. terimler çerçevesinde tartışma konusundaki şevklerine tanık olmasam… “Münferit” der geçerdim. Ama “sorun” münferit değil.

Sorun bu tip yaklaşımların, günümüzde sosyal bilimcilerin, genç akademisyenlerin, sosyal bilimlerin 1980’lerden bu yana yöneldiği, süslü bir retorikle kaplanmış “vazgeçiş”e hevesle sarılmaları. 

Vazgeçiş… “Büyük anlatılar”dan, her türlü “nesnellik” savından, “bilimsellik” iddialarından, “açıklama” gayretinden, “dönüştürücülük” niyetinden, “etkinlik” isteğinden, 11. Tez’den… 

Ve teslim oluş: “Tarihin sonu”, “İdeolojinin ölümü”, “Gerçekliğin yitimi”, “hiper gerçeklik”, “Her şey kopyanın kopyasının kopyası” söylemlerine… 

Bu “vazgeçiş”, bu “teslim oluş” hiç kuşku yok ki neoliberal kapitalizmin hem kamusal olan her şeyi, hem de bios’u yok etme tehdidiyle yüklü “Pyrrhus zaferi”yle birebir ilişkili. “Piyasa”, yeryüzünün en ücra bucağını, Senegalli çocukların düşlerini, El Salvador maquiladora’larında gençliklerini tüketen kadınların emeklerini, Amazon yerlilerinin yucca bahçelerini, dokuz yaşında gelin edilen, daha doğrusu dedeleri yaşındaki Katarlı petrol şeyhlerine satılan Suriyeli, internet üzerinden pazarlanan Taylandlı kız çocukların yaşam sevincini, kendi ürettikleri sütleri bebelerine içiremeden Nestle’ye satmak zorunda bırakılan Hintli köylülerin geçimlerini, büyük Kuzey metropollerinin albenisine kapılıp sosyalizmden vazgeçen Polonyalı işçileri, son konuşmacıları çocuklarına öğretemediği için ölüm döşeğinde yatan yerel dilleri, tuvalet kâğıdı üretmek için katledilen ormanları, borulara tıkıştırılan dereleri, petrol ürünlerinden nükleer atıklara dev bir çöplüğe dönüşen toprakları ve denizleri, kısacası bu koca dünyadaki her şeyi, ama her şeyi kendine boyun eğdirmek üzere temellük ederken… bilim (ya da üniversiteler) bu saldırıdan ne kadar masun kalabilirdi ki? 

Üniversite 1980’li yıllarda toplumsal - kamusal her şeyi kullarından “kâr, daha çok kâr”dan başkaca bir talebi olmayan serbest (yoksa “dizginlerinden boşanmış” mı demeli?) piyasa tanrısına kurban eden neoliberal kapitalizmin hedef tahtasına yerleşmekte gecikmedi. Üniversiteler hem bir “israf kaynağı” (öyle ya, eğitim ücretsizdi, araştırmacılar kapitalist sistem açısından getirileri şüpheli birçok “lüzumsuz” konuda zaman, kaynak ve enerji harcıyorlardı; dahası “abes” bir kamuculuk anlayışıyla, devasa bir pazar oluşturabilecek olan

öğrenciler ucuz yurtlar, yemekhaneler, ücretsiz ulaşım, ders notu dağıtımı vb. yoluyla sübvanse ediliyordu!) hem de kamu sırtından AR-GE faaliyetlerini yıkabilecekleri potansiyel araştırma kurumlarıydı. 

Kuzey ülkelerinden başlamak üzere üniversitelerin bu tasallut karşısındaki tepkileri, Slaughter ve Leslie’nin (1997), “yüksek öğrenci sübvansiyonlarından, temel ya da ‘merak-yönelimli’ araştırmalardan ve fakülte ve kurumsal özerklik”ten (s.214) vazgeçerek, “akademik kapitalizm” dedikleri, kaynak yaratıcı girişimlere yönelmek oldu. Yazarlar “akademik kapitalizm”i “dış parayı sağlamak amacıyla kurumsal ya da profesöryel piyasa ya da piyasa-benzeri çabalar” (s.8) olarak tanımlıyordu. “Piyasa-benzeri çabalar”dan kasıtları dış kaynak sağlayıcılarından “bağış ve kontrat, teberru fonları, üniversite-sanayi işbirliği, profesörlerin şirketlerine kurumsal yatırımlar, öğrenim ücret ve harçları” gibi fonlar için rekabet; piyasa davranışından kast ettikleri ise, patentleme, lisanslama, mal ve hizmet satışı gibi kâra yönelik faaliyetlerdi.[2] (s.11)

Ne ki, “akademi-piyasa füzyonu”ndan tüm disiplinlerin aynı ölçüde “nasiplendiği”ni öne sürmek zor.

Moore, Kleinman, Hess ve Frickel (2011) bilim ile neoliberal küreselleşme arasındaki ilişkileri irdeledikleri makalelerinde, “bilgi ekonomisinin büyümesi ve üniversite-sanayi ilişkilerinde yeni örüntülerin ortaya çıkışı”ndan söz ederken, dayanıklı tüketim malları üreten sanayilerin eski tarımcı ülkelere doğru kaydırıldığı bir ortamda, zengin sanayileşmiş ülkelerde enformasyon teknolojileri, biyoteknoloji, nanoteknoloji gibi bilim-yoğun sanayilerin değer kazandığını kaydediyorlar. Buna karşılık, yazarlara göre refah devleti kavramıyla güçlü bağları olan okul ve bölümlerin (örneğin kriminoloji, sosyal hizmetler, kamu sağlığı ve bazı toplum bilimleri) yanı sıra, “eski sanayi tipleriyle bağlantılı bölümlerin de -kimya ve fizik gibi- değer yitimine uğramaktadır”. 

Piyasanın, daha doğrusu piyasanın en önemli aktörleri olan (çokuluslu) şirketlerin ilgisi pazarlanabilir teknolojilerin geliştirilmesi üzerinde yoğunlaşırken, üniversitelerin yitirdikleri kamusal fonları piyasadan karşılamak üzere (“yükselen” taleplere yanıt verecek şekilde) yeniden yapılanmaya yöneldikleri, bu süreç içerisinde temel ve sosyal bilimlerin ağır hasar gördüğü, bir sır değil. 

Ancak sosyal bilimlerin neoliberal kapitalizm tarafından (neredeyse) topyekûn değersizleştirilmesi sürecinin bir başka (ve üniversite-dışı) boyutu daha var: Sosyal bilimcilerin “sosyal gerekirlikleri”nin, daha doğrusu “sosyal rolleri”nin altının oyulması. Bunun bir boyutunu, neoliberalizmin dayattığı hukuk çerçevesinde devletlerin çevre, yurttaş sağlığı, küçük üreticileri korumak gibi kontrol mekanizmaları ve müeyyidelerinin aşındırılması ve bu tip konularda denetim “yetki”sinin yaptırımları muğlak ve yetersiz “uluslar arası yönetişim aygıtları”na aktarılması oluşturuyor. Bu durum, “toplumsal düzenlemelerin serbest ticaret anlaşmalarıyla uyum içerisinde olması gerektiği ve toplumsal düzenleme açık bir şekilde piyasalara müdahaleci bir yaklaşım olduğuna göre, toplumsal müdahâlenin giderek olanaksızlaşması” [Moore vd. (2011)] sonucunu getirmektedir. Bir başka deyişle, toplum bilimcilerin yönetim aygıtları/kurumları nezdinde “düzenleyici” olarak konumlarını yitirmeleri, işlevsizleşmeleri, değersizleşmeleri… Öyle ya, devletin toplumun dezavantajlı kesimlerine yönelik koruyucu işlevleri, ya da kamu yararı gözeten müdahale olanakları “serbest piyasaya müdahale” başlığı altında olanaksızlaştırılmışsa, bu üniversitelerin ve bilim insanlarının devlet tarafından “kamu yararına” istihdamını da olanaksızlaştırmakta ve onları devlet nezdinde değersizleştirmektedir. Bir örnek vereyim: Türkiye’de sosyal bilimlerin (devlet nezdinde) en “prestijli” yılları, hiç kuşku yok ki, hızlı ve/fakat plansız büyüme yönelişinin yol açtığı hızlı sanayileşme ve kentleşme olgularından kaynaklanan sorunlarla baş edebilme konusunda (DPT kanalıyla) sosyal bilimlere “planlı kalkınma”ya katkıda bulunması (Benedict, Tümertekin, Mansur 1971: x; ) için müracaat edilen 1960’lardır. Böylelikle örneğin, Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal Bilimler Derneği tarafından düzenlenen ve 23-25 Şubat 1970 tarihleri arasında toplanan ‘Türkiye’de Sosyal Araştırmaların Gelişmesi’ konulu Konferans”nın sonuç bildirisi, bugün pek az sosyal bilimcinin hayal etmeye cüret edebileceği iyimserlikte bir taleple son bulmaktaydı: “Toplumumuzun sosyal sorunlarının çözümlenmesine ve ülkemizin kalkınmasına yardımcı olacak sosyal bilim araştırmalarına öncelik vermek, araştırıcılar arası işbirliğini sağlamak ve araştırmaların yürütülmesini desteklemek üzere Devletçe özerk bir Sosyal Araştırmalar Kurumu kurulması gereklidir.” (SBD, 1970: 253)

40 yıl kadar sonra, sosyal bilim öğrencilerinin formasyon haklarının ellerinden alındığı, öğrenci sempozyumları için yer bulamadıkları bugün böylesi bir talep insana ne denli akıl almaz bir iyimserlik gibi geliyor, değil mi?

İktisadî-siyasal aygıtın sosyal bilimciyle ilişki kesmesinin çok da kötü olmadığını düşünenler olabilir; kanımca haklıdırlar da… Bu “kopuş” sosyal bilimciler için iki açıdan bağımsızlaşma olanağını içermektedir: İlkin akademik aidiyetin pseudo-elitizminden bağımsızlaşmak: -Ne denli zengin ve derinlikli olursa olsun- birikim ve yetilerine atfedilen değerin “yapısal” değil, bağlamsal, koşullu ve arızî olduğunu görmek, “bilim emekçileri” olarak toplumun madun kesimleriyle duygudaşlık kurmalarının kolaylaştıracaktır. İkincisi ise,

devletten ve onun sosyal bilimcilere biçtiği rol(ler)den bağımsızlaşmak… madun kesimlerle duygudaşlığın ötesinde, bilimsel emeğin paylaşımı olanağının önünü açacaktadır. 

Ancak, söylemesi kolay… 

Kabul etmek gerekir ki sosyal bilimler toplumların iktidar-dışı kesimleriyle yakınlaşma seçeneğiyle ilk kez karşı karşıya kalmıyorlar. Batı üniversitelerini de kapsamlı biçimde etkisi altına alan 1968 rüzgârı, genç bilim insanlarını hızla radikalleştirmiş, toplumu ve hayatı eşitlikçi ve paylaşımcı bir ethostan yana dönüştürme düşlerini akademi dışında olduğu gibi, akademi içinde de yaygınlaştırmıştı[3]... 

Bu eğilimin elle tutulur sonucu “eleştirel kuram”ın yükselişi oldu. Varlığını belki en çok Frankfurt Okulu’na borçlu olan “eleştirel kuram” kısa sürede sosyal bilimlerin her bucağını saracak, o güne dek sosyal disiplinlerin “kazanımlar hanesi”ne yazılmış olan her veriyi, her bilgiyi kuşkulu hâle getirecekti: (sosyal) bilimlerin “nötrlük” ve “nesnellik” savları tarafından perdelenen, egemen sınıf (ya da sömürgeci) çıkarlarının hizmetine koşulması; madunların seslerini bastırış tarzları, eril merkezciliği; akademi-içi iktidar hiyerarşileri, azınlıkların baskılanış tarzları, giderekbilimsel yetke iddiaları, hatta bizatihi bilim… Hiçbir bilgi, yönelim, değer, girdi, veri… zincirlerinden boşanmış bu (öz)eleştirellik selinden kendini kurtaramayacaktı. Eleştirel kuramdan postmodern kinisizme bu savrulma, neoliberal kapitalizmin akademia’yı temellüküyle eklemlendiğinde, sosyal bilimlerde kendini bir retorik alanına, “trope”lar oyununa dönüştürme, etkisizleşme ve “sosyal”den kopma tutumu mutlaklaştı.[4] 

Sprague (2008: 700-701), “insan bilimlerinin toplumsal aktörlerin kendilerini iyi -yani boyun eğici- uyruklara dönüştürecek söylemleri nasıl yaratıp dolaşıma soktuklarını inceleyen” Foucault’nun izinden hayatı dönüştürmeye aday bir eleştirellik yöneliminin nasıl bitimsiz ve bezdirici bir “sözcük oyunları” dizisine dönüştüğünü, akademik feminizmin anaakıma eklemlenme sürecinde izlemektedir:

 

Akademik disiplinler Messer-Davidow’a göre üç yoldan “iyi uyruklar” üretilmesine katkıda bulunur: 1. Bir disiplin bilinebilir olanı ve onu nasıl bilebileceğimizin sınırlarını çizen bilgi söylemleri üretir. Dorothy Smith sosyolojinin nesneleştirici pratiklerinin, yaşanan deneyimin gündelik dünyasıyla hiçbir ilişkisi olmayan, daha tipik olarak, onları tanınmayacak ölçüde çarpıtan, birbirleriyle oynaşma hâlindeki soyut inşalardan oluşan bir “sanal gerçeklik”i inşa ediş tarzını irdelemiştir. Messer-Davidow ise feministlerin de toplumsal hiyerarşilerin dibindekilerin yaşam ve önceliklerinden uzak, yüksek ölçüde soyut söylemler ürettiğini bildirir. Soyut akademik söylemlere belenmiş akademik feministler sürekli olarak kimlikler (cinsel, ırksal, metodolojik vb.) arası bölünmeleri vurgulama etrafında örgütlenmiş ve her biri kendi öncelik ve gündemlerine sahip yenilerini piyasaya sürmekteler. Bölünme ve söylemlerimiz, feminist toplumsal değişimin önündeki engelleri oluşturuyor. 

İkinci olarak, bir disiplin, örgütlü bir toplumsal kendilik olarak faaliyetlerimizi örgütler. Sosyoloji alanında toplumsal görüngüleri disiplin adına anlamaya çalışanlarla bunu toplum için yapanlar arasında bir sınır var. Bu durum ise, hesap verilebilirlik sistemini zaafa uğratır. İçeridekiler yalnızca çoğunlukla bizlerle aynı sınıf ayrıcalıklarını paylaşan hakem üyelerini tatmin etmeyi gözetirler. 

Üçüncü olarak ise, disiplin, gelecekteki pratisyenlerini kendi algılama, düşünme, değerlendirme, ilişkilendirme ve eyleme tarzlarına eğitir. Disiplin onları akredite edip kullandıktan sonra, “iyi uyruk” pratiklerini gözetmeyi sürdürürler. 

 

Sosyal bilimlerdeki postyapısal, postmodern, postmarksist söylemlerin pek azı, Sprague’ın akademik feminizme yönelttiği eleştirilerden kaçınabilecektir; günümüzde, alanın bir hayli “radikal” savlarla yüklü, keskin, lafazan, tumturaklı, ancak ayağı yere basmayan münazaralarla dolduğunu görmek, zor değil. 

Oysa dünyanın hâli, hâlâ tam da (kendini “muhalif postmodernist” olarak tanımlayan) Boaventura de Sousa Santos (1998: 122-23)’un betimlediği üzeredir; ve bu hâl, sosyal bilimcilerin birbirlerine anlamlarını ancak kendilerinin çözebildikleri muammaları yönelterek oyalanmalarına elvermiyor:

 

Dünya nüfusunun yüzde 21’ini barındıran ileri kapitalist ülkeler dünya mal ve hizmet üretiminin yüzde 78’ini kontrol edip, üretilen enerjinin yüzde 75’ini tüketiyor. Üçüncü Dünya’daki tekstil ya da elektronik işçileri aynı üretkenlikte aynı işleri yaptıkları Avrupalı ve Kuzey Amerikalı işçilerden 20 kat daha az para kazanıyor. Borçlu Üçüncü Dünya ülkeleri gelişmiş ülkelerin servetine her yıl aldıkları borçtan 30 milyar dolar fazlasını ödeyerek nakit katkıda bulunuyor. Aynı dönemde Üçüncü Dünya ülkelerinde elde edilebilir besin yaklaşık yüzde 30 oranında daha azalmış durumda. Yüzyılımızda açlıktan ölen insan sayısı zirve yaptı. Zengin yoksul uçurumu durmaksızın genişliyor.

Özgürlük vaatlerine gelince, yalnızca Hindistan’da 15 milyon çocuk köle olarak çalıştırılıyor; Brezilya ve Venezüella’da polis ve cezaevi şiddeti, İngiltere’de ırksal çatışmalar 1989-1996 arasında üçe katlandı; kadınlara yönelik cinsel şiddet, çocuk fuhşu, sokak çocukları, mayın kurbanları, uyuşturucu bağımlıları, HIV taşıyıcıları ve eşcinsellere karşı ayrımcılık; etnik temizlikler, dinsel şövenizm…

18. yüzyıl boyunca 68 savaşta ölen insanların sayısı 4.4 milyon iken, 20. yüzyılda 237 savaşta 99 milyon insan yaşamını yitirdi. 18.-20. yüzyıllar arasında dünya nüfusu 3.5 kat arttı, oysa savaş zayiatındaki artış oranı 22 kat.

Ve nihayet, doğa üzerine tahakküm vaadleri doğanın tahribatı ve ekolojik krize yol açmakta. 50 yılda dünya ormanlarının 1/3’ü yok oldu. Günümüzde ÇUŞ’lar Amazon ormanlarında 12 milyon dönümlük arazideki ağaçları kesme hakkını elde tutuyor. Çölleşme ve su kıtlığı önümüzdeki onyılda en çok Üçüncü Dünya ülkelerini tehdit etmekte. Dünya nüfusunun 1/5’i suya erişimden yoksun.

Bu tablo bizleri toplumumuzun doğası ve ahlâksal niteliğini sorgulamaya ve kuramsal olarak bu tip sorulara vereceğimiz yanıtlar üzerinde temellenen alternatifleri araştırmaya yöneltiyor…

 

Bu satırlar, 1998’de yazıldı. 15 yıl sonra, durum daha iyi değil. Neoliberal talan koşullarında katmerlenen sorunlar, kendini devletten ve piyasadan bağımsızlaştırmış bilimcilerin müdahalesine açık... 

Ancak böylesi bir müdahale için sosyal bilimcilerin akademia koridorları, dergi sayfaları, kendilerini erişilmez ve masun hissettikleri küçük, muhalif mahfiller ile hayatı buluşturmaları, bir kez daha sokağa inmeleri gerekecek. Yalnızca ölümlülerin ekmek kavgalarını, sevdalarını, soylulaştırılan mahallelerinden sürülüşlerini, yoksullaşmalarını, etnik damgalanışlarını, dindarlaşmalarını, dışlanma süreçlerini, boyun eğişlerini, uzlaşma çabalarını, isyanlarını… gözlemleyerek bu malzemeyi madunların asla erişemeyeceği tumturaklı, iddialı akademik metinlere dönüştürmek üzere değil. Aynı zamanda birikim ve yetilerini, daha eşitlikçi, özgürlükçü, yaşanabilir, insanca bir dünya adına, madunlarla, ezilenlerle, sömürülenlerle paylaşıma sokarak.

Bu özlemin “akademik” dile tercümesi, sosyal bilimler alanını uzun bir süre işgali altında tutan “kuramsal-uygulamalı sosyal bilimler” ikilemini (ve genellikle bir “sosyal hizmet” girişiminden öte bir şey olmayan “uygulamalı sosyal bilimler” anlayışını) “Ezilenlerle ezenlerin dolayımsız çıkarları arasında” tercihini yapmış, yeni ve “katılımcı, angaje bir kamusal sosyal bilimi” tanımlayarak aşmaktır. 

Dünya halklarının Seattle’dan Arap Baharı’na, Brezilya’dan Türkiye Haziran’ına, 20. yüzyılın son onyılından itibaren yöneldiği siyasete kitlesel ve doğrudan müdahaleler süreci, bu tip bir sosyal bilimler anlayışını olanaklı kılan toplumsal zemini oluşturmaktadır.

 

N O T L A R

[*] Mülkiye Dergisi, 2014 38 (2), Yaz 2014…

[1] Gjessing (1968: 402).

[2] Örneğin, Kanada üniversitelerinin “akademik kapitalizm”e yöneliş sürecine ilişkin bir inceleme için bkz. Metcalfe (2010)

[3] ASA (American Sociological Association: Amerikan Sosyoloji Derneği) Başkanı Michael Burawoy (2004: 6) bir konuşmasında, bu radikalleşme eğiliminin Amerikan sosyolojisi içerisinde nasıl tezahür ettiğini şöyle anlatır: “Böylelikle siyasal sosyoloji Amerikan seçim demokrasisinin erdemlerinden vaz geçip devleti ve sınıflarla ilişkilerini, siyasal süreçler olarak toplumsal hareketleri ve demokratik katılımın derinleşmesini incelemeye başladı. Çalışma sosyolojisi uyarlanma süreçlerinden tahakküm ve işçi hareketlerinin araştırılmasına döndü. Tabakalaşma incelemeleri meslek prestiji hiyerarşisi içerisindeki toplumsal devingenlikten toplumsal ve iktisadî eşitsizlik yapılarının –sınıf, ırk, toplumsal cinsiyet- incelenmesine yöneldi. Kalkınma sosyolojisi modernleşme kuramını terk edip azgelişmişlik kuramı, dünya sistemleri analizive devlet güdümlü büyüme çalışmalarına yöneldi. Irk teorisi asimilasyon kuramlarından siyasal iktisat ve ırksal formasyonların incelenmesine döndü. Sosyal teori Weber ve Durkheim’ın daha radikal yorumlarını sunup Marx’ı kanon’a ekledi…”

[4] “İlk bakışta ampirisist-pozitivist felsefenin boyunduruğundaki söylemlere karşıymış görünen şatafatlı, ama bazıları daha baştan kültür piyasasında metaya tahvil edilebilirce paketlenmiş karşı söylemleri, sözgelimi postmodernliği, kurgusökümcülüğü ve çokkültürlülüğü vb. pazarlayan akademik-kültürel uzmanlıklardan söz ediyorum,” diyordu, -toprağı bol olsun- Ünal Nalbantoğlu 2008: 16). “Bol da lâf salatası sergileyen bu sözde köktenci söylemlerin hangi tür iktidarlara yatırım yaptıklarını ve sonunda nesnel olarak neye hizmet ettiklerini sorguladığımızda, statükoya örtük hizmet vermek dışında, tutucu, hatta gerici olduklarını görmek zor değildir.”

 

KAYNAKLAR

Benedict Peter, E. Tümertekin, F. Mansur (1971) ‘Önsöz’, E. Tümertekin, F. Mansur, P. Benedict (der.), Türkiye: Coğrafî ve Sosyal Araştırmalar (İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Enstitüsü).

Burawoy, Michael (2005). “2004 ASA Presidential Address: For Public Sociology”, American Sociological Review, c. 70, no.1, ss.4-28.

de Sousa Santos, Boaventura. (1998). “Oppositional Postmodernism and Globalizations [Commentary]”. Law & Social Inquiry, c. 23, no. 1,  ss.121-139

Gjessing, Gutorm (1968). “The Social Responsibility of the Social Scientist”

Current Anthropology, C. 9, no. 5, ss.397-402

Metcalfe, Amy Scott (2010). “Revisiting Academic Capitalism in Canada: No Longer the Exception”, The Journal of Higher Education,vol. 18, no. 4, ss.489-514.

Moore, Kelly, D. Lee Kleinman, D. Hess, S.Frickel (2011) “Science and Neoliberal Globalization: A Political Sociological Approach”, Theory and Society, 40(5), 505-532.

Nalbantoğlu, Ünal (2008). “Daimon’suz Bilim?”, Bilim ve İktidar. Ankara, Dipnot Yayınları, 34-39.

SBD (Sosyal Bilimler Derneği) (1970) ‘Sonuç Bildirgesi’ in Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal Bilimler Derneği Seminerinde Sunulan Bildiriler (23-25 Şubat1970) (Ankara, Hacettepe Üniversitesi Yayınları D-11).

Slaughter, Sheila & L. Leslie (1997). Academic capitalism: Politics, policies and the entrepreneurial university. Baltimore: John Hopkins University Press.

Sprague, Joey (2008). “The Good, The Bad and The Public”, Gender and Society, vol. 22, no. 66,  ss.697-704.

IŞİD ve İslamcı ''Feministler

“Cehennem boş. Tüm şeytanlar burada... Hiç kimse duymak istemeyenbiri kadar sağır olamaz.”[1]

Haberiniz var, değil mi, El Kaide’den doğma, AKP beslemesi uluslararası Sünnî-İslâmcı örgüt Irak Şam İslâm Devleti (IŞİD), bir aya yakın bir süredir Irak’ta Musul ve çevresini kasıp kavuruyor. 

Suriye’de yol kesip durdurdukları kamyon sürücülerini “Sünnî misin Nusayrî mi?” diye sigaya çeken, “Sünnîyim” diyenlere ayet, hadis soran, sonra da hem “Nusayrîyim” diyenleri, hem de sorulara yanıt veremeyenleri oracıkta kurşuna dizen silahlı İslâmcı militanlara dair haberler, “Ne de olsa Esad rejimine karşı savaşıyorlar,” diye bizdeki İslâmcı çevrelerce, özellikle de AKP medyası tarafından suskunlukla geçiştirildi. 

Sonra işi biraz daha ilerlettiler. Esad’a bağlı Suriyeli askerleri öldürüp ciğerini çıkartarak yiyen İslâmcı “savaşçıların” video görüntüleri saçıldı ortalığa. Üstelik bu görüntüler, bizatihi militanlar tarafından çekilip yükleniyordu Youtube’a.

AKP cenahında yine tıs yok.

Bu günlerde Irak’tan gelen haberler ise tüyler ürperticinin de ötesinde. Şii-Türkmen katliamı olanca şiddetiyle süregidiyor. IŞİD “milis”leri, Maliki’nin askerlerinin kelleleriyle futbol oynarken kendi filmlerini çekip, sosyal medyada yayıyorlar. Üstelik, Suriye’de sürdürdükleri vahşete ara vermeksizin.[2]

Ellerinde Musul müftüsünden aldıkları fetva var: “Malikî için çalışan bütün asker ve polislerin karıları ve kızları size helaldir. “Kadınların kitlesel göçü yaşanıyor Musul’dan Kürt vilayetlerine.[3] Musul’dan kaçamayanların tecavüze uğradığına ilişkin pek çok haber yer alıyor medyada.[4] Tecavüz mağduru Iraklı kadınların intiharına dair haberler de öyle.[5] Musul’u ele geçirir geçirmez çıkardıkları “Anayasa”da kadınların zorunlu hâller dışında evden çıkmasını yasakladılar. Zorunlu durumlarda ise ancak yanlarında mahremleri bir erkeğin eşliğinde ve İslâmî kurallara uygun giyimli olarak çıkabilmelerine cevaz var: yani çarşaflı ve peçeli. Yüzleri açık kadınlara satış yapılmayacak. Pazar yerine gitmeleri, yanlarında erkek bulunsa bile yasak.[6] Musul’da bir kadın ile kocası, kadın tüm vücudunu ve yüzünü kaplayan çarşafla peçe yerine sadece başörtüsü taktığı için, herkesin önünde kırbaçlandı, örneğin.[7]

‘The Independent’den Patrick Cockburn’ün bildirdiğine göre, ele geçirdikleri Beyci’de kapı kapı dolaşıp evlere kapattıkları kadınlara kimlik soruyor, evli olmayanları cihatçılara alıyorlar.[8] Suriye’de de, ele geçirdikleri Türkmen köylerinde evlerdeki her iki kızdan birinin IŞİD’e verilmesi kuralını koymuşlar. Kocası üç ay eve gelmeyen kadınlar da IŞİD’e verilecek…[9] 

* * *

Bunlar böyle oluyor…

Yine haberiniz var, değil mi; bir süredir sarıklı, cübbeli, şalvarlı bir “maneviyat ordusu” türedi bu topraklarda. Ellerinde bildiriler, broşürler, kitaplar. İnsanları “maneviyat”a, “Allah”a, “iman”a çağırıyor, tebliğde bulunuyorlar. Maden katliamının hemen ardından Soma’da boy göstermişlerdi. Tepkili, öfkeli madenci ailelerine, Somalılara “İsyan etmeyin,” diye telkinde bulunuyorlardı. “Onlar şehit oldular!” 

“Tebliğ”ciler geçtiğimiz günlerde Sakarya/Karasu’daki plajda ortaya çıktılar. Bu kez hedeflerinde denize giren, güneşlenen kadınlar vardı. Ellerindeyse, “Allah (c.c.) ve Rasulünün (S.A.V) istediği hanımefendi” başlıklı broşürler. 72 maddelik broşürde kadınlara şu “nasihat”ler veriliyordu: 

* Hanım tesettürlü olmalıdır…

* Kadın çalgılı düğünlere gitmemelidir…

* Yol ortasında insanların gezdiği yerlerde oturmamalıdır…

* Fal baktırmamalı, zorunlu olmadıkça alışverişi kocasına yaptırmalı, kocasından izinsiz dışarı çıkmamalıdır…

* Kaşını aldırması, saç ektirmesi ve estetik yaptırması haramdır…

* Pantolon giymemelidir…

* Yabancı erkelerle tokalaşmamalıdır…

* Evde köpek beslemek haramdır, ince çorap giymemeli, terlikle gezmemeli, müzik dinlememeli…[10]

“Münferit”, “meczup” falan denilecektir, biliyorum. Peki, hâlen görevinin başında olan Zonguldak müftüsü Nuh Korkmaz’ın “Ramazan ayında kadın ve erkeklerin aynı yerde denize girmesinin caiz olmadığı”na dair “fetva”sına ne buyrulur?[11] Ve de, yine Zonguldak’taki Kapuz plajında, tipik bir imam-cemaat uyumu içerisinde “erkek cankurtaran istemeyiz” diye kazan kaldıran kadın tatilcilere?[12] 

Bir yandan ülke içerisinde AKP iktidarının örtük, küçük adımlarla Türkiye’yi İslâmlaştırma/ Sünnîleştirme, “dinsel referanslı kültürel muhafazakârlık iklimi”ni hâkim kılma “projesi”ni hayata geçiriyor olması, diğer yandan (yine AKP destekli) Sünnî radikalizmin bölgede kaydettiği adımların, Türkiye’deki Sünnî fundamentalistleri cesaretlendirdiği, harekete geçirdiği ve yakın bir gelecekte bu tehdidin çok daha somut görünümlerle gündeme yerleşeceğini görmesini bilen gözler, görüyor.

Ama bir de görmeyenler, görmek istemeyenler var.

Örneğin, yıllar boyu bizleri “başörtüsü zulmü”ne karşı tavır almaya, bunun bir “insan hakları ihlâli” olduğunu haykırmaya çağıran İslâmcı feministler…

Belki inanmayacaksınız; AKP iktidarının 12. yılında hâlâ “tesettürlü bacılarımızın uğradığı mağduriyet”e sarılmayı sürdürenler… Dolmabahçe’de “deri eldivenli, onlarca üstü çıplak erkeğin tacizine uğrayan, yerlerde sürüklenen, bebeği tekmelenen tesettürlü hanım kardeşimiz” vaveylasını, görüntülerin ortaya çıkmasından sonra dahi sürdürenler…

Bir not düşeyim: Kemalist laikler bir yana… Feministler, sosyalistler olarak çoğumuz, kadınların giysilerini “özgürlük” sorunu kapsamında değerlendirip, üniversitelerde kadın öğrencilerin başlarını açmaya zorlanmasını eleştirdik. 

Şimdi IŞİD’in ya da diğer “İslâmcı” katil çetelerinin Afganistan’da Suriye’de, Irak’ta ve İslâm coğrafyasının diğer kesimlerinde kadınlara yönelik sürdürdükleri havsalaya sığmaz saldırganlık karşısında ne dediklerini merak etmiyor musunuz?

Ben söyleyeyim, HİÇ. Ağızlarını açmıyorlar. Susuyorlar.

Örneğin CHP’lilerin plajlardaki “haşemalı”ları beğenmemesine karşı hassasiyet içinde olanlar…[13] Ya da plajlarda kadınlara ayrı bölmeler tahsis edilmesini veya kadın-erkek plajlarının ayrılmasını eleştirenlere karşı “Yahu, Allah aşkına, bu ülkede kadınların ayrı bir mekânda, bedenlerini erkeklere teşhir etme mecburiyeti olmadan denize girme hakkı yok mudur?”[14] diye efelenenler… Karasu’da mayolu kadınları kapanmaya çağıranlara karşı susuyorlar.

Haydi, plaj “tebliğciler”ine çatmamak, onların “mahallesi”nin raconundandır, diyelim. Tabandaki “hassasiyet”leri kaşımaktan kaçınmak gerek, ne de olsa. 

Ya Suriye’de, Irak’ta ele geçirdikleri yerleşimlerde kapı kapı dolaşıp kadınları toplayan, “şeriat”a aykırı giyimli kadınları sokak ortasında kırbaçlayan IŞİD karşısındaki koyu suskunluğa ne demeli?

Merak ettim, “yandaş basın”ın kadın yazarlarının son bir ay içerisindeki yazılarını taradım. IŞİD konusundaki yorumlarına baktım. Neler yazmıyorlar ki?

Mesela ‘Yeni Şafak’tan Cemile Bayraktar, IŞİD’i bölgedeki Şii nüfus üzerindeki hâkimiyetini sürdürmek amacıyla, ABD ve İsrail ile ittifak içerisindeki İran’ın ve Batı işbirlikçisi Suud’un desteklediğini öne sürüp[15] ekliyor: “ABD’nin insansız hava araçlarının paramparça ettiği bedenleri görmezden gelip, Irak’ta tecavüze uğrayan kadınları görmezden gelip, bölgeyi restore için bırakılan dinamit Maliki’yi bir kenara bırakıp, IŞİD’in kafataslarıyla futbol oynadığı melun görüntüler üzerinden bu vahşeti salt Müslümanlara, Sünnîlere ihale etmenin haksızlık olduğunu düşünüyorum.”[16] 

Aynı gazeteden Kevser Topkar, IŞİD’in Irak’ta Türk rehineler almasını, “Başbakan Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı ABD ve bölgemizin asıl oyun kurucu aktörü İngiltere tarafından kesinlikle istenilmeme”sine bağlıyor[17]…

Özlem Albayrak, “IŞİD’in menşei konusunda şüphe uyandıracak çelişkiler”den[18] söz ederken örgütün ortaya çıkışını “şaibeli” bulduğunu ima ediyor. 

Ya da ‘Star’dan Elif Çakar, IŞİD’in Irak’ta kazandığı mevzileri, “Maliki’nin yıllarca dışladığı Sünnîlerin refleksi”ne bağlıyor.[19]

‘Akit’ten Merve Kavakçı ise, IŞİD vahşetinin sıradan Suriyeli ya da Iraklı Alevi, Türkmen, giderek Sünnî kadın ver erkekleri hedef aldığını görmezden gelerek şöyle buyuruyor:

“(…) İslâm milletlerine zulmü gün be gün reva görenler, onların enerji kaynaklarına göz koyanlar, hoyratça işgal edip, yakıp yıkıp sonra yeniden yapılandıranlar karşılarına dikilen itirazcılar, işkence görmüşler, zulmedilmişler, evlerinden barklarından çıkartılıp sürülmüşleri buluyorlar. Oluşan en ufak vakum yani boşluk da bir şekilde silahlı gruplarla dolduruluyor. Bugün IŞİD de nereden çıktı diye homurdananlar cevabı dünde ve kendilerinde aramalı.”[20]

Sibel Eraslan ise, IŞİD’in de dahil olduğu mevcut durumun salt “dış güçler, sömürge politikaları ve petrol” ile açıklamanın kolaycılığını vurgulayıp, “mezhep çatışmaları”na da dikkat çekiyor.[21]

“Derinlikli” tahliller, değil mi? Hem tarihsel, hem jeopolitik, hem de diplomatik… Peki, bazıları kendi “mahalleleri”nde dahi “bi’dat”la, “feministlik”le suçlanan İslâmcı kadın yazarların, “Yahu Müslümanlar, bu ne iştir; kelle kesip futbol oynamak, kapı kapı dolaşıp kadınlara el koymak, kadınların çarşıya-pazara çıkmasını yasaklamak, saçının teli gözükenleri meydanlarda kırbaçlamak, insanları güpegündüz topluca tarayıp cesetlerini oldukları yerde bırakmak hangi kitaba sığar?” diye isyan etmemelerini neye bağlamalı?

“Samimiyet testi” bugüne dek, İslâmcı kesimlerin laikleri, liberalleri, demokratları, sosyalistleri… velhasıl kendi mahalleleri dışındakileri, “insan haklarına saygı, demokratlık, liberallik vb.” adına “sınamak” için sıkça başvurdukları bir “test”. 

IŞİD karşısında bu testten kırık not aldılar.[22] 

Bu “kırık not”, onların “mahallesi” dışında “Ilımlı İslâm, köktendinciliğin panzehiridir” rehavetini sürdürenler için de uyarıcı olmalıdır… 

 

29 Haziran 2014 11:12:51, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Kaldıraç, No:157, Temmuz 2014…

[1] William Shakespeare..

[2] “Dikkatler Musul’a çevrilmişken Suriye’de sivillere karşı katliamları sürdüren IŞİD’in, Deyr Zor kentine bağlı El-Cawla köyünde onlarca sivili başını keserek öldürdüğü ileri sürüldü.” (“IŞİD 65 Sivilin Kafasını Kesti”, Gündem, 14 Haziran 2014, s.13.)

[3] “IŞİD’in Irak’ın Musul kentinde neden olduğu çatışmalardan sonra yüz binlerce insan evlerini terk etti. BM rakamlarına göre, pazartesiden bu yana evini terk etmek zorunda kalan insan sayısı yarım milyonu buldu. Kaçanların çoğu, Erbil, Kerkük ve Duhok kentine sığınıyor. (…) Çatışma mağduru Abed’in dikkat çektiği bir nokta ise IŞİD militanlarının kadınlara tecavüz ettiği iddiasıydı. Diğer iç savaş mağdurları gibi soyadını vermekten çekinen Abed, ‘Genç kadınları tecavüz etmek veya evliliğe zorlamak için kaçırıyorlar. Ailelerimizin namusunu kirletiyorlar’ dedi.” (“Iraklı Kadınlar IŞİD Tecavüzünden Kaçıyorlar”, Radikal,14 Haziran 2014.) 

[4] Ali Karataş, “IŞİD Militanları Kadınlara Tecavüz Ediyor”, Evrensel, 24 Haziran 2014, s.11. 

[5] “IŞİD’den Tez İnfaz ve Tecavüz”, Taraf, 14 Haziran 2014, s.3. 

[6] İşte Ertuş’un aktardığı başka “yasalar”: Tıraş makinası satılmayacak, tıraş tamamen yasak. Sadece üç gün oruç tutulacak (Savaş hâli sebebiyle). Teravih namazı camide kılınmayacak. Bayram namazı için ezan okunmayacak. Erkekler beş vakit camiye gelecekler. Keçilerin arkasına bez bağlanacak! (Lale Ertuş, “15 Yaşında Kızları Çarmıha Geriyorlar”, Hürriyet, 29 Haziran 2014… http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/26701591.asp.)

[7] “IŞİD Seks Cihadı İçin Kadın Arıyor”, Cumhuriyet, 25 Haziran 2014.

[8] “Militanlar Kapı Kapı Dolaşıp Kendilerine Kadın Arıyor”, Taraf, 23 Haziran 2014, s.2.

[9] Lale Ertuş, “15 Yaşında Kızları Çarmıha Geriyorlar”, Hürriyet, 29 Haziran 2014… http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/hayat/26701591.asp

[10] “Kadınlara ‘Kapanın’ Broşürü Dağıttılar”, Evrensel, 26 Haziran 2014, s.3. Birgün’deki haberde bu “nasihatler”e eklemeler var: Kadınlar ince çorap giymemeli, terlikle gezmemeli, müzik dinlememeli… (“Plajdaki Kadınlara ‘Kapanın’ Broşürü!”, Birgün, 26 Haziran 2014, s.6.)

[11] “Böyle Buyurdu Müftü: Kadın Ve Erkekler Aynı Yerde Denize Giremez!” Evrensel, 26 Haziran 2014, s.3.

[12] “Erkek Cankurtaran Krizi”, Cumhuriyet, 28 Haziran 2014, s.3.

[13] Bkz. Özlem Albayrak, “Çarşaf Sevgisi Bitti, Haşema Nefretine Buyurun”, Yeni Şafak, 11 Ağustos 2009… http://yenisafak.com.tr/yazarlar/OzlemAlbayrak/carsaf-sevgisi-bitti-hasema-nefretine-buyrun/18074

[14] Hidayet Şefkatli Tuksal, “Plaj mı, Utanç Duvarı mı”, Taraf, 16 Ağustos 2012.

[15] Cemile Bayraktar, “Orta Dünya’da Bir Truva Atı Olarak ‘IŞİD’ Yahut ‘Mezhep Savaşı’ [1 ve 2]”, Yeni Şafak, 24 ve 25 Haziran 2014… http://yenisafak.com.tr/yazarlar/CemileBayraktar/orta-dunyada-bir-truva-ati-olarak-isid-yahut-mezhep-savasi-2/54502.

[16] Aynı makale (2), Yeni Şafak, 25 Haziran 2014.

[17] Kevser Topkar, “İslâm İçinde İki Ayrı Din”, Yeni Şafak, 24 Haziran 2014. http://yenisafak.com.tr/yazarlar/KevserTopkar/islam-icinde-iki-ayri-din/54484

[18] Özlem Albayrak, “IŞİD’in Çelişkileri, Ortadoğu’nun Hâlleri”, Yeni Şafak, 13 Haziran 2014, http://yenisafak.com.tr/yazarlar/OzlemAlbayrak/isidin-celiskileri-ortadogunun-halleri/54306 [19] Elif Çakır, “El Kaide Olmadı, IŞİD verelim”, Star, 16 Haziran 2014, http://haber.stargazete.com/yazar/el-kaide-olmadi-isid-verelim/yazi-896499 [20] Merve Kavakçı İslâm, “Yeni Bir Dünya Düzeni”, Akit, 13 Haziran 2014. http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/merve-kavakci-İslâm/yeni-bir-dunya-d

[21] Sibel Eraslan, “Türkiye’de ve Ortadoğu’da Çözüm Süreci”, Star, 13 Haziran 2014.

[22] “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” denir Kur’an’da. (39:9.) Ve de, “Dinde zorlama olmaz”…

Sayfalar