Salı Mart 19, 2024

Temel Demirer

 

Hakkında

Objektifiz ama tarafsız değiliz. Tarafsız olmak korkaklıktır. Çünkü insan doğru ve yanlış arasında tarafsız olamaz. http://temeldemirer.blogspot.com/BiyografiKendimden söz etmenin pek anlamlı ve “şık” olmadığına inanan biri olarak çok düşündüm...
Ne yazacağımı kestiremedim...
Ve nihayet şunları diyebilmenin en doğrusu olduğuna karar kıldım...
“İnsana ait hiçbir şey bana yabancı değil,” diyen(lerden);
dünyaya aşağıdan bakan(lardan);
kendi kuşağımla müthiş bir serüveni yaşayan(lardan);
yaşadıklarımdan asla pişman olmayan(lardan);
ve hatta yaşadıklarımı yaşamış olmayı bir onur ve şans addeden(lerden);
John Maxwell’in, “İnsanlar, onları ne kadar umursadığımızı bilmedikçe, ne kadar bildiğimizi umursamazlar...”; Bertolt Brecht’in, “Yenilgilerimiz, rezalete karşı savaşa katılanlarımızın yeterince kalabalık olmadığından başka bir anlama gelmez”; V. İ. Lenin’in, “Silah kullanmasını öğrenmeyen, silah elde etmeye çalışmayan bir ezilen sınıf, ancak köle muamelesi görmeye layıktır,” sözlerine müthiş değer veren(lerden);
sevdasız kavga, kavgasız sevda olmaz diyen(lerden);
bir afet-i devrana aşık olan(lardan);
hâlâ “tek yol devrim” gerçeğine bağlı olan(lardan);
ve nihayet “Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek!” diyen(lerin) safındaki sıradan, vasıfsız, herhangi biriyim...
54 tevellütlüyüm... Kemal’den olma Necla’dan doğmayım... Çorum ili Kale mahallesi nüfusuna kayıtlıyım...
Okur yazarım...
Ve nihayet hâlen “sakıncalı” dedikleri(nden) ve GBT’lerindeyse sabıkalıyım...
11.01.2004 14:32:09, Ankara.

TÜRKİYE’DE YAYINLANAN KİTAPLARIM

* GÖZ GÖRMEZ BİLİNÇ GÖRÜR, Hazırlayan: Mehmet Özer, Nota Bene Yay., 2012, 152 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ORTADOĞU: YALANCI BAHAR, Derleyen: Babür Pınar-Recai Ulutaş, Nitelik Kitap, 2012, 448 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2009 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2011, 434 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* BEYOND GLOBALIZATION – WORLD LEARNING/ INTERNATIONAL HONORS PROGRAM TURKEY READER 2011/12, Derleyenler: Yücel Demirer - Sibel Özbudun, 2011, 476 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif), (“Geopolitics of Turkey in the US-EU-Mideast Triangle”- Temel Demirer)


* EMPERYALİZM VE ULUSAL SORUN, Derleyen: Babür Pınar-Muzaffer İlhan Erdost, Nitelik Kitap, 2011, 335 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSMAİL BEŞİKÇİ, Derleyenler: Barış Ünlü-Ozan Değer, İletişim Yay., 2011, 589 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SESİNİ YİTİREN ŞEHİR SİVAS, Editör: Mehmet Özer, Çankaya Belediyesi Yay., Temmuz 2011, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2009 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2010, 659 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KRİZ, KAPİTALİZM, İSYAN, Ütopya Yay., 2010, 559 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KRİZ VE HAYAT YAZILARI: BİR TAŞ DA SİZ ATIN, Ütopya Yay., 2010, 464 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ASLOLAN DEVRİMİN GÜNDEMİDİR, Kaldıraç Yay., 2010, 784 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TEKEL DİRENİŞİ DERSLERİ 2010-SENDİKALARIMIZI GERİ ALACAĞIZ, Kaldıraç Yay., 2010, 206 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA: İSYAN HEP VARDI!, Sibel Özbudun (der.), Kaldıraç Yay., Ocak 2010, 661 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KUŞATMAYI YARMAK: EĞİTİM, BİLİM VE AYDINLAR, Kaldıraç Yayınevi, Ekim 2009, 392 sayfa, Temel Demirer-Sibel Özbudun.


* ALMANAK-2008 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2009, 608 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* HAK(SIZLIK), HUKUK(SUZLUK) MU? “SUÇUMUZ İNSAN OLMAK”!, (Sibel Özbudun’un önsözüyle), Kardelen Yay., Nisan 2009, 365 sayfa, Temel Demirer.


* HRANT’IN KATİL(LER)İ… (Sait Çetinoğlu’nun önsözüyle), Pêrî Yayınları, Şubat 2009, 336 sayfa, Temel Demirer.


* LİBERALİZM/MUHAFAZAKÂRLIK KISKACINDA KADIN, Kaldıraç Yayınevi, Şubat 2009, 237 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2007 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2008, 456 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “HAYIR, EVET’TEN ÖNCE GELİR”! HUKUK(SUZLUK) YAZILARI, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 496 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “SÖYLENECEK YALAN KALMADI” İNSAN HAK(SIZLIK)LARI, Ütopya Yay., Mayıs 2008, 510 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA’DA İSYANIN TARİHİ, Hazırlayan: Sibel Özbudun, Ütopya Yay., 2008, 549 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESEL KAPİTALİZMİ MEŞRULAŞTIRAN SÖYLEMLER, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 67, Maki Yay., 2008, 218 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YABANCILAŞMA VE..., Ütopya Yay., 2008, 316 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)
* ALMANAK-2006 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2007, 654 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MİLLİYETÇİLİK, YURTSEVERLİK VE SOL, Editör: Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı: 65, Maki Yay., 2007, 212 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA’DAKİ GELİŞMELER, TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Ankara-2007, 34 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME, KADIN VE ‘YENİ’-ATAERKİ, Ütopya Yayınevi, Ankara-2007, 228 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İMPARATORUN SOYTARISI EGEMEN MEDYA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2007, 319 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2005 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2006, 439 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “DERİN” MİLLİYETÇİLİĞİN SİYASAL İKTİSADI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MAFYA NARKOEKONOMİ VE SUSURLUK / ŞEMDİNLİ, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 379 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AVRUPA BİRLİĞİ VE “ÇOKKÜLTÜRCÜLÜK YALANI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 444 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EĞİTİM ÜNİVERSİTE YÖK VE AYDIN(LAR), Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 543 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KIYAMETE ÇEYREK KALA! EKOLOJİ YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2006, 501 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* DÜNYAYI ISITAN LATİN ATEŞİ, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2006, 302 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA YERLİLERİ: TEK BİR HAYIR, YÜZLERCE EVET, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-2006, 368 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KAVRAM SÖZLÜĞÜ-SÖYLEM VE GERÇEK (1), Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2005, 709 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ALMANAK-2004 ANALİZLERİ, Sosyal Araştırmalar Vakfı Kitaplığı, İstanbul-2005, 464 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* LATİN AMERİKA BAŞKALDIRIYOR, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 416 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ELVEDA NİSYAN, MERHABA İSYAN, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 558 sayfa, Temel Demirer.


* KÜRESEL İNTİFADA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 592 sayfa, Temel Demirer.


* “YENİ DÜZEN(SİZLİK)”DEN BAŞKALDIRIYA, Ütopya Yayınevi, Ankara-2005, 592 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ ROMA: TERÖRİST ABD-IV. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 270 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE İMPARATORLUK: “YENİ EKONOMİ”DEN ÖNLEYİCİ SAVAŞA...-III. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 382 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞMENİN TİRANLIĞI: NE, NİÇİN, NASIL?-II. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ MUHAFAZAKÂRLIK YOĞUNLAŞIRKEN KÜRESEL VAHŞET-I. KİTAP, Tohum Yayınevi, İstanbul-2004, 334 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ABD SALDIRGANLIĞI: IRAK VE ÖTESİ-III. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* 11 EYLÜL’DEN AFGANİSTAN’A ABD İMPARATORLUĞU-II. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 287 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KOVBOYUN SÖMÜRGE İMPARATORLUĞU-I. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2004, 346 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SAKLANMAYA ÇALIŞILAN BİR MEŞALE: İBRAHİM KAYPAKKAYA, Umut Yayıncılık, İstanbul-2003, 232 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSYANIN ADI: FİLİSTİN-İNTİFADA KAZANACAK!, Ütopya Yayınevi, Ankara-2002, 479 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* XXI. YÜZYILLA GELENLER: SÖYLENCELER VE GERÇEK, Ütopya Yayınevi, Ankara-2002, 447 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİST MÜCADELE ETİĞİ, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2001, 336 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE TERÖR (TERÖRİZM, SALDIRGANLIK, SAVAŞ) II. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 334 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KÜRESELLEŞME VE TERÖR (TERÖR KAVRAMI VE GERÇEĞİ) I. KİTAP, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 364 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AMERİKA: RÜYA MI, KÂBUS MU? YANKEE İMPARATORLUĞU, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 368 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ÖDP YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2001, 316 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)
* KÜRESELLEŞMENİN EKOLOJİK SONUÇLARI, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2000, 190 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EKOLOJİ POLİTİK, Özgür Üniversite Kitaplığı, Maki Yayınevi, Ankara-2000, 136 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* AVRUPA BİRLİĞİ ve SOSYALİSTLER: AKINTIYA KARŞI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* GERİCİLİK KÜRESELLEŞİRKEN FAŞİZM!.. YENİDEN Mİ?.., Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 299 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KADIN YAZILARI, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 170 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MARKSİZM VE EKOLOJİ, Öteki Yayınevi, Ankara-2000, 481 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TERÖR NE? TERÖRİST KİM? (AVRUPA ASYA ve ORTADOĞU), Cilt:2, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 384 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TERÖR NE? TERÖRİST KİM? (ABD EMPERYALİZMİ ve LATİN AMERİKA), Cilt:1, Ütopya Yayınevi, Ankara-2000, 284 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* EĞİTİM: NE İÇİN? ÜNİVERSİTE: NASIL? YÖK: NEREYE?, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 264 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* NEO-LİBERAL SALDIRI KRİZ ve İNSANLIK, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 494 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* “YDD” KISKACINDA ÇEVRE ve KENT, Ütopya Yayınevi, Ankara-1999, 473 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* CHE FİDEL KÜBA, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 135 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YABANCILAŞMA, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 112 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MEDYA ELEŞTİRİSİ ya da HERMES’İ SORGULAMAK, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1999, ikinci baskı, 176 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* DÜNYANIN BALKONUNDAKİ İSYANCILAR, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, ikinci baskı, 304 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* ÖDP: İMKÂNLAR ve SORU(N)LAR, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 576 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* MAYALARIN DÖNÜŞÜ, Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1998, 311 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* POSTMODERN MÜDAHALE ve BAŞKALDIRI İMKÂNI (BRECHT “BİTTİ” FUTBOL “VERELİM”!), Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 528 sayfa, Temel Demirer.


* SOKAKTA ve DUVARDA 1968, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1998, 207 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* VE KİRLENDİ DÜNYA..., Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1997, 319 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOKAK’TAKİNE NOTLAR, Özgür Üniversite Kitaplığı, Öteki Yayınevi, Ankara-1997, 456 sayfa, Temel Demirer.


* ÖDP’YE KENAR NOTLARI, İnsancıl Yayınları, İstanbul-1997, 88 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KOYUNLAR KURTLAR KÖPEKLER (YENİ DÜNYA DÜZENSİZLİĞİ EMPERYALİZM ve UMUT), Anahtar Kitaplar Yayınevi, İstanbul-1997, 160 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* KARA PARA KİRLİ SAVAŞ (TÜRKİYE’DE MAFYA ve DEVLET), Özgür Üniversite Yayınları, 171 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* İSPANYA’DAKİ II. KITALARARASI BULUŞMA İÇİN “YDD”YE KARŞI TEZLER - II. KITALARARASI BULUŞMA İÇİN EKOLOJİK KIYAMET TEZLERİ, Özgür Üniversite Yayınları, 56 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ DÜNYA DÜZENİ AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE, Dev. Maden-Sen Yayınları, 64 sayfa, Ankara-1996, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* CANAVARLAŞAN MEDYA, 1996-İstanbul, Yorum Yayınevi, 287 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YENİ DÜZENİ ya da DÜZENSİZLİĞİ, 1996-İstanbul, Pelikan Yayınları, 304 sayfa, Temel Demirer.


* SOLAN FOTOĞRAFLARDA BİTEN VE BAŞLAYAN, 1993-İstanbul, Sorun Yayınları, 248 sayfa, Temel Demirer.


* GERİCİLİK DÖNEMİNDE DÜNYA ve TÜRKİYE, 1993-İstanbul, Sorun Yayınları, 190 sayfa, Temel Demirer.


* DİSK’İN “ÖREN TEZLERİ” ve SOSYALİST TAVIR, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 189 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* TOPLUMSAL DİNAMİKLER ve ÖRGÜTLENME EKSENLERİ, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 270 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİZM “YENİ DÜNYA DÜZENİ” TÜRKİYE, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 192 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* SOSYALİZMİN SORUNLARI ÜZERİNE AÇILIM TARTIŞMALARI, 1992-İstanbul, Sorun Yayınları, 256 sayfa, Temel Demirer, vd’leri. (Kolektif)


* YOL BALADI, 1988-Ankara, Ekin Yayınları, 61 sayfa, Temel Demirer.
* T.B.“K”.P PROGRAM TASLAĞININ ELEŞTİREL ANALİZİ, 1988-İstanbul, Sorun Yayınları, 86 sayfa, Temel Demirer.

İletişim:

temeldemirer@kaypakkaya-partizan.net(Hazırlanıyor)

http://www.facebook.com/TemelDemirer

https://twitter.com/temeldemirer

 

 

Bir yaratıcılık hali:Yazmak

“Yararsız olmak,ölü olmaktır.”[1]

“Sanatsal”, “estetik”, “edebî” bir yaratıcılığı değerlendirirken; çok düşünmek, tartıp-ölçmek; çok az konuşmak gerekir.

“Eleştiri”, taraflılığını asla gizlemeden, ayan beyan tavrıyla, böyle bir şey olabilirse anlamlıdır.

Bu nedenle ister değerlendirme, ister eleştiri, ne denilirse denilsin, o hâle dair hep, William A. Ward’ın, “Beni pohpohlarsan sana inanmam, beni eleştirirsen seni sevmem, beni görmezlikten gelirsen seni affetmem. Ama bana cesaret verirsen seni asla unutmam”; Johann Wolfgang Von Goethe’nin, “Düzeltmek çok şey sağlar, ama eleştiriden sonraki cesaret, sağanak yağmurdan sonra çıkan parlak güneşe benzer,” sözlerini anımsar/ anımsatırım.

“Neden” mi?

Gayet basit: Yaratıcı-yıkıcılık olarak da nitelenmesi mümkün olan değerlendirme/ eleştiri cesaretlendirme/ yüreklendirmedir.

Sarah Bakewell’a 2010’da İngiltere’nin ‘Ulusal Kitap Eleştirmenleri Ödülü’nü kazandıran “Nasıl Yaşanır?” sorusuna, “Her şeyi sorgulayın” yanıtını vermesi[2] de bundandır…

* * * * *

“Yazmak”, yaşamak ve yaşatmak kadar cesaret işidir. Çünkü bir Latin Atasözü’ndeki üzere, “Utanmasını bilmemek, utanç verici bir şeydir…”

Yazarken, yani yaratırken Ali Berktay’ın, “Gün siyasi iktidarlara akşamlı olabiliyor, yaratıcı sanatçılara değil,”[3] notunu asla “es” geçmeden; “Anne bak kral çıplak” diye haykıran isyancı çocuk yanımızı daima diri tutabilmeli ve Pablo Picasso’nun, “Her çocuk sanatçıdır. Mühim olan büyüyünce de öyle kalabilmektir,” sözlerini unutmamalıyız.

Sadece bu kadar mı?

Hayır bir de, Oscar Wilde’ın, “Sanat eserinin güzelliği yaratıcısının ya da yazarının olduğu gibi olmasından gelir…”; J. Wolfgang von Goethe’nin, “Elleriyle çalışan insan işçidir. Elleri ve kafasıyla çalışan insan ustadır. Elleri, kafası ve yüreği ile çalışan insan sanatkârdır,” betimlemeleri eklenmeli yazmak ya da edebiyat meselesinden söz edilirken…

* * * * *

İyi de bu düzlemde “Edebiyat nedir” mi?

Binlerce yanıtı var elbet. Ama ben “edebî” bağlamda Umberto Eco’nun yanıtını benimseyenlerdenim:

“Edebiyatın amacı sadece insanları eğlendirmek ve avutmak değildir. Aynı zamanda, daha iyi anlamak istediklerinden aynı metni iki kez, hatta belki de birkaç kez okumaları için insanları harekete geçirmek ve heveslendirmektir. Bu bakımdan, çifte kodlamanın istemsizce yapılan soylu bir hareket değil, okurun zekâsına ve iyi niyetine saygı göstermenin bir yolu olduğunu düşünüyorum.”

“Ödülü” ve “Ödüllendirilmeyi” reddeden edebî yaratıcılık, ‘Nobel Ödülü’ne “Hayır” diyen Jean Paul Sartre’ın şu sözlerini daima terennüm eder:

“Resmi payeleri hep reddettim. Legion d’Honneur’ü de kabul etmemiştim. Fransız Akademisi’ne de girmedim. Yazar kendisinin bir kuruma dönüştürülmesini reddetmelidir. Bu onur verici bir paye dahi olsa, bunlar kişisel nedenlerim. Ayrıca şu da var: Ben iki kültürün barış içinde bir arada yaşayabilmesi için uğraşıyorum. Elbette çelişki ve çatışma var ve olmalı. Burjuva bir ailede yetiştiğim hâlde sosyalist oldum. Sempatim ondan yanadır. Bir de bu yüzden, bu ödülü verenlerin konumundan dolayı, kabul edemem… Benim gibi yaşlı bir devrimciye böyle bir ödül vermek, kapitalizmin öç alma girişiminden başka bir şey değildir…”

* * * * *

Devam edelim…

Düşünsel bir faaliyet olarak edebiyat: Öğrenerek, yaşayarak düşünen insanî bir yaratıcılıktır.

Yeni bir düşüncenin “olağan” denilene verdiği sarsıcı acı; aynı şeyi düşünenlerin düşünmemişliklerini deşifre edip; Jacques Audiberti’nin, “Hiçbir şey demiyor, daha fazlasını da düşünmüyor”; Antoine de Rivarol’un, “Berrak olmayan söz, söylendiği dilde değildir,” uyarılarının altını da çizerken taraflı ve net olduğunu haykırır yüksek sesli prangasız özgürlüğüyle…

Gerçekten de yazmak eyleminin, edebî faaliyetin ticarete dönüştü(rüldü)ğü kapitalist çerçevede Orhan Pamuk’un İletişim Yayınları’ndan Yapı Kredi Yayınları’na geçerken transfer ücreti olarak 1 milyon dolar aldığı bir ortamda,[4] sanatta star sisteminin ne demek olduğu bir kez daha hepimizin bilgisine sunulmaktadır…

Kimse inkâr edemez: Sürdürülemez kapitalizmin sanatta star sistemi dayatmasıyla edebiyat ve sanatın sürüklediği verimsizlik, çıkışsızlık yazınsal ortamı “ticaret alanı” hâline dönüştürdü. Böylelikle yazınsal faaliyet metalaştıkça, pazarlama nesnesi olarak dolaşıma katılır oldu. Bu koşullarda, meta-kitap daha çok okunmaya değil, tüketilmeye odaklanan bir anlayışla piyasaya sunuluyor sunulmasına da…

Adnan Özyalçıner’in ifadesiyle “Metalaştırma edebiyatın önünü kesiyor… Oysa Edebiyat yaşamı savunmaktı…” değil mi?

O hâlde yazar, W. Shakesperae’in, “Altın sarı pırıl pırıl kıymetli altın/ Bunun bu kadarı karayı ak çirkini güzel/ Eğriyi doğru alçağı yüksek, ihtiyarı genç, korkağı yiğit eder,” diye betimlediği meta ilişkileri sarmalına ilişkin olarak, “Retro me satanas/ Şeytan benden uzak dur!” diyebilmelidir…

* * * * *

Yazmak cesarettir. Yani dünyayı değiştirmeye taraf olma cesaretidir.

Bir yerde “deliler” yapabilir bunu; teslim olmayanlar; malın mülkün teslim alamadıkları…

Yani gökyüzünde yaşayanlar; denizlerde soluk alanlar; cesurlar, cüretkâr “deliler” yapabilir bunu…

Onlar ki “11. Tez”in bilincinde olanlardır.

Yani dünyayı değiştirme gerekliliğine; artık hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağına bağlananlar yazabilirler…

Mesela Nicanor Para’nın, ‘Genç Şairler’ başlıklı şiirindeki gibi:

“Nasıl isterseniz öyle yazın/ Nasıl anlatırsanız anlatın/ Öyle çok kan aktı ki köprülerin altından/ İnanmak yerinde değil/ Tek yolun doğru yol olduğuna./ Şiirde her şeye izin var./ Ama unutmayın temel koşulu:/ Bir şeylerle dolmalı boş sayfalar”…

Parra’ya katılıyorum. Yazılmalı. Boş sayfalar doldurulmalı. ABD’li romancı Thomas Wolfe sokak duvarlarına bile kömürle yazarmış…

Kolay mı? Bir cüret olarak yazmak konusunda 2005’te Berlin’de düzenlenen ‘Uluslararası Edebiyat Şenliği’nin açılış konuşmasında Carlos Fuentes, “Gerçeklik durağan değil, değişkendir. Gerçekliğe ancak onu olmuş bitmiş bir şey olarak tanımlamaya kalkışmazsak yaklaşabiliriz… Edebiyatta siyasal güç olsa olsa ayrıksı bir biçimde olabilir,” demişti.

Ve nihayet Stendhal’ın, “Bir tek kural tanırım: Üslûp çok açık seçik, çok basit olamaz”; A. Camus’nün, “Anlaşılmaz bir biçimde yazanlar şanslı: Onları yorumlayanlar olacak,” notunu düştükleri yaratıcılık açısından iyi bir yazın bize kahramanının gerçeklerini, kötü bir yazınsa yazar hakkındaki gerçekleri anlatır.

Son bir şey daha: Latin deyişindeki üzere, “Yazan iki defa okur”ken; yazmak için yaşamak, taraf olmak ve kütüphaneleri devirmek “olmazsa olmaz”dır…

* * * * *

Yazmak, bir modanın veya öne çıkarılanın ürünü olamaz ve olmamalıdır da…

Çünkü Oscar Wilde’ın, “Dayanılmaz bir çirkinliktir. Her altı ayda bir değiştirmek zorunda kalışımızdan belli değil mi?”; George Santayana’nın, “Barbarca bir şeydir; mantıksız yenilikler ve yararsız taklitler yaratır,” diye betimledikleri “moda”, kısa sürede unutulmaya mahkûm olan; kalıcı olamayandır…

Kalıcıyı yazmak, “endişe”dir; “kuşku”dur…

Kuşkusuz, endişesiz yazılamaz…

Miguel de Unamuno’nun, “Kuşkucu, kuşkulanan demek değildir. Bulduğunu ileri süren ve sanandan farklı olarak, araştıran ve soruşturan demektir,” diye betimlediği hâl, bir eleştirmenin, gözlemcinin baş özelliğidir.

Gerçeğe doğru atılmış ilk adım olarak kuşku bir eleştiri öğesidir ve eleştirinin eğilimi ister istemez kuşkucudur.

Bu bağlamda da gerçeğe ulaşabilmek için herkesin geçmek zorunda olduğu bir dehlizdir kuşku.

Kuşku, meraka mündemiçtir…

Kuşkusu kadar merak etmeyen, merakla sorgulamayan yazın da olamaz…

Mark Twain’in, “Bundan yirmi yıl sonra yapmış olduğun şeylerden çok, yapmamış olduğun şeylerin düş kırıklığını yaşayacaksın… Güvenli limanlardan demir al, engin denizlere yelken aç. Şişir yelkenlerini. Keşfet. Hayal et…” diye betimlediği merak resmî ideolojinin katletmek istediği bir mucizedir…

Önemli olan, sorgulamaktan vazgeçmemektir… Çünkü merak nedensiz değildir; “Merakı hiçbir zaman elden bırakmayın,” der örneğin Albert Einstein…

* * * * *

Tamamlıyorum: Yazın emekleri onu anlamayan insanlar tarafından basılırlar; onları anlamayan insanlar tarafından satılır; onları anlamayan insanlar tarafından satın alınır, okunur ve eleştirilirken; Yevgeni Zamyatin’in, “İlk kitabın yazıldığı gün, insan maymun olmaktan çıktı, maymunun hakkından geldi,” sözleriyle betimlediği yazmak: Herşeydir ve hiçbir şeydıi! Yazılmışı gören gözdedir keramet…

Son bir şey daha: Edebî yazında, “Humilitas occidit superbiam/ “Alçakgönüllülük, kibri yener,” her seferinde…

1 Mart 2014 05:27:49, Ankara.

N O T L A R

[*] Ümüş Eylül Dergisi, No:12, Temmuz-Ağustos-Eylül 2014…

[1] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.543.

[2] Sarah Bakewell, Nasıl Yaşanır, Çev: Emre Ülgen Dal, Domingo, 2013.

[3] Ali Berktay, Tiyatro-Devrim-Meyerhold, Mitos-Boyut Yay., 1997.

[4] Selin Sayar, “Transfer Edebiyatı!”, Milliyet, 11 Temmuz 2013, s.9.

“Sırası mıydı şimdi Tuncay?

“İthaka sana bu güzel yolculuğu verdi İthaka olmasa yola hiç koyulmayacaktın.”[1]

Dersim (Festivali) yolunda Arzu’dan, Tuncay (Atmaca) yoldaşın -31 Temmuz 2014’de- bizi bırakıp gittiği haberini alınca aklımdan geçen ilk şey, “Sırası mıydı şimdi Tuncay?” oldu…

Ardından da “Ölüm adın kalleş olsun” dedim; Barışta (Erdost), Seyhan (Şanalan) ve Ata (Soyer)’dan sonra 2013’den beri tam dördüncü kez Tuncay’la…

* * * * *

Mevlâna’nın, “Sevgide güneş gibi ol/ dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol/ hataları örtmede gece gibi ol/ tevâzuda toprak gibi ol/ öfkede ölü gibi ol/ her ne olursan ol/ ya olduğun gibi görün/ ya göründüğün gibi ol,” deyişindeki gibi bir insandı, komünistti…

İnsandı; insanın kendini onda tanıyabildiği tam bir insandı! Yani Nâzım Hikmet gibi, “Aya gidilecek - daha da ötelere/ Teleskopların bile görmediği yere,/ Ama bizim dünyada ne zaman kimse aç kalmayacak,/ Korkmayacak kimse kimseden/ Emretmeyecek kimse kimseye/ Yermeyecek kimse kimseyi/ Umudunu çalmayacak kimse kimsenin/ İşte ben komünistim bu soruya/ Karşılık verdiğim için…” diye haykıran komünistti…

* * * * *

Onu anlatmak da ne, Ondan söz etmek bile çok zor; Sunay Akın’ın, “Bazen dünyanın en zor mesleğidir./ Kendi duygularına tercüman olmak,” dizelerindeki üzere…

Sadece yoldaşım değil, silah arkadaşımdı; aynı hayalleri kurup, onlar için dövüşmüştük Emeğin Birliği’nde…

Şimdi O bizi, Nâzım Hikmet’in, “Güzelim dünya elveda!/ Ve merhaba kâinat”; Attila İlhan’ın, “Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız”; Ahmet Telli’nin, “Gidenler nerde kaldılar/ Özledim gülüşlerini/ Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki,” dizeleri eşliğinde bırakıp gittiğinde 

F. Kafka’nın, ‘Milena’ya Mektuplar’ındaki, “Varlığın için teşekkür ederim,” cümlesini telaffuz edebiliyorum bıyıklarımı hırsa kemirip, dudaklarımı ısırırken…

* * * * *

İnsanların çoğunun ruhunun, bedenlerinden önce çürüdüğü postmodern zamanlarda “Yaşadığımı gör, yaşarsın,” diyenlerdendi.

Yani “Bana güç veren zaferlerim değil, yaşamdaki yenilgilerimdir,” diyen E. Che Guevara’nın; “Tüm çiçekleri kopartabilirler ama yine de baharın gelmesini asla engelleyemezler,” ısrarındaki Pablo Neruda’nın soyundandı…

Hep “Umutsuzlukta haklı çıkacağımıza umutta yanılalım,” ısrarıyla ve asla vazgeçmeden yaşadı, yaşattı…

Yaşayarak öğrendi hayatı; sadece okuyarak, anlatarak değil!

* * * * *

Onunla ilgili anılarım elbette var.

Ancak André Gide, “Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır,” dese de, ortak düşlerimizin illegal ve firari anılarına el atmayacağım. 

Malum “Anılarla ilgili sorun, bize duymak istediklerimizi söyletmesidir.”[2]

Bunun yerine, Ona olan hayranlığımın altını çizeceğim bir kez daha; birlikte yaşadığımız olağanüstü serüvenin bir parçası olduğumuzu unutmayan bir minnetle…

* * * * *

Hep, zamanının ötesinde yaşadı…

Bugüne yani “olağan” denilen çürümeye teslim olmadı; onunla kavgalıydı çünkü…

Bilmiyor olamazsınız: Pythagoras’ın, “Nedir?” sorusuna, “Bu dünyanın ruhu” yanıtını verdiği zaman ile hakikât yoldaştırlar.

Ve zaman, herkese hakkını veren bir yargıçken; her şeyi düzene sokarken; “Zamanın Ruhu”na teslim olmadan zamana zaman verenlerdendi…

Evet, “Zaman büyük bir öğretmendir; ne yazık ki bütün öğrencilerini öldürür,” Curt Goetz’in işaret ettiği gibi… 

Ve o en iyi öğrencilerinden birisini, Tuncay yoldaşı aldı, ayırdı biz(ler)den…

* * * * *

“Ayrılık”, “Firkat”, “Hicran” ne derseniz deyin…

Ondan her söz ettiğinizde, yüreğimin başını ezen; Susana Tamaro’nun, “Ayrılıklar benim için her zaman birer yara olmuştur”; Mevlana’nın, “Neyi istersen yak yık, ama ayrılıktan söz etme”; Karacaoğlan’ın, “Çeken bilir ayrılığın derdinden,” sözlerini anımsarım…

Laf aramızda, gidenler duymaz ayrılık acısını, arkada kalanlardır acı çeken…

* * * * *

Acı çektiğim doğrudur…

Euripides, “Kimbilir belki de yaşamak ölmektir, ölmek de yaşamak”; Farabi, “İyi bir insan öldüğünde ona ağlamayın. Asıl onu kaybeden topluma ağlayın,” demiş olsa da nasıl olmasın? 

Evet, her şey değişir. Her şey yerini bulur ve sonra yok olurken; “Var olduğumuz sürece ölüm ortada yoktur; ölüm geldiği anda da biz artık yokuz,” notunu düşmesine düşer de Epikuros…

Yine de acı çektiğim doğrudur…

Tamam, hayat başlar ve biter! Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırılabildiğin önemlidir veya Albert Camus’ün ifadesiyle, “Yaşama nedeni denilen şey, aynı zamanda çok güzel bir ölme nedenidir de” ancak gel de bunları sızlayan yorgun yüreğime anlat…

Evet, sızlayan yorgun yüreğim, belki de onca ölümle yüzleştiğim gençlik günlerimdeki gibi değilim…

Ama Tuncay deyince; giderek yufkalaşan yüreğimdeki acılardan söz etmek yerine; “Ölüm korkusunu aşmadıkça insan için özgürlük yoktur. Ama intihar ile değil. Bu korkuyu aşmak için kendini bırakmamak gerekir. Hiç burukluk duymadan, korkmadan ölebilmeli… Yaratıcı olarak ölümün kendisine hayat verdim. Ölmeden önce yaptığım şey bu… Ya zamanla birlikte yaşar ölürsün, ya daha yüce bir yaşam uğruna zamanın dışına çıkarsın,” diyen Albert Camus’den…

 Veya Jean Paul Sartre’ın, “Bir şey sona ermek için başlamıştır. Serüven uzamaya gelmez. Ona anlam veren ölümdür yalnız”; Heracleitus’un, “Doğanlar hem yaşamayı hem de ölümü kabullenirler ve arkalarında çocuklar bırakırlar; böylece ölüm yeniden doğar,” saptamalarındaki sonsuz gerçekten söz etmeliyim…

* * * * *

Tuncay hepimize, aşka ve hayata dair “Hâlâ tek yol devrim” diye haykıran bir sancak bıraktı…

Onun biz(ler)e bıraktığı aşk ve hayat sancağı hakkında öğrenebildiğim/ öğrendiğimiz her şeyi şöyle özetleyebilirim: “Hayat ve mücadele devam ediyor”!

Kolay mı?

Yaşamın ve zamanın değerini bilmeyen onu değerlendiremezken; insan(lar)ın ütopyaları varsa ve bu uğurda mücadele ediyorlarsa, işte o zaman bir anlamı vardır hayatının…

Kaldı ki hayata karşı takınılan tavır, hayatın biz(ler)e karşı takındığı tavrın da özeti değil midir Tuncay’ın karakterinde özetlendiği üzere… 

* * * * *

Diyeceklerimi sonluyorum: “Bir insanın karakteri, onun koruyucu tanrısıdır,” dermiş Herakleitos…

Tam da öyle işte! Yaşanmışlıklar ile hastalık insanın temel karakterini ortaya çıkarırken; hayat zorlu mücadelelerin toplamından başka bir şey değildir! 

Tuncay’ın komünist karakteri Onun her koşuldaki kusursuz koruyucusuydu…

Çünkü Onun kusursuz koruyucusunu, sınıf mücadelesi oluşturup, biçimlendirdi…

O karakteri, “Gözyaşlarım akıp boğmadan bu şehri/ işte yine gidiyorum/ yine bana sensizlik kalıyor/ yine bana sessizlik”[3] dizeleri eşliğinde “adı kalleş olan” karşısındakine meydan okuyan, teslim olmayan metanetiyle görmeliydiniz; ki ben bunun yakın tanığıydım…

* * * * *

Yaşam boyu çok şeyin yanından geçip gittiğimiz, yüzleştiğimiz, karşı koyduğumuz; birçok fırsatı, hayali, ihtimali birlikte yaşadığımız ve hepimize “Bir şey mi olmak istiyorsun, kendi başına ol!”[4] dedirten Onun ardından Atilla İlhan’ın dizeleriyle noktalamak istiyorum arz-ı hâlimi:

“Gözü arkada kalmaz devrimcinin/ Bilir ki/ Ölüm yok ki

Yaprak ölür daldan düşünce/ Balık sudan çıkınca/ O ölmez/ Ölmez o/ Düşünden caymadıkça 

Boyun eğmemiş/ Dayatmışsak/ Elden ele geçmişse bayrağımız/ Değeri biçilemez bir nice yiğit/ Ölümü yadsıdı ondan/ Ölümü hiçe sayıp/ Ölüme meydannn/ -Okuduğundan 

Ben belledim/ Ben derim ki/ -Ölüm yok ki/ -Ölüm yok ki”…

 

4 Ağustos 2014 20:06:35, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[*] Newroz, Yıl:8, No: 256, 1 Eylül 2014… 

[1] Konstantin Kavafis, ‘İthaka’.

[2] David Vann, Pislik, çev: Esra Birkan, Can Yay., 2013.

[3] Turgay Fişekçi, İnsan Üstüne Sorular-Yanıtlar, 2006 Yayınevi, 2009, s.242.

[4] W. Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 534, 2’inci baskı, 1986, s.323.

Ortadoğu’da Durum ve Olanak(lar)[*]

“Eşitlik olmayan bir yerde / özgürlük bir yalandır.”[1]

Soru: IŞİD’in uluslararası güçlerce Ortadoğu’ya müdahalede kullanıldığı belirtiliyor. IŞİD’in arkasındaki temel güçler kimler ve nasıl bir strateji yürütülüyor?

Öncelikle şu “kullanılma” saptamasına mündemiç yüzeyselliği tashihte yarar var. Her “kullanılma”, bir yerden sonra kullanmadır da.

Doğru ABD emperyalizmi “yeşil kuşak” için El Kaide’yi, Taliban’ı kullandı. Ya sonra? El Kaide 11 Eylül yaşatmadı mı? Taliban’ın Afganistan’daki icraatları da herkesin bilgisi dahilinde değil mi?

Evet, IŞİD’i kullananlar olabilir; olasıdır ki var da…

Ama önemli olan kimin kimi kullanırken, kullanıldığı veya tam tersi değil.

Şimdi önemli olan “Ne oldu, ne oluyor?” sorularına verilen yanıt(lar)dır…

Ortadoğu’da “Ne oluyor”un ilk yanıtı: Vaziyetin neredeyse Birinci Dünya Savaşı sonrası Sykes-Picot koşullarından farksız olduğudur.

Evet, Sykes-Picot’un nihayetine doğru ilerliyor Ortadoğu…

Bu çerçevede Irak haritasını yeniden çiziliyor; çatışmaların doğası iyiden iyiye dolambaçlı bir hâle geliyor.

Irak’ta tam bir kilitlenmişlik hâli yaşanırken; Irak Şam İslâm Devleti’nin (IŞİD) 10 Haziran 2014’de Musul’u ele geçirmesiyle başlayan “yeni durum”, işgalle mağlup olmuş yüzde 18’lik Sünnî azınlığın eski Baasçı kadrolar eşliğinde isyana eklemlenmesi durumu ortaya çıktı…

Maliki’nin siyasi birliği sağlamadaki sekiz yıllık başarısızlığı, ABD’nin 2011’de çekilmesiyle oluşan güvenlik boşluğu, Suriye çatışmasının yansımaları, başta Körfez monarşileri olmak üzere Sünnî komşuların Iraklı Şiîlerin kazanımlarından hazzetmeyip radikallere sağladıkları destek “yeni durum”u tetikledi…

Yani mevcut gelişmeleri IŞİD’ten önce Irak’ın politik ve toplumsal dinamiklerden hareketle değerlendirmekte yarar var.

ABD emperyalizminin 2003’deki Irak müdahalesinin “entegre olmamış” bir toplumsal yapıyı patlatıp, iç çelişkileri ortaya çıkardığı herkesin malumu. Yüzde 66’lık bir nüfusa sahip Şiîlerin siyasi egemenlik alanı, Kürt egemenlik alanı, Sünnî Arapların varlığı arasında yaşanan keskin gerilimler Irak’ı uzun süredir siyasi cehenneme çevirmiş durumdaydı…

Söz konusu cehennem sadece etnik ve mezhebi toplumsal grupların farklılaşması ve çatışmasından ibaret değil. Bu çerçevede kâh Irak topraklarında üreyen, kâh dışarıdan beslenen örgütler ve örgütlenmeler Irak’ta belirleyici bir rol oynuyor. İran’ın bir Şiî bölgesi yaratma politikaları, El Kaide tipi Selefî örgütlenmelerin bulduğu hareket alanı, hem ABD’yle hem diğer yerel örgütlerle giriştiği kanlı egemenlik savaşı Irak’ın son 10 yıllık öyküsünde çok önemli bir yer tuttu.

Bunun böyle olmasında şaşırtıcı hiçbir şey yoktu!

Çünkü ABD’nin Irak işgali ardından izlediği politikalar devleti çökertirken; parçalanmış toplumsal doku nedeniyle devletin yeniden kurulması çok zordu; bu zorluğun yerine mezhepsel iktidar tercihleri devreye girdi…

Suriye açısından da benzer bir durum söz konusu. Ne var ki Şam yönetimi İran ve Rusya desteği sayesinde kendi kontrolü altındaki bölgede devlet işlevlerini iyi kötü yerine getirebiliyor. Ülkenin gerisi ise bir harabe hâlinde, şiddeti en insafsızca kullanabilenlerin insafına bağlı koşullara mahkûm.

Bu noktada Irak’ta IŞİD’in şimşek hızıyla gerçekleştirdiği harekâtların ardından kısa dönem için şu değerlendirmeler yapabilir: Suriye’de Esad rejimi yerini “sağlamlaştırdı”… Kürdistan Bölgesel Yönetimi Kerkük’ü de alarak genişlettiği sınırları içinde konsolide olmaya başladı… Obama yönetimi Irak’a müdahale etmeyecek. Bu durumda da Bağdat’ın düşmesini önlemek, Şiî iktidarının sürmesini sağlamak İran’a düşecek. Tahran, bu durumda Irak üzerindeki hâkimiyetini artıracağı bir konuma geldi…

IŞİD rüzgârı, Şiîlerin hâkim olduğu alanlarda İran’ın Bağdat üzerindeki etkisini perçinlerken; Tahran’ın da Ortadoğu’daki ağırlığını ciddi şekilde artırır.

Bu hâl Türkiye’yi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne yakınlaştırırken; ‘Başur’a (Güney) göz kırpan T.“C”, ‘Rojava’yı (Batı) karşısına alıyor…

Soru: Bir anda ortaya çıkan IŞİD nasıl bu kadar geniş bir alanda hareket edebiliyor. Ortadoğu’nun dengeleri açısından bu ne gibi sıkıntılara yol açabilir?

IŞİD’in “aniden” Ortadoğu gündeminin baş maddesi olmasını, askeri başarılarını Irak Sünnîlerinin isyanına bağlamak yanında İslâm dünyasını kapsayıp, Avrupa’ya kadar uzanan bir “durumun” ürünü ya da semptomun (hastalık belirtisinin) olarak algılamalıyız.

Buradan tekrar Selefî IŞİD’e dönersek önemle altı çizilmesi gereken ilk şey: “Selefî” düşünce yahut “Selefîye” kısaca “önde olanların”, “önce gelenlerin” yani Hazreti Muhammed’in zamanında yaşamış olan nesil ile onları takip eden iki neslin yolundan gitmek, itikadî konularda Kur’an’ın hükümlerinin ve sünnetin dışına çıkmamak, dinî bahislerde akla dayanan yorumlara yer vermemektir.

Selefî görüşü diğer mezheplerden ve yollardan ayıran çok daha başka farklar da mevcuttur ama temelde Kur’anı ve sünneti esas almışlardır, hattâ hadislerin kaynaklarının değerlendirilmesi ve kabul edilmesi konusunda da değişik görüşleri vardır, Kur’an’ın açıkça ifade etmediği hususlarda yorum yapmak ve kıyasta bulunmak bile Selefîler için “bid’at”, yani dinden çıkmaktır!

IŞİD, sadece bir İslâm devleti kurma peşinde değil, o da içinde olmak üzere halifelik kurumunu yeniden oluşturma amacı güden, politikasını cihat üzerine kuran bir örgüt. Yarı enternasyonal bir yanı da var. Sınırları tanımıyor, İslâmın tek bayrak altında toplanmasını savunuyor. Bu nedenle mensuplarının Bosna’da, Çeçenistan’da, Suriye’de cihat adına savaşıyor olmalarında şaşılacak bir şey yok. Savaşçıları arasında adı geçen bu ülkelerin yanı sıra Endonezya’dan da katılımcılar var.

Her ne kadar 2013’te kuruldu sanılsa da bu da doğru değil. Suriye’de özellikle söz konusu yıl adını bir hayli duyuracak eylemlere imza attığı için öyle sanılıyor. Mart 2013’te Suriye’nin Rakka kentini ele geçirdi örneğin ki bu Suriye’de isyancıların kontrolünü ele aldıkları ilk kentti. Ağustos 2013’te Bağdat başta olmak üzere birçok kentteki çok ölümlü saldırıları gerçekleştirmiş, 18 Eylül 2013’te ÖSO’nun elinden Azaz kentini de almıştı. Aynı yılın kasım ayında da İslâmcı Ahrar el Şam örgütünün en etkili mensuplarından birini öldürmekle suçlanmıştı. Günümüzde Suriye’de Esad yönetimine karşı mücadele veren El Nusra’nın daha Irak Savaşı sırasında, 2006 yılında ikiye bölünmesinden, Cemaat el-Tevhid vel-Cihad adını alan kanatlardan birinin El Kaide ile işbirliğine gitmesinden doğdu.

Cemaat el-Tevhid vel-Cihad’ın, sonradan El Kaide’nin en önemli “komutanlarından” biri olacak olan Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi tarafından kurulduğu biliniyor. Yani çok yeni bir örgütten söz ediyor değiliz. IŞİD adını alışı daha sonradır. Mücahidler Şûrası, Ceyş el Fatihin, Cündul Şahaba, Ceyş el Taife el Mansur gibi örgütleri de barındırıyor bünyesinde. Ancak artık El Kaide ile bir bağı kalmadı, çünkü El Kaide lideri Eymen el Zevahiri, El Nusra ile IŞİD birlikteliğinin sona erdiğini duyurdu iki ay önce. O gerçekten bir birlik olduğuna inanıyordu anlaşılan, oysa hem de uzun zamandan beri IŞİD, El Kaide’den bağımsız davranıyor.

Bir süre öncesine kadar El Kaide’nin Irak ile Suriye’deki “temsilcisi” durumunda olan IŞİD, şimdi El Kaide ile kanlı bıçaklı. Bunun El Kaide içerisinde uzun zamandan beri var olan “görüş ayrılığı” ile ilgisi var. Eyman el Zevahiri aslında El Nusra’nın lideri Ebu Muhammed Gülani’yi (ki kendisine Nisan 2013’e kadar biat edeceğini açıklamamıştı) Irak’ta temsilci olarak görüyor. El Nusra’nın El Kaide içinde “yenilikçi grup” olarak adlandırıldığını da ekleyeyim. Ama Irak El Kaidesi, Zevahiri gibi düşünmüyor ve IŞİD lideri Ebu Bekir El Bağdadi’yi El Kaide temsilcisi olarak görüp emirleri ondan alıyorlar. Bu Irak’taki gücünü artırıyor hâliyle.

Irak’taki görüş ayrılığının yanı sıra IŞİD ile El Nusra arasında 2014 yılında Suriye’de kanlı çatışmalar olunca Mayıs ayında Zevahiri çatışmaların durdurulması konusunda mesaj yayımlamıştı ama fayda etmedi. Nusra, IŞİD’in tutumunu Zevahiri’ye saygısızlık kabul edip savaşı sürdüreceğini duyurdu. El Kaide içinde IŞİD kaynaklı bölünme Ürdün ve Kuzey Afrika Arap toplulukları içinde de görüldü. Ürdün’de Ebu Muhammed Makdisi, Ebu Katade başta olmak üzere Filistinli Selefî örgütler Nusra Cephesi’nden yana tutum aldılar. El Kaide 2004 yılından beri “bölünme” yaşayan bir örgüt aslında. Bu yıl, diğer İslâmi örgütlerle çatışmayı da mücadelenin bir parçası olarak gören Ürdünlü Ebu Musab Zerkavi’nin El Kaide’ye katıldığı yıl. Bin Ladin’in bile aşırılıklarından rahatsızlık duyduğu bir isimdi Zerkavi. Zerkavi 2006 yılında öldürüldü ama geride kötü bir miras ile takipçilerini bıraktı. Hatta hâlâ bugün de “yeni Zerkavicilik” adını taşıyan bir oluşum var. Ama en büyük takipçisi ise IŞİD.

El Kaide, faaliyet gösterdiği ülkelerde yerel halkla çatışmıyor. Kolay kolay kimseyi “İslâm dışı” ilan etmiyor. ABD ile işbirliği yapan Arap ülkelerini, liderlerini hedef alıyor. Genellikle mezhep ayrılıklarını öne çıkarmıyor. Örgütlenme tarzı 11 Eylül 2001 saldırısından sonra değişti. Piramit örgütlenmeden yatay örgütlenmeye geçti. Merkezi bir yapı olmaktan çıkıp, başkalarınca yapılan eylemlerin adına üstlenildiği bir yapıya dönüştü zamanla. Yani amaca uygun olması koşuluyla kim tarafından yapılırsa yapılsın, her eylemi kendi adını vererek üstlenmeye başladı. Kimi yararlarına rağmen bu örgütü zayıflattı.

IŞİD ise İslâmcı diğer örgütlere bile yaşam hakkı tanımıyor. Mezhep farklılığına vurgu yapması (Sünnî bir örgüt) siyasi çizgisinin en belirgin özelliği. Mensuplarının çoğu Iraklı, Suriyeli Sünnîlerden oluşuyor. İran’la, Şiî gruplarla çatışmasının nedeni bu. Irak’ta Felluce’nin kontrolünü ele aldığı saldırılarda en büyük desteği buralardaki bazı Sünnî aşiretlerden aldı. Anbar vilayetine bağlı Ramadi kentinde ise durum biraz farklı. Buradaki Sünnî aşiretlerin desteğini henüz tam olarak alamadı. Ama bölgede kurulacak bir Sünnî yapının IŞİD eliyle oluşturulacağı bu nedenle sürpriz sayılmamalı. Bir de El Kaide’nin yapmadığı bir şeyi yapıyor. Çocukları cephenin ön saflarında kullanıyor. Bunu özellikle Halep’te yaptı.

Devam edersek, taşların yerinden oynadığı Ortadoğu’da, “yeni durumu” biçimlendiren beş unsurun altını şöyle çizebiliriz: i) Kapitalizmin krizi ile biçimlenen etkiler… ii) ABD emperyalizmin Irak’a girmesiyle sınırların geçirgenleşip, geçersizleşmesi… iii) Şiî-Sünnî çatışmasının tetiklenmesi… iv) “Ilımlı İslâm” projesinin iflası… v) Kürt ve Filistin soru(n)larının merkezileşmesi…

Hızla sıralayalım: Nihai kertede IŞİD Kuzey Afrika’da ve Ortadoğu’da yükselen cihatçı hareketin en etkin parçası. Bu hareketin yükselmesi için gereken insan enerjisinin, kaynağını, yerel ekonomilerin, ataerkil yapıların, metalaşmayı hızlandıran neo-liberal politikaların basıncıyla sarsılmasına, eğitimli genç işsizler nüfusuna, bu ikisinin etkisiyle seçkinlerle halk arasındaki postkolonyal mutabakatın çökmesine bağlayabiliriz.

ABD emperyalizminin Irak’ı işgaliyle üç şey oldu: İlki Sykes- Picot anlaşmasının çizdiği sınırlar geçersizleşti. İkincisi Kürtler otonomi kazanırken, bu da tüm parçaları etkiledi. Nihayet El Kaide ve benzeri cihatçı örgütler Irak’ta, ABD işgaline karşı direniş içinde kendilerine verimli bir büyüme ortamı buldular.

ABD işgali Irak’ı stabilize edemedi, Şiî-Sünnî çatışmasını, tarihin bu canavarını uyandırdı. Sonrası da malum!

Bölgesel “denge(sizlik)ler” açısından İran’ı dengeleyen Saddam rejimi yıkılınca, Şiî-Sünnî çatışması canlanınca, Suudi Arabistan, Körfez devletleri ve İran’ın bölge üzerindeki etkisi artmaya başladı. Sünnî rejimler de İran’ı dengeleme telaşına kapıldılar. Şiî-Sünnî çatışması, devletlerarası bir rekabete, Irak ve Suriye’de olduğu gibi “vekâleten” yürütülen savaş(lar)a yol açtı. Söz konusu Sünnî ülkeler Suriye’de, Irak’ta IŞİD, El Nusra gibi cihatçı örgütleri desteklemeye başladılar.

Ilımlı İslâm projesi Türkiye, Mısır, Tunus deneyimlerinin gösterdiği gibi karaya oturup, 2007 yılında Halis Çelebi’nin, “Müslümanlar İslâm devleti kurmak adına insanları öldürüyor, İslâm’ın adını kirletiyor. Özeleştiri yapma vakti geldi,”[2] diye işaret ettiği gibi İslâmi radikalliği besledi… Totaliter eğilimleri ortaya çıkardı. Cihatçı akımlara ters düşmeye niyetli olmadığını ortaya koydu.

Şunu görmek ve kavramak gerek: “Ilımlı İslâm”, liberal entelijansiyanın, kimi İslâmcı entelektüellerin tüm çabalarına karşın iflas etti.

Hatırlayın bir keresinde Başbakan Erdoğan, “İslâmın ılımlısı olmaz” demişti. Bu saptama hem teorik-teolojik olarak doğrudur hem de o günden bu yana pratikte doğrulanmıştır.

Çünkü, “Ilımlı İslâm” projesi, bir “üçünü taraf” olabilmesi için gerekli teorik ve teolojik gerekçeleri oluşturmayı başarması mümkün olmayan bir söylencedir.

Soru: Sünnîler arasında IŞİD’in örgütlenme zemini var mı? 

Elbette var, sadece Irak’ta da değil!

IŞİD, Irak’ta işgal sonrasında, El-Kaide’nin uluslararası katılımla ve acımasız/ sansasyonel eylemlerle büyürken; “Ilımlı İslâm” söylencelerini yerle yeksan edip, “üçünü taraf” olmaktan çıkardı.

“Ilımlı İslâm”, bir “üçünü taraf” olabilmesi için gerekli teorik ve teolojik gerekçeleri oluşturmayı başaramazken; İslâma mündemiç radikallik ortaya çıkar.

“Nasıl” mı?

“Özgür Suriye Ordusu” ile IŞİD arasında geçen bir telsiz konuşmasındaki üzere:

IŞİD: “Sizi dönek ilan ettik. Siz Allah’ı, peygamberini inkâr ediyorsunuz.”

ÖSO: “Niye buraya geldin kardeşim, git İsrail’le savaş.”

IŞİD: “Döneklerle savaşmak Yahudilerle, Hıristiyanlarla savaşmaktan önce gelir. Bütün imamlar bunu bilir.”[3]

IŞİD, Müslümanlığı ‘Kutsal’a, Tanrının mesajına ilişkin radikal bir teorik-teolojik çaba/ duruş olarak algılıyorken; sadece teoride değil, esas olarak pratikte kazanılması gereken savaş olarak Ortadoğu’nun gündemine getirdi.

Bunun önemi büyük! Tıpkı Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın, mezhebi aidiyetlerin etkin hâle gelmesi ve “yoksullaşmaya dayanan muhafazakârlık” olguları ele alınmadan Ortadoğu’da mevcut durumun anlaşılmayacağına dikkat çekmesindeki üzere!

Mathias Enard’ın, Ortadoğu’nun bir “kurban” olduğu, geçmişte olduğu gibi bugün de başka ülkelerin çıkarları uğruna “kurban edildiği” kanısı yersiz değil.

Ortadoğu’da aslında sınır yoktur; sunidir çünkü…

Bu bağlamda IŞİD, Ortadoğu’da lokal bir soru(n) olamaz!

Çünkü IŞİD’in Irak, Suriye, kısmen Lübnan’la sınırlı, en kötü olasılıkta Ürdün ve Türkiye’de istikrarsızlık yaratabilecek bir “sorun” olduğu düşünülebilirdi. Ancak, IŞİD’in halifelik ilan etmesinden sonra ortaya çok farklı bir şekillenme çıkmaya başlıyor.

IŞİD, Sünnî kabilelerin de desteğini alarak Suriye’den, Bağdat’ın 40 km. yakınına kadar uzanan bir bölgede “yarı-devlet” sayılabilecek bir egemenlik alanı oluşturmaya başladıktan sonra, gereken koşulları yerine getirdiğini iddia ederek liderini İbrahim Halife ilan etti. Aynı günlerde, yakın zamana kadar IŞİD ile savaşmakta olan El Nusra IŞİD’e katıldığını açıkladı. 1 Temmuz 2014 günü ‘The Times’, Kuzey Afrika ve Mağrip El Kaidesi (KAMEK) adlı örgütün, Yemen’de etkin El Kaide (YEK) grubunun, İbrahim Halife’yi selamladıklarını, Boko Haram’ın IŞİD bayrağı göstermeye başladığını aktarıyordu. ‘The Times’, KAMEK’in Avrupa’da en yaygın örgütlenme ağına sahip olan YEK’in uluslararası eylemler düzenleyebilen yapılar olduğunu da anımsatıyordu.

IŞİD’in halifelik ilanı, tüm Müslümanları halifeye biat etmeye çağırıyor, etmeyenleri halifenin iradesine karşı çıkan dönekler (mürted) ilan ediyor. Böylece IŞİD Müslüman dünyasının iktidar ilişkilerine karşı savaş ilan etmiş oluyor. IŞİD’in uluslararası insan kaynakları, KAMEK ve YEK’nin katılımı, IŞİD’in savaş alanının Ortadoğu’nun ve Müslüman dünyasının çok dışına taşacağını gösteriyor.

IŞİD’in halifelik ilan etmesi birçok yorumcuya göre, uluslararası cihat hareketinde yeni bir sayfa açıyor. Cihat hareketinin, “halife”nin çağrısına uluslararası planda olumlu cevap vermeye başlaması, gerek Körfez emirliklerinin ve Suudi krallığının, gerekse Türkiye’deki İslâmcı hareketin, AKP liderliğinin hesaplarının nasıl altüst olduğunu, nasıl bir gerçekle karşılaşacaklarını (IŞİD’in bunları adeta mürted olarak gördüğünü düşününce…) görmek çok zor olmasa gerek. Diğer taraftan, büyük olasılıkla IŞİD çok yönlü bir saldırı altına girmeyi göze alarak bir hesap hatası yapmış kendi sonunu hazırlamış da olabilir. O durumda “bir halifelik kuruldu, Batı ve bölgedeki uşakları onu yıktı” algısının nerede, nasıl sonuçlar yaratabileceğini bilmek çok zor.

Kim ne derse desin Ortadoğu’da sınırları tanımadığını açıklayan bir İslâm Devleti ve halifelik iddiasıyla karşı karşıyayız. Bu İslâm Devleti’ni kuran, liderini halife olarak ilan eden IŞİD adlı hareket, kanlı eylemlerini sosyal medyada sergileyerek şok etkisi yaratıyor, bu yolla taraftar topluyor. Amerika’dan Avrupa’ya, Rusya’dan Uzakdoğu’ya, birçok ülkeden ihmal edilemeyecek sayıda genç bu örgüte katıldı, katılmaya devam ediyor. Bu örgüt, kendi İslâm anlayışına uymayanlara karşı acımasız bir şiddet uyguluyor. Halife dünyanın her yerindeki Müslümanlara İslâm Devleti’ni (İD) tanımaya, halifenin iradesini kabul etmeye, uğrunda ölümüne savaşmaya çağırıyor.

IŞİD, yense de yenilse de sonuç “aynı” kapıya çıkıyor.

Birincisi: Ya kurulan “İslâm Devleti”, elindeki maddi olanaklara, kadrolara, yerel Sünnî iktidar ilişkilerine dayanarak yönetmeye, kalıcılık kazanmaya başlarsa; dünyanın çeşitli yerlerinden gelen militanlar için, cihat savaşını kendi ülkelerine taşımalarına olanak sağlayacak eğitimi alacakları, kaynaklara ulaşacakları bir çekim merkezi olur.

Daha sonra da dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş savaşçılar, benzer bir yapıyı kurmak ve İD’ye katmak için çalışmak üzere geldikleri ülkelere döner, savaşmaya başlarlar.

İkincisi IŞİD yenilirse, İD ilk kurulurken militanlarda oluşan beklentiler boşa çıkmaya başlar. Hayal kırıklığı, ihanete uğramışlık duygusu hâkim olur. Bu durumda da militanlar hem hayatta kalabilmek hem de savaşa yeniden başlayabilmek için etrafa saçılıp, ülkelerine geri dönmeye başlarlar ki bu sorunu büyütür.

Soru: Esad’a karış ortaya çıkan gruplar arasında bulunan IŞİD’in şu anda Esad güçleri ile çatışmadığı belirtiliyor. IŞİD, neden Rojava’da Kürtleri temel hedef olarak aldı? 

IŞİD’in, Esad’la “çatışmaması” konjonktüreldir. IŞİD’in, öncelik sıralaması ve yönelimleri söz konusudur. Kaldı ki çatışmalar, farklı dozajlarda yer yer sürmektedir.

IŞİD’in, Rojava’da Kürtleri hedef olarak alması, T.“C” politikalarından ayrı ele alınmaz.

Soru: Türkiye’nin IŞİD’e desteğinden söz ediliyor. Silahların gönderildiği ve büyüme aşamasında Türkiye’nin rol aldığı belirtiliyor. Türkiye’nin Rojava politikasını da göz önüne aldığımızda böylesi bir destek sizin için mümkün mü? 

“Türkiye’nin IŞİD’e desteğinden söz ediliyor” mu? Hayır “söz edilme”nin ötesinde T.“C” aktif olarak IŞİD’i ve radikal İslâmcı grupları destekledi, kolladı…

Bu T.“C”nin, Rojava ve Suriye politikasının “olmaz olmaz”ıdır!

‘Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi’ Başkanı Hasan Kanbolat’ın, “Suriye’nin kaosa sürüklenmesi Türkiye’nin güvenliğini sarsmaya başladı. Türkiye’nin iç ve dış politikasını kökten etkilemeye başladı. Bununla da kalacak gibi görünmüyor” deyip, “Türkiye’nin savaş lobilerinin kurgusundan kurtulması gerektiğine” işaret ettiği; Ali Bulaç’ın, “Türkiye’nin Suriye’ye askerî müdahalesinin konuşulduğu günlerdeyiz. “Müdahale” demek savaş demektir,” diye betimlediği tabloda Rusya’nın Sesi radyosu, Resulayn kentinin silahlı muhaliflerin eline geçmesinde, “en radikal Selefî grupların kilit rol oynadığını” ve Selefî liderlerin Türkiye’de lüks otellerde kaldığına işaret etmesi, TIR’lar vb’leri her şeyi yeterince anlatmıyor mu?

Soru: Kobanê’de büyük bir direnişten söz ediliyor. Bunun diğer parçalara yansıması Kürtler açısından nasıl olur? 

Dert varsa, derman da vardır…

IŞİD, T.“C”, bölge gericiliği Kobanê’ye/ Rojava’ya saldırıyorsa, Kobanê’de de/ Rojava’da da direniş olacaktır.

Kobanê/ Rojava direnişi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan, “suni sınırlar”a (“hendek”lere ve “tel örgü”ler) aldırmayan varoluş sorunudur.

Tabiri caiz ise, Kobanê/ Rojava’da savunulan, dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın XXI. yüzyıldaki geleceğidir.

İş bu nedenle de Diyarbakır’ı da, Erbil’i de, Mahabad’ı da doğrudan etkilemesi kaçınılmazdır.

Soru: Kürtler açısından bize Rojava’nın önemini anlatabilir misiniz?

Gerek dünya dengeleri, gerek Ortadoğu koşulları, gerekse de Kürtlerin bugünkü konumları ve hırsla verdikleri mücadele onların şanslarını her zamankinden daha fazla artırmıştır.

Söz konusu güzergâhta Rovava faktörü de, kritik bir eşik olarak öne çıkıyor çıkmasına da, aynı zamanda da görmezden geliniyor; bir “susuş kumkumalığı”na mahkûm ediliyor… Evet, evet Rojava’ya yöneltilmiş bilinçli ya da bilinçsiz ilgisizlik dikkat çekici!

Bir halk uyanışı/ ve ayaklanması olarak Rojava, ötekisiz bir ulusal inşa girişimidir. Buna halk demokrasisi de diyebilirsiniz!

Ancak kurtarılmış bölgedeki “öz yönetim deneyimi” denilen şey, sadece bir geçiştir; yani “kararsız denge” hâlidir; uzun süre böyle kalmaz; ya bağımsızlığa doğru ilerleyecek veya gerileyecektir!

Rojava, radikal sosyalistler tarafından (Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ekseninde) sonuna kadar desteklenmesi gereken bir özgürlük hamlesidir…

Rojava Halk Meclisi Eşbaşkanı Abdulselam Ahmed’in ifadesiyle, “Cihatçılarla Esad güçleri arasında 3. yolu denedikleri”ni söyleyen onları; Ortadoğu’daki büyük altüst oluşla varlıkları ortaya çıkan, toplumsal ve bölgesel bir gerçeklik olarak tanımak, kabullenmek “olmazsa olmaz”dır…

Bir belirsizlikler ve riskler coğrafyası olarak Ortadoğu dengelerinin altüst olduğu güzergâhta Rojava’daki gelişmeler, Ortadoğu’da XX. yüzyıl statükosunun artık devam ettirilemeyeceğini göstermektedir; bunun kanıtıdır.

Bu çerçevede Ortadoğu’da Kürt sorunu bölgesel ve uluslararası bir realiteye dönüşürken Rojava’nın yeni bir aktör olarak ortaya çıktığını söylemek mümkündür.

Nihayet Rojava’daki gelişmeyi, BAAS rejiminin vatandaş olarak bile kabul etmediği, mallarını ve hürriyetlerini gasp ettiği bir toplumun onurunu, hak ve özgürlüklerini korumak için duyurmaya çalıştığı bir yaşam çığlığı ve mücadelesinin ulusal inşası olarak okumak gerekmektedir.

 

Soru: IŞİD’in Musul’u almasının ardından PKK ve PYD yaptığı çağrılarda Kürdistan’ı birlikte savunma vurgusu yapmış ve kimi yerlerde YPG’liler ile Peşmerge IŞİD’e karşı birlikte savaşmıştı. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda Kobanê’de yaşananlara karşı KDP’nin sessizliğini ve tutumunu nasıl değerlendirmeliyiz. 

IŞİD ve bölge gericiliğinin tezgâhları karşısında PKK ve PYD’nin Kürdistan’ı birlikte savunmasında şaşırtıcı olan bir şey yoktur. Şaşırtıcı olan IKDP’nin sessizliği ve “hendek”leridir!

Sessizlik de, “hendek”ler de kabul edilmemesi/ reddedilmesi gereken politika(sızlık)lardır.

Bu durumda IKDP elbette sonuna dek eleştirilip, uyarılmalı. Ancak bir Brakuji (“Kardeşin Kardeşi Öldürmesi  yanlışına da kesinlikle geçit verilmemelidir.

Soru: Yaşanan çatışmalar Kürtler açısından Ulusal Kongre’yi kaçınılmaz kılıyor mu?

Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın XXI. yüzyıldaki geleceği, sömürgeci güçler karşısındaki ulusal birliğinden geçmektedir. Bunun ilk adımı Ulusal Kongre’dir.

Kürtler için bu, acil/ vazgeçilemez bir “olmaz olmaz”dır.

Yunan mitolojisindeki Yedi başlı canavar Hydra’nın hikayesi anımsanmalıdır.

Hydra, başlarından biri kesildiğinde yerine hemen yenisinin bittiği yedi başlı ejderhanın adıdır. Canavarın öldürülmesi yedi başının da birden kesilmesiyle mümkündür…

Hydra’yı, akıl ve zekâ tanrıçası Athena’nın yardımıyla Herakles öldürmüştü. Zekâyla gücün temsil ettiği Athena ile Herakles işbirliğinde…

Kürdistan’ın dört parçadaki emekçileri/ ezilenleri kendi (sömürgeci) Hydra’larının bir başını koparmak için mücadele ediyorken; ancak bu ortak (sömürgeci) canavardan kurtulmak için mücadelelerini parça parça sürdürürlerken; birbiriyle dayanışma bağı kuramayan mücadeleler yetmiyor/ yetmez de…

Şimdi Kürdistan’daki yedi (siz dört okuyun!) başın yedisinden (yani dördünden!) de nasıl kurtulacağı sorusuna, Emma Goldman’ın, “Darlık ayırır, genişlik birleştirir. Geniş ve büyük olalım,” ilkesiyle Ulusal Kongre şahsında yanıt bulma zamanıdır!

Soru: Ortadoğu’nun hassas dengeleri açısından Kürtleri nasıl bir tehlike bekliyor? Bu tehlikede bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması Kürtler açısından mutlak çözüm müdür?

Hiçbir zaman mutlak çözüm olmaz; çözümler olur; Kürtler için söz konusu çözümlerden birisi de bağımsız Kürdistan’dir…

Ezen ulus sosyalistlerinin egemenlerine karşı, her koşulda Kürdistan’ın bağımsızlığını savunmaları vazgeçilemez temel görevidir.

Tabii ki, belirleyici son sözü Kürtler söylemelidir/ söyleyecektirler elbette…

Kürtlerin bir tehlike ile yüz yüze olduğu saptaması, aynı zamanda da bir imkânla da iç içe olduğunu görmeli ve kavramalıdır.

Tehlikesiz imkân, imkânsız tehlike olmaz…

Yeri geldi belirteyim: Jean Paul Sartre’ın, “İnsan özgürlüğe mahkûmdur,” saptamasını müthiş önemli bulurum…

Hayal gücünün bilgiden daha önemli olduğundan; aşılmasına imkânsız hiçbir duvarın olmadığından; imkânsızlığın yalnızca tembellerin sözcüğünde yer alan bir kelime olduğundan; hiçbir şeyi riske atmamanın, aslında her şeyi riske atmak anlamı taşıdığından şüphe duymam…

Bir şey daha: Bir gerçeği savunurken ona, öncelikle kendimizi inandırmalıyız. Bunu başarırsak, William Shakespeare’in, “Bazı yıkılışlar, daha parlak kalkınışların teşvikçisidir”; Chuck Palahniuk’un, “Hiçbir şey durağan değil. Her şey eskiyip dağılıyor,” sözlerini terennüm ederek başkalarını da inandırabiliriz…

Soru: Tüm bu savaş ablukasında İsrail’in Gazze’ye müdahalesi gerçekleştirildi. Bu müdahale de Ortadoğu’nun yeni dizaynına yönelik bir hamle olarak değerlendirilebilir mi?

2010’da Tunus’la başlayan Ortadoğu halk ayaklanmaları, çok kısa bir zamanda Libya’ya, ardından domino etkisiyle Mısır’a, Bahreyn’e, Yemen’e ve sıçramasıyla “isyan”ın artık bir yerle sınırlı kalmayacağını ve giderek de bölgeselleşeceği yönündeki tezleri güçlendirmiş, Ortadoğu’da sınırların bir kez daha değişebileceğinin ipuçlarını göstermişti.

Tüm Arap coğrafyasını sarsan isyan dalgası hemen herkeste “Ne oluyor acaba? Yeni bir devrim ve isyan dalgasıyla mı karşı karşıyayız?” sorusunu beraberinde getirmiş, ayaklanmaların devam edip etmeyeceği hususunda tüm dünyanın dikkatini bir anda Ortadoğu’ya çevirmişti.

“Arap Baharı” söyleminin en çok tartışıldığı, baharın kışa evrildiği söylenen iki ülkeden Suriye ve Mısır’da, dünyanın gözü önünde kimyasal silahlardan idamlara varıncaya değin insanlık suçları işlendi ve işlenmeye de devam ediyor. Şunu unutmamak gerekiyor, her iki ülkede de eylemlere sıradan insanların katılması; daha fazla özgürlük, daha fazla aş, ekmek ve daha demokratik bir ülke taleplerini pekiştiren bir unsur oldu.

Ramzy Baroud’un, “Arap isyanları yoksulların ve bastırılmış insanların haklı talepleriyle tetiklendi ve geliştirildi. Dünya medyasıysa bu hikâyeyi neredeyse ıska geçti diyebiliriz. Geçtiğimiz üç senede Arap devrimleri her ne yöne gitmiş ya da gidecek olursa olsun, tartışılamayan bazı gerçekler vardır. Arap isyanları yoksul ve çaresiz olan Arap kentlerinde tetiklendi ve Araplar çok kötü bir yola giren gidişata isyan etme konusunda kesinlikle haklılar,” saptamasını unutmadan ekleyelim: Yıllardır uğradıkları baskılar, aşağılanma, devletin buyruğundakileri insan yerine koymaması sonucu biriken tepkiler, meydanlarda ölüm olduğunu bile bile insanları meydanlarda toplanmaya devam etti. Sonuç ortada!

“Neden” mi? Öndersizlikten!

Tam da bundan ötürü Fransız yazar Mathias Énard’ın kaleme aldığı ‘Hırsızlar Sokağı’nın başkarakteri, “Arap Baharıymış, kıçımın kenarı, bu işin sonu Allah’la otoriter bir rejim arasında kıstırılmış olarak bitecek,”[4] der…

“Arap Baharı”nın başlamasından üç yıl sonra, Kuzey Afrika’dan Basra Körfezi’ne kadar uzanan coğrafyada “hazan”a dönmesiyle çatışma ve kaos hâkim oldu…

Gerçekten de “savaşıyla, barışıyla çok garip bir yer” diye anılmayı hak eden Ortadoğu’ya, ABD’nin Irak rejimini yıkarken hediye ettiği Şiî-Sünnî savaşları tüm şiddetiyle sürüyor. Sınırları aşarak yayılan bu “yangın” ‘The Financial Times’dan David Gardner’in vurguladığı gibi, “Sykes- Picot sınırlarını silmeye başlıyor ama ortaya daha beter, belirsizliklerle dolu bir durum çıkıyor.”[5]

Sınırlar, jeopolitik dengeler hızla değişirken sürdürülmesi olanaksız, -Seumas Milne’in deyimiyle- “tuhaf ittifaklar” oluşuyor: İran’a karşı, Siyonist İsrail ile Vahabi Suudiler yakınlaşırken Suriye rejimini devirmeye çalışan Suudiler, Arap Emirlikleri, Mısır’daki askeri rejimi destekliyor; askeri rejim Suriye’nin koruyucusu Rusya’dan silah almaya başlıyor. Bu sırada, Suriye muhalefetini destekleyen “İslâmcı Türkiye”(!) Suriye rejimini destekleyen İran’la yakınlaşmaya çalışıyor.[6]

Ortadoğu’dan çıkmaya başladığı rivayet edilen ABD ise aslında, çıkmak bir yana, uzaktan dengelemeye çok uygun, bu çok parçalı zeminde, az masraflı bir kalışın olanaklarını elde etmeye çalışıyor.

Tam da bunun için Noam Chomsky’nin, “Ortadoğu’ya etki eden tehlikeli haydut devletleri, ABD ile İsrail” diye tarif ettiği çılgınlık öne çıkıyor.

Bundan ilk elden ve öncelikle yaşayanların yüzde 44’ünün mülteci olduğu Filistin “nasibini” alıyor.

BBC’ye konuşan UNICEF’in (BM Çocuklara Yardım Fonu) Gazze yetkilisi Pernille Ironside, “Gazze’de saatte bir çocuk ölüyor,” derken Gazze, 1 gecede 160 saldırıya maruz kalıyor!

İsrail’in 2008-2009’da Gazze’de yürüttüğü kara harekatı sırasında evi isabet alan ve üç kızı ile yeğeni parçalanarak ölen Nobel Barış Ödülü adayı Filistinli doktor İzzeldin Ebuleyş, “Ölen her çocukta ölen kızlarımı görüyorum. Bu, İsrail’in iddia ettiği gibi nefsi müdafaa mı yoksa 3. Dünya Savaşı mı çıktı?” diye sordu.

Ancak her şeye karşın Filistin, akıllarda da gönüllerde de meşru olan bir güçtür. Orada 54 yıldır süren bir işgal söz konusu. Bu işgale karşı mücadelede ise Filistin, haklı ve mağdur konumdadır. Dünyanın tüm Yahudilerini Filistin topraklarında bir araya getirme fikri olan Siyonizm; işgali, yayılmayı, soykırımı koşulluyor. Filistin halkı, tüm kayıplarına rağmen İsrail’in belirli ölçülerde kalan varlığına razı olmuşken; dağdan gelip bağdakini kovan, kendi durumuna razı değil, Filistinlileri bütünüyle yok etmek istiyor. Ancak tarih, yediden yetmişe bütünüyle direnen bir halkın yenilmezliğine tanıklık ediyorken; İsrail Siyonizminin ölüm, nefret ve ırkçılık kusan niteliğine bir kez daha tanık oluyoruz. Bugüne dek Filistinlilere saldırmak, tutsak almak ve öldürmek gerektiğinde bahane arama ihtiyacı duymayan, işkenceyi bile meşru/ yasal gören, niteliğinde ırkçılıkla faşizmi harmanlayan, emperyalizmin işbirlikçisi bir yapılanmayla karşı karşıyayız.

İsrail Parlamentosu’nda ‘Evimiz Yahudi Partisi’ üyesi Ayelet Şaked’ın, Facebook’ta Filistin halkını düşman ilan edip “Filistinli anneler de oğulları gibi ölmeliler” dediği koordinatlarda; Siyonizm Nazizmin “ikiz kardeşi gibidir.”[7] Ve şunu vurgulamalı: İsrail’in bugün Filistinliler üzerinde yürüttüğü yıkım ve ölüm siyasası, sonuna dek soykırım olarak tanımlanmayı hak ediyor…

Bu zeminde 2014 Temmuz’unun başından beri devam eden vahşet topyekûn saldırganlıktır…

İsrail’in hiçbir zaman barış yapmak gibi bir niyeti olmadı. Çünkü onlar “barış”tan, teslim olmuş, kimliğini yitirmiş bir Filistin anlıyor. Filistin’in kadın direnişçilerinden Rula Abu Duhou, bu durumu şöyle özetliyor: “Barış dedikleri daha fazla zorluk, ekonomik zorluk, sosyal zorluk, toplumsal hareketin önündeki zorluklar, duvar, yerleşimler, ambargolar, hepsi.”

Filistin sorunu (Kürt meselesi gibi) Ortadoğu’daki bütün sorunların merkezindedir. Bu sorun(lar) çözülmedikçe bu bölgeye huzur gelmez.

Siyonist İsrail Devleti de var oldukça da bu sorun çözülemez. Çözülemez, çünkü İsrail Devleti bizatihi terör üzerine kurulmuştur; varlığı da savaşa bağlıdır. Filistin’den tüm Filistinlileri sürmeyi amaçlıyor. Sınırlarını sürekli genişletiyor. Filistin’in tüm altyapısını tekrar be tekrar; sistematik olarak yıkmaktadır. Siyonizm ve emperyalizm, Filistin’i tümüyle imha etmeden, bölgede mutlak bir hâkimiyet kuramayacağını düşünmektedir.

Ancak bunu yapamayacaktır; başaramayacaktır! 

26 Temmuz 2014 14:18:25, Çeşme Köyü.

N O T L A R

[*] Newroz, Yıl:8, No: 256, 1 Eylül 2014…

[1] Louis Blanc.

[2]Halis Çelebi, “… ‘İslâm Devleti’ Bir Hurafe”, İttihat, 27 Haziran 2007.

[3] Spectator, 17 Haziran 2014.

[4] Mathias Énard, Hırsızlar Sokağı, çev: Aysel Bora, Can Yay., 2013.

[5] David Gardner, The Financial Times, 26 Aralık 2013.

[6] The Guardian 27 Aralık 2013.

[7] Serdar Koç, “Siyonist Terör”, Deliler Teknesi Edebiyat-Sanat Dergisi, No:14, Mart Nisan 2009.

Kent(imiz) ve çevre(miz): Yaşam(ımız) ile insan(lik) kazanacak

"Dinya dikare pêdivîya her
 kesî bi têra xwe bi cih bîne,
lê nikare bi qasî
azwerîya her kesî."[2]

İnsan(lık) çevresiyle vardır; var olabilecektir. Çünkü insan(lık) doğanın bir parçası, doğa ile uyumlu bir bütündür ve varlığını sürdürebilmesi için bu uyuma bağlıdır.

Lucretius'un, "Her şey değişir ve hiçbir şey olduğu gibi kalmaz. Doğa her şeyi değiştirir ve her şeyin şeklini değiştirmeye zorlar"; Jean-Jacques Rousseau'nun, "Doğa hiçbir zaman bizi aldatmaz, birbirlerini aldatan her zaman insanlardır"; W. Goethe'nin, "Doğa! En küçük bir çaba harcamadan ve mükemmel bir kusursuzlukla en basit maddeden son derece farklı şeyler yaratıyor; hepsinin üzerine de ince bir tül örtüyor. Yarattığı her bir parçanın kendine has özellikleri, her bir durumun ayrı açıklaması var ama sonuçta hepsi birlikte bir bütünü oluşturuyorlar," sözleriyle betimlediği "doğa", "çevre" deyip geçmeyin...

"Doğa" ya da "çevre" varlığımız ve özgürlüğümüzken; onun düşmanı yine "Gölgesin satamadığı ağacı kesen kapitalizm"dir...

ÇEVRE DÜŞMANI KAPİTALİZM

Sürdürülemez kapitalizm artı değer talanıyla sadece emeği sömürmekle kalmaz; aynı zamanda bir fare gibi doğayı kemirir; tüketir!

Örnek mi?

Sürdürülemez kapitalizmin yapısal krizine bir çözüm olarak 1980'lerden bu yana gündeme gelen hızlandırılmış tüketimle birlikte küresel ısınmaya neden olan etkenlerin güçlenmesi bir rastlantı değildir. Tıpkı kapitalistleşmesi hızlandıkça Çin'in, önde gelen kentlerinde hava kirlenmesinin dayanılmaz düzeylere ulaşmasının bir rastlantı olmadığı gibi...

Soruna çözüm aramaya başlayınca karşımıza kâr maksimizasyonu ve birikim (ekonomik büyüme) sorunu çıkıyor. Piyasa mekanizması bu küresel ısınma sorunu karşısında tümüyle etkisiz kalıyor. Çözümlerin hepsi yüksek maliyetleri kabul ederek kârlardan, ekonomik büyümeden fedakârlık edilmesini, tüketicinin de hazlarını hemen şimdi tatmin etme alışkanlığından vazgeçmesini gerektiriyor.
Toplumsal çıkar, planlama yerine özel mülkiyete, bireysel çıkara; dayanışma yerine rekabete dayanan bir üretim tarzında bu soruna çözüm bulmak olanaksızdır.
Çünkü sürdürülemez kapitalizm "Tüketiyorum o hâlde varım" diyen bir saçmalıktır...

Mesela 1970-2008 aralığında, yani geride kalan yaklaşık 40 yılda biyolojik çeşitlilik yüzde 30 oranında azaldı. Karbon gazı salınımı 20 yılda, yani ilk Rio zirvesinden bu yana yüzde 36 artış gösterdi. 300 milyon hektar orman yok oldu. Ne demekse dünyada kent tanımına uymayan 21 adet tuhaf "megapol" ortaya çıktı. 15-20 milyon insanın yaşadığı yer hâlâ kent sayılacak mıdır? Küresel planda sıcaklık yüzde 0.4 oranında arttı... Plastik madde üretimi yüzde 130 büyüdü, okyanuslarda tuzlanma ve kirlenme devasa boyutlara ulaştı, hepsinden önemlisi doğanın kendini "yenileme yeteneği" yüzde 40 oranında azalmış durumda. Eğer mevcut eğilimler devam ederse 2030 yılında 2 dünya gerekeceği söyleniyor...

Doğayı kemiren, yok eden sürdürülemez kapitalizm hakkında, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi üyesi Profesör Yasuda Yoshinori'nun düştüğü şu not yerli yerindedir:
"XVII. yüzyıldaki bilimsel devrimle Avrupa medeniyeti müthiş bir hızla büyüdü. Bu medeniyet doğayı ezmek ve ondan faydalanmak üzerine kurulu... Doğayı yok edip üzerine krallığını kuran Batı medeniyetinin dikte ettiği uygarlık anlayışı bütün dünyada geçerli. Görmemiz lazım ki bu medeniyet tarzı artık tıkandı. Bu problemler sanayileşmeyle tabiatın yok edilmesi, suyun ve havanın kirlenmesini beraberinde getirdi."
İşte küresel ısınma felaketi!

Dünya iklim krizinin savaşlara yol açacağından söz edilirken; iklim değişikliği yaşamı kurutuyor.
Cancún'lu, Kyoto'lu, Kopenhag'lı "İklim Değişikliği Panel"leri, "İklim Rapor"ları, "Pazarlık ve Toplantı"ları sonuçsuz kalırken; iklim değişiklikleri beklenilenden daha hızlı tecelli ediyor. 6 derece ısınması öngörülen yerkürede -Grönland Buzullarının yüzde 97'si erimeye başlamışken- ısınma rekoru kırılıyor.
Aşırı sıcaklar küresel gıda krizini devreye sokuyor ve iklim değişiklikleri dünya tarımı için ciddi tehdit oluşturuyor.

Sadece bu kadar da değil!

Mesela -Çernobil'den sonra!- Japonya'daki Fukuşima örneğiyle bir kere daha karşımıza dikilen nükleer felaket var!
Japonya'yı 2011 Mart'ında vuran deprem ve tsunami felaketinin nükleer santralda yol açtığı radyasyon sızıntısı ülkenin kuzeydoğusundaki tarım alanlarını etkiledi ve güvenli tarım yapılmasını engelledi. Felaketin ardından yapılan kapsamlı araştırmanın sonuçlarını açıklayan uzmanlar, ülke geneline ve özellikle kıyı sularına yayılan radyoaktif izotopların tarım alanlarını kirlettiği yönündeki korkuların gerçeğe dönüştüğünü açıklayıp, radyasyonun gıda üretimini etkileyebileceği uyarısı yaptı

'Proceedings of National Academy of Sciences'deki araştırma kapsamında Japonya'nın değişik bölgelerinden toprak ve ot numuneleri alarak radyoaktif Sezyum-137 maddesinin seviyesine bakan uzmanlar, yerleştiği yerde onlarca yıl kalabilme kapasitesi olan maddenin özellikle Fukuşima nükleer santralının doğusundaki bölgede resmi limitlerin üstünde olduğunu tespit etti
Tokyo'daki hükümet yetkilileri, şebeke suyundan alınan numunelerdeki iyot miktarının 210 bekerel olarak ölçüldüğünü, bebekler için kabul edilebilir yasal sınırınsa 100 bekerel olduğunu belirtti. Yetkililer, bebeklere şebeke suyunun verilmemesini veya biberonlarını yıkamak için bu suyun kullanılmamasını tavsiye etti.

Nihayet Fukuşima-Daiiçi Nükleer Santralı'ndaki radyasyon sızıntısının gelecek yıllarda kanser vakalarını arttıracağı, uzun vadede de DNA'larda bozulmalara neden olacağı vurgulandı. Radyasyonun etkilerinin ortadan kalkmasının yüzyılları süren aşamalarda gerçekleşeceğine dikkat çeken uzmanlar, yeni neslin genetik kusurlu doğacağını vurguladı.
Alın size sürdürülemez kapitalist uygarlık!
Herkesin görmesi, bilmesi, haykırması gerek: Sürdürülemez kapitalizm insanı, insan da bilgiyi, çevreyi, doğayı, yaşamı hatta kavramları kirletiyor. Bu kirliliği, politika, bürokrasi bir yana, GDO (genleri değiştirilmiş organizmalar), domuz gribi, domuz gribi aşısı, adjuvanlı aşı, adjuvansız aşı konularında da yaşıyoruz!

YIKAN, TÜKETEN SÜRDÜRÜLEMEZLİK

Sürdürülemez kapitalizm, insan(lık) ve çevre için artık sadece ve sadece bir yıkım ile topyekûn tükeniştir...
Sürdürülemez kapitalizm dünyayı tüketiyor...

Sürdürülemez kapitalizm koşullarında doğanın ve insan(lık)ın tükenişi durdurulamazken; yine bu yıkıcılık da doğayı ve insan(lık)ı katlederek ayakta kalamaz...
Sürdürülemez kapitalizm ile insan, doğa ve yaşam üçgenindeki var oluş sona doğru gidiyor...

XX. yüzyılda küresel ekonomi 20 kat büyüdü. Hızlı kentleşme ve endüstrileşme koşut sosyodemografik değişikliklere neden olur. Kentlerde yaşayan nüfus 2000 yılından önce yüzde 50'ye ulaşmıştır.
Zengin ve refah içindeki toplum ve uluslar yenilenebilir ve yenilenemeyen kaynakları gereksinimlerinin çok üzerinde tüketmektedir. ABD'de doğan her bebeğin 1.678.292 kg. mineral, metal ve yakıt gereksinimiyle doğduğu belirtilmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse; bu yekunun içinde 14.960 kg. demir, 2710 kg alüminyum cevheri, 310.315 litre petrol, 163.671 metreküp doğalgaz bulunmaktadır. Neredeyse yediğinden çoğunu çöpe atan toplumlar yaratılmıştır. Kimi ülkelerin birkaç büyük kentinin çöpe attığı ekmek bile, kimi kıtaların bir yıllık gereksinimidir. Bu aşırı tüketim, kaynakların azalmasına ve tükenme sınırına gelmesine yol açarken üretime bağlı çevre kirliliğinin yanı sıra aşırı derecede atık üretimine de neden olmaktadır.

'Birleşmiş Milletler Çevre Programı Küresel Çevreye Bakış 2000'de, "Savurgan ve istilacı tüketim toplumu ve sürekli artan nüfusla birlikte gezegenimizin zehirlenmekte olduğu" belirtilmektedir.
Doğal kaynak yedeklerinin üçte biri otuz yılda tüketilmiştir. Gezegenimizin "canlılığı" yitirilmektedir.
Örneğin Dünya okyanuslarındaki deniz hayatı, aşırı avlanma nedeniyle büyük ölçüde azalmaktadır. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü'nün verilerine göre, dünyanın en önemli balık alanlarının yüzde 69'u "tamamen yok edilmiş" ya da "aşırı kullanılmış"tır. XXI. yüzyıl başındaki bir araştırmada, endüstriyel balıkçılıkta, kılıçbalığı, tonbalığı ve Atlantik kılıçbalığı gibi yırtıcı balıklarda yüzde 90 bir azalmanın olduğu sonucuna ulaşılmıştır.[3]
Mesela Marmara'da 42 yıl önce 127 tür varken; 2012 yılında yalnızca 8 canlı türü kaldı.

Ayrıca 'Türkiye İstatistik Kurumu'nun araştırmasına göre, Karadeniz'de 50 yıl önce 52 olan balık çeşidinden 26'sının nesli tükendi. Marmara Denizi'nde ise 70'li yıllarda görülen ve ekonomik değeri olan 124 balık türü yok oldu.
Ve devasa bir yıkımın yaşandığı kentler...
Kentleşme olgusu, tüm olumlu-olumsuz nitelikleri ile dünyanın XXI. yüzyılına da damgasını vuracaktır. Ancak günümüzün kentleşmesi, kapitalizmin merkez ülkelerinin ilk kentleşme dalgasından hem ölçek hem de özellikleri itibarı ile muazzam farklılıklar gösterecek. Başta Çin olmak üzere, sistemin hızlı yayılma bölgelerinde büyük yıkımlar ve doğal felaketler eşliğinde gerçekleşen bu yeni dalganın, iklim değişikliği ile ve bununla başa çıkma girişimleriyle yakından ilgisi olması kaçınılmaz...

2008 yılı itibarı ile dünya nüfusunun çoğunluğu artık kentlerde yaşıyor. Yerkürenin toplam alanının yalnızca yüzde 2'sini kaplayan kentler, toplam enerjinin yaklaşık dörtte üçünü tüketirken, seragazı salımlarının da yine yaklaşık dörtte üçünden sorumludur...

Evet, evet "Kent" deyip geçemeyiz!
İmre Azem'ın, "Gelir dağılımındaki eşitsizliği kentte birebir görebilirsiniz. Yoksulların mekânlarıyla zenginlerin mekânları tamamen ayrışmış durumda. Kente sistemin aynası diyebiliriz," vurgusuyla ifade ettiği ekoloji-kent mücadelesinin sınıfsal bir karakteri olduğundan; "Kentsel Dönüşüm" denen şeyin insan haklarıyla doğrudan ilintili olduğundan; bundan ötürü de kentlerdeki direnişlerin kapitalizme karşı güçlenerek süreceğinden; kent hakkı mücadelelerinin kent isyanlarına kapı açacağından; kapitalizm tarafından kuşatılan kentlerde hakları olan kentli yurttaşlar olarak yaşamanın kentleri ranta tahvil ederek, soysuzlaştıran talan ve tahakküme karşı başkaldırıdan geçtiğinden kimsenin kuşkusu olmasın!

"TÜRK(İYE) ÇEVRE"Sİ!

"Tarihe kazma, yeşile beton" formülüyle betimlenmesi mümkün olan AKP'nin "çevre karnesi"nde olumlu bir yöneliş bulmak mümkün değil; 5 Ekim 2012'de İstanbul Esenler'de kentsel dönüşümün düğmesine basan Başbakan Erdoğan, "Amacımız rant değil, insan odaklı bir proje" diye dursun; 'Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyeleri, "Kent tehlike altında"[4] diye haykırıyorlar!
Haksız da değiller! Çünkü...
AKP iktidarında yükselen inşaat, özellikle de konut üstünden sermaye birikimi, önümüzdeki on yılların da vizyonu. AKP bunu açık açık plan, programlarına yazmasa da, bu böyle... Türkiye kapitalizmi, bir dönem, her eve beyaz eşya, TV, otomobil satmayı nasıl hedef hâline getirdiyse, şimdi de olabildiğince her aileye ev satmak, varlıklıya konutu 'tasarruf aracı', spekülasyon nesnesi yapmak, bunun için de konutu bir dayanıklı tüketim malı, bir "meta" hâline getirmenin çabası içinde. Bunda epeyi yol alındı da...

Kolay mı? Şöyle haykırıyordu Başbakan Erdoğan:
"Çok daha hızlı yürümemiz lazım. Çılgın projeler diyoruz, ama bir çılgın projenin gerçekleşmesi için bize hendek atlattılar. 3-4 sene gecikmeli proje başlatabiliyorsunuz. Bir Marmarayımız var. Çanak çömlek hikâyesi bize 4 sene kaybettirdi...

Türkiye 4 yıl içinde modern bir havalimanına ulaşacak. Birileri geliyor ve 'Kanalistanbul gereksiz bir proje' diyor. Sen o aklını kendine sakla. Kanalistanbul'u gerçekleştireceğiz...
Taksim gezi alanı diyoruz, buna da karşı çıktılar. "Kışlayı yeniden yapacağız" dedik ve hemen ana muhalefet karşı çıktı. Denizin dibinden 3-5 tane çanak çömlek bulunmuş, çatal kaşık bulunmuş, bunları koruyorsun ama Taksim Meydanı'ndaki devasa kışla, gayet güzel mimari estetiği hepsi güzel ve bunu korumuyorsun. Bu, ideoloji değil de nedir?
İnşallah orada hem kışlamızı yapacağız ama bu kışla artık tabii kışla olarak görev yapmıyor. Mimari olarak öyle olacak ama alışveriş merkezinden toplantı salonlarına kadar, belki rezidans otel, Divan Otel tarafında da bir şehir müzesi yapmak suretiyle İstanbulumuzun şehir müzelerini de arttıralım istiyoruz.
Galataport hazırlanıyor inşallah. Haydarpaşa port aynı şekilde. Ama hepsinden daha önemli bir şey var artık Yassı ada'yı yaslı ada olmaktan çıkarıyoruz. Sivri ada'yı inşallah bir kongre merkezi olarak gerçekten muhteşem bir proje ile orayı bir demokrasi ve özgürlükler adası yapıyoruz..."

AKP patentli "Türk(iye) çevre"si buyken; bunun somut verileri de şöyledir:
i) Şimdilerde yurdun değişik yerlerindeki alışveriş merkezi (AVM) sayısı 333'e yükseldi. 2013 yılında 27 AVM hizmete girdi. 2014 yılında 34 AVM daha yapılacak... Alışveriş Merkezleri Yatırımcıları Derneği'nin verdiği bilgilere göre AVM'lere bugüne kadar 50 milyar dolar yatırıldı. AVM'lere 2013 yılında 1.6 milyar ziyaretçi girdi, çıktı. 2014 yılında AVM'lerin toplam 75 Milyar TL'lik (yaklaşık 30 milyar dolarlık) ciro-iş yapmaları bekleniyor...[5]
ii) Siyasetçiler doğayı neo-liberal politikalarla talan ediyorlarken: Memlekette satılmayan dere kalmadı. Göller kurudu... Her üç balık türünden ikisi, her üç kuştan biri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya... Bitkisel çeşitliliğin yüzde 70'i tehlikede... Yerli tohum alıp satmak yasaklandı... Dağlar, ormanlar tıraşlanıp dümdüz ediliyor...[6] Türkiye'de 11 yılda 85 bin taşocağı ruhsatı verildiği ortaya çıktı...[7]
iii) Adım adım, yavaş yavaş ölmekte olan İstanbul'a son darbeyi Recep Tayyip Erdoğan-Binali Yıldırım ikilisi indiriyor. Evet, üçüncü havaalanı, Üçüncü Boğaz Köprüsü ve çevresinde yapılacak olan sağlı sollu iki kent yerleşimi ile İstanbul'a son öldürücü darbeler indirilmiş olacak... Üçüncü otoyol yüz binlerce ağacı yok ediyor. Çevresinde gerçekleşecek yeni yapılaşmalar, ormanlık bütün alanların sonu demek olacak. Bakınız ikinci köprü yollarına... Havaalanı 2.5 milyon ağacı yok ediyor. Bırakın Allah aşkına 1.5 milyon ağaç taşınacakmış gibi palavraları... Bu en büyük yalanlardan biri... Kuzeyde kurulması planlanan iki mini İstanbul kenti de İstanbul'un son ruhuna fatiha okutacaktır...[8]

iv) Üçüncü havalimanı Karadeniz kıyısında, Eyüp ile Arnavutköy arasında kurulacak. Havalimanının kuzeyinde Yeniköy ve Akpınar köyü, güneyinde Tayakadın ve Işıklar köyü bulunuyor. İstanbul 1/100 bin ölçekli imar planına göre bu alanın yüzde 70'i ormanlık alan. Eski maden ocakları ile ormanlık alana kurulacak havalimanının yüzölçümü 63 milyon metrekare olacak. Uzmanlar yeni havalimanının kentin son kalan yeşil alanlarının tahribatına yol açacakken;[9] Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, İstanbul Boğazı'na üçüncü köprünün inşaatı için ağaç kıyımını doğruladı. 245 bin 121 adet ağacın Karayolları Genel Müdürlüğü'nün talebi üzerine kesildiğini belirtti. Bu ağaçların 93 bin 750'si Anadolu yakasında, geri kalanı ise Avrupa yakasında...[10]

v) İstanbul Boğazı'na alternatif olarak yapılması planlanan Kanal İstanbul için ODTÜ Deniz Bilimleri'nden Oşinograf Prof. Dr. Emin Özsoy Kanal İstanbul'un insan eliyle yaratılmış bir felaket olacağını ve "Yapılırsa bölgenin iklimi dahi değişeceği"ni söyledi. İstanbul'da tek yeşil alanın kuzeyde olduğunu ve bunun da Kanal İstanbul ve mega projelerle tehdit altında olduğunu söyleyen Özsoy, "Bir arkadaşım 'uzaydan bir çatlak gibi görünecek diyor' Evet bence de çatlak bir proje" dedi... [11]

HES'Lİ, 2B'Lİ, AKKUYU'LU KİRLETİLEN, ISITILAN ÇEVRE

Yerküre gibi Türkiye de ısınıp, sürdürülemez kapitalizmin yıkıcı sonuçlarıyla yüzleşiyor!
Akdeniz Ülkeleri Bilimsel Araştırmalar Komisyonu Canlı Kaynaklar ve Deniz Ekosistemi Başkanı, Mustafa Kemal Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cemal Turan yaptığı açıklamada, küresel iklim değişikliğine bağlı olarak Akdeniz'in yapısında da bir değişimin meydana geldiğini vurguladı.
Küresel iklim değişikliğinin denizler üzerindeki etkisini araştırmak üzere biraraya gelen 15 ülkeden 21 bilim adamı, Akdeniz'in tropikal yapıya dönüştüğünü ve 58 yeni türün tespit edildiğini bildirdi.
Türkiye sularında küresel ısınmanın kanıtlarından biri olarak gösterilen tropik balon balığı (lagocephalus sceleratus) balıkçılarda satılmaya başlandı. Anavatanı Pasifik Okyanusu olan ve Kızıldeniz'den Akdeniz'e göçe başlayan yırtıcı tür, Mersin'de tezgâhlarda 'kurbağa balığı' adı altında satılmaya başlandı.

Evet, evet küresel ısınmanın etkileri Türkiye'de daha fazla hissedilmeye başladı. Buna en yakın örnek olarak Elazığ'ın Maden ilçesinde 9 Nisan 2012 gecesi meydana gelen ve 6 işçinin ölümüne neden olan hortum faciası gösterildi. Uzmanlar, son 40-50 yılda, iklim değişiklikleri nedeniyle hortum sayısının 2 kat arttığını ve daha da artacağını belirterek "1 şiddetinde bir olay ABD'de ölüme sebebiyet vermezken Türkiye'de ölüme sebebiyet veriyor" dedi.

İstanbul Teknik Üniversitesi Meteoroloji Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selahattin İncecik, 'Civil Weather'ın araştırmasına göre, 40-50 yılda hortum sayısında 2 kat artış yaşandığına dikkat çekti.
Nihayet tarım alanlarının yüzde 59'unda, meraların yüzde 64'ünde, ormanların yüzde 54'ünde erozyon var. Akdeniz havzasında yer alan Türkiye toprakları, topografik özellikleri bakımından kuraklık riski, erozyon, ekstrem iklim olayları, yangınlar ve iklim değişikliği gibi konularda oldukça hassas bir bölgede yer alıyor.
Ya Türkiye'deki hidroelektrik santrallar (HES) mı?
Birincisi: Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü 2010 yılı faaliyet raporuna göre özel sektör tarafından gerçekleştirilecek hidroelektrik santral (HES) projelerinin toplam sayısı 1527. Bu sayı Türkiye'de neredeyse "Su Kullanım Hakkı Anlaşması" yapılmayan bir tek akarsu bile kalmayacağını gösteriyor!
İkincisi: Türkiye'de 'Su Kullanım Hakkı Anlaşması'yla imzalanan 1572 HES projesinden yapımı tamamlanmış ya da hâlen inşaat aşamasında olanların sayısı, 477'yi buluyor. Bu santralların kurulu gücü 23 bin 660 megavat. 1050'sinin inşaatına ise henüz başlanmadı. Kâğıt üzerindeki projelerin toplam kurulu gücü ancak 20 bin megavatı buluyor. HES projelerinin yüzde 71'i, çevre için en önemli unsurlardan biri olan Çevre Etki Değerlendirmesi'nden (ÇED) muaf tutuluyor!

Bunlar madalyonun bir yüzü. Öteki(ler) de şöyle:
i) "Hükümet HES inşaatlarını özel sektör eliyle artırarak sürdürme kararı alırken Çevre Bakanı Veysel Eroğlu eleştirilere 'Destan yazıyoruz' yanıtını verip," "HES'ler karşı çıkmak cinnettir," diye çemkiriyor; 2002-2013 arasında 286 HES'in işletmeye alındığını; 179 HES'in ise inşaatının devam ettiğini, bu projeler için özel sektör tarafından 12 milyar dolar civarında para harcandığını bildiriyor. Aynı konuda Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar ise, "Evet, küçücük derelere HES'lerle doğayı mahvetmişiz, çare nükleermiş," notunu düşüyor!

ii) Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu'nun soru önergesine verdiği yanıtta, "HES projesinden dolayı kuruyan herhangi bir dere bulunmamaktadır," dedi.
Derelerin Kardeşliği Platformu'ndan (DEKAP) yapılan açıklamada ise, Salarha deresinin HES üretime başladıktan 2 saat sonra kuruduğu anımsatılarak "Eroğlu hangi ülkenin bakanı" diye soruyordu.
İşte çarpıcı örnekler: "Cevizlik HES başta olmak üzere İkizdere Vadisi'ndeki HES projeleri, Güneysu Kale ve Ada HES projeleri, Senoz Vadisi'ndeki HES'ler, Solaklı Vadisi'ndeki HES projeleri bulundukları vadileri katlederek dereleri kurutmadı mı? Bunları da görmedi mi sayın bakan? 2 ay önce Salarha Deresi, HES projesinin üretime başlamasıyla 2 saat içerisinde kurumadı mı? HES projelerinin üretime geçmesiyle İkizdere Deresi kurumadı mı? Güneysu'daki 2 HES projesinin kuruttuğu Gürgen Deresi ile Senoz'daki Çatal Dere'nin kuruması, Rize'nin diğer derelerinde yaşanan balık ölümleri HES'lerin eseri değil mi?"[12]

Rize'de faaliyete geçen 5 hidroelektrik santralının yeteri kadar elektrik üretemediği ortaya çıktı. Derelerin Kardeşliği Platformu (DEKAP) yayımladığı açıklamayla, "Bunun için bu vadilerin, yaşam alanlarının ve derelerin katledilmesine değer miydi" diye sordu...[13]

iii) Eleştirileri dikkate almayarak kırda HES projeleri kentlerde de isyan ettiren imar kararlarına imza atan AKP hükümeti, Türkiye'nin çölleşmesine engel olamadı, hatta bu süreci hızlandırmak için elinden geleni ardına koymadı. Su rezervlerini kaybeden, gölleri kurumaya başlayan Türkiye hızla çölleşiyor. 10 yılda 2 milyar lira harcanmasına karşın hâlâ yılda 177 milyon ton toprak erozyon sonucu yok oluyor. Erozyonda İç ve Doğu Anadolu başı çekiyor!
Bir şey daha Hükümet, 2-B olarak bilinen taşınmazların satışından 454 milyon 706 bin lira gelir elde etti etmesine de; çevre satıldı; doğaya 2B darbesi indirildi!
Sonra da sürdürülemez kapitalizm sera gazı salımının yüzde 124 arttığı coğrafyamızı kirletiyor!
Kapitalist yıkım ile Türkiye'de artık "sularımız arsenikli, havamız siyanürlü"dür; kirli enerjide ilk dörde giren coğrafyamız kimyasal çöplüğe dönüştürülmüştür; Yatağan'daki kirli gerçekler; Çorlu'daki zehir deposu; Dilovası'ndaki atıklar ve kanser vd'leri...
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, 33 ilde hava, 23 ilde atık, 22 ilde ise su kirliliği belirlendiğini itiraf ederken; Türkiye'de yapım hâlinde veya proje aşamasında olan 76 yeni kömürlü termik santral yolda. Kömürlü termik santralların artış hızında Çin, Rusya ve Hindistan'ın ardından dünya dördüncüsüyüz...
Bu tabloda 'Tüketici ve Çevre Eğitim Vakfı' Yönetim Kurulu Üyesi Nevzat Ceylan, Türkiye'de atık üreten 70 bin şirketten sadece 14 bininin kayıt altına alındığına dikkat çekerek bu rakamın hızla artarak kayıtların tamamlanması gerektiğini söylüyor; Türkiye'de, zehirli kurşun ve fosforla üretilen 40 milyona yakın tüplü televizyon ve monitör bulunmasına karşın, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'nın elektronik eşya atıklarıyla ilgili yönetmeliği 2 yıldır taslak hâlinde beklerken yaklaşık 40 milyon olduğu tahmin edilen atıklar doğayı ve insan sağlığını tehdit ediyor![14]

Bunların yanında duymamış ya da bilmiyor olamazsınız! Zararları bilimsel deneylerle kanıtlanan GDO'lu ürünler Türkiye'de artık serbest...
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan ve 26 Ekim günü Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe giren "Gıda ve Yem Amaçlı Genetik Yapısı Değiştirilmiş Organizmalar (GDO) ve Ürünlerinin İthalatı, İşlenmesi, İhracatı, Kontrol ve Denetimine Dair Yönetmelik" tepkiyle karşılandı.

GDO'ların Türkiye'ye girişini meşru kılan yönetmeliğin tüketici sağlığını ve çevreyi korumak amacıyla gerekli tedbirleri alma görevini işletmeciye bırakması, endişe verici bulunarak söz konusu organizmaların insan sağlığı üzerindeki etkisinin hâlâ bilinmediğine dikkat çekildi.
Yönetmelikle "GDO'suz ürünlerin etiketinde ürünün GDO'suz olduğuna dair ifadelerin bulunmayacağının" belirtilmesinin taraflı bir tutum olduğu vurgulanarak Amerika'da bir biyoteknoloji şirketinin, ürünlerine "GDO bulunmamaktadır" yazan bir firmayı dava ederek kendi satışlarını düşürmekle suçladığı anımsatıldı.
Profesör Doktor Necmettin Ceylan'ın, GDO'lu yemlerle balıkların, ineklerin ve kanatlıların beslendiğini belirtirken, "2010'da 1.2 milyon ton mısır ithal ettik, çoğu GDO'luydu," notunu düştüğü tabloda uzmanlar uyarıyor: "Yeni gıda tasarısı halk sağlığını tehdit edecek"!

AKP hükümeti, Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Yasa Tasarısı'yla günde 20 ton süt üreten ya da 8 bin ekmek çıkaran işletmelerde mühendis çalıştırma zorunluluğunu kaldırıyor. Gıda Mühendisleri Odası, düzenlemenin insan sağlığı bakımından kısa vadede "gıda zehirlenmelerini" arttıracağına, uzun vadede ise "toksik ve kanserojen etkileri" olabileceğine dikkat çekiyor.
Nihayet Başbakan Erdoğan'ın, "Bir yıl boyunca 24 saat nükleer santralin kapısında otursanız, bir uçak yolculuğu kadar radyasyon almazsınız. Bu bilimsel bir tespit," zırvasına sarıldığı Türkiye'deki nükleer santrallar bir faciadan başka bir şey değildir!

Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın, "Nükleer santrallarımızı 2071 yılında, yani Malazgirt zaferinin 1000. yıldönümünde kapatmayı düşünüyoruz," demogojisiyle sunduğu ve bir Fukuşima olması muhtemel Akkuyu...
Viyana Üniversitesi Mersin Akkuya'ya kurulması planlanan nükleer santralın olası bir kaza durumunda hangi bölgeleri etkileyeceğine dair bir analiz hazırladı. Yüksek performanslı bilgisayarlarda hazırlanan analize göre, riskli bir kaza olması durumunda, kaza anında ilk olarak Mersin ve çevre iller etkilenecek.
Kazadan bir hafta sonra tüm Türkiye, 15 gün sonraysa Türkiye'nin tüm komşuları, Doğu Avrupa, Kafkaslar, hatta Afrika'ya kadar olan geniş bir bölge, radyoaktif maddelerin etkisi altında kalacak. Milyonlarca insan etkilenecektir!

SİT'LERİ GASPEDİLEN BARAJLI YIKIM

Nihayet Munzur'daki gibi barajların yıkımı ile ekolojik dengelerin, politik ve tarihsel kaygılar yanında rant için alt üst edilmesi...
'Dünya Barajlar Komisyonu'nun 1998 tarihli raporundaki verilere göre, dünyada barajlara 2 trilyon dolar harcandığını, 80 milyon kişinin baraj projeleri yüzünden göç etmek zorunda kaldığını belirtilerek küresel ısınmaya yol açan sera gazlarının yüzde 28'nin baraj göllerinden çıktığı açıklandı.

Türkiye'de 2009 yılına kadar yapılan 298 baraj projesinin sadece 25'inde kültürel ve arkeolojik envanter çıkarıldığına vurgu yapılıp, Ilısu Barajı'nın yapılması hâlinde 16 bin kişinin göç edeceği, yüzey araştırması bile yapılmamış 200 höyüğün sular altında kalacağı açıklanırken; Alevîlerin kutsal mekânlarını su altında bırakacak baraj için "jet kamulaştırma" çıktı. Arazideki "direniş barakası" yıkıldı. Tunceli, Elazığ ve Bingöl'de 12 köyü sular altında bırakacak Pembelik Barajı'na direnen köylüler 1.5 yıldır barajın gövdesi olacak arazide nöbet tutuyorlardı...
Hasankeyf'e, Allianoi'ye idam kararı çıkaran uygulamalar ile SİT alanları da talana açıldı; hem de daha fazlasıyla!
i) 'Küme' diye bilinen antik 'Kyme' kenti, liman ve termik santral yapımı için 1. dereceden 2. ve 3. derece site düşürülerek tırpanlandı...[15]

ii) Bursa'da Myrelia antik kenti için hazırlanan koruma amaçlı imar planında bina katları yükseldi. Myrelia'nın bir kısmı da imara açıldı... Birinci derece sit alanı olan Myrelia antik kenti için hazırlanan 1/1000 ölçekli koruma amaçlı nâzım imar planında sit alanındaki yapılaşma için bina kat yüksekliği ikiden beşe çıkartıldı. Bölgenin eğimiyle kat yüksekliği yediyi bulabilecek. Sit alanının 50 bin metrekaresi de turizm alanı ilan edilerek imara açıldı...[16]
iii) Arkeolojik sit alanında temel kazma çalışmaları sırasında Myrleia antik kenti duvarına rastlandığı için inşaatı durdurulan alışveriş merkezi için Bursa Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu kararını verdi. Kurul, Myrleia kent duvarının cam çerçevede alışveriş merkezi içinde sergilenmesine ve antik kent üzerinde yapılan AVM inşaatının devam etmesine karar verdi...[17]

iv) Diyarbakır'da 2007'de ortaya çıkarılan ve 1'inci derecede tescilli alan ilan edilen 1600 yıllık kilise kalıntısının üzerine Vakıflar Bölge Müdürlüğü tarafından türbe ve mescit yapılıyor...[18]

v) İzmir Kemalpaşa'da bulunan ve bugüne kadar bilinmeyen bir antik kente ait olabileceği düşünülen mozaikler araziye 'BİM'in deposu' yapılacağı için taşınacak. BİM'in İzmir Kemalpaşa'da depo yapmak istediği arsada bulunan ve taşınmasına neden olan tarihi mozaikler Zeugma'dakiler kadar önemli. İzmir Kemalpaşa'da geçen yıllardaki kurtarma kazılarında çok değerli taban mozaikleri, Anadolu parsı ve aslanı gibi nesli tükenen hayvanlara ait panolar ve büyük bir yerleşim kompleksi ortaya çıkmıştı. 'Batının Zeugması' olarak nitelendirilen mozaikler, MS IV. yüzyıl ile VII. yüzyıl arasına tarihleniyor...[19]

vi) Çanakkale'nin Bayramiç ilçesi Kurşunlu Köyü'nde, Killiktepe mevkiinde Zafer Madencilik şirketi tarafından feldspat maden ocağı açıldı. Antik Skepsis kentinin dibinde açılan maden ocağı hem arkeolojik alanı hem de köyü tehdit ediyor. Çanakkale Arkeoloji Müzesi ve mahkemenin tayin ettiği bilirkişi bölgede maden ocağı açılmasının doğru olmadığı görüşünde birleşti. Ancak Çanakkale Koruma Kurulu maden ocağına onay verdi...[20]

vii) Manisa'nın Turgutlu ilçesindeki ormanlarıyla ünlü Çaldağı'nda, birinci sınıf tarım arazilerinin yakınında dağ tıraşlanıp sülfürik asitle madencilik yapılacak...[21]

viii) Bodrum Göltürkbükü'nde yeşil alan olması için belediyeye bırakılan arazi, önce arsa yapıldı, sonra satışa çıkarıldı. "Burası park kalsın" diye dava açan eski arsa sahiplerinin itirazı da reddedildi. Göltürkbükü'nde zeytinlikle kaplı denize sıfır park, turizm alanı kararıyla yapılaşmaya açılacak...[22]

ix) Gökçeada'da sit alanı içinde eski Rum köyü Bademli'de yapılan Masi Clup Otel'in inşaatı, halkının itirazlarına ve mahkeme kararlarına rağmen "Atı alan Üsküdar'ı geçer" usulüyle bitirildi. Gökçeada'nın en güzel manzaralı bölgesinde inşaat yükselmeye başladığında alınan mahkeme kararları, inşaatı durdurmaya yetmedi...[23]

"KENTSEL DÖNÜŞÜM"ÜN KÖPRÜLÜ TRAFİK AÇMAZI

Baştan açık, açık belirteyim: Kapitalizmin "kentsel dönüşüm" dediği şey, rant için kentin paryaları ilan edilen emekçileri merkezin dışına sürmek ve böylelikle de periferide gecekondu gezegeni yaratmaktır.
Kapitalizmin kentsel yıkım saldırısının neyi hedeflediği, yani "kentsel dönüşüm"ün neyin dönüşümü olduğu sorusuna verilecek yanıt; "sosyal adalet", "kentli hakları", "kent imgesi", "kentsel dönüşümle kentlerin etnikleşen yüzeyleri" ve nihayet "kent katliamı"na kafa yormamızı "olmazsa olmaz" kılar...
Evet "kentsel dönüşüm" denilen müdahâlenin sosyolojik analizi ile ekonomi-politik gerçeğini "es" geçmemeliyiz!
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın, "Dönüşümü nasıl iyi yaparız diye bakıyoruz, araştırıyoruz. Arkadaşlarımız, Almanya'da kentsel dönüşüm yıkımları yapan makineler fuarını ziyaret etti. Türkiye'de de bu makineleri yapanlar var. Hepsine bakıyoruz. Patlatma modeli de olacak, makinelerle de yıkımlar olacak," diye ifade ettiği "kentsel dönüşüm", burjuvazi için rantın genişletilmesidir; neo-liberal sermaye birikimine yeni talan alanları açılmasıdır!

Bu nedenle de "Dönüşüm"le kent(ler)imiz saldırı altındadır! ("Kentsel dönüşüm" mağdurlarıyla hiç konuştunuz mu?)
Galatasaray Üniversitesi Öğrenci Konseyi'nin düzenlediği panelde masaya yatırılan "kentsel dönüşüm"ün esas amacının yoksulun arazilerini alıp üzerlerine lüks konutlar inşa etmek olduğu belirtilirken; [24] Şehir planlama uzmanı Prof. Zekai Görgülü de ekliyor:
"Kentsel dönüşüm planlamanın yerine ikame edilmiştir. İstanbul planında ne üçüncü köprü, ne üçüncü havaalanı var. Çünkü Ankara'dan dayatılıyor. Bu bir TOKİ yasasıdır. Yapılanlar insan haklarına, mülkiyet haklarına, anayasal ilkelere, her şeye aykırı. TOKİ'nin elinde 800 bin konut fazlası var"!

Kim ne derse desin, halkın kendi yaşam alanları üzerinde söz sahibi olamadığı ve dışlandığı; bu nedenle toplumun geleceği açısından çetin sorunlara gebe bir kentsel tasarım sürecidir Türkiye'nin yaşadığı!
Kolay mı? "Bugün ülkemizdeki gelişmeler çoğunlukla plansız, programsız olarak, neo-liberal ekonomi kurallarına uygun şekilde, kent toprağının ranta dönüştürülmesi doğrultusunda sürüp gidiyor. Kent içinde ve çevresinde kalan son yeşil alanlar da yok edilerek yoğun ve yüksek yapılaşmayla en büyük parasal değer elde edilmeye çalışılıyor."[25]

İşte bu yıkımın verileri:
i) İstanbul Derbent mahallesinden yoksulların kovulması için Bakanlık mahalleyi "riskli alan" ilan etmişti. Bu kararın gerekçesi ortaya çıktı. 17 Aralık 2014 yolsuzluk operasyonunda gözaltına alınan Yorum İnşaat'ın patronu Osman Ağca, resmi gazeteye yansıyan ifadelerinde "Böylece yıkım garanti altına alındı," dedi![26]

ii) İstanbul'un son yeşil alanlarından Polonezköy imara açılıyor. Planın Polonezköy'e villa, otel, AVM yapımının önünü açtığı, kaçak villalara af geleceği belirtiliyor. İstanbul'da 1994'te Tabiat Parkı statüsü verilerek koruma altına alınan 172 yıllık yerleşim yeri Polonezköy imara açılıyor. Hazırlanan 1/1000 ölçekli 'koruma amaçlı' uygulama planına göre, Tabiat Parkı sınırları içinde kalan köyde düşük yoğunluklu konut ve turizm alanları yapılabilecek. 6.5 metre yükseklikte otel, ticari amaçlı binalar, bankalar, finans merkezleri, kamu binaları yapılabilecek. Yollar genişleyecek. Bodrum katlarına spa, yüzme havuzu, restoran ve yüzme havuzu inşa edilebilecek...[27]

iii) Ataköy sahilinde TOKİ'ye ait arazide itirazlara rağmen devam eden yapılaşmada bir skandal daha ortaya çıktı. Tarihi Baruthane binalarının bulunduğu parsel ve komşu parsellerinde inşaat için 1 Nolu Kültür Varlıkları Koruma Kurulu'ndan izin alınmadığı belirlendi. Kurul, "Ne başvuru ne de verilmiş izin var," diyor...[28]

iv) Sevda Tepesi'nin ve birçok korunun imara açılma kararına mimarlar ve şehir plancıları tepki gösterdi. Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhcu, Sevda Tepesi'nin Boğaziçi'nin en önemli peyzaj değerlerinden, Boğaz'ın siluetini oluşturan parçalarından biri ve birinci grup doğal sit alanı olduğunu vurgulayarak "Sevda Tepesi'nin hiçbir şekilde yapılaşmaya açılma olanağı bulunmamaktadır," dedi![29]

v) Urla'da Başbakan'a ait olduğu ileri sürülen villalarla ilgili kaçak yapılaşma sebebiyle çok sayıda ceza kesildiği ve il encümeni tarafından oybirliğiyle yıkım kararı verildiği ortaya çıktı. Yıkıma itiraz ise mahkemece reddedilmiş. İl Genel Meclisi Başkanı Serdar Değirmenci, "Yıkım kararını hangi babayiğit uygulayacak?" diye sordu.[30]

vi) İstiklal Caddesi'deki Demirören AVM'nin inşaatı sırasında yanında bulunan 'korunması gereken kültür varlığı' olarak tescilli binada da yıkıma neden olunduğu gerekçesiyle yargılanan Demirören ailesi beraat etti![31]

vii) Baruthane binalarının bulunduğu TOKİ'ye ait arazinin ihalesine yolsuzluk soruşturmasında adı geçen Osman Ağca'nın hissedarı olduğu Çelebican A.Ş.'nin tek başına katıldığı ortaya çıktı. Arazi, 'restorasyon' diye ihale edilirken, projenin altından 80 metrelik kuleler çıktı.[32]
Ve hakkında 30'a yakın dava süren İstanbul'daki üçüncü köprü konusunda herkesi uyarıyor Haluk Gerçek:
"Yol ve köprü yaparak trafik sorununu çözmeye çalışmak 'Obez bir insanın kemerini gevşeterek kendini tedavi etmesi gibidir'! Başlangıçta biraz rahatlar fakat şişmanlamaya devam edersiniz. Köprü yapmak sorunu çözmez"!
Ancak AKP buna aldırmaz!

Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu, "3. köprü yapımı maksadıyla 381 bin 96 adet ağaç kesilecektir. 3. havaalanı yapımı maksadıyla 2 milyon 330 bin 12 ağaç kesilecektir. Kanal İstanbul projesi için bakanlığımızca verilmiş izin yoktur," dedi.
Eroğlu, 10 yılda 3 milyon 691 bin hektar alanda ormanların geliştirilmesi ve ağaçlandırma çalışması yapıldığını, toplam 2.8 milyar fidanın toprakla buluşturulduğunu belirterek 2002 yılında 20.8 milyon hektar olan orman büyüklüğünün 2012 yılı sonu itibarıyla 21.7 milyon hektara ulaştığını bildirdi.
Bu kadar da değil! Beykoz'un köylerinden Kuzey Marmara Otoyolu geçecek, evler, araziler, mezarlıklar istimlak edilecek...
Ama aldıran kim?!

Mimar İhsan Bilgin'in çarpıcı değerlendirmeleri var: "İstanbul'un yaşadığı trafik cehennemi, üçüncü bir çevre yoluna ihtiyaç olduğunu değil, tersine olmadığını kanıtlamaktadır..."
Sonra da Türkiye'de 10 yılda meydana gelen yaklaşık 8 milyon kazada, 43 bin kişinin hayatını kaybettiği, 1 milyon 718 bin kişinin de yaralandığı trafik sorunu... Bu mesele de sürdürülemez kapitalizmin otomobil "uygarlığı" tarafından çözülemez!

DOĞAYI VE İNSAN(LIK)I ANCAK İSYAN KURTARIR

Sürdürülemez kapitalist yıkım şahsında yerküre ve coğrafyamızdaki çevre hâli bu ve böyle!
Bu hâle ancak yaşamı yani doğa ile insan(lık)ı militanca savunan isyanlarla "Dur" denilebilir...

Örneğin şehir plancılığının duayenlerinden Prof. Dr. İlhan Tekeli, Gezi eylemlerinin Türkiye'de ilk defa iktidar odaklı bir demokrasi anlayışı yerine insan odaklı bir demokrasi arayışını ortaya çıkardığını vurguladı. Mimar ve edebiyatçı Cengiz Bektaş da Gezi Direnişi'ni doğrudan demokrasiye atılan bir adım olarak niteleyerek "Bu kuşak sonuna kadar direnebilirse hiçbir şey eskisi gibi olmaz," diye ekledi
Kolay mı? Başbakan Tayyip Erdoğan'ın yayınlanan telefon görüşmelerinde ikinci yolsuzluk dalgasında ismi geçen bir işadamıyla "yüzde 6 pazarlığı" yaptığı yasanın, Gezi Direnişi sayesinde yasalaşmadığı ortaya çıktı.[33]
Sürdürülemez kapitalizmin, çevre ve kent isyanlarını artık daha da fazla devreye sokacağı bir "sır" değildir.

Çünkü Hüsnü Öndül'ün ifadesiyle, "Gezi Parkı sorunu, bir insan hakları ve özgürlükleri sorunudur. Park sorununda çevre hakkına odaklanabiliriz... Sorunu kentli hakları bakış açısıyla temellendirebiliriz. Nitekim, çevre, kentlerin fiziksel görünümü, kentlerde dolaşım, ulaşım, tarihsel ve kültürel değerler konuları bu sorunla birlikte gündeme oturdu."
'London School of Economics'in direktörü ABD'li sosyolog Craig Calhoun'un, "Gezi'deki gibi artık protestolar tek bir mesele etrafında buluşmuyor," notunu düştüğü başkaldırı, aynı zamanda bir özgürlük simgesi, bir politik özgürleşme hareketiydi. Yani kimsenin ön plana çıkmadan sadece dayanışmanın var olduğu insanca davranışlar bütünü, Gezi/ Haziran'ın kahramanları ise, ranta karşı hayatı savunanlardı...
Gezi'de başlayan ve coğrafyamızın bütün kentlerine yayılan direnişi Türkiye sınırlarını aşacak ve tarihe kaydedilecek bir olay olarak görmemiz gerekir.
Talancıların, sömürücülerin yeryüzünü, toprağı, suyu, havayı ve yeraltını "kâr daha çok kâr" hırsıyla cehenneme çevirdiği sürdürülemez kapitalist yıkım sürdükçe, yeni ve daha kapsamlı Haziran'lar boynumuzun borcudur!
O hâlde Hasan Hüseyin Korkmazgil'in, "kararttılar gecemizi/ ısırdılar karanlıkta/ kanattılar türkümüzü/ kırdılar çiçekli dallarımızı/ tükürdüler içine ekmeğimizin/ ağrıttılar ağrımızı/ ağrıttılar vatan vatan/ ağrıttılar dünya dünya," diye betimlediği sürdürülemez kapitalizmin koşullarında, Etienne de La Boétie'nin, 'Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev'indeki uyarıyı[34] "es" geçmeksizin; Nâzım Hikmet'in haykırdığı üzere, "Yaşamak! Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine bu hasret bizim!" diyebilmek için Hasan Hüseyin Korkmazgil'in "Uyan ey köşem bucağım.../ Kırık kolum, eğri boynum,/ Sağır kapım, dilsizim,/ Vaktidir direnmenin;/ Vaktidir şimdi..." dizeleri haykırmalı ve Turgut Uyar'ın, "Ve bizim bir haziranımız/ bir yıl kadar yetecektir dünyaya" uyarısını asla unutulmamalıyız...
27 Şubat 2014 14:40:09, Ankara.

N O T L A R
[1] 2 Mart 2014 tarihinde İstanbul Sarıgazi'de Munzur Kültür Derneği'nin "Gezi'den Munzur'a" başlığıyla örgütlediği VI. geleneksel dayanışma etkinliğinde yapılan konuşma... 21 Mayıs 2014 tarihinde Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Topluluğunun kütüphane önündeki çimlerde gerçekleştirdiği "Anadolu'da Ekolojik Yıkım Madenler, HES'ler, Nükleer" başlıklı etkinlikte yapılan konuşma... 25 Haziran 2014 tarihinde Konur Sokak'taki (Ankara) "9. Sokağa Şarkı Söylüyoruz 2014" başlıklı Kazım Koyuncu'yu Anma etkinliğinde yapılan konuşma... Newroz, Yıl:8, No:254, 20 Temmuz 2014...
[2] "Dünya herkesin ihtiyacına yetecek kadarını sağlar, fakat herkesin hırsını karşılamaya yetecek olanı değil." (Mahathma Gandhi.)
[3] George Ritzer, Küresel Dünya, Çev: Melih Pekdemir, Ayrıntı Yay., 2011.
[4] Oktay Ekinci, "İstanbul İçin Alarm", Cumhuriyet, 5 Ocak 2013, s.3.
[5] Güngör Uras, "AVM'lerde Dur Durak Yok", Milliyet, 10 Şubat 2014, s.7.
[6] Mehveş Evin, "Çevre Biziz", Milliyet, 23 Kasım 2013, s.6.
[7] "Doğanın Katliamı", Cumhuriyet, 27 Şubat 2013, s.18.
[8] Orhan Bursalı, "Kentte Yaşamın Sonu Ya İstanbul Ya İktidar", Cumhuriyet, 9 Mayıs 2013, s.6.
[9] "Son Kalan Yeşil Alan", Cumhuriyet, 31 Ekim 2012, s.3.
[10] Nilgün Tekfidan Gümüş, "245 Bin Ağaç Ne ki", Hürriyet, 15 Temmuz 2013, s.21.
[11] Serkan Ocak, "Kanal İstanbul İklimi Bile Değiştirecek", Radikal, 29 Ocak 2014, s.4-5.
[12] "İki Saat Yetmişti", Cumhuriyet, 10 Ekim 2013, s.24.
[13] Ömer Şan, "Buna Değer miydi?", Cumhuriyet, 20 Mart 2013, s.18.
[14] Mahmut Lıcalı, "Yönetmelik Bekliyor, Atıklar Zehir Saçıyor", Cumhuriyet, 28 Nisan 2012, s.20.
[15] Ömer Erbil, "... 'Küme' Güme Gitti", Radikal, 24 Eylül 2011, s.4.
[16] İdris Emen, "Antik Kente Yedi Katlı 'Koruma'...", Radikal, 4 Aralık 2013, s.6-7.
[17] İdris Emen, "Antik Kentin Üstüne AVM İzni Çıktı!", Radikal, 6 Mart 2013, s.4-5.
[18] "1600 Yıllık Kilise Kalıntısı Üzerine Mescit", Radikal, 3 Şubat 2014, s.4-5.
[19] Ömer Erbil, "İşte BİM'in Mozaikleri!", Radikal, 6 Şubat 2014, s.4-5.
[20] Ömer Erbil, "Valilikten Tuhaf Yanıt: Abartmayın", Radikal, 3 Aralık 2013, s.4-5.
[21] Rifat Başaran, "Çaldağı SOS Veriyor", Radikal, 3 Temmuz 2012, s.4.
[22] Ömer Erbil, "Bodrum'da Park Alanı Satışa Çıktı", Radikal, 11 Mart 2013, s.4.
[23] Ömer Erbil, "Gökçeada'daki Oteli Kimse Durduramadı", Radikal, 20 Mart 2013, s.4-5.
[24] Oktay Ekinci, "Halka Yalan Söylüyorlar", Cumhuriyet, 16 Aralık 2012, s.9.
[25] Doğan Hasol, "Kentler, Planlama ve Siyaset", Cumhuriyet, 24 Şubat 2013, s.2.
[26] Rıfat Doğan, "Yolsuzluğun İtirafı Resmi Gazetede", Sol, 18 Ocak 2014, s.3.
[27] Serkan Ocak, "Polonezköy'e 'Betonkent' mi Geliyor?", Radikal, 8 Ocak 2014, s.4-5.
[28] Ömer Erbil, "Ataköy Sahilde Skandal", Radikal, 23 Ocak 2014, s.6-7.
[29] "Hukuk Dışı ve Skandal", Cumhuriyet, 25 Haziran 2012, s.6.
[30] Özdemir Özkan -Hasan Çilingir, "O Villalar İçin Yıkım Kararı Aldık, Uygulayacak Babayiğit Arıyoruz", Zaman, 6 Şubat 2014, s.12.
[31] "Demirören Ailesi 'AVM' Davasında Beraat Etti", Radikal, 6 Şubat 2014.
[32] Olgu Kundakçı, "Restorasyon Dendi, Gökdelen Çıktı", Birgün, 25 Ocak 2014, s.3.
[33] Mahmut Lıcalı, "Ormanları 'Gezi' Kurtardı", Cumhuriyet, 17 Ocak 2014, s.4.
[34] "Boyunduruk altında doğan insanlar, kulluk kölelik ortamı içinde büyütülüp eğitilirler. Dolayısıyla bu insanlar, siyasal iktidarı tehlikeye sokacak herhangi bir eyleme kalkışmazlar. Böyle bir eylemin getirdiği özgür düşünceden, özgür iradeden yoksundurlar; kurulu düzeni sevip benimserler, sürdürdükleri yaşamın dışında başka yaşam biçimlerinin bulunduğunun ya da bulunabileceğinin farkında bile olamazlar." (Etienne de La Boétie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, çev: Mehmet Ali Ağaoğulları, İmge Yay., 1995.)

Resimler-Ressamlar-ve

“Kapalıyken,resim yapar gözlerim.”[1]

Plastik sanatların bir dalıdır…

Cisimler dünyasının, düşünceler dünyasındaki iz düşümüdür.

Taş devrinde ortaya çıkan ve yeni teknikler kazanarak ilerlemesini sürdüren sanat akımıdır; düşünce ve duyguların imgelerle anlatılmasıdır.

Tutku, dil, aşk, boya, koku, heyecan ve daha birçok sözcüğe bürünebilen biçimlerin, renklerim, dokuların, ritmin ve müziğin armonisidir.

Simonides’in, “Resim sessiz şiirdir, şiir ise konuşan resim,” diye tarif ettiği renkler, biçimler dünyasıdır.

Resim bir şiirdir; duygu ve düşünceleri, hâlet-i ruhiyeyi renklerle çizgilerle anlatma biçimidir; hayattır; buram buram yaşam kokar; aşktır, aşık olmaktır; fark etmektir iyiyi, güzeli, gerçeği.

Hayal gücünün kağıt, tuval veya herhangi bir zeminde somutlaştırılmasıdır.

Renkler ve çizgilerle doğayı ve insanı anlatan büyülü bir dildir.

Hayalleri gösteren/ gösterebilen aynadır.

“Görül(e)meyen şeyleri”, görülür kılar.

İnsan(lık)a, körlüğü(müzü) gösterirler.

İlhan Berk’in dediği gibi, “Resim, içinde yaşanılan cehennemden kurtulmayı sağlayabilecek bir duygu dışavurumu biçimidir.”

Aklın gördüklerini göz için canlandırmaktır.

Resim sanatı insanlık kadar eski bir tarihe dayanıyor. Mağaralarda gördüğümüz çizimler ve yontmalar sanatın çıkış noktası.

Mağara duvarlarından Meksika duvar resmi geleneğinin kurucuları Diego Rivera, José Clemente Orozco ve David Alfaro Siqueiros’un yapıtlarına…

“Dönemin güncel siyasetinin ve tarihin bir araya getirilip günün ve geleceğin yaşamına ve sanatına yön vermesi, yaşam ve ölüm arasındaki o ince çizginin sanatçının aklı, ruhu ve elleriyle yoğrulup dokunulabilir bir ‘topluma mal olmuş sanatsal ürüne’ dönüşmesi ve toplumun sesini oluşturmasının dünya sanat tarihinde çok örneği vardır, ama belki de Meksika sanatındaki etkileri kadar güçlü bir biçimde gözlemlenmesi mümkün olmayabilir. Yoksa Rivera’nın, Orozco’nun, Siqueiros’un eserlerindeki o renk çılgınlığı, o güçlü karakter ve çizgi başka nasıl açıklanabilir?”[2]

Evet, insana insan(lık)ı şekille anlatma sanatıdır.

Yedinci sanat için nasıl sinema diyorsak resme de birinci sanat diyebiliriz. Belki sözden önce vardı…

Bakış açılarının farklılıklarını ortaya çıkarandır…

Kolay mı? “Kültürün en büyük aracı resimdir, müzik değil. Resimde coşku bile düşünceye bağımlıdır, oysa müzik coşkuyu serpiştirir, dağıtır,” dedirtmiştir André Gide’e…

Şimdi burada birisi sorabilir: “İyi de, neden (ve nasıl) resim” diye…

Bu konuda Erol Akyavaş, “Neden mi resim? Onsuz olamayacağı için, zorunlu, kaçınılmaz olduğu için… Hani organik bir zorunluluk olduğu için. Sindirim sistemi ya da ‘sistem’den çıkartmak gibi. Yemek yemek, yemeği sindirmek ya da kusmak gibi… Resme mahkûmum, mecburum… Var olduğumu anlamak için…

Ben resmi, resim beni yapıyor; belli bir işi, belli bir şekilde, belli bir zaman noktasında yaptığım için varım. Ve bu işi her gerçekleştirdiğimde, her fırça darbesinde, kendimi yeniden var ediyorum. Bazen iyi, bazen kötü, ama mutlaka yeniden kendi varoluşumu keşfediyorum. Öteki insanlara ulaşabilmek için kaçınılmaz bu… Başka bir deyişle ya resim, ya hiçlik, ölüm… Ben resimsiz, resim bensiz olamayacağı, fiziksel olarak kaçınılmaz olduğu için resim yapıyorum,” derken Naile Akıncı da ekler: “Tuvallerim mücadele sahamdır.”

Aynı konuda Mehmet Güreli’nin altını çizdikleri şunlardır:

“Ressam yolculuğu reddeden yolcu gibidir. Onu kimsenin beklemediğini bilir. Sadece merak uyandırmakla kalmaz yolcu olmanın eşyasını da yüreğinde taşır. Arabaları hazır etmek de böyle bir şeydir. Sanki bir yolcu olmaya hazırlanma, bir gösteri gibi yerleşir resmin içinde; bavulsuz, hareketsiz bir Samuel Beckett kahramanı gibidir.”

Ancak bu kadarla sınırlı değil; “Resim, doğa ananın en soylu çocuğudur ve ondan doğmuştur. Resim dilsiz bir şairdir. Resim öğrenmek, şekillerin söylediği türküyü yakalamayı öğrenmektir,” diyen Leonardo da Vinci de olduğu gibi, “geleceğe giden yolu da gösterir” resim.

“Nasıl” mı?

“The Guardian yazarlarından Jonathan Jones, Rönesans hümanizminin simge adlarından Leonardo da Vinci’nin resmettiği meleklerin bir özelliğini, meleklerinin ‘geleceğe giden yolu gösterdiğini’ vurguluyor yazısında. Bunu söylerken de, öncelikle Leonardo’nun henüz yirmilerindeyken, 1472-77 yılları arasında yaptığı ‘Meryem’e Müjde’ adlı tablodan; daha doğrusu, o tabloda resmettiği meleğin, Meryem Ana’ya İsa’nın doğacağını müjdeleyen Cebrail’in ‘kanatlarından’ yola çıkıyor. Jones’a göre, ‘geleceğe giden yolu’ meleğin kanatları gösteriyor:

‘Leonardo, hayal edilebilecek en şaşırtıcı canlılıktaki melek kanatlarını gençlik dönemi yapıtlarından ‘Meryem’e Müjde’de resmetmişti. Bu kanatlar kullanışlı görünüyor -belli ki, sanatçı, bir çift kanadın insan bedenine nasıl uyabileceği üstüne derinliğine düşünmüş. Genç Leonardo, bu resmi yaparken, Floransa’da uçan bir insanın betimini görebiliyordu- kentin çan kulesinde, efsanevi mucit Daidalos’un kanatlı bir ortaçağ oyması vardı. Daidalos büyü ile değil, bilim ile uçmuştu. Balmumundan kanatlar yapmış, ama oğlu İkaros güneşe çok yakın uçtuğu için kanatlar erimişti.’

Jones’un yorumuna bakılırsa, Leonardo, ‘Meryem’e Müjde’deki meleğin kanatlarında Daidalos’tan esinlenmişti. Gerçek kanatlar için yapılmış tasarımlardı bunlar. Leonardo, daha gençlik tablolarında, onu yaşamı boyunca büyüleyecek olan giz üstüne, bir uçma aygıtının nasıl yapılabileceği üstüne düşünmeye başlamıştı.”[3]

BİR FARKLILIK, FARKINDALIKTIR RESİM

İnsan(lık) tarihinde bir farklılık, farkındalıktır resim.

Mesela resmin yalnız, heykelin kolektif bir çalışma olduğunu vurgusuyla, “Benim resimlerimin ‘sihirli gerçekçilik’le bir ilgisi yok; kimse boşlukta yüzmüyor ya da sarı kelebeklerce kovalanmıyor. Olağandışı bir biçim, ama imkânsız değil,” diyen Kolombiyalı Fernando Botero’nun her şeyi şişmanlatarak yeniden üreten farklılık, farkındalıkla anlaması/ yansıtması gibi…

Benzer bir şeyi Salvador Dali’de de görmeniz mümkündür.

Katalan sanatçı Salvador Dali’nin yarım insanlarını, tablolarını hatırlar mısınız?

O, tablolarını çizerken yarım bırakırdı hep insanları, nesneleri. Diğer yarısını tamamlamamızı istercesine…

En “gizemli” resimlerinden “Belleğin Israrı”, ürkütücü bir manzara içinde güneşten eğrilip bükülmüş saatlerin betimlendiği 1931 tarihli yapıtında, “güneşte eriyen kamamber peynirinden esinlediğini” söyleyen Dali; özellikle 1930’ların sonlarına kadar bilinçaltı imgelemini irdeleyen yapıtlarıyla etkili olmuştu.

Gerçeküstücü sanatçılar arasında sayılan ve “Gerçeküstücülerle aramdaki tek fark, benim gerçeküstücü olmam!” sözü hiç unutulmayan Dali, 1928’de sanat eleştirmenleri Lluis Montanya ve Sebastia Gasch ile beraber, sanatta modernizmi ve fütürizmi savunan Sanat Karşıtı Katalan Manifesto’yu yazarken; eserlerinde kübizm ve dadaizmin derin etkileri görüldü.

İfadeye gayret ettiğim farkındalık konusunda sarsıcı bir diğer örnek de Frida Kahlo’dur (1907-1954).

Kendini hayatını resmeden O; Meksika Komünist Partisi’nin bir üyesi olarak, ülkesinin insanlarının devrimci mücadelesini desteklemiştir.

Sanatçı, devrimci, duvar ressamı Diego Rivera (1886-1957) ile tutku dolu bir ilişki yaşamıştır.[4]

Bir otobüs kazası sonrasında, sürekli yaşadığı ağrılar nedeni ile sırtına destek olması için çelik korse giymek zorunda kalan Kahlo’nun yaşadığı olayların tümü, sanatçının çalışmalarının içine bir şekilde girmiştir. Hem de öyle ki, hiçbiri sanatçının resimlerine kendi dikkat çekici ve yalın fiziksel görüntüsüyle katılışları kadar ilgi çekici olmamıştı.

Resimlerinde, genellikle geleneksel ve şatafatlı kaftanlar içinde; etrafı gür ormanlarla, yaramaz maymunlarla ve hatta papağanlarla çevrili bir biçimde görünür. Kahlo’nun stili, Avrupa’daki sanat akımlarından, özellikle de sürrealizmden etkilenmiştir. Her ne kadar sürrealistler çalışmalarına temel olarak hayal dünyalarını almış olsalar da Kahlo, kendi hayatının acı dolu gerçekliğinde kök salmıştır.

“Kırık Sütun/ The Broken Column” (1944) başlıklı çalışmasında, sanatçının zarar görmüş omurgası, çatlak ve hasarlı bir şekilde ortaya çıkarılmış ve vücudu da iğnelerle bir arada tutturulmuş gibi yansıtılmıştır. Sanatçının diğer resimlerinde kalbi; büyük, vahşi ve kanlı detaylarla resmedilmiştir.

Sanatçının hayatta neler çektiğini anlamanın en iyi yolu, 1939 yılındaki “What The Water Gave Me/ Su Bana Ne Verdi” isimli çalışmasını incelemektir.

Eserleri sürrealizmin öncüleri tarafından sürrealist olarak tanımlansa da, kendisi bunu kabul etmeyi, “Benim bir sürrealist olduğumu düşündüler ama ben değilim, ben kendi gerçekliğimi resmettim,” der.

Bu konu sürrealizmin öncüleri ve sanat eleştirmenleri arasında çeşitli tartışmalara neden olmuştur. Eserlerindeki otomatizm, yabancılaşma, zaman ve uzama yaklaşımındaki “eşzamanlılık” gibi olgular incelendiğinde sürrealist olduğu görülür. Eserlerinin büyük bir bölümü oto-portrelerden oluşur. Oto-portrelerde kendi yaşamı, Meksika kültürü ve Aztek mitolojisine ait semboller kullanır. Yapıtları Meksika kültüründe önemli bir yere sahip olan karşıtlılıklar üzerine kurulmuştur. Bu açıdan yapıtları, gösterge bilim yöntemiyle resim analizi yapmaya yeni başlayanlar için çok iyi malzemelerdir.

47 yaşında iken, güncesine yazdığı son sözlerinde, “Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım,” diyen Onu hem yaşama bağlayan hem de insanlar dünyasının bir kıyısında gösteren resimlerinde ise anlattığı duygu tekti: Yalnızlık…

Özetle bambaşka açılardan bakmak, şaşırtmak, cinsel kimlik karmaşası, kendiyle savaşmak, çirkinliğiyle barışmak, aşk, renkler, psikanaliz, serserilik, cesaret, korkaklık, hedonizm, acılar, yüksek bir sanat ve aşırı derecede yüksek bir ego, işte Frida Kahlo buydu; böylesi bir farklılık, farkındalıktı…

Ve İspanya iç savaşında Franco’ya tepkisini bu dönemde yaptığı, yumruğunu hiddetle sıkmış bir Katalan ırgatın faşizme başkaldırısını gösteren “Aidez L’Espagne/ İspanya’ya Yardım Edin” başlıklı çalışmasıyla ölümsüzleştiren XX. yüzyıl sanatının en ilham verici isimlerinden Joan Miró…

1924 yılında Sürrealist Manifesto’yu yayımlayan Andre Breton’un “İçimizdeki en sürrealist” diye tanımladığı Joan Miró, canlı renklerin, kadınların, kuşların, güneşin ve yıldızların göksel bir mekâna serpiştirildiği çocuksu ve nükteli resimleriyle izleyiciye fantastik bir dünya sunar. 1893 yılında Barcelona’da doğan Joan Miró, eserlerine hâkim olan hayat dolu şiirsel, ince zekâ ürünü ve doğaçlama atmosferle ön plana çıkar.

Miró’nun ilk dönemlerinde Fovizm ve Kübizm etkisinde yaptığı Katalan manzaraları 1920’lerin başlarında sürrealizm etkisiyle ‘rüya resimlere’ doğru yönelir. 1930’larda ise İspanya’daki iç savaşa dönüşen siyaset nedeniyle Miró’nun Katalan kimliği ve yaşadığı çelişkiler bu dönemde ürettiği eserlerde baskın hâle gelir.

Şiddetin ve ruhsal ıstırabın baskın olduğu bu yıllarda eski düşsel ortamın yerini vahşet, eğilip bükülmüş, biçimi bozulmuş figürler ve siyah renkler alır. Bu ruh hâline rağmen materyallerin alışılmadık kombinasyonları üzerinde denemeler yapmayı sürdüren ve birbiriyle bağlantısı olmayan imajları şaşırtıcı biçimde yan yana getiren Miró, bu keşifler sonucunda resimlerinde sanata yaptığı en büyük katkılardan biri olan yeni bir işaret dili geliştirir.

“Resim mağara adamlarının çizimlerinden beri çöküş içerisindedir” diyen Miró, işaret ve sembollerden oluşan evrenini hep ilkel bir ressamın doğallığıyla oluşturur ve ulaşmaya çalıştığı bu ‘saflık’ onu çağdaşlarından ayıran en belirgin özelliği olur.

İZLEMEKTİR RESİM

Resimde izlenimcilik akımı XIX. yüzyılın ikinci yarısında ressamların stüdyo ortamını terk ederek ışığın, özellikle gün boyu değişen ışığın izinin sürüldüğü, ışığın ve görüntünün ressam üzerinde oluşturduğu etkilerin resmedildiği yeni sanat anlayışını ifade ediyor. İsim babası ise bir sanat eleştirmeni olan Louis Leroy’dur.

Claude Monet’nin Le Havre limanında gün doğumunu resmettiği ‘İzlenim: Gün Doğumu/ Impression: Soleil Levant’ isimli tablosuna gönderme yapan Louis Leroy, benzer resimler yapan dönemin ressamlarını biraz da aşağılamak amacıyla izlenimciler olarak tanımlıyor ve akım ismini Monet’nin bu tablosundan alıyor.

İzlenimcilik akımının Paris’te doğması ve başladığı dönem rastlantı değil. XIX. yüzyıl, buhar gücünün kullanımı, demirin işlenmesi ve makineleşme ile hız kazanan sanayi devriminin insanları değiştirip dönüştürdüğü, kırsal nüfusun sanayileşmenin doğurduğu iş gücü açığını karşılamak için kentlere aktığı, başta Paris olmak üzere kentlerin yıkılıp modern formlara göre yeniden inşa edildiği bir dönem. Gelişen sanayi toplumu ile birlikte insanların doğadan uzaklaşıp büyük fabrika ve işletmelere kapandığı modern Avrupa’nın simgesi hâline dönüşen Paris’te yaşayan ressamlar, bilinen form ve normların ötesine geçip bir tür sessiz protestoya başlarlar.

Stüdyoları terk edip doğaya geri dönüşü simgeleyen sessiz başkaldırının ortaya çıkması için Paris gereken ortamı ve şartları fazlasıyla sunmaktadır. Halk direnişinin simgesi Paris komünü yenilmiş, halk iktidarı sona ermiş, III. Napoleon ile imparatorluk geri dönmüştür. İzlenimci ressamlarla aynı dönemde orta Avrupa’da yaşamış olan Franz Kafka, sanayileşme ile ortaya çıkan “modern” yeni toplumun insanı doğasından ve kendinden uzaklaştırıp başka bir şeye, böceğe dönüştürebildiğini, bu durumun insana nasıl kabul ettirildiğini, devletin nasıl buharlaşabildiğini, korkular kaygılar üzerine nasıl ezici bir hukuk sistemi inşa edilebileceğini ifade eden eserler kaleme alırken, Parisli ressamlar sessiz başkaldırılarını resimlerine yansıttı.

Pissaro ile başlayan ve Manet, Degas, Cezanne, Monet, Renoir ve Caillebotte ile devam eden izlenimcilik akımı, modernleşme ve sanayileşme ile doğadan uzaklaştırılıp dayatılan form ve normlara tıkılan “modern” yaşam tarzına sessiz bir isyan olarak gün yüzüne çıkar. Ressamlar kapalı ortamlarda kurgusal olarak aydınlatılmış obje ve şahısları resmetmek yerine doğaya açılıp ışığın gün içinde değişimi ile birlikte meydana gelen hareketliliği ve etkilerini özgürce tuvallerine aktarma çabasına girerler. İzlenimcilik moderniteye sessiz bir başkaldırı olarak şekillenir.[5]

Monet’den Renoir’a, Degas’dan Pissaro’ya empresyonistler, günlük hayattan sahneleri, kısa anları, sıradan insanları resmettiler. Daha çok modern konuları kendi algıladıkları gibi anlatmayı seçtiler. Bu yüzden dış mekânlarda resim yaptılar.[6] Sahneler, demiryolları, bulvarlar, kafeler değişmez yerlerken; alt sınıflar ve köylüler en çok resmedilenler arasındaydı. Tiyatro, opera ve seyircileri de empresyonist sanatçılar için önemli temalardandı. Bunun en güzel örneklerinden biri Cassatt’ın 1880 yılında yaptığı ‘Operada Siyahlı Kadın’ resmidir. Cassatt’ın bu eserinde resim ve kompozisyon stili ile locadaki siyah elbiseli kadının salonun geri kalanıyla nasıl bir karşıtlık içinde olduğunu görürüz.

Burada ressam, halkın içine karışmış, özgürce gezinen zengin bir kadını gösterir. Resmin en dikkat çekici yönü ise kadının yüzüdür. Cassatt, operayı izleyen kadının inci küpeleri ve onun saydam eldivenleriyle statüsünü vurgulamış ve duruşu ile kendine olan güvenini ortaya koymuştur. Kadının elinin kıvrımını, karşısındaki adamın vücudunun kıvrımının karşılamasına dikkat etmek gerek. Bir başka ilginç nokta da, resimdekilerin gözlerinin görünmemesidir. Kadının ve adamın ellerindeki dürbünler onların gözlerini kaparken; diğerlerinin yüzleri zaten belli belirsiz resmedilmiştir ki, empresyonizm de budur, böyledir…

Ve empresyonizmin büyük ustası da Claude Monet’dir.

Max Seifert’in, “Tüm dünyası, tüm yaşamı resimdir. Yaşıtı Renoir gibi, resim sanatının dışında bir kültürü yok gibidir. Onu ilgilendiren tarih, felsefe, estetik, politika, günlük olaylar değil, ışık ve renktir.

Rengin ışık olduğunun, bu izlenimci ressamlar kuşağı tarafından keşfedildiğini söylediğimizde, bugün, hiç kimse inanamaz. Oysa, gerçek budur.

İzlenimcilerden önce, hiçbir ressamın hatta, o Rönesans’ın her şeyi bilen ve hiçbir şeyi bilmediğini de bilen, sanat tarihinin gelmiş geçmiş en büyük ustası Leonardo da Vinci’nin rengin ışık olduğunu bilmemesine bugün kimi inandırabiliriz?

Oysa, fiziğin bu yalın gerçeğinin, sanat alanında, ancak 1870’lerde farkına varılmıştı. Sanatta devrimler, işler böyle başlar: Bilinmeyeni bilinir kılarak,”[7] diye betimlediği Monet konusunda Georges Clemenceau da ekler:

“Işık sağanaklarının insanın ağ tabakasına hücum ettiği uzam ve zaman okyanusunda, gökkuşağı fırtınaları çarpışıp iç içe geçiyor, kıvılcım tozlarına dönüşüp eriyor, dağılıyor, sonra tekrar bir araya gelirken duygularımızı coşturan evrensel altüstlüğü doruğa çıkartıyor. Ressamın büyüsü, bu tanımlanamaz kasırgada sınır tanımayan gözümüzü evrenin gücüyle yüz yüze getiriyor; bu kasırga, ifade edilemeyen dünyanın kendini duyularımızda belli eden sorunudur. (…)

Monet’nin fırçasının ucunda karşılaştığı bu ‘dağılma’, bana göre, modern bilimin bize gösterdiği kozmik gerçekliklerin mutlu bir aktarımından başka bir şey değildir. Monet’nin atomların dansını resmettiğini söylemiyorum. Bütün söylediğim, dünyanın ve unsurlarının bilimin keşfettiği salınımlı dalgalara tekabül eden ışık dağılımlarıyla duygusal olarak temsilini gerçekleştirebilmek için büyük bir adım atmamız gerektiği. Atomları bugünkü algılayışımız değişebilir, öyle değil mi? Yine de, Monet’nin dehası dünyayı algılayışımızdaki kıyaslanamaz ilerlemeleri mümkün kıldı.”

Kolay mı?

Erman Ata Uncu, “Nilüferler, salkımsöğütler avangartla nasıl kesişir? Cevap, Monet’dedir… Empresyonizmin öncülerinden biri olan Monet eserini fırça darbeleriyle, renk oyunlarıyla canlı kanlı sundu izleyiciye,” derken; tam karşınızda duran bir Monet tablosunda, gündoğumuna bakıyorsunuz. Ortada tupturuncu bir güneş. Fırça darbeleriyle renklendirilmiş bir deniz ve teknede birkaç kişi. Renkler, fırça darbeleri hepsi yerli yerinde ve sizi büyülüyor.

Bin bir çeşit çiçeğin, salkımsöğütlerin, Japon köprüleri ve nehrin ışıkla ilişkilendirilerek konumlandırıldığı tasarım harikasıdır Giverny’deki bahçesi… Bu bahçenin yaratıcısı O…

Sakın ola unutulmasın: “Bir Ressam ve bahçıvandır Monet”… 

ELLERİN, DUVARLARIN DİLİDİR YANİ POLİTİKTİR RESİM

Mesela “Mutluluğun resmi çizebilir misin?” sorusunun muhatabı, “Upuzun parmaklı bir el”dir resim Abidin Dino’da olduğu gibi…

İlhan Alemdar, Ondan şöyle söz eder:

“Yazar, karikatürist, illüstratör, tiyatrocu, makyajdan dekora rejiden senaryoya eğitim almış bir sinemacı, heykeltıraş, yazılarında da çizgilerinde de halktan yana tavır almış sol görüşlü bir aydın. Ancak bütün kimliklerinin içinde en baskını ressam kimliğidir. (…)

Çizgi ve fırça darbelerindeki büyü, herkesin sığınacağı bir iskele, gölgesinde huzur bulacağı bir çınar gibi, toplumun her kesiminden insanla kurduğu uzun ve sağlam dostlukların büyüsüne denktir. Abidin Dino insan-ı kâmildir.”

Kolay mı? Gaye Petek’in ifadesiyle, “Yüreğini ellerinde taşıyan” biriydi O…

“Dino sanatın disiplinler arası bağını görebilmiş ilk Türkiyeli sanatçısı olsa gerek. Resimden heykele, çizimden belgesele, görsel dünyaya, insan ilişkilerine, meraklı, kolay sınırlandırılamayan bir sanatçı”ydı.[8]

“Abidin’in sözlerini, düşüncelerini, gözlemlerini hiç unutamıyoruz. Hiç güncelliğini yitirmiyor. Neden? Galiba hep ileriye baktı da ondan. Geçmişin özlemini çekmedi. Olayları, geleceği düşünerek değerlendirdi.”[9]

Nihayet, Mehmet Güleryüz’ün işaret ettiği üzere, “Bir resim adamıydı. Resmi görebilen ve söze dönüştürebilen bir gücü vardı. Bu çok mühim bir nokta. Politik düşünceyi resminin içinde tutan ve bunu ortaya koyan bir yapıya sahipti. Sanatı, çok yönlü yaşayabilen ve yayabilen bir yapı. Bu tabii ender insanlarda olan bir şeydir. Abidin Dino’da bu vardı…”

“Dünya Duvarları” serisiyle ünlenen O, “Duvarlardaki bellekti” Kıymet Giray’ın ifadesiyle…

Ve bir başkası: İllegal sayılan duvar resimlerini özgürleştirerek, dünya sanat dinamiklerine sokan çağın ruhunu yakalayan sokağın resmi, duvarların ustasıydı Burhan Doğançay.

Özgen Acar’ın, “… ‘Duvarlar’ onun simgesi oldu”; Zeynep Oral’ın, “Görsel ve düşünsel zenginlikti,” diye betimledikleri O; “İsyana düşmüş resimlerin ustası”ydı…[10]

84 yaşında hayata veda eden Burhan Doğançay, kent duvarlarıyla ilgili resim serileri ve 114 ülkeyi kapsayan ‘Dünya Duvarları’ fotoğraflarıyla alanında dünyanın sayılı sanatçılarından biriydi.

Eski Yunan’da cenazelerde ölenin ardından sorulduğu rivayet edilen bir soruyla başlayalım: “Tutkulu bir insan mıydı?”

Yaşına çok yıllar ekleyip de yaşlanmayan bir adam, dünyanın dört bir yanında sokakları arşınlıyor; kent duvarlarının fotoğraflarını çekiyor; duvarlara yapıştırılmış broşürleri, afişlerin kıvrık köşelerini, solmuş görüntüleri biriktiriyor; ceplerini kent duvarlarının artıklarıyla dolduruyor, bu torbalar dolusu kent birikintisine hem mecazi hem gerçek anlamda yeniden hayat veriyor… Tutku değilse nedir bu?[11]

“Ben daha dört yaşındayken her şeyi öğrendim babamdan. O at sırtında ben eşek sırtında; dağlara çıkardık. O topograftı, askeri harita yapardı. Rahat durayım diye kâğıt kalem verirdi bana… Alırdı eline resmi. ‘Bak’ derdi, ‘yanlış, güneş buradan geliyor, gölge buraya gidiyor’. Perspektif nedir anlatırdı. Bana o öğretti hepsini,” diyen Onun hakkında Mehmet Güleryüz “Türk sanatına bıraktığı değer şu an biliniyor, yeni kuşakların da bu değeri pekiştireceklerine inanıyorum” derken, Hüsamettin Koçan, Doğançay’ın çağının ruhunu yakalayan bir sanatçı olduğunu ifade eder.

Nihayet Evrim Altuğ’un altını çize çize işaret ettiği üzere:

“Burhan Bey’in çilli, bilge elleriyle, kara, derviş gözleriyle yazdığı, ‘Duvara karşı sanat tarihi’ydi. Sırf duvarları değil, kapı ve halıları da birer yaşam dokümanına bürüyen, kamuya mal olma tutkusuyla kendine ‘Grego’ müstear adını dahi layık görecek kadar egosundan sokağa ilticayı göze alabilen bir ressam oldu Burhan Bey. Pop sanatı da onun resmindeydi, hat sanatı da, soyut dışavurumculuk da. İşin güzel yanı, bu akımların hiçbiri de Burhan Bey’in bakış açısına temelli hükmetmedi, aksine onu zenginleştirdi ve besledi. Ama en temelinde, tarih öncesi Lascaux mağaralarından aldığı içgüdüsel ilham ve samimiyetten hiç ödün vermedi Burhan Bey. Kaligrafik kıvraklık ve iç gıdıklayan gölge oyunlarıyla sürekli sürprizler taşıyan resimlerini neredeyse birer heykele dönüştürerek, bu arada soyut resmi de utandırmadan, tuvalin saygıdeğerliğini hep artırdı. Bunu yaparken çocukları hiç unutmadı. Hep onların hayal güçlerini kolladı, onurlandırdı.”

Orhan Alkaya’nın, “Kendisinin ta kendisiydi,” diye tanımladığı Rafet Ekiz’e gelince…

2003’de trafik kazasında yaşamını yitirdiğinde 53 yaşındaydı. Resmiyle de, kişiliğiyle de tümüyle kendine özgü bir sanatçıydı. İsa Çelik, onun için, “Ne çerçeveye sığan, ne tuvale sığan, ne odalara sığan, ne de meydanlara sığan adamdı” diyordu.

Ercan Akçetin’in, “Rüzgârda uçan kese kâğıdına, havadayken resim yapan adamdı… Önden gideniydi. Yapmacıklıktan, kopyacılıktan uzaktı, tamamen kendine özgüydü resmi”; Muzaffer Akyol’un, “Özgünlüğe giden yolu bulmuştu. Duyarlılığını resminde öne çıkarmaya çalışan anlayışın sahibiydi”; Orhan Benli’nin, “Samimiyetinden şüphe duyduğu barcıları, taksicileri, bankacıları, galericileri ve oyun içinde olan ressamları sevmezdi,” diye tasvir ettiğiydi O…

 26 Kasım 2013 12:20:06, Ankara. (Güney, No: 68, Nisan – Mayıs – Haziran 2014)

N O T L A R

[1] Samuel Taylor Coleridge.

[2] Hande Eagle, “Yaşamla Ölüm Arasında”, Cumhuriyet, 16 Eylül 2013, s.17.

[3] Celâl Üster, “Leonardo’nun Kanatları…”, Cumhuriyet Kitap, No:1195, 10 Ocak 2013, s.6.

[4] Frida, Diego ile evlilikleri için şöyle söyler: “Bu bir aşk beraberliği idi. Bize uygun, taşkın bir akarsu gibi delişmen, Nikaragua şelalesi ya da İguazu Çavlanları gibi coşkulu, denizlerin dibi gibi derin ve gizemli, Odysseus’un Akdenizi gibi fırtınalı, Patzcuaro gölleri gibi uysal ve Aztek Chinampaları (yüzen bahçe) gibi verimli, çöller gibi yorucu ve altın gibi pırıltılı, yırtıcı hayvanlar gibi ürkünç, yaşayan evren gibi rengarenk…”

[5] Mehmet Uhri, “Monet’nin Işığında”, Radikal İki, 25 Kasım 2012, s.16.

[6] Dianna Newall, Empresyonistler: Ayrıntıda Sanat, Çev: Elif Dastarlı, İş Bankası Kültür Yay., 2013.

[7] Celâl Üster, “… ‘Monet’nin Bahçesi’nde Bir Gezinti”, Cumhuriyet Kitap, No:1186, 8 Kasım 2012, s.6.

[8] “Levent Çalıkoğlu: Sınır Tanımayan…”, Cumhuriyet, 21 Mart 2013, s.15.

[9] Hıfzı Topuz, “Sanat ve Hayat Ustası”, Cumhuriyet, 21 Mart 2013, s.15.

[10] “Mavi Senfoni’nin Ustası Yaşamını Yitirdi”, Birgün, 17 Ocak 2013, s.2.

[11] Ahu Antmen, “Kalbi Duvarlarda Atan Ressam”, Radikal, 17 Ocak 2013, s.36-37.

“ALACAKARANLIK KUŞAĞI”NIN OZANI AHMET ERHAN[*]

“Ateşe dokunmaktır şiir,”[2] der Asım Öztürk.

Alper Hasanoğlu da, “Şiir insan ruhunun derinliklerine nüfuz eder,” derken; ekler Sennur Sezer: “Şiir her derde devadır…”

“İyi de nasıl bir şiir” mi? Mesele şiirin “ne”yliğinde. Fazıl Hüsnü Dağlarca fısıldıyor: “Kişi hem bir saat gibi içinde bulunduğu süreç’i yazmalıdır, hem de bir pusula gibi varılması gereken yönü göstermelidir.” Gülten Akın ise: “Dünyaya bakmadan, sadece kendi kafası içinde olanlarla şiir yazmak benim pek aklımın alacağı bir şey değil. Oysa içinde biçem olan, yani hem biçimin hem özün bir arada, dengeli olabildikleri şiirlere gereksinimimiz var…”

Orhan Veli sorar: “İnsan toplum içinde yaşamasaydı yalnızlık duygusu diye bir duygunun var olduğunu bilebilir miydi?”. Bir arada olmaya tahammül edemeyeceğimiz bireyler hiç mi olmadı? J. P. Sartre’ın dediği gibi “Bize cehennem olan başkaları”. Şiirin şairi için de okuru için de bir ‘içe dönüş’ anahtarı olduğu varsayılırsa: İnsanın kuytusunu dolduran onlarca şey var yaşamda ve bunlar ilk bakıda şiirle ilintisiz dursalar da şiirin ta kendisi ya da astarı olabilirler. Şiir, nefes alma alanı açabilecektir size…

İnsan dilinin tutsağıdır. Dili kadar düşünür, dili kadar yazar ve yaratır. Octavio Paz “Şiirsel yaratı öncelikle dile karşı bir öfkedir. İlk iş sözcüklerin kökünü sökmektir” derken, bu bozgunu vurgular.

Mutlaka güzellik ideolojik bir kavramdır. Gramsci’nin “biçim içeriktir” saptaması önemsenmeli. Ahmet Oktay’ın bir şiir ya da sanat eserinin kalıcılığı konusunda sarf ettiği; “o eserin güzel olması değil yapısıdır bunu belirleyen” söyleminin de algılanması gerekli…

Şiir dilin kendiliğinden işlevsel yapısını yıkar, ancak sözlüksel temellerini bırakır geride. Sözcük içi boşalmış bağıntılar çizgisi üzerinde patlar. Bachelard ise “Şairlerin bize sunduğu hayaller karşısında -tek başımıza asla tahayyül edemeyeceğimiz hayaller karşısında- hayranlığın yol açtığı toyluk olağandır” der. Ancak şiir okuru, böyle bir hayranlığı edilgence yaşamakla yaratıcı hayal gücüne yeterince derinlemesine katılamaz. Hayal fenomenolojisi yaratıcı hayal gücüne katılımı etkinleştirmemizi bekler. Ampirik bir betimleme nesneye köle olmayı getirecek, özneyi edilgenlik içinde tutmak için bir yasa oluşturacaktır. Şairin ruhu, her tür hakiki şiirin bilince yönelik açılımını, poetik hayal gücünün yönelmişliğiyle bulur.

Eagleton “Bir şiir, sözel açıdan yaratıcı, satırların nerede biteceğine yayıncı veya kelime işlemcinin değil yazarın karar verdiği, kurmaca bir ahlâkî ifadedir” der. Şiir öncelikle uyak, ölçü, ritm, imgelem, söyleyiş veya sembolizm ve benzeri şeylerin hiçbirine başvurmaz. Bunları kullanmayan şiirler olduğu gibi, kullanan düzyazılar vardır. Eagleton “ahlâkî ifadenin” açılımını şöyle yapar: “Şiir insani değerler, anlamlar ve amaçlarla ilgilenir.” Malzemeleri ne kadar özel olursa olsun bir şiir yazma ediminin kendisi, kendisine verilecek tepkinin kısmi toplumsallığından ötürü ahlâkîdir de denebilir.[3]

Sonra da Haydar Ergülen, “Şiir, oyun kurucudur”; Mehmet Akif Tutumlu, “Şair dünyaya dil içinden bakar”; Özgen Seçkin, “Şair ve şiir insanlığın, doğanın yanılan, acıyan, yanan, kanayan ama doğru olanı da yazan vicdanıdır,”[4] derler.

Bunların tümü doğrudur; Federico Fellini’nin, “Para ve şiir her yerde. Eksik olan şairler,” diye betimlediği bir şairsizlik döneminde…

* * * * *

Evet bir şairsizlik döneminden geçmekle kalmıyor; aynı zamanda da en has şairler(imiz)i yitiriyoruz…

Onur Caymaz, “Ölü mü denir şimdi onlara, derdi Cansever! Denmez; hem deli misiniz, Ahmet Erhan ölür mü? Nar gibi adamdı o. Yüreğini kalkan bilip sokaklara çıkanların şairi,” notunu düşse de Ahmet Erhan geçenlerde 55 yaşında hayata veda etti. Kuşağının önemli isimlerinden olan Erhan, ilk kitabı “Alacakaranlıktaki Ülke”yle 22 yaşında Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanmıştı. Söylemini, imgelerini, izleklerini yaşamın kendisi kadar çeşitlendirebilen bir şairdi. Şiiri o yüzden devingendir: Zamana, duyarlılığa, sevgiye, acılara yürür...

İstiklal Caddesi’nde, yavru kedilere biberonla süt verdiği rivayet olunur. Onu en iyi Orhan Alkaya’nın şu sözleri özetledi sanırım: “Bizim kuşağın ilk yıldızıydı. Şiiri tamamen kendisi gibiydi. Bu dünya için fazla iyi bir insandı. Fazla iyi olduğu için de şiirini büyütmek istemedi.”

Edebiyatı öğrenimi gören Erhan, uzun yıllar Türkçe öğretmenliği yaptı. Erhan’ın şiirleri birçok sanatçının parçalarında da yer aldı. “Bugün de ölmedim anne” şiirini Ahmet Kaya seslendirmişti; “Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım/ Kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum/ Sıkıldım, dertlendim/Sevgilimle buluştum/ Bu gün de ölmedim anne. Kapalıydı kapılar, perdeler örtük/ Silah sesleri uzakta boğuk boğuk/ Bir yüzüm ayrılığa, bir yüzüm hayata dönük/ Bu gün de ölmedim anne... Bana böylesi garip duygular/ Bilmem niye gelir, nereye gider?/ Döndüm işte; acı, yüreğimden beynime sızar/ Bu gün de ölmedim anne.”[5]

Adnan Özer’in, “Hepimizin şairiydi,” diye betimlediği O; artık aramızda değil; bilinç ve inanç kanunları açısındansa hâlâ burada, aramızda.

Bir insan yaşamını yitirdiğinde, konuşulan şey aslında yalnızca ölüm oluyor. Herkes durmadan çoğaltıyor ölümü; anılara yaslanan, yaşama kapalı bir dil kuruluyor ister istemez. Çünkü hayat bize durmadan, gizli, karamsar bir yenilgi duygusu aşılıyor. Bir ölüm, binlerce ölüm oluyor böylece. Elbette bir acıyı sonuna dek duyumsama hakkı saklı herkesin; ailelerin, anaların, baların, eşlerin… Ancak geri kalanlar, yiteni bir kez daha öldürme hakkına sahip değiller; yaşama, aramıza ısrarla çağırmalılar yiteni. Yiten bir ozansa, hele ki

Ahmet Erhan’sa ısrarla böyle olmalı bu… Çünkü ölümün, ölümün yarattığı boşluğun, ele geçiremeyeceği bir şeyler olmalı / kalmalı insanda... Hayat, teslim edilmemeli yokluğa…

Ahmet Erhan şiirini de bu noktadan okumak gerekiyor. Erhan’ın sözcüklerindeki kırgınlık/ karanlık insanı arayan insanın karanlığı ve kırgınlığı. Belki de bu yüzden karanlığın/ kırgınlığın uçsuz bucaksız alanında insan ayağa kalkıyor, yeniden tarih ve ülke içre bir yer buluyor kendine.[6]

* * * * *

Türkiye şiirinin “Alacakaranlık Kuşağı”nı temsil eden Ahmet Erhan, 8 Şubat 1958’de Ankara’da dünyaya geldi. Çocukluğu Mersin ve Adana’da geçti. Gazi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün ardından edebiyat öğretmenliği yapmaya başladı. Hayatının büyük bir bölümünü Ankara’da geçiren şair, 2001 yılında İstanbul’a yerleşti. Adana Demirspor Genç Takımı’nda futbol oynadı. O yıllarda geçirdiği ağır sakatlık döneminde şiir yazmaya başladı. 1976’da Militan dergisinde topluca yayımlanan şiirleriyle dikkat çekti.

1981 yılında yayımladığı ‘Alacakaranlıktaki Ülke’ isimli kitabı ‘Behçet Necatigil Ödülü’ne değer bulundu. Cahit Külebi, 1982 tarihli bir söyleşisinde kendisi için ‘şaşırtıcı bir olgu’ tabirini kullanmıştı.

‘Yaşamın Ufuk Çizgisi’, ‘Akdeniz Lirikleri’, ‘Kuş Kanadı Kalem Olsa’, ‘Ölüm Nedeni Bilinmiyor’, ‘Deniz Unutma Adını’, ‘Öteki Şiirler’, ‘Çağdaş Yenilgiler Ansiklopedisi’, ‘Köpek Yılları’, ‘Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi’, ‘Ankara-İstanbul Karatreni’, ‘Bugün de Ölmedim Anne’, ‘Ne Balık Ne de Kuş’ ‘Kaybolmuş Bir Köpek İlanı’ (Yunus Nadi Şiir Ödülü’ne değer bulundu), ‘Şehirde Bir Yılkı Atı’ (TTB Behçet Aysan Şiir Ödülü), ‘Buz Üstünde Yürür Gibi’, ‘Sahibinden Satılık’, ‘Anne Bu Şiiri Senin İçin Yazdım’ adlı şiir kitapları vardır. ‘Kara Köpekli Adam’ adlı bir romanı bulunmaktaydı.

‘Bugün de Ölmedim Anne’ (Ahmet Kaya) ve ‘Oğul’un (Teoman) da aralarında bulunduğu birçok şiiri bestelenmişti.

* * * * *

Ahmet Erhan 70’li yılların son şairiydi. 78 Kuşağı’nın devrimci delikanlılarındandı.

Eserleriyle 78 kuşağı şairlerinden sayılan Erhan, devrimci, ama genellikle ölüm temalı, “karanlık” şiirler yazdı. Kuşağının geleceğe ilişkin umudu onun şiirlerinde belki fazla yer edinmedi ancak o, çağının acılarını, kişisel ve toplumsal boyutlarıyla, kendini de katarak anlattı.

Denilebilir ki, o günlerde, artık alışılan, neredeyse birer sayıya dönüşen ölümlere, arabesk bir hâlle değil, “insan” olarak acı duydu ve şiirlerine de bu acı yansıdı. Ancak 12 Eylül darbesi sonrasında yazdığı şiirlerinde bile “ölenlerle birlikte ölmeyi göze alan” tavrı değişmedi.

O heyecan, coşku, korku ve ölüm günlerinde devrim umuduyla sokaklara koşan gençlerin şiirini yazmıştı. “Yüreğimi bir kalkan bilip sokaklara çıktım/ Kahvelerde oturdum çocuklarla konuştum/ Sıkıldım, dertlendim, sevgilimle buluştum/ Bugün de ölmedim anne” demiş, dizeleri ezberlenen bir şair olmuştu.

İlk şiir kitabı “Alacakaranlıktaki Ülke” (1981) adıyla da, içindeki şiirlerle de o yıllarda içinde bulunduğumuz ruh hâlini anlatır. Binlerce ölü, on binlerce tutuklu, işkencede kaybolanlar, sürgünler...

Karanlıktaydık. O günleri dizelerinde en iyi yansıtan şairlerdendi Ahmet Erhan. Toplumcuydu. Kendine has bir şiiri vardı. “Onun şiirinde hem 70’li yılların heyecanlarını, ataklığını, çoğulculuğunu bulursunuz, hem de 80’li yılların değişen dünya içinde kendini, kimliğini sorgulayan, arayan bireyini. Kendine özgü sesi, kimliği, imge yapısı, edası olan şairlerimizdendir Ahmet Erhan diye yazmışım,” diyordu Metin Celâl, “Buz Üstünde Yürür Gibi” adlı seçme şiirleri için (2006).

Ve devam ediyor: “Alacakaranlıktaki Ülke” ile Behçet Necatigil Ödülü’nü kazandığında 23 yaşındaydı. Seksenli yıllardan başlayarak ödüllerle, yeniden basımlarla taçlanan verimli bir şiir üretimi vardır. Şiirini iki ana izlekte geliştirdi. Bir yandan sözünü ettiğim toplumcu anlayışı kendi kimliği ile yoğurup şiirler yazarken diğer yandan “Akdeniz”i konu alan şiirler yazdı. Akdenizliliğin bir yaşam biçimi olduğu bilinciyle doğayla insanın buluşmasından yaratılacak bir yaşam sevincini, hayata bağlılığı şiirleştirdi. Mersin’i onun güzel şiirleriyle bildik hep.

İstanbul’a gelişi mi şiirinde değişim yarattı yoksa şiirindeki değişimle mi Ankara ona yetmez oldu? Galiba ikisi birden… Beat Kuşağı’nın tavrına yakın, hayatı her alanında sorgulayan, bireysel olarak direnmeye, başkaldırmaya çağıran ironik bir söylemle yazdı son dönem şiirlerini. “Beni yetiştiren, beni edebiyata yönlendiren babam alkolden ölmeden önce içkiden nefret ederdim. 17 yaşındaydım ve onun ölümü her şeyi tersine çevirdi. Öldüğünde alkolik bayrağını aldığım gibi meyhaneye koştum,” diyordu Teoman’la söyleşisinde.[7]

Şiiri sevdiği kadar alkole sarıldı. Tüm sağlık sorunlarının altında alkolle aşırı dostluğu vardı. Evini, işini, sevdiği kentini bırakıp İstanbul’a taşındı. Yeni bir hayat için... Çok kalamadı İstanbul’da. Silivri ona kucak açtı. Hastaneye yatışları rutinleşmişti. Sık sık hastaneye yatıyor, tedavi oluyor, “Artık içmek yok” diye çıkıyor, sözünü tutamıyor yine içkiye başlıyordu. “İnsan yaşayarak da intihar eder” diyordu her hareketiyle. Sonunda önce sesini alacak, sonra bedenini saracak pis bir kanser geldi buldu onu.[8]

* * * * *

Eşi Hacer Erhan’ın, “Onu Sivas katliamı tüketti”; Ahmet Telli, “Bu dünyaya dahil değil, müdahildi”; Adnan Azar’ın, “Kendi şiiri gibi duran, kendi şiiri gibi giden... Hiç gibi olmayan biriydi,” notunu düştükleri O; yani “Acısının peşinde gezen şair” Ahmet Erhan, toplumcu şiir geleneğinin etkili isimlerinden biriydi.

“İntihar diye bir şey/ Yok bu dünyada./ Ölümle biten bir intihar yok./ Asıl intihar/ Gün gün yaşamakta,” diye haykıran Onun “Kuşağım Acılı Kuşağım”daki dizeleri yaşamının özetidir sanki: “Acılarla sevinçleri böyle yoğun yaşamak kimselere nasip olmadı…”

3 Ağustos 2013 gecesi bizi terk edip giden O; “Anla, tek yasal sloganın şu olduğunu: Tek yol ölüm!” diye söz ederdi ölümden…

80 sonrasının en önemli şairlerindendi; “acının şairi”ydi; 55 yaşında kansere yenik düştü; nihayet Turgut Uyar’ın doğum gününde, çok sevdiği dostu Behçet Aysan’la buluştu.

Ardından C. Hakkı Zariç, “Her şeyi din olarak yaşayan dinsiz dincilerin, tanımsız öfkelerin ve ‘durmaksızın uluyan acı’nın devrinde yaşıyoruz, ey ‘Acının Son Şairi’, çığlıklarla gitmek kalır sana, dünyadan,” deyişiyle uğurlamıştı Onu. Haklıydı…

* * * * *

“Çiçekçi bana bir gül ver/ Sevgilime değil, bir ölü için/ Çiçekçi bana bir gül ver/ İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim,” dizeleriyle ‘Ağıt’ında; veya “Işık karanlıktır nice/ Ayırabilirsen ayır elin erdiğince/ Ben bildiğimi söylerim/ Şair olmak zarar ömüre...” mısralarıyla ‘Şair Olmak Zarar Ömüre’sinde muradını gayet açık ifade eden O; “Şiiri eskimeyen ve eskimeyecek olan şairlerdendi. Kişiliğinin, bungunluğunun, tedirginliğinin, yalnızlığın, dünyaya yabancılaşmanın bir radyografisiydi şiiri. Kendini şiirde bunca başarılı dile getiren, mızıklanmadan, teslim olmadan, kırılgan bir dirençle ve tüm samimiyetiyle yaşadı,” Doğan Hızlan ifadesiyle…

“... ‘anla, tek yasal sloganın şu olduğunu:/tek yol ölüm!’ diyen bir insandan bahsedeceğim. Ölümün ve yalnızlığın ne denli basit ama öte yandan da ne kadar içimizde olduğunu gösteren şiirlerin sahibi. Tıpkı bu dediklerimi nasihat eden bir baba şevkatiyle. Sıcacık bir üslup, umut dolu bir umutsuzluk. Aslında tıpkı onun da dediği gibi, ‘Umut yok, ama bu umutsuzluk demek de değil’ mantığında bir insan o…

Acıyı, özlemi, yalnızlığını ve yılgınlığı, eşi benzeri az görülür bir umutla sağladı. ‘Kan’ şiirinde bu dediğimi şöyle izah ediyor şair:

‘ölüm günleridir şimdi/ ölüme doğar çocuklar/ ey soruların gelini, soruların gelini/ nereye yürüsek duvar/ nereye baksak çöl/ anlatsam sana bir şeyleri/ ağlar hep ağlar bir mor/ bulamayarak bir türlü çiçeğini/

sevda epeydir sevgiyi söylemektir sanılıyor/ satranç tahtalarında sevişiliyor/ güldürerek geometriyi/

sevgilim, sevgilim/ sözünü kanla kestim...”[9]

* * * * *

Toparlarsak nihayetinde O; “Acının son şairi: acısının peşinde gezen şair. Hangisinin ne zaman şiir olduğu artık bilinmiyor. Ahmet’in şiiri mi daha acılaştırıyor dünyayı yoksa Ahmet Erhan acıyı yazmak için mi bu dünyaya gelmiş, belki de Nilgün Marmara’nın ‘onun bedeni bir tımarhane’ dizesi gibi, Ahmet Erhan için de bu dünya büyük bir ‘hastane’dir: müebbet hastane. Bir ceza gibi. Şifası da şiir olan zehri de. ‘kendime dünyada bir acı kök tadı buldum’ demek gibi. Belki de şair, Ahmet’in şehirde bir yılkı atı kitabıyla adlandırdığı gibi, atların doğada yılkıya, yani ölüme bırakaldığı gibi, dünyada yılkıya bırakılmış bir uyumsuzdur, bir ötelidir, bir umutsuz, ve kabilenin hayırsız oğludur. Bunun bilinci şaire acıyla kazılı, şiirine acıyla yazılıdır baştan beri,” Haydar Ergülen’in özetlediği üzere…

 

28 Kasım 2013 13:05:17, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Newroz, Yıl:8, No:253, 27 Haziran 2014…

[1] Eray Canberk.

[2] Asım Öztürk, “Ateşe Dokunmaktır Şiir”, İnsancıl, Yıl:23, No:277, Ağustos 2013, s.42-43.

[3] Ogün Kaymak, “Güncel Bir Olasılık Olarak: Şiir”, Birgün Kitap, No:135, 15 Kasım-28 Kasım 2013, s.10.

[4] Özgen Seçkin, Kendilik Sürecinde Şair/ Şiir/ Vicdan, Doruk Yay., 2013, s.121.

[5] A. Hicri İzgören, “Yetim Kaldı Şiirler”, Gündem, 22 Ağustos 2013, s.15.

[6] Onur Akyıl, “Dağınık ve Yalnız Bir Ahmet Erhan Yazısı”, Birgün Pazar, No:335, 11 Ağustos 2013, s.11.

[7] Radikal, 31 Mayıs 2007.

[8] Metin Celâl, “Ahmet Erhan”, Cumhuriyet, 7 Ağustos 2013, s.17.

[9] Burak Abatay, “Ahmet Erhan’ın Ardından... Anne Ben Geldim, Oğlun, Hayırsızın…”, Birgün, 6 Ağustos 2013, s.13.

 

Kobanê direnişinin diğer parçaları etkilemesi kaçınılmaz


Rojava'da IŞİD'in başta Kobanê olmak üzere halkların yarattığı özerk bölgelere saldırıları devam ederken, Ortadoğu'nun birçok merkezinde ise çatışmalar sürüyor. İsrail'in Gazze'yi vurmasının yanı sıra Irak'ta IŞİD saldırıları da hız kesmeden devam ediyor. Ortadoğu'nun çalkantılı gündemini ve Kürtlerin stratejik adımlarını yazar Temel Demirer, DİHA'ya değerlendirdi. 

'Irak haritası yeniden çiziliyor'

Demirer, ABD emperyalizminin "yeşil kuşak" için El Kaide ve Taliban'ı kullandığını, ancak daha sonra El Kaide'nin 11 Eylül'ü, Taliban'ın ise Afganistan'ı yarattığını belirtti. Demirer, Ortadoğu'da yaşananların Birinci Dünya Savaşı sonrası Sykes-Picot koşullarından farksız olduğunu vurgulayarak, "Evet, Sykes-Picot'un nihayetine doğru ilerliyor Ortadoğu. Bu çerçevede Irak haritasını yeniden çiziliyor; çatışmaların doğası iyiden iyiye dolambaçlı bir hâle geliyor. Irak'ta tam bir kilitlenmişlik hâli yaşanırken; Irak Şam İslâm Devleti'nin (IŞİD) 10 Haziran 2014'de Musul'u ele geçirmesiyle başlayan 'yeni durum', işgalle mağlup olmuş yüzde 18'lik Sünni azınlığın eski Baasçı kadrolar eşliğinde isyana eklemlenmesi durumu ortaya çıktı. Maliki'nin siyasi birliği sağlamadaki sekiz yıllık başarısızlığı, ABD'nin 2011'de çekilmesiyle oluşan güvenlik boşluğu, Suriye çatışmasının yansımaları, başta Körfez monarşileri olmak üzere Sünni komşuların Iraklı Şiilerin kazanımlarından hazzetmeyip radikallere sağladıkları destek 'yeni durum'u tetikledi" diye konuştu. 

'Türkiye Rojava'yı karşısına alıyor'

Demirer, ABD'nin Irak müdahalesinin "entegre olmamış" bir toplumsal yapıyı patlatıp iç çelişkileri ortaya çıkardığının herkesin malumu olduğunu belirtirken, Irak'ın uzun süre siyasi cehenneme çevrildiğini kaydetti. "Söz konusu cehennem sadece etnik ve mezhebi toplumsal grupların farklılaşması ve çatışmasından ibaret değil" diyen Demirer, ABD'nin müdahalesinin ardından mezhepsel iktidar tercihlerinin devreye girdiğini söyledi. Demirer, Suriye için de aynı şeyin denendiğini, ancak İran ve Rusya'nın desteği ile Suriye rejiminin işlevini koruyabildiğini belirtti. Demirer, yaşananların Türkiye'yi Federal Kürdistan Bölgesi'ne yakınlaştırdığını, buna karşın Türkiye'nin Rojava'yı ise karşısına aldığını vurguladı. 

'IŞİD'in Suniler arasında örgütlenme zemini var'

"IŞİD'in 'aniden' Ortadoğu gündeminin baş maddesi olmasını, askeri başarılarını Irak Sünnîlerinin isyanına bağlamak yanında İslâm dünyasını kapsayıp, Avrupa'ya kadar uzanan bir 'durumun' ürünü ya da semptomun (hastalık belirtisi) olarak algılamalıyız" ifadesini kullanan Demirer, IŞİD'in politikasını "cihat" üzerinden kuran ve amacı sadece İslam devleti olan bir örgüt olmadığını kaydetti. Demirer, "Sınırları tanımıyor, İslâmın tek bayrak altında toplanmasını savunuyor. Bu nedenle mensuplarının Bosna'da, Çeçenistan'da, Suriye'de cihat adına savaşıyor olmalarında şaşılacak bir şey yok. Savaşçıları arasında adı geçen bu ülkelerin yanı sıra Endonezya'dan da katılımcılar var. ABD emperyalizminin Irak'ı işgaliyle üç şey oldu: İlki Sykes- Picot anlaşmasının çizdiği sınırlar geçersizleşti. İkincisi Kürtler otonomi kazanırken, bu da tüm parçaları etkiledi. Nihayet El Kaide ve benzeri cihatçı örgütler Irak'ta, ABD işgaline karşı direniş içinde kendilerine verimli bir büyüme ortamı buldular" diye konuştu. Suniler arasında IŞİD'in örgütlenme zemini olduğunu bunun da sadece Irak ile sınırlı olmadığını kaydeden Demirer, şunları vurguladı: "IŞİD, Irak'ta işgal sonrasında, El-Kaide'nin uluslararası katılımla ve acımasız/sansasyonel eylemlerle büyürken; 'Ilımlı İslâm' söylencelerini yerle yeksan edip, 'üçünü taraf' olmaktan çıkardı. 'Ilımlı İslâm', bir 'üçünü taraf' olabilmesi için gerekli teorik ve teolojik gerekçeleri oluşturmayı başaramazken; İslâm'a mündemiç radikallik ortaya çıkar."

'Türkiye'nin IŞİD desteği Rojava politikasının olmazsa olmazı'

Demirer, IŞİD'in halifelik ilan etmesinin ardından birçok El Kaide unsurunun IŞİD'e katıldığını ya da halifeliği selamladığını hatırlattı. Demirer, IŞİD'in Suriye'de Esad ile çatışmamasının konjonktürel olduğunu söyleyerek, "IŞİD'in, öncelik sıralaması ve yönelimleri söz konusudur. Kaldı ki çatışmalar, farklı dozajlarda yer yer sürmektedir. IŞİD'in, Rojava'da Kürtleri hedef olarak alması, T. 'C' politikalarından ayrı ele alınmaz" dedi. "T. 'C' aktif olarak IŞİD'i ve radikal İslâmcı grupları destekledi, kolladı" diyen Demirer, Türkiye'nin IŞİD desteğinin Rojava politikasının olmazsa olması olduğunu belirtti. "IŞİD, T.'C', bölge gericiliği Kobanê'ye/ Rojava'ya saldırıyorsa, Kobanê'de de/Rojava'da da direniş olacaktır" diyen Demirer, "Kobanê/ Rojava direnişi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan, 'suni sınırlar'a ("hendek"lere ve "tel örgü"ler) aldırmayan varoluş sorunudur. Tabiri caiz ise, Kobanê/Rojava'da savunulan, dört parçaya bölünmüş Kürdistan'ın XXI. yüzyıldaki geleceğidir. İş bu nedenle de Diyarbakır'ı da, Erbil'i de, Mahabad'ı da doğrudan etkilemesi kaçınılmazdır" vurgusunu yapıldı. 

'Rojava ötekisiz bir inşa girişimidir'

Rojava'ya yönelik bilinçli ya da bilinçsiz ilgisizliğini dikkat çekici olduğuna işaret eden Demirer, "Bir halk uyanışı ve ayaklanması olarak Rojava, ötekisiz bir ulusal inşa girişimidir. Buna halk demokrasisi de diyebilirsiniz!" dedi. Demirer, "Öz yönetim deneyimi"nin bir geçiş ile "Kararsız denge" hali olduğunu belirterek, bunun uzun süre kalamayacağını ya bağımsızlığa doğru ilerleyeceğini ya da gerileyeceğini söyledi. Demirer, Rojava'nın radikal sosyalistler tarafından ulusların kaderini tayin hakkı ekseninde sonuna kadar desteklenmesi gereken bir özgürlük hamlesi olduğunu vurguladı. 

'Ulusal Kongre olmazsa olmaz'

Demirer, PKK ve PYD'nin Kürdistan'ı birlikte savunmasında şaşırtıcı bir şeyin olmadığına, şaşırtıcı olanın ise KDP'nin sessizliği ve hendekler olduğunu belirtti. Demirer, "Sessizlik de, 'hendek'ler de kabul edilmemesi/reddedilmesi gereken politika(sızlık)lardır. Bu durumda IKDP elbette sonuna dek eleştirilip, uyarılmalı. Ancak bir Brakuji yanlışına da kesinlikle geçit verilmemelidir" dedi. Demirer, Kürtler açısından bölünmüşlüğün karşısındaki ilk adımın Ulusal Kongre olduğunu ve bunun olmazsa olmaz olduğunu vurguladı. Demirer, "Yunan mitolojisindeki Yedi başlı canavar Hydra'nın hikayesi anımsanmalıdır. Hydra, başlarından biri kesildiğinde yerine hemen yenisinin bittiği yedi başlı ejderhanın adıdır. Canavarın öldürülmesi yedi başının da birden kesilmesiyle mümkündür. Hydra'yı, akıl ve zekâ tanrıçası Athena'nın yardımıyla Herakles öldürmüştü. Zekâyla gücün temsil ettiği Athena ile Herakles işbirliğinde. Kürdistan'ın dört parçadaki emekçileri/ ezilenleri kendi (sömürgeci) Hydra'larının bir başını koparmak için mücadele ediyorken; ancak bu ortak (sömürgeci) canavardan kurtulmak için mücadelelerini parça parça sürdürürlerken; birbiriyle dayanışma bağı kuramayan mücadeleler yetmiyor/ yetmez de. Şimdi Kürdistan'daki yedi (siz dört okuyun!) başın yedisinden (yani dördünden!) de nasıl kurtulacağı sorusuna, Emma Goldman'ın, 'Darlık ayırır, genişlik birleştirir. Geniş ve büyük olalım' ilkesiyle Ulusal Kongre şahsında yanıt bulma zamanıdır" ifadesini kullandı. Demirer, Kürtler için çözümlerden bir tanesinin ise "Bağımsız Kürdistan" olduğunu kaydetti. 

 

Tanktan duvar(lar)ı yıkan 15-16 Haziran'ın hatırlattığı (1)

“Beklenmedik olanı beklemedikçe, onu bulamayacaksın.”[2]

Turgut Uyar’ın, “Bizim haziranımız bir yıl kadar yetecektir dünyaya/ /Ve kuytularda, dağlarda, alanlarda/ Akıtılan ve akıp gelen kanlarda/ Bir sabah büyük büyük ateşler yanınca/ Eller temizlenecektir/ Bir tören olacaktır/ Ölülerimiz toplanacaktır,” dizelerinde betimlenen 15-16 Haziran başkaldırısı, tarihimizin büyük işçi isyanı olarak anılmaya değer devrimci praksisidir...

Bu nedenle de İbni Haldun’un, “Geçmişler geleceğe, suyun suya benzemesinden daha çok benzer,” uyarısını unutmadan; 15-16 Haziran başkaldırısını hatırlayıp/ hatırlatarak, ondan daima öğrenmek “olmazsa olmaz”dır…

Hayır, 15-16 Haziran başkaldırısı geride kalan “mişli geçmiş”in tarihi değil; aksine yolumuzu açan geleceğimizdir…

Tıpkı, “Tarih nedir?” sorusunu, “Biz geçmişi ancak günümüz açısından inceleyebilir, geçmişi anlayışımızı bugünün gözleriyle oluşturabiliriz. (...) Tarihçi geçmişin değil, bugünün insanıdır,” ve “Tarihçi ile olguları arasında kesintisiz bir karşılıklı etkileşim süreci, bugün ile geçmiş arasında bitmez bir diyalog,” diye yanıtlayan İngiliz tarihçi E. H. Carr’ın dediği üzere…

O hâlde, bugünün 15-16 Haziran başkaldırısı, bugün nezlinde geçmiş ile gelecek arasında bitmez bir diyalogdur.

Tam da bunun için 15-16 Haziran başkaldırısına ilişkin “Eğitimin yüce amacı bilgi değil eylemdir,” diyebiliriz Herbert Spencer’in ile birlikte…

* * * * *

Bunların altını çizdikten sonra başlayalım o hâlde!

Tam da o günlerde… Laboratuvar işçisi kızlar beyaz önlükleri, iş başörtüleriyle bir geziye çıkmış gibi neşeliydiler. Penceredekilere keyifle sesleniyorlardı: “Hadi siz de gelin! Gelsenize!”… 

Türkiye tarihindeki en büyük işçi eylemlerinden biri başlamıştı.

15 Haziran 1970 günüydü. Hükümet sendika ve grevleri düzenleyen ve 1963’te yürürlüğe giren 274 ve 275 sayılı yasaların değiştirilme kararını almıştı. Türk-İş bu konuda hükümeti destekliyordu. Bu durum kararın DİSK’in etkisiz bırakmak amacıyla alındığını gösteriyordu. DİSK de Anayasadaki “direnme hakkı”nı kullanacağını açıkladı…

O dönem olup bitenleri Fakir Baykurt, ‘Karaahmet Destanı’ başlıklı romanında olayları özetler. Kanun değişikliğiyle, bir işyerindeki işçilerin üçte birinden azını temsil eden sendikalar kapatılacaktır: 

“Çalışma Bakanı Türk-İş’in Erzurum kongresinde DİSK’i kapatacaklarını söyledi. (...) Üniversite öğretim üyeleri, tasarının karşısında! Ankara’dan dört anayasa profesörü Cumhurbaşkanına mektup yazmış. İstanbul’dan otuz öğretim üyesi bildiri yayımlamış. (...) İşyeri temsilcileri karar almış 17 Haziranda miting var Taksim Alanı’nda. Fakat direniş 15’inde başladı.”

* * * * *

Evet, ‘Sendikalar Kanunu’nda önemli değişiklikler yapan bir kanun tasarısı 11 Haziran 1970’te Millet Meclisi’nde Adalet Partili ve Cumhuriyet Halk Partili milletvekillerinin oylarıyla kabul edilerek Cumhuriyet Senatosu’na gönderildi. Tasarı işçilerin istedikleri sendikalara serbestçe üye olma haklarıyla, memnun olmadıkları sendikalardan ayrılma haklarını zorlaştırıyor, ayrıca toplu sözleşme ve grev haklarına kısıtlamalar getiriyordu. Buna göre, bir sendikanın ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için o işkolundaki işçilerin en az üçte birini üye yapmış olması gerekiyordu. Konfederasyonların kurulabilmesi için de ülke çapındaki sendikalı işçilerin en az üçte birini üye kaydetmiş olmaları şartı getirilmişti. Bu değişiklikler Türk-İş’in önünü açmış ve açıktan açığa DİSK’i hedef almıştı.

İşçiler, 15-16 Haziranda üretimi durdurarak alanlara çıktılar. Köprülerin açılması, deniz taşıtlarının ulaşımdan alıkonulması işçilerin karşı yakaya geçişini engelleyemedi. Kadıköy meydanında sayısı on binleri geçen işçilerin üstüne polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi (Mustafa Baylan, Mehmet Gıdak ve Yaşar Yıldırım) bir esnaf ve bir polis öldü. 

Eylemlerden sonra direniş başlatan Gıslaved işçilerinden Hüseyin Çapkan ile Aliağa rafinerisi inşaatında greve giden Yapı-İş Sendikası Genel Başkanı Necmettin Giritlioğlu da, eylemle bağlantılı direnişlerde ölenlerdendir. 

* * * * *

15 Haziran günü protestolar başladı, önce işyerlerinde toplanan işçiler, sokaklara çıkarak yürüyüşe geçtiler. Eylemler bir anda sanayinin kalbi olan İstanbul ve Kocaeli’ne yayıldı. İstanbul’da dört ayrı yürüyüş kolu oluştu. Birincisi Anadolu yakasında Ankara Asfaltı üzerinde, ikincisi Eyüp- Alibeyköy- Silahtar- Cendere üzerinde, üçüncüsü Topkapı- Çekmece- Zeytinburnu üzerinde, dördüncüsü Levent- Boğaz üzerinde... Yollar tutulmuş, trafik tamamen durmuştu. 

İstanbul- Ankara yolu kesilmiş, Bakırköy taraflarında da Londra Asfaltı trafiğe kapatılmıştı. Gebze’den başlayan yürüyüş kolu Kartal bölgesinin işçileriyle birleşerek dev bir kortej oluşturmuştu. İzmit bölgesinde de başta Yarımca- İzmit yürüyüşü olmak üzere çok sayıda protesto gösterisi yapıldı. 

İlk günkü gösterilere 100’ün üzerinde işyerinden 70 bin civarında işçi katıldı. Gösteriler 16 Haziran’da aynı güzergâhlar üzerinde sürdü. Göstericilerin sayısı ikinci gün 150 bini buldu. Emniyet güçleri bütün yürüyüş kollarının şehrin merkezî yerlerinde toplanmasını engellemek için barikatlar kurdu, köprüler açıldı, vapur seferleri iptal edildi. Bazı barikatlar aşılırken bazı yerlerde polisle göstericiler arasında arbede çıktı. En sert çatışma Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda oldu.[3]

Sıkıyönetim ilanına karşın İstanbul ve büyük şehirlerdeki işçi direnişleri sürdü. Bu olay hem öykülere hem de şiirlere konu oldu.

Kemal Özer’in şiiri ‘16 Haziran Akşamının Şiiri’ başlığını taşıyordu: 

“Birlikte baktılar her şeye,/ tek tek bakınca göremedikleri,/ içine giremedikleri evlere baktılar, bir yabancı gibi sığındıkları parklara,/ bir ucundan geçip de yalnızlık çektikleri/ koca koca alanlara,/ tutamadıkları inceliklere baktılar/ ellerinin nasırıyla,/ kaçırılan değerlere baktılar, korunan bankalara./.../ Apaçık gördüler kim neyin hizmetinde,/ gördüler kendi eğittikleri demir düşman edilmiş ellerinin emeğine,/ suyuna ter kattıkları çeliğin/ gördüler çevrildiğini göğüslerine./ Ürettiği ne varsa, daha özgür,/ daha yoğun, daha anlamlı yaşamak için,/ esirgendiğini gördüler insandan/ ve kavgasız elde edilemeyeceğini hiçbir şeyin…”[4]

Nihayet olayları toplum polisiyle önleyemeyen hükümet öğleden sonra toplandı ve çareyi sıkıyönetim ilan etmekte buldu. Sıkıyönetim komutanlığı her türlü işçi eylemini yasakladı ve DİSK yöneticileri gözaltına alındı. Beş bin kadar işçi işten çıkartıldı. Ağustos başında Cumhuriyet Senatosu tasarıyı bazı küçük değişikliklerle kabul etti. Bununla birlikte önce TİP’in ardından CHP’nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvurular sonuç verdi ve mahkeme protestolara neden olan kanun değişikliklerinin önemlilerini anayasaya aykırı bularak iptal etti.[5]

* * * * *

İyi de, tarihimizin büyük işçi isyanı olarak anılmaya değer devrimci praksisi 15-16 Haziran başkaldırısının özü ya da Yıldırım Koç’un deyişiyle, “15-16 Haziran’dan geriye kalanlar”[6] neydi?

Ya da bugüne mündemiç geçmiş ile gelecek konusunda Walter Benjamin’in, “Geçmişi tarihsel olarak kurmak ‘onu gerçekten olmuş olduğu gibi’ tanımak değil, tehlike ânında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir,”[7] diye altını çizdiği hatırlanıp/ hatırlanılması gereken temel öğe neydi?

Bu, o günleri yaşayan Kemal Yalçın’ın satırlarında! 

“Şehzadebaşı’ndan Beyazıt’a doğru giden cadde ağzına kadar dolu. Günlerden 16 Haziran 1970.

Siyah önlüklü kadınlar, mavi tulumlu işçiler... Kiminin elinde daha yenile kırılmış, yeşil yapraklı kocaman dallar; kiminin elinde büyük anahtarlar, demir çubuklar, levyeler... Bazıları ayakkabılarını bağcıklarından boyunlarına asmış, yalınayak yürüyor cayır cayır yanan asfaltın üstünde... ‘Hükümet istifa, gençler buraya!’

Daha 16 Haziran 1970 gününde bile okula gidecek kadar derslerine sadık, okulcu bir gencim. Ama o an düşünmeye vakit yok. Sel beni, ben seli kucaklıyorum. Yürüyen, haykıran insanlar olduklarından daha büyük geliyor gözüme. Yanı başımda pankart taşıyan mavi tulumlu işçinin eli yüzü ter içinde. Edebiyat fakültesinin mermer merdivenleri üstünde bekleşen gençlere doğru haykırıyor: ‘Gençler buraya, hükümet istifa!’

İnsan seli önüne çıkanı, kıyılarda duranları da içine alarak akıyor. Arkalardan insan seslerini de bastıran acayip iniltiler, motor gürültüleri geliyor. Yanı başımda yürüyen, sağ elinde kocaman yıldız anahtar bulunan işçiye soruyorum: ‘Ne sesi bunlar?’

Yüzünde büyük bir ciddiyet var. Korkusuz bir ses tonuyla yanıtlıyor: ‘Tankların sesi! Topkapı’dan bu yana iki sefer aştık asker barikatını!’ (…)

Tankla burun burunayız! Yüzlerce el çelik paleti tutuyor. Tankın üstünde askerler! Ellerinde silah! Parmakları tetikte!. Palet kayıyor elimizin, tırnaklarımızın altından... Yol kapanmak üzere... Kara önlüklü bir işçi kadın attı kendini tankın önüne!

Bir an duraksıyor tank. Saliselik bir süre. İşçiler uçtu mu, sıçradı mı, şahlandı mı? Elleri tetikteki askerlere sarılıveriyorlar. Kara önlüklü genç kadın paletin önünde. Şimşek gibi bir kadın sesi: ‘ÇİĞNE BENİ, ÇİĞNEEEEE!..’ (…)

Tankı aştı işçiler! Tank, selin ortasında kalan karataş gibi zavallı!

Geri geri gitmeye başlıyor. Önümüzdeki tanktan duvar yıkılıyor.”[8]

* * * * *

Özetle, kendini tankın önüne “ÇİĞNE BENİ, ÇİĞNEEEEE!” haykırışıyla atan kara önlüklü kadın işçinin karşısındaki tanktan -burjuva- duvarı yıktığı 15-16 Haziran başkaldırısı işçi sınıfının özgür siyasal irade beyanıdır.

15-16 Haziran başkaldırısı bize, “Gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan/ ekmek gül ve hürriyet günleri”ne nasıl ulaşılacağını hatırlatır…

15-16 Haziran başkaldırısı bize, Walter Benjamin’in, “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hâl’ istisna değil kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız. O zaman açıkça göreceğiz ki, gerçek olağanüstü hâli yaratmak bize düşen bir görevdir,”[9] uyarısına mündemiç görevlerimizi hatırlatır…

Ve nihayet “15-16 Haziran Direniş Ruhu”:[10] Friedrich Engels’in, “Köle ancak bir kez satılır, proleter ise kendisini günbegün, saat be saat satmak zorundadır”; Karl Marx’ın, “Ölü emek (sermaye), canlı emeğin (üretici güç, işçi sınıfı) kanıyla beslenir,” tümceleriyle betimlenen işçi sınıfının tarihsel gerçeğini hatırlatır hepimize!

“Nasıl” mı?

İçinde bulunduğumuz XXI. yüzyılda bir an anımsayın: Geride 500 yıllık kapitalist bir tarihsel gelişme süreci yatıyorken ne kapitalizm “kapitalizm” ne de emperyalizm “emperyalizm” yani ücretli kölelik talanı olmaktan çıkmıştır. 

Merkezinde hâlâ uluslararası tekellerin durduğu (ve damgasını vurduğu), proleter devrimin nesnel koşullarının çok daha fazla olgunlaştığı bir emperyalist dünyanın devrimler çağında yaşıyoruz. 

Kapitalist talan kendi teknolojik temelini dünyaya dayatmış ve egemen kılmıştır. Bu yıkım süreci “gelişme”ye, daha da fazla “büyüme”ye devam etmektedir. 

Bu tabloda kapitalizmin ve proletaryanın sonundan değil; aksine, dünyanın çok daha kapitalist, çok daha proleter hâline geldiğinden; yerkürenin “küçülmüş” kapitalist bir kente dönüştüğünden; üretimin toplumsal niteliği ile mülkiyetin özel kapitalist biçimi arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın tarihte görülmemiş ölçekte keskinleştiğinden; proleter devrim yoluyla bu çelişkinin çözümünün çok daha şiddetli bir tarihsel görev hâline geldiğinden söz edilmelidir. 

Ki, söz konusu tarihsel sorunu çözecek ne “halk”tır, ne “yoksullar”dır, ne “çokluk”tur, ne “ezilenler”dir ne de aydınlardır. Çelişkinin çözümü işçi sınıfına aittir.[11] 

Bu durumda “Elveda proletarya!” değil; “Yeniden merhaba proletarya” demek “olmazsa olmaz”dır…

Geçerken anımsatalım: Soramayan, sorgulamayan şizofren yurttaşlar fabrikasına dönüşen sürdürülemez tekelci kapitalizm, kendini de tüketen yıkımdır. Söz konusu yıkımın manivelası olan demokrasi “oyunu”, devletin diktatörlük hâlidir.

Unutulmamalıdır ki, proletaryanın ve onun tarihsel devrimci rolünün açık ya da gizli ret ve inkârı, öteden beri Marksizm-Leninizm’le her türden anti-proleter, anti-Marksist-Leninist akım arasındaki ilkesel ayrılığın göstergesi olagelmiştir. Devrimci proletaryanın yerine “yoksulların”, aydınların, “halkın”, “ezilenlerin”, “çalışanların”, “üreticilerin” vb. geçirilmesi; duruma göre birinin ya da ötekinin geçirilmesi, geçmişten beri süregelen bir söylemdir. Proletaryanın “burjuvalaştığı”, “orta sınıfa dönüştüğü”, “yeni teknolojilerle gereksizleştiği”, söz gelimi yerini “çokluk”a bıraktığı ya da “dönüştüğü” vb. teorilerin, ideolojik saldırıların, burjuvazinin ve küçük burjuvazinin işçi sınıfına ve Marksizm-Leninizm’e karşı ideolojik ve siyasi saldırılarından başka bir anlamı bulunmamaktadır.[12]

* * * * *

Walter Benjamin’in, “Sınıf savaşı kavramı yanıltıcı olabilir. ‘Kim kazanacak, kim kaybedecek?’ sorusunun yanıtlanacağı bir karşılıklı güç sınamasına ya da galip için iyi, mağlup için kötü sonuçlar getirecek bir mücadeleye işaret etmez. Sınıf savaşını böyle düşünmek, olguları romantikleştirmek ve bulandırmak olur. Çünkü burjuvazi savaşı kazansa da kaybetse de, gelişim sürecinde onun sonunu hazırlayacak iç çelişkileri

nedeniyle yıkılmaya mahkûmdur. Buradaki soru, çöküşün kendiliğinden mi yoksa proletaryanın aracılığıyla mı gerçekleşeceği,” uyarısının altını çizip, 1970’den 2013’e uzanan tarihi anımsatmak gerekirse: 

14 Haziran 2013’de gelen “24 saat içinde bu iş bitsin” demecinin ardından Gezi Parkı’na biber gazlı müdahale 15 Haziran akşamı saat 20:55’te geldi. Olaylar ertesi güne de sarkmıştı… 

Oysa o güne kadar 15-16 Haziran denince, Türkiye’de 1970’de olup bitenler akla gelirdi. Yani devletin 1970’teki 15-16 Haziran’ı…

Her iki Haziran da, bir bütünün tamamlayıcı parçaları olmaları yanında şunları öğretiyorlardı hepimize:

i) Kurtuluş hep umulmadık, beklenmedik zamanda çalar kapımızı ve güven de irade de, pratikten ve dıştan gelir. Devrim mücadelesinde gerçeklerin (ve geleneklerin) gücünü bilmek bir başlangıçtır. Ve aynaya baktığınızda suçluluk duyuyorsanız gerçekleri öğrenmişsinizdir.

ii) Bunun için de devrimci tarihimizin zenginliğinden öğrenip, geleceğimizi yaratırken; doğrudan yana olmak, bir savaşa razı olmaktır. Çünkü tarihini değiştiremeyenler, talihini değiştiremezler. Çünkü irade, aklın özgürlüğüdür. Her eylem bir bilgidir ve mutlaka yanıtı vardır.

iii) Devrim, çocuk gibi yaratıcı, çiçek kadar kırılgan bir patlayıcıyken; devrimci gelenek de, “yeniden” diye haykıran ölümsüzlüklerin yürüyüş güzergâhıdır. 

Devrim, kopuş demekken; devrimcilik de kuşku ve ret ile başlar. Devrim, daima kendini arayan serüvenken; hesapsızdır devrimcilik de. 

Bu çerçevede yaşamak ise, yaratıcı yıkıcılığın devrimci serüveni olduğu kadar yaşamaya değerdir.

iv) Ve nihayet hepimize, “Ne zaman imkânsızı seversen,/ işte o zaman gerçek seversin,” diyen Özdemir Asaf’ın betimlemesini anımsatan işçi sınıfı hakkında söyleneceklerin özeti Kemal Özer’in şu dizeleridir:

“yerin derinliklerinden geldiler 

ellerinde susmak bilmeyen bir yeraltı güneşiyle 

ne kadar diplere bastırılsa 

o kadar boğulmak bilmez yankısıyla yüreklerinin 

ağır ağır geldiler... 

sonra hergün geldiler artarak geldiler 

kadınları çocukları ve alkışlarıyla 

yoğurt mayalar gibi geldiler 

pişkin ekmekleri bölüp de paylaşır gibi 

su gibi ateş gibi 

her gün yeni ağızlar eklendi ağızlarına 

yeni yollarla tanıştı ayakları 

her gün yeni kabuklar çatladı 

yeni kulaklar işitmeye başladı söylediklerini 

bir kent oldular sonunda 

ve adını değiştirdiler ülkenin.”

 

14 Haziran 2014 18:49:43, Ankara.

 

N O T L A R

[1] ‘Soma İçin Mücadele Forumları (3)’ kapsamında 16 Haziran 2014 tarihinde “15-16 Haziran ve Gezi Ruhuyla Geleceğimizi Kurmaya Direnen İşçiler Konuşuyor” başlığıyla Ankara Sanat Tiyatrosu’nda düzenlenen toplantıda yapılan konuşma… Kaldıraç, No:157, Temmuz 2014…

[2] Heracleitus.

[3] Kamil Ateşoğulları, 15-16 Haziran: İki Uzun Gün ve Bir Uzun Yürüyüş, DİSK, Birleşik Metal İşçileri Sendikası Yay., 2003.

[4] Sennur Sezer, “42 Yıl Önce Bir Haziran Günü”, Evrensel Hayat, 17 Haziran 2012, s.5.

[5] Ahmet Demirel, “Bir Uzun Yürüyüştür 15-16 Haziran”, Taraf, 23 Haziran 2013, s.12.

[6] Yıldırım Koç, “15-16 Haziran’da Olanlar ve Geriye Kalanlar”, Sol, 15 Haziran 2013, s.14.

[7] Walter Benjamin, “Tarih Kavramı Üzerine”, Son Bakışta Aşk, Metis Yay., Yayına Hazırlayan: Nurdan Gürbilek, 2. Basım, 1995, s.41.

[8] Kemal Yalçın, “15-16 Haziran 1970 İşçi Eylemini Gerçekleştirenlere”, Evrensel, 16 Haziran 2012, s.5.

[9] Walter Benjamin, yage, s.43.

[10] Şükran Soner, “15-16 Haziran; Direnişin Ruhu...”, Cumhuriyet, 19 Haziran 2012, s.11.

[11] Hasan Ozan, “Emeğin Sermayeye Biçimsel ve Gerçek Bağımlılığı ve ‘Küreselleşme’-IV”, 27 Mart 2014, http://hasanozan62.blogspot.com

[12] Hasan Ozan, “Postkapitalizm’le Proletarya Buharlaştı mı?-I”, 20 Mart 2014, http://hasanozan62.blogspot.com

Unutul(a)mayan ölümsüz sesler [*]

“Yavaş yavaş ölürler;okumayanlar,müzik dinlemeyenler,vicdanlarında hoşgörüyübarındıramayanlar.”[1]

Mirabeau’nun, “Bırakın, müzikle öleyim,” dediği o muhteşem şey için Unamuno, “Aşkın duygusal anlatımı müziktir”; W.Shakespeare, “İnsanın iç dünyası müzikle beslenir”; Björk, “Müzik, dinleyeni ve dinleteni öngörülmez kılar”; Esma Redzepova, “Müzik fakirlerin tek lüksüdür”; Miguel de Cervantes, “Müziğin olduğu yerde kötülük olmaz”; Emil Zeig, “Müzik, duygularımızın en açık dilidir”; Cemal Süreya, “Ayrılık acısıdır her müzik,” notunu düşerler…

Yahya Kemal Beyatlı’nın, ‘Itrî’ başlıklı şiirinde, “Belki hâlâ o eski besteler çalınır/ Gemiler geçmeyen bir ummanda...” dizeleriyle betimlenmesi de mümkün olan “Müzik” deyip geçilemez, bu mümkün değildir…

Sertab Erener’in, “Müzik insanı iyileştiren, güzelleştiren bir şey,” diye tarif ettiği sesin gücü, yankısı bütün engelleri, sınırları aşarak, duygularımızı zenginleştirip, hepimizi insanîleştirirken; Katalan müzisyen Jordi Savall da, “Müzik ahengin dilidir” vurgusuyla ekler:

“Herkes kendince müzik yapar. Herkes kendi içindeki tutkuyu müziğe yansıtır. Çalmaya başladığınızda tutkunuz diğerlerine değer, müzik başkalarıyla paylaşıldıkça anlamlanır. Hafızanın kalbidir müzik.”

Müzik çoğumuzun hayatının vazgeçilmezidir.[2] Çünkü “Müzik, çağın gerçek yaşam koşullarının çelişmelerini yansıtmaktadır. Çağının toplumsal-düşünsel rengini en iyi yansıtan anlatım araçlarından biridir.”[3]

Gerçekten de David Lynch’in, “Müzik, insan hayatında her an var olabilme özelliğine sahip. İnsanlar ağlarken, sevişirken, dans ederken, bilgisayarda çalışırken, evlilik ve hatta cenaze törenlerinde müzik dinliyor. Müziğin yapım ve dağıtım yöntemi bugün artık çok farklı; ama bana göre, insanların onunla kurduğu duygusal bağ hiç değişmedi.”

Müzik insan(lık)ın, en insanî eylemlerinden birisidir: Gönül, irade, fedakârlık ve cüret işidir.

“Nasıl” mı?

Ünlü caz saksofoncusu Ornette Coleman, hayatının bir döneminde Bedevi kabilelerinin yanına gitmiş ve bir süre onlarla yaşamış. Çöl hayatında kabiledeki herkesin önemli bir görevi var. Erkekler avlanıyor, yiyecek buluyor, barınma sorununu hâllediyor. Kadınlar çocuklara bakıyor, yemek yapıyor. Kabilenin en işe yaramaz insanları müzisyenler. Arada sırada törenler, ayinler veya eğlence için müzik yapıyorlar ama önemli bir işlevleri olmadığı için aşağılanıyorlar. Günde bir kap pirinç karşılığı yine de çalmaya devam ediyorlar. 

Ornette Coleman, bunu gördükten sonra, “gerçek müzisyenlerin” onlar olduğunu, çünkü ne para, ne şöhret, ne manevi tatmin hiçbir karşılık bulamadıkları hâlde çalmaya devam ettiklerini söylüyor. Yani onlar yalnızca içlerinden geldiği ve belki de başka bir şey yapamadıkları için müzik yapıyorlar.

Nihayet, “Müzik, savaşı, huzursuzluğu ve haksızlığı ortadan kaldırabilir... Nasıl mı? Dünyaya bakış açımızı ve bu bağlamdaki algılayış biçimimizi değiştirebilirsek. Müziğin bu tarafını etkin kılacak ve kitleleri harekete geçirip, doğru yönlendirecek kişiler kuşkusuz müzisyenler. Hatta duyarlı bir müzisyen için en iyi okul hayatın kendisidir...” Arzu Haksun Güvenilir’in altını çizdiği gibi…

KLASİKLER

‘Bach Track’ sitesinin araştırmasına göre, 2010 yılında dünya çapında 11.724 konser ve 5858 opera temsili verilmişken; konser salonlarının hâkimi 1576 kez çalınan Ludwig van Beethoven’ın cesur, iradi kararlılık sahibi, güç veren senfonisini dinlemeyen var mıdır acaba? Zannetmiyorum… 

Kolay mı? Müziğindeki güçlü dinamizm, ateşli dışavurum ve duygusal yoğunluk hiçbir besteciyle kıyaslanamayan Beethoven’ın gençlik günlerinde Fransız Devrimi’nin yaydığı yeni düşünceler Avrupa’yı sarsmaktadır. Yaşam biçiminde de yenilikler olmaktadır: Yağ kandilinden gaz lambasına, at arabasından buharlı lokomotife geçilmiştir. Sanatçı artık toplumun hizmetlisi değil, yapıtlarıyla toplumun sesini haykıran bir kahramandır. 

XVIII. yüzyılın XIX. yüzyıla bağlandığı yıllar müzik tarihinde “Beethoven Çağı” olarak anılır. Ludwig van Beethoven (1770-1827), Haydn-Mozart’ın Klasizmini Romantizm akımına aktarmıştır. Klasik Dönem’in aristokratik dinleyicisi gibi izleyicisini artık yanı başında bulamayan XIX. yüzyıl sanatçısı, kendi kabuğuna çekilmiş, romantik bir yalnızlık içindedir. Yükselen kişiler generaller, bankerler, işadamları ve politikacılardır. Onların önceki dönemin aristokratik toplumu gibi bire bir sanatla ilgilenecek zamanı yoktur. 

Yirmi sekiz yaşında sağırlığı başlayınca, yapıtlarının birçoğunu iç kulağındaki esin kaynağıyla bestelemiş ve otuz yıl boyunca, durmadan, eşit zaman aralıklarında yapıt üreterek, romantik çağın senfonik şiir geleneğine kapıları açmıştır.

Ya 1812 Uvertürü, Napolyon ordularının Rus orduları karşısında yenilgisini, Rusya’nın zaferini notalayan parçasıyla hiç unutulmayan Çaykovski’yi?

Ya Franz Liszt? 

Piyanist, besteci, piyano için müziksel uyarlamacı ve sanat dünyasının dışında döneminin sosyal gelişmelerini izleyip onlara ışık tutmayı başaran olağanüstü kişiliğe sahip olan ve XIX. yüzyılın Avrupa musiki yaşamının en önde gelen simalarından Franz Liszt (1811-1886). 

Liszt senfonik şiirin babası olarak tarihe geçerken; Mallarmé’nin dizeleri Debussy’nin müziğinde yeniden doğar; Debussy’inin, “Müzik, şiirin anlatamadığı yerde başlar,” notuyla…

Ve hakkında Oscar Wilde’ın, “Ne zaman Chopin dinlesem, işlemediğim günahlar için ağlıyorum duygusuna kapılırım,” dediği Frederic François Chopin…

Müziği, derin melankolisiyle dikkat çeken ve (Fransız bir babayla Leh bir annenin çocuğu olarak) 1810 yılında Varşova yakınlarındaki bir kasabada doğan Frederic François Chopin, 1849 yılında Paris’te yaşama veda etmişti.

Çocukluk ve ergenlik yıllarını yaşadığı Varşova kalben de en çok bağlı olduğu kent olmalı ki vasiyeti üzerine, Paris’teki ölümünden sonra kalbi çıkarılarak Varşova’da toprağa verilmişti. İki ayrı yerde iki ayrı mezarı olan efsane bir sanatçı...

Chopin vücudunu Paris’te bırakarak, kalbini çocukluk ve ergenliğine gönderdi diyebiliriz... Onun duygulu müziğine yakışan bir seçimdi...

Sonra dinsel motiflerin ağır bastığı Bach…

Nihayet Mozart… Hani Nazi rejiminin hizmetine sokmak ve müziğini Nazi rejiminin simgesine dönüştürmek istediği Mozart… Ancak Mozart masondu, daha kötüsü Yahudilerle işbirliği vardı.[4]

Bunlarla birlikte müzik tarihinde “suç işlemiş” bestecilerden Carlo Gesualdo…

1590 yılında yatak odasında bastığı karısını âşığıyla birlikte öldüren İtalyan besteci Carlo Gesualdo’yu müzik tarihinde benzersiz kılan şey, katilliğinden de öte, madrigallerinin çağının çok ötesine geçen maceracı müzik dili.

Çocukluğundan beri müzikle içli dışlı olan Gesualdo lavta ve klavsen çalıyordu. Rönesans ve erken barok dönemin dindışı vokal müziği olan madrigallerden oluşan ilk kitabını bestelediği Ferrara’yı bırakıp yeniden şatosuna dönerek burada ölene kadar münzevi ama müzikle, madrigalle dolu bir hayat yaşadı. 

Gesualdo’nun, her biri beş ses için bestelenmiş toplam altı madrigal kitabı mevcut. Gesualdo’dan sonra XIX’uncu yüzyıla gelene kadar hiçbir besteci teknik açıdan bu kadar ileri bir müzik yazamamıştır. Sıradışı armonik ilerleyişler, beklenmedik akorlar, vahşi bir kromatizm Gesualdo madrigallerine damga vuran cüretkâr yenilikler. 

Gesualdo işlediği cinayetlerden duyduğu pişmanlığı karanlık ve huzursuz madrigalleri yoluyla dile getirmeye çalışmıştır. Gesualdo’nun yaşamının son yıllarında iyice depresyona girip, şatosunda vücudunu uşaklarına her gün düzenli biçimde kırbaçlattığı söylenir. Gesualdo o cinayetleri işlemeseydi eğer, yüzyıllar sonra Stravinski’ye bile esin kaynağı olacak bu devrimci madrigalleri yazabilir miydi? Kim bilir?[5]

COHEN, VEGA VE MOUSTAKİ

Schopenhauer’ın, “Nesnel soruların şaşırtıcı cevapları bu melodilerin içinde gizlidir sözleri ise bu topluma ne kadar çok şey anlattığının kısa özeti gibidir,” diye tanımladığı şarkılardan söz edilince akla ilk gelen(ler) Cohen, Vega ve Moustaki…

Güneri Cıvaoğlu’nun, “Yaşayan efsane” “Leonard Cohen’in… zamanı ve mekânı kaybetme endişesi yok. Belki de hiç olmamış. Cohen bir modern zamanlar tanrısı. Onu Zeus, Pan ya da Apollon ile birlikte Olimpos’ta hayal etmek hiç zor değil.”[6]

Kanat Atkaya’nın, “Leonard Cohen’i genel olarak sevmemin birbiriyle zıt gibi duran ancak aralarında harikulade bir bağ olduğunu düşündüğüm iki temel nedeni var: ‘Karamsarlık’ ve ‘hınzır espri anlayışı’. En

depresif alanlarda gezerken bile bıyık altından gülen bir tavrı vardır,” saptamasına Orhan Kahyaoğlu’nun eklediği üzere:

“Onun yer yer mazoşist bir boyuta sıçramasına da neden olur. İnançla inançsızlık, gerçekle gerçekdışı, aşk ve nefret şiir-şarkı sözlerinin kopmaz bir parçasıdır...”

Ve Suzanne Vega: “Folk müziğinin evrensel yüzü” diye anılan Vega’yı, “Leonard Cohen’in kadın versiyonu” diye tanımlayanlar da vardır.

Nihayet “Eğlenmek için ömür boyu, dinlenmek için ölüm boyu zamanımız vardır,” diyen George Moustaki…

O, Akdeniz havzasının bir başka “mavi gözlü dev”iydi.

Tepeden tırnağa Akdenizliydi. Fransız şansonunun tipik bir temsilcisi olmaktan uzak; biraz beatnik, biraz hippi, biraz varoluşçu bir 1968 savaşçısıydı... Edebiyatın ve teatralliğin ötesinde, alabildiğine basit, yalın ve lirik şarkılar yaratan ozan Georges Moustaki, lodoslu bir Akdeniz günü veda etti yaşamaya...

Ölüm haberinin geldiği sabah İzmir, Sakız, Ayvalık, Midilli, Limni ve Yunanistan kıyıları amansız bir fırtınayla boğuşuyordu. Bizde “Lodosun gözü yaşlıdır” derler. Güney rüzgârlarının tanrısı Notos, denizlerin tanrısı Poseidon, belki de bütün mitoloji onun arkasından ağlıyor, isyan ediyordu sanki. Sen de mi ölecektin Moustaki? 

Dedim ya Moustaki tepeden tırnağa Akdenizliydi. Arap, Yunan, Türk, Yahudi, Fransız, İspanyol, İtalyan demeden koca bir medeniyetin ortak bileşkesiydi. Club Med’lerin turistik Akdeniz’inden değil, ekmeğini denizden çıkaranların, balıkçıların, sünger avcılarının, korsanların, rebetlerin, tarihsel olarak birbirine karışmış halkların, Marsilyalı göçmenlerin, Barselonalı anarşistlerin hakiki Akdeniz’indendi. ‘En Méditerranée’de anlattığı gibi su birikintisinde oynayan zeytin gözlü çocukların, üzerine bombalar düşmüş zeytin ağaçlarının ortasında birden beliriveren güvercinlerin, sonbahardan korkmayan güzel yazların şarkıcısıydı. Biraz su katınca, saçı sakalı gibi beyazlayan rakıların, uzoların ozanı...

1934’te İskenderiye’de doğdu. Yahudi ailesi, Yunan ve İtalyan kültürünün hâkimiyetindeki Korfu Adası’ndan geliyordu. Babasının kitapçı dükkânına gidip gelen entelektüellerle ahbaplık kurdu, Sartre, Camus ve Gide’i keşfetti. 

50’lerin başında, elindeki kırık dökük gitarından medet umarak Paris’e göçtü. Birkaç yıl içinde Edith Piaf çevresine, hatta Piaf’ın kalbine girdi. Piaf denince ilk akla gelen şarkılardan ‘Milord’ Moustaki’nin eseriydi. Serge Reggiani, Pia Colombo, Barbara gibi büyük şarkıcılar da onun şarkılarını seslendirmekte gecikmedi. 

Tok ama içli bir sesti... 

Moustaki dilin olanaklarını sonuna kadar zorladıkça kuvvet kazanan, yalın, lirik şarkılar yazdı. Kendini “Georges Brassens’in bıyığının gölgesinde büyümüş bir çocuk” olarak tarif ediyordu, yine de Brassens, Brel, Ferré ve Gainsbourg’dan oluşan ‘dört büyükler’in arasına karışmak yerine, 60’ların folk sanatçılarına, Dylan’lara, Cohen’lere göz kırpan bir ton tutturdu. 

Sesiyle şöhrete kavuştuğu ilk şarkısı 1969 tarihli ‘Le Métèque’ti. Bu şarkıda tipi kayık, façası bozuk adamı, muhacir Yahudiyi, Yunanlı çobanı, Paris sokaklarındaki avare yabancıyı, yani kendini anlattı.[7]

İskenderiye doğumlu, Yunan yurttaşı, ama Yahudi George Moustaki’ye, Arap aşkı Nadya’nın İsrail’e karşı bir “terörist” örgütten olmasının, kendisini rahatsız edip etmediğini sorulduğunda, -ne de olsa onun ülkesi sayılırdı, İsrail- “Sahici bir vatanım yok benim” dedi. “Ne ülkem var, ne de dinim. İllaki kimliğimi sordukları zaman, … Akdenizliyim, diyorum.”[8]

FIRTINA ÇOCUKLARI

“Varlığı birşey kazandırmayanın yokluğu birşey kaybettirmez,” diyen Onun hakkında Metin Münir şunları der:

“Eğer kapı insan olsaydı Bob Dylan’ın sesiyle gıcırdardı. Ama, gıcırtı mıcırtı, Dylan eşsizdir. Pop şarkıcılarının en uzun nefeslisi, şarkı yazarlarının en üretkeni odur. Kimse onun kadar çok unutulmaz şarkı yazmadı. Beatles bile. Yetmiş bir yaşında ama devamlı turnede. ‘Sonu Olmayan Turlar’ diye bilinen bu turneler herhâlde öldüğünde sona erecek; çünkü, kendi sözleri ile, ‘... gerçekten mutlu olduğum tek yer sahnedir.’

Benim için klasik müzikte Mozart ne ise hafif müzikte de Bob Dylan odur. Yeri doldurulamaz, tek, eşsiz.

Dylan ‘Hiç kimse özgür değildir, kuşlar bile zincirle gökyüzüne bağlıdır’ diyor ama, kendi, kendi koyduğu bu kuralın istisnasıdır. Çünkü onu eşsiz yapan, diğer bütün şarkıcılardan ayıran özgür ve özgün olmasıdır.

O, içinde sadece kendinin bulunduğu bir sınıftadır. All Along the Watchtower, Jokerman, Blind Willi Mctell, Lily Rosemary and the Jack of Hearts, Ring Them Bells, Mississippi, Dignity, Artur McBride, Workingman’s Blues, Red River Shore ve büyüleyici Mr Tambourine Man... şarkılarıyla Dylan, 1960’larda, ABD, Vietnam savaşı ve siyahların özgürlük mücadelesi ile çalkalanırken, New York’a gitti. Çocukluğundan beri gitar çalıyordu. Ağız armonikasını da öğrendi. Blues’tan başlayarak Amerikan halk müziğini adeta ezberledi. Fransız, çocuk dahi Rimbaud ve İrlandalı Dylan Thomas’ın şiirlerinden etkilendi.

Katıldığı açık hava protesto konserlerinde gençler ona doymuyor, ondan başkasını dinlemek istemiyordu.

Değişmekte olan çağın, siyah-beyaz protestocuların sembolü hâline geldi.”

Ya hayatımıza bir heykeltıraş gibi şekil veren müzisyenler listesinden, akciğer embolisi geçirerek 71 yaşındayken 2012’de yaşama veda eden Deep Purple’ın efsane klavyecisi Jon Lord…

60’lı yılların hippi saçıyla, 70’lerin devrimci bıyığını buluşturarak güven verici ve sempatik bir karakter çizen İngiliz müzisyenin, buluşturduğu şeyler sadece imajına ilişkin değildi. 

Klasik müzikten gelen bir geçmişe sahipti; ilk gençlik günlerinde ise blues ve rock’n roll kültürüyle tanışmış, kaynaşmıştı. Potasında erittikleriyle bir mirasın omuzlanması adına Lord, klavyesiyle hem geçmişi onurlandırıyor, hem de döneminin saldırgan tonlarıyla besliyor ve yarınlara taşıyordu. 

Bir dönemi kapatıp, yenisini açan topluluğun, Deep Purple’ın arkasındaki düşünceyi oluşturan iki kişiden biriydi.[9]

Sonra ‘Yesterday’ baladı, müzik tarihinin en çok ‘cover’lanan şarkısı olan ve “İnsanlar bana ‘çok çalışıyorsun’ diyorlar. Biz çok çalışmıyoruz, müzik yapıyoruz,” diyen Paul McCartney… 

Ve ‘Kertenkele Kral’, Jim Morrison…

60’ların rock dünyasına hızlı girip hızlı çıkan efsane grup The Doors, ömrü kısa bir kuşağın tutkusuydu; bir kuşağın özetiydi sanki. Bilinmeyen bir dünyanın korkulan kuşağı, her şeyin mümkün olabileceği bir beş sene ve yazılan sayısız parça... 

Onlar, 1965 senesinde ilk defa sahneye çıktığında, araladığı kapının ötesinde kendisini bekleyen bir kuşağın sıradışı hikâyesini, müziği ve sözleriyle ortak etti. 

Paris’teki Pere Lachaise’deki mezarında yatan Morrison’un bıraktığı en büyük miras, kuşkusuz rüyalarımızı ve “öteki” tarafımızı açığa çıkaran parçalarıdır. Arkasına bakmadan peşinden gittiği güzel rüyaların güzel renkleri arasında, daha çok sevişilen ve şarkı söylenen bir yerde yatıyor şimdi O…[10]

İÇİMİZİ TİTRETENLER

Kuzeybatı Afrika’da, Okyanus’ta bir adalar ülkesi olan Yeşil Burun’un dünya müziğine armağan ettiği yorumcuydu Cesaria Evora… 

Ölümü ardından ülkesi Yeşil Burun/ Cabo Verde halkı iki gün yas tuttu. Her defasında insanı büyülenircesine dinleyeceğiniz ünlü “Saudade” şarkısının unutulmaz sesiydi ve yeryüzünde sayısız hayranı vardı. [11] Sözünü ettiğimiz parçanın adı da “Lagrimas de Saudade/ Hüznün Gözyaşları.” 

“Saudade” sözcüğü birbirine yakın ve birbirini tamamlayan anlamlara sahip: Bir anlamda, kısmen melankolik bir yokluk duygusu olarak tanımlanabilir. Bilinmeyen denizlere yolculuğa çıkanların arkasından duyulan üzüntü, kaybolmuş hayatların, geriye dönmeyen seyyahların ya da savaşlarda ölenlerin ardından duyulan keder. Türkçe’de de benzer anlamlarda çok kelime var: Keder, elem, acı. üzüntü. hüzün. hasret, vb… 

Saudade’nin kullanıldığı alan hayli geniş. Karşılıksız kalmış tutkulu bir aşk. Dilimizdeki “kara sevda” örneğin. Ya da uzaklarda bilinmeyen yerlerde ölmüş sevdiklerimiz ama sanki hep geri geleceklermiş gibi. Saudade, kendileri gitmiş, sevgileri kalmış ve hiç bir zaman kaybolmayacak olan insanlara duyulan sevginin hasret kelimesi. 

“Lagrimas de Saudade/ Hüznün Gözyaşları”yla ünlenen Cesaria Evora 1941’de São Vicente, Mindelo’da doğdu, genç kızken başladığı şarkıcılık yaşantısında önceleri umduklarını bulamadı. Barlarda şarkı söyleyerek annesine ve iki kızına baktı. 

Derken başarının kapıları açıldı. onu dinlemek için Fransa’dan gelen menajer Jose da Silva, birlikte çalışmayı önerdiğinde Cesaria yıl 1988’di. Evora “En azından Paris’i görürüm” diyerek teklifi benimsedi. Menajeriyle çalışmaya başlaması hayatında ve kariyerinde dönüm noktası oldu. İlk albümü aynı yıl yayımlandı. 1991 ve 1992’de yeni albümleri çıktığında artık 50’li yaşlarındaydı ve hayatında ilk kez ünlüydü. Şarkılarını Portekizce ile Afrika lehçelerinin bir karması olan Creole dilinde söylemesine rağmen, sesinin sıcaklığı ile dünyanın dört bir yanında geniş bir dinleyici kitlesi budu. 

İlk albümüne “La Diva aux pieds nus/ Çıplak Ayaklı Diva” adını koydu. Ender verdiği söyleşilerden birinde ‘neden çıplak ayaklı diva adıyla anılmayı seçtiği’ sorusuna, “Dünyanın fakir halklarıyla dayanışmak için sahneye çıplak ayakla çıktığımı söylüyorlar, ama bu doğru değil. Cabo Verde’de herkes böyle dolaşır” diyordu.[12]

Babası da müzisyen olan ve kendini bildi bileli şarkı söyleyen Evora, hep kendi dilinde söylüyor şarkılarını, özellikle sömürge döneminde bu tercihi kültürel bir savaşta silah olarak kullanmış. Ülkesinin genç sanatçılarına da hep bunu tavsiye ediyor: “Diliniz olmadan bir hiçsiniz, başka dilde başkasının şarkısını söylersiniz.”[13]

Cesaria São Vicente adasında kalp yetmezliği ve yüksek tansiyon tanısıyla yatırılmış olduğu hastanede 17 Aralık 2011 günü hayata gözlerini yumdu; geride çok ama pek çok şey bırakarak…

Cesaria Evora gibi Meksikalı efsane şarkıcı Chavela Vargas, 5 Ağustos 2012 günü Cuernavaca kentindeki bir hastanede solunum yetmezliği sonucunda yaşamını yitirdiğinde 93 yaşındaydı.

Chavela Vargas, Katolik Meksika’nın ‘kadın şarkıcı’ kavramıyla ilgili önyargılarını yerle bir etmişti. Sanatçı, ölümünden birkaç gün önce, “Ben ölmeyeceğim, çünkü bir Şamanım; biz ölmeyiz, göç ederiz” demişti. Vargas, yakın dostu Frida Kahlo’nun yaşamını anlatan ‘Frida’ filminde, ünlü “La Llorona” şarkısını söylemişti.

Ruhun ölmediğine, yalnızca göç ettiğine inanan Huichol Yerlileri’nin de Vargas’ı bir Şaman olarak kabul ettikleri belirtildi. Gençliğinde çocuk felci geçiren Vargas, iyileşmesini danıştığı Şamanların verdikleri öğütlere bağlamıştı.

1919 yılında Kosta Rika’da dünyaya gelen Chavela Vargas, 14 yaşından başlayarak Meksika’da yaşamış; gençlik yıllarında sokaklarda gitarıyla şarkı söylerken besteci Jose Alfredo Jimenez tarafından keşfedilmişti. Profesyonel müzisyenliğe otuzlarında başlayan sanatçı, 80 kadar albüm doldurmuş, XX. yüzyılın ortalarında Mexico kentinde yaşanan sanatsal patlamanın en önemli kişiliklerinden biri olmuştu.

“Kadın şarkıcı” kavramıyla ilgili yerleşik önyargıları ve Katolik saplantılarını yerle bir ederek üne erişen Vargas, erkek giysileri giyip beline tabanca takarak elinde purosu ve tekila şişesiyle söylediği şehvetli “ranchera” şarkılarıyla belleklerde yer etmişti. Böylece, o güne kadar çoğunlukla erkekler tarafından söylenen “ranchera”ların, aşk ve ayrılık şarkılarının geleneksel kalıplarını da kırmıştı.

Vargas’ın müziklerini birçok filminde kullanan İspanyol yönetmen Pedro Almodovar da onun için, “Bu dünyada Chavela’ya yetecek büyüklükte bir sahne olduğunu sanmıyorum” demişti; haklıydı da…

Nihayet José Carrera; dünyaca tanınmış İspanyol tenor.

Ünlü üç tenordan birisi; Placido Domingo, Luciano Pavarotti ile üçlü oldular.

Dünyaya en güzel şarkıları sundular, sevdirdiler hepimize…

UNUTUL(A)MAYANLAR

Unutul(a)mayanları çoktur müziğin…

Mesela Elvis gibi…

Farklıydı ve tam da bu yüzden herkesin ilgisini çekiyordu. Yeni yetmelerin hıncahınç doldurduğu konser salonlarında şarkı söylüyor, dans ediyor, gitar çalıyordu. Ne zaman süslü giysileri ve gitarıyla sahnede görünse seyirci sıralarından yükselen çığlıklar kasırga olup salonun kapılarını zorluyordu. O, kraldı. Rock’n Roll’un ölümsüz ve yeri doldurulmaz kralı. Henüz ilk plağını kaydettiğinde müzik âleminin zirvesindeki tahtına oturdu ve bugüne kadar hiç kimse onu yerinden edemedi. 

Onun adı Elvis Presley. Ölümünün üzerinden 36 yıl (16 Ağustos 2013) geçmesine rağmen Rock’n Roll denince akla ilk gelen isimdi... 

Müzik yeteneği genellikle küçük yaşlarda kendini belli eder, bilirsiniz. Rock’n Roll’un Kralı için de böyle olmuştu. 8 Ocak 1935’te Mississippi’de doğan Elvis Presley, yoksul ama müzikle dolu bir çevrede büyümüştü. Adı İsveççe’de “çok akıllı” anlamına gelen “Kral”, biraz büyüyüp tek başına sokakta yürüyebilecek hâle geldiğinde, kalabalık ailesinin peşine takılıp pazar sabahları kilisede almaya başladı soluğu. Kilisenin duvarlarına çarptıkça büyüyen ilahiler küçük Elvis’i büyülüyordu. Kulakları, müziğin nüanslarını tıpkı usta bir avcı yakalıyordu. Sonra da duyduğu ezgileri güzel sesiyle söylüyordu. Elvis, müzikten vazgeçemeyeceğini daha o zaman anladı. Hiç durmadan şarkı söyledi, zamanının en önemli Blues şarkıcılarını dinledi. B.B. King, Howlin Wolf ve Arthur Crudup onun favorisiydi.

Elvis, müzik tutkunu bir kamyon şoförü oldu. 1950’li yılların Amerika’sını arşınlarken şarkı söyleyen ve günün birinde sesini herkese duyurma hayalleri kuran bir şoför...

Onun en önemli meziyetlerinden biri de düşlerinin peşinde koşmaktan hiç vazgeçmemesiydi. Eğer, güzel sesli ve kıt kanaat geçinen bir adam olarak yaşamayı kabullenseydi nasıl Rock’n Roll’un kralı olabilirdi ki? 

Zaman geçtikçe sokaklarda keyfince yürüyemeyeceği, artık dinleyicilerine yeni ve farklı şarkılar hediye edemeyeceği düşüncesi onu yıprattı. Kilo aldı, zaten zayıf olan bünyesi iyice güçsüz düştüğünde ilaç kutularını kurtarıcı olarak görmeye başladı. İlerleyen zaman, orijinal şarkılar üretememe korkusu ve kapana kısılmışlık hissi kralı yavaş yavaş tüketti. 16 Ağustos 1977’de evinde tek başına hayata veda etti. Kralın cansız bedeninin etrafında ilaç kutuları bulundu.

Hakan Töre’nin ifadesiyle, “Onun için ‘rock and roll’un kralı’ denir. Pek çok müzik türünün atası sayılan rock and roll’u evrenselleştiren isim, muhteşem sesi ve sahne karizmasıyla Elvis olmuştur. 

Onun için yazılacak çok şey vardı... Kralın Richard Nixon ile hukuku, ‘Elvis’ten önce hiçbir şey yoktu’ diyen John Lennon ile arasında sonradan oluşan husumet, bazı siyahîlerin ve tutucu çevrelerin tepkileri...”[14]

Bir başka “tartışmalı isim”de 4 Ağustos 1901’de doğup, 6 Temmuz 1971 de ölen Louis Armstrong’du…

Onun yaşam güzergâhı New Orleans, Chicago, New York istikametindeydi…

Fabrika işçisi babası evi terk ettiği için, annesi ve anneannesi tarafından büyütülen Armstrong küçük yaşlarda New Orleans’ın çok farklı yüzlerini tanıdı. Geleceğin Satchmo’su 13 yaşındayken vasıfsız işlerde çalışarak hayatını kazanıyor, bir yandan da kornet çalıyordu. 17 yaşında Joe King Oliver’la birlikte çalmaya başladı, 1922’de, o zamanlar Amerika cazının merkezi olmak anlamında New Orleans’ı geride bırakan Chicago’ya taşınarak Oliver’la birlikte çalmaya devam etti. 1925’te de Dreamland Syncopators’a katıldı ve trompete geçti. 1927’de Louis Armstrong & His Stompers adlı grubuyla müzik yapmaya devam eden sanatçı ‘Hotter than That’ ve ‘West End Blues’ gibi hitlerin ardından, 1932’de ‘Chinatown, My Chinatown’, ‘You Can Depend on Me’ gibi şarkılarla beğeni topladı. 

Aynı yıl bugün de hâlâ çok sevilen ‘All of Me’ ve ‘Love, You Funny Thing’ adlı parçalarıyla listelerde yükseldi. 

1935’de yeni menajeri Joe Glaser’ın kurduğu big band’iyle ‘Public Melody Number One’ (1937), ‘When the Saints Go Marching in’ (1939) ve ‘You Won’t Be Satisfied (Until You Break My Heart)’ (1946) gibi unutulmaz şarkılar yaptı. 1943’te daha önce dönem dönem yaşadığı New York’a yerleşen sanatçı, II. Dünya Savaşı sonrasında swing müziğin popülerliğini kaybetmesi nedeniyle big band’i dağıttı ve 1947’de All Stars’ı kurarak dünyanın pek çok yerinde konserler verdi. 

1951’de All Stars’la kaydettiği ‘Satchmo at Symphony Hall’ LP’sinde yer alan ‘When We Are Dancing I Get Ideas’ ve ‘A Kiss to Build a Dream On’la yeniden hayranlık uyandırdı. Fats Waller’ı anma albümü ‘Satch Plays Fats’ 1955’te liste başı oldu, ardından da Verve Records için Ella Fitzgerald’la bir dizi kayıt yaptı. Bu kayıtlardan ‘Ella and Louis’ 1956’da listelerde bir numaraya çıktı. Armstrong’un 1964’te ‘Hello, Dolly!’ müzikali için yaptığı müzikleri içeren albüm de çok beğenildi. Müzisyenin bu albümdeki pop tonu, dört yıl sonra gelen ‘What a Wonderful World’de daha belirginleşti. 60 ve 70’lerde daha az turneye çıkan sanatçı 1971’de bir kalp krizi sonucunda hayata veda etti. 

Kuşaklar boyu esin kaynağı olan Armstrong’un dinleyicileri kornet, trompet gibi enstrümanlardaki yaratıcılığıyla büyülenen cazcı hayranları ve daha çok vokaliyle ilgilenen popçu hayranları olarak iki gruba ayrılmış olarak kabul ediliyor. Ama bu ayrım dışında Armstrong’la ilgili olarak asıl dikkat çekici bölünme, onun bir siyah sanatçı olarak kimliği konusunda gerçekleşti. 

Armstrong’un sadece beyazların girebildiği restoranlara, otellere “kabul edilmekle” bir sorun yaşamaması, birçok siyahı rahatsız etmişti elbette. Aslında, Armstrong zaman zaman, örneğin Little Rock krizi sırasında, siyahlara yapılan ayrımcılığa karşı sesini yükseltiyordu ama bir bütün olarak sivil haklar hareketine yeterince katkıda bulunmamış olduğunu düşünen pek çok kişi oldu. Bununla beraber, bir başka efsanevi cazcı Duke Ellington’ın onun için söylediği “yoksul doğdu, zengin öldü, bu ikisi arasında hiç kimseyi kırmadı” sözü, onun insani zaafları taşıyan hassas yüreğine ilişkin çok fazla şey söyler. 

“Kimseyi taklit etmemiş ama çok kişi tarafından taklit edilmiş bir müzisyen” (J.A. Stein) olarak Armstrong’un o hışırtılı sesindeki huzur, trompetinin tonundaki hüzünle coşkunun o eşsiz bütünlüğü, kendi başına bir hayal dünyası sunar duyana. Sokaklarında bir çocuk olarak hayatta kalma mücadelesine karıştığı şehri için “gözlerimi kapayıp trompetimi çalmaya başladığım her anda, canım New Orleans’ın tam kalbine bakarım, bana uğrunda yaşanacak bir şey verdi” demiş olması ne kadar da manidardır... [15]

Sonra yıllara meydan okuyan bir efsane, Gheorghe Zamfir; Çocukluğunda çobandı O... Bütün gün koyunlar peşinde uçsuz bucaksız vadilerde koşan bir çocuk için müzik kavramıyla doğa kavramı birdi. Doğaya âşıktı. Doğanın tüm seslerini keşfetme olanağı vardı. Doğanın kendisi, çocuk için müzikti. 

Çocuk doğada yeni çalgılar icat eder, bunları geliştirirdi. Odunlardan keman, dallardan kaval yapardı... Dört yaşındayken babasına, müzik aşkını anlattı. Altısında ilk mandolinine kavuştu. Dokuzunda ilk akordeonuna... Arada kaval, flüt öğrendi. Pan flütü o seçmedi. Pan flüt onu seçti. 

“Kader” der başka bir şey demez. Pan flüt onun kaderiydi... Büyük usta Fanica Luca onu kendi sınıfına seçtiğinde çok ağladı. Çünkü o konservatuvarda akordeon çalışmak istiyordu. İlk tokadını babasından o zaman yedi. Müzik diye tutturdun, o sınıfta kalacaksın diye... 

On dördünde Bükreş Müzik Akademisi’ndeydi. (Kapitalist düzende çobandan başbakan olursa, komünist düzende de çobandan dünya çapında müzisyen olunabiliyordu!) 

“Çok sonra anladım ki, pan flütle söyleyecek çok şeyim var. Ve bunu kaderimin bana belirlediği biçimde söylemeliyim. Bu benim görevim. Kimi zaman flütle aramda öyle derin, öyle yoğun bir ilişki, bir bağ, bir diyalog var ki kelimelerle anlatmak çok zor...” 

Zamfir’i çok önemli kılan, yerel olanla evrensel olanı muhteşem bir biçimde bütünleyebilmesi olmuştu. Romen folklorunun derinlerine inerek ona kendi yaratıcılığını ve çağdaş yorumları kattı. Gelenekselle bugün arasında köprüler kurdu. Öte yandan pan flütü, çalgısını da geliştirdi. Yirmi borulu sisteme on boru daha ekleyerek, çalgının ses kapsamını geliştirdi. 

Bunları 70’li yıllarda gerçekleştirdi. Bir Romen cenaze marşı olan belki de yeryüzünün en hüzünlü parçası “Doina de Jale”, 45’lik tek plak BBC’de bir dizinin müziği olarak kullanılınca dünyayı sardı. 77’deki “Lonely Shepard/ Yalnız Çoban” plağı milyonlarca sattı... Derken film müzikleri, konserler... 80’lerde ünü ve plaklarının satışı daha da yükseldi. 200’ü aşkın albüm; dünyanın her yerinden ödüller... [16]

Nihayet hâlâ kulaklarımızda çınlayan “I will always love you/ Seni her zaman seveceğim” haykırışıyla Whitney Houston…

Pek az şarkıcı Whitney Houston kadar büyüleyici bir sese sahiptir ve pek azı sahip olduğu yetenekleri onun kadar sinir bozucu düzeyde bir kayıtsızlıkla kullanır. Albümleri XX. yüzyılın pek çok kadın sanatçısından daha fazla sattı. Diğer pop yıldızlarından çok daha fazla ödül aldı. Ancak son yıllarını onu kaotik bir biçimde şarkı söyleme isteğinden uzaklaştıran uyuşturucu bağımlılığıyla geçirdi. 

O, 11 Şubat 2012 gecesi Beverly Hilton Oteli’nde ölü bulundu. 48 yaşında yaşamını kaybetti... Ve bir nesil onu, başarısı 90’larda zirveye ulaşan, sorunlu bir karakter olarak tanıyacak. Esasında Houston listelerde hit olan birinden çok daha fazlasıydı ancak yetenekleri çoğunlukla yavan yetişkin şarkılarında harcandı. 

1992’de yayımlanan büyük hit’i, Dolly Parton cover’ı ‘I Will Always Love You’da, en güçlü vokallerinden birini gerçekleştirerek dünya çapında 12 milyon sattı. Şarkıdaki duygusal söyleyişi, şarkıyı tüm zamanların en büyük hitlerinden biri yapmaya yetti. 

Albüm satışı toplamda 170 milyonu bulan Houston, kendine Mariah Carey ve Celine Dion’un da bulunduğu elit kadın süperstarlar grubunun içinde yer edindi. Genellikle romantik aşk şarkılarını seslendiren Houston, pek çok şarkıcıyı etkileyen “pop divası” tarzını yarattı. 

MTV’nin “beyaz şarkıcı” duvarını aşan ilk siyah kadın da oydu. MTV’nin ‘En önemli sanatçıları’ listesine giren ilk siyah kadın şarkıcı oldu…[17]

 

28 Kasım 2013 16:41:00, Ankara.

 

N O T L A R

[*] Patika, No: 85, Nisan - Mayıs - Haziran 2014… 

[1] Pablo Neruda.

[2] Ethem Kocabaş-Semra Türk, Müzik ve Zihnin Gizemleri, Altın Kitaplar, 2013.

[3] Selim M. Işık, “Müzik Neyi Anlatır...”, www.sendika.org, 9 Ekim 2010.

[4] Eric Levi, Mozart ve Naziler - Üçüncü Reich Bir Kültür İkonunu Nasıl Kullandı, Çev: Dilek B. Cenkciler, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2011, s.178.

[5] Serhan Bali, “Çağının Çok Ötesindeki Katil Besteci”, Radikal, 13 Ağustos 2013, s.26.

[6] Sarp Dakni, “Cohen’in Elinden Ölümsüzlük İksiri”, Radikal, 7 Eylül 2012, s.34-35.

[7] Derya Bengi, “Uzoların Ozanı Sen de mi Ölecektin?”, Radikal, 24 Mayıs 2013, s.29-31.

[8] Mine G. Kırıkkanat, “Aşka Âşıktı, Moustaki...”, Cumhuriyet, 26 Mayıs 2013, s.15.

[9] Murat Beşer, “Yeri Dolmayanlar Listesi Uzuyor”, Cumhuriyet, 19 Temmuz 2012, s.15.

[10] Emre Karatoprak, “40 Yıldır ‘Kapı’ Hâlâ Açık”, Radikal Hayat, 3 Temmuz 2011, s.5.

[11] http://www.youtube.com/watch?v=E_7BV-IuyKI

[12] Yalçın Yusufoğlu, “Çıplak Ayaklı Diva”, ozgurlukcusol

[13] Pınar Öğünç, “Kocaman Bir Sesin Ardından”, Radikal Hayat, 18 Aralık 2011, s.36-37.

[14] Hakan Töre, “Elvis”, Taraf, 21 Ağustos 2013, s.17.

[15] N. Buket Cengiz, “Dünyanın Harika Hâli”, Radikal İki, 29 Temmuz 2012, s.14.

[16] Zeynep Oral, “Önce Ses Vardı...”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2012, s.15.

[17] “Romantik Şarkıların Büyüleyici Sesiydi...”, Radikal, 13 Şubat 2012, s.32-33.

Gezi / Haziran ile Gençliği .”[2]

“Gençlik, sahip olunmaya değer tek şeydir.”[2]

Hepimiz Hacettepe-Beytepe kampüsündeki bir amfinin isminin ‘Ali İsmail Korkmaz Amfisi’ olarak değiştirmek için Ali İsmail’(ler)in, Ethem’(ler)in, Mehmet’(ler)in, Abdullah’(lar)ın, Medeni’(ler)nin, Ahmet’(ler)in, Ferit’(ler)in yani Gezi/ Haziran isyanının ölümsüzlerin yoldaşları olarak buradayız…

Erdoğan’ın, “Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz”; Bilal’in, “Qualis pater, talis filius/ Öyle babaya, böyle oğul”; nihayet sürdürülemez kapitalist vahşetin E. A. Rauter’in, “Zengin önce kendi varlığıyla hırsızı yaratır, sonra da hırsızlara karşı yasalar yapar,” uyarılarını anımsattığı Şair Eşref’in, “Ademin payesi arttıkça, hicabı azalır,” diye tarif ettiği bugünde Tevfik Fikret’in ‘Han-ı Yağma’ yani ‘Yağma Sofrası’ndaki dizeleri yüksek sesle haykırmak gerek![3]

Çünkü kapitalizm gençlere ölüm ve geleceksizlik dışında hiçbir şey vaat etmiyor!

Örneğin 2014’ün ilk aylarında gençlerdeki işsizlik oranının yüzde 20’lere dayandığıcoğrafyamızda 800 bine yakın öğrenci, öğrenim kredisini geri ödeyemiyor…

Kredi Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü’nün verilerine göre, 2013 yılı sonu itibarıyla öğrenim kredisi alıp kredi taksitlerini ödemeye başlayan toplam 288 bin 306 öğrenci bulunduğu, bunların toplam borç miktarının da 1 milyar 579 milyon 621 bin TL olduğu belirtildi… Genç nüfustaki işsizlik oranının yüzde 19.3’lerde... Eğitim durumu kolay iş bulma şansı veremiyor. Genel işsizlik oranı yüzde 9.9 iken, yüksek öğretim görenlerin işsizlik oranı yüzde 10.5, mesleki teknik eğitim görenlerin yüzde 10.7, lise mezunlarının yüzde 12.4 oranında. Okur yazar olmayanlarda ise işsizlik oranı yüzde 4.8 oranında. Görülüyor ki çalışma hayatı iyi eğitim görenleri istihdam edecek yapıya ulaşmamış durumda…

TÜİK tarafından açıklanan son hane halkı işgücü anketi sonuçlarına göre, Ekim 2013 itibariyle üniversite mezunu 637 bin işsizimiz var. Bununla birlikte, OECD verilerine göre Türkiye’de her 10 çalışandan 4’ü yapmakta olduğu işe göre daha yüksek eğitim düzeyine sahip. Bu kişilerin, aslında daha zorlu ve daha iyi işler yapabilecek niteliksel donanımları var. Dolayısıyla daha fazla kazanç elde edebilirler ancak ne yazık ki eğitimlerine uygun bir iş bulamamış durumdalar…

Tablo tam da Orhan Veli’nin, “Bedava yaşıyoruz, bedava;/ Hava bedava, bulut bedava;/ Dere tepe bedava;/ Yağmur çamur bedava;/ Otomobillerin dışı,/ Sinemaların kapısı,/ Camekanlar bedava;/ Peynir ekmek değil ama/ Acı su bedava;/ Kelle fiyatına hürriyet,/ Esirlik bedava;/ Bedava yaşıyoruz, bedava,” diye betimlediği ya da Emma Goldman’ın, “Kapitalist düzen, hiç durmadan çalışanların asla hiçbir şeye sahip olmadığı, buna karşılık hiç çalışmayanların her şeyin keyfini çıkardığı bir düzendir,” saptamasındaki üzeredir!

Tekrarlıyorum, sınıflı-sömürücü vahşet gençler (ve tüm emekçiler) için geleceksizlik ve ölümdür…

Ancak “ölüm”, yaşam(ımız)a kattığımız anlam bağlamında bazen Ali İsmail Korkmaz örneğindeki üzere bir “son” değil, yeni bir mücadelenin başlangıcıdır… 

İşte tam da bunun için Ali İsmail(’ler), Ethem(’ler), Mehmet(’ler), Abdullah(’lar), Medeni(’ler), Ahmet(’ler), Ferit(’ler) yani Gezi/ Haziran isyanının ölümsüzleri için Martin Luther King ile birlikte haykıralım: “Yaşamın uzunluğu değil, nasıl yaşanıldığı önemlidir”…

İskoç atasözünün, “İnsanlar yaşadıkça yaşlandıklarını sanırlar, oysa yaşamadıkça yaşlanırlar”…

Bask atasözünün, “Jakiteko hartzen, ikas ezazu ematen/ Almak için vermeyi bilmek gerekir”…

Z. N. Hurston’un, “Karamsar olmak zor değil, zor olan çılgın bir fırtınadan sonra gökkuşağı gibi gülümseyebilmektir”…

Paulo Coelho’nun, “İçinde bir tutam delilik olmayan hayat eksik bir hayattır”…

Rus atasözünün, “Bilge düşünedursun deli işi bitirir”…

Rosa Luxemburg’un, “İnsan iki ucundan yanan bir mum gibi olmalı”…

Malcolm X’in, “En iyi öğüt, iyi örnek olmaktır”…

Alexis de Tocqueville’in, “Tarih orijinallerinin az, kopyaların çok olduğu bir resim galerisidir”…

Oscar Wilde’ın, “Hayalci, ay ışığında yolunu bulan insandır. Cezası da, şafağı başka herkesten önce görmesidir”…

Lucius Annaeus Seneca’nın, “Ey yaşam, senin bunca değerli oluşun ölüm sayesindedir”…

Ché Guevara’nın, “Bir insanın yaşayıp yaşamadığını anlamak için nabzına değil onuruna bakın; duruyorsa yaşıyordur”...

Bertolt Brecht’in, “İnsan, ancak onu düşünen hiç kimse kalmadığı zaman gerçekten ölür”… sözlerini hatırlayın/ hatırlatın…

Çünkü, ne yaparlarsa yapsınlar, hangi zulümle üzerimize gelirlerse gelsinler tıpkı Ataol Behramoğlu’nun dizelerindeki üzeredir her şey:

“Yıllanmış bir ağaç gibi köklü, gür/ Yalan hiç yıkılmayacakmış gibi görünür/ Hükmü verilmiştir oysa:/ Yıkılacak, çürümüştür”…

Bunun en büyük kanıtlarından birisi de Gezi/ Haziran isyanıdır…

 

GEZİ/ HAZİRAN İSYANI NEDİR?

 

Baştan hemencecik belirteyim: “Gezi, ikinci kurtuluş savaşıdır,” diyen Tuncay Özkan’a kesinlikle katılmıyorum…

Hepimize, herkese Napoléon Bonaparte’ın, “İmkânsızlık yalnız sersemlerin sözlüğünde bulunan bir kelimedir”; Ralph Waldo Emerson’un, “Yapılırken heyecan duyulmayan işler başarılamaz,” uyarılarını anımsatan Gezi/ Haziran, neo-liberalizme karşı özgürlükçü bir isyanıdır. Burjuva düzenle ve “ulusalcılık”la ilintilendirilebilecek hiçbir temel özelliğe sahip değildir.

‘Sapanlı Teyze’ olarak tanınan Gezi olaylarının simge isimlerinden işçi emeklisi Emine Cansever’in ifadesiyle, “Gezi sadece ağaçların kesilmesi olayı değildi. Orada haksızlığa ve yoksulluğa karşı mücadele ettik…”

“Yeni Türkiye hareketi” olarak betimlediği Gezi/ Haziran isyanı hakkında Alain Badiou’nun, “Bugün Türkiye’de kapitalizmim kendisiyle ve benim ‘tuhaf, canavar, yaratık’ olarak nitelendirebileceğim İslâmi kapitalizmle karşı karşıyayız. Gezi Direnişi ile birlikte siz hem kapitalizmin kendisine hem de İslâmi hükümetin sizi ezmesine karşı çıktınız”; Slavoj Zizek’in de, “Siz Gezi ile beraber küreselleşmede sorun olduğunu ortaya koydunuz. Size oluşturulan ‘cennette sorunlar ve sıkıntılar var’ dediniz. Dünyada aslında ters giden bir şeylerin olduğunu siz Türkiye’den gösterdiniz… Gezi benzeri isyanların hepsinin özünde küresel kapitalizme verilen tepki vardır,” derlerken; başkaldırı “Ordu millet el ele” diye haykırılan 27 Mayıs öncesinin yarı resmi nümayişlerine benzemiyordu…

“Başımızda eşi türbanlı cumhurbaşkanı istemiyoruz” denilen ve dindarların hayat tarzına zerre kadar saygı duyulmayan anlayışsızlık abidesi mitinglere benzemiyordu…

“Ordu göreve” pankartlarının açıldığı, darbe çığırtkanlığının alıp başını gittiği zalim gösterilere benzemiyordu…

Askere sırtını dayayarak iktidardakini mazlum konumuna düşüren acımasız eylemlere benzemiyordu…

İmtiyazlarımız kaybolmasın diyen bir avuç kaymak tabakanın çıkardığı sevimsiz gürültülere benzemiyordu…

Başka türlü bir şeydi bu... Bambaşka türlü bir şey...

“İdeolojik işler”, “derin güçler”, “provokatörler”, “illegal örgütler”, “marjinal yapılanmalar”, “CHP” falan denilerek izah edilebilecek bir olay değildi bu...

New York’daki The New School Üniversitesi’ndeki konferansında konuşmasında BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in ifadesiyle, “Gezi Parkı, Türkiye’de halkların kardeşliği anlamında, barışın esas olarak halklar üzerinden sağlanabilmesi anlamında çok önemli bir pratik oluşturdu. Bu, ülke açısından ya da yönetenler açısından, en korktukları şeydi. En tedirgin oldukları şey buydu… Orada ilk defa dünya halklarına da umut verecek bir ütopya gerçekleştirildi.”

“Gezi’yi gezenler gördü: Orada, hepimizin yaşamak istediği Türkiye kuruldu. Özgür, barışçıl, hoşgörülü, umutvar bir ülke modeli...”[4]

Bu bir isyandı ve Yasin Aktay’ın deyişiyle, “Anlaşılmayı bekleyen yeni bir sosyal fenomen” falan değil…

Bu; çeşitlilik içinde birliğin, halk güçlerinin bir politik özgürlük hareketiydi…

Hayır, hayır bu isyanı “Artık tarih belki yıllar sonra yeni bir ‘özne’nin tarih sahnesine bu olaylarla iyice çıktığını yazacak. Çokluk siyasetini arıyor,” diyen Murat Aksoy gibi de ele alamayız! 

‘Yeni Şafak’ yazarlarının Yasin Aktay’dan Murat Aksoy’a ayaklanma konusunda serd ettikleri fikirlere prim vermemiz, elbette mümkün değildir…

Tekrarlıyorum bu, yalan imparatorluğunun korku zorbalığına karşı bir isyandır: 

Demokrasi ve korku yan yana yaşayacak iki kavram değildir. Bu anlamda yaşanan sürecin en önemli sonucu, “korku eşiği”nin aşılmış olmasıdır.

İnsanlar, neo-liberal zorbalığa karşı itirazlarını yüksek bir sesle haykırıp, sokağa çıktılar. İktidarın zorbalığına, polisin barbarlığına meydan okudular. O noktada korku artık hükümsüzdü…

Tüm coğrafyamızı kucaklayan bu duygunun merkez noktasında polisin sıktığı tazyikli su karşısında yıkılmayıp kollarını açan, “Sıkmaya devam et, senden korkmuyorum” mesajını veren siyah elbiseli cesur kadının duruşuydu. 

Gezi/ Haziran eylemlerine asıl ruhu veren meydanlarda, sokaklarda, parklarda hareketin çoğunluğunu oluşturan kadınlardı. 

Evet Gülseren Onanç’ın da işaret ettiği gibi, “Gezi eylemleri tek ses dayatmasına karşı çıkıştır.”

Gezi/ Haziran isyanı yeşildir, doğadır, çevredir... Neo-liberal iktidar ise beton, AVM, yağma ve rant! 

Gezi/ Haziran isyanı özgürlüktür... Neo-liberal iktidar ise baskı ve korku! 

Gezi/ Haziran isyanı halk demokrasidir... Neo-liberal iktidar ise otoriter bir kibir! 

Gezi/ Haziran isyanı çoğulcudur... Neo-liberal iktidar ise tek tipçi! 

Gezi/ Haziran isyanı dayanışmadır... Neo-liberal iktidar ise bencil bir tekel! 

Gezi/ Haziran isyanı eşitliktir... Neo-liberal iktidar ise hiyerarşik bir buyurganlık! 

Gezi/ Haziran isyanı bütünleşmedir... Neo-liberal iktidar ise ayrışma ve bölünme! 

Gezi/ Haziran isyanı gençliktir... Neo-liberal iktidar ise geçen yüzyılda kalmış, örümcekli bir yapı! 

Ve nihayet Gezi/ Haziran isyanı gelecektir... Neo-liberal iktidar ise küflü ve paslı raflarda kalmış bir sürdürülemez bir geçmiş!

Bu nedenle egemen(lik)lerin Gezi/ Haziran nefreti anlaşılabilir bir şeydir…

Örneğin ‘Yeni Şafak’ yazarı ve AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner’in, 5 Aralık 2013 tarihli köşe yazısında “Kürt halkıyla Gezi ruhunun yakınlaşmasından” duyduğu endişeyi kelimelere döküp, “eski Türkiye”nin temsilcisi olarak göstermeye çalışması; Gezi/ Haziran’dan “zehirli sarmaşık” olarak bahsetmesi neyin ne olduğunu net biçimde ortaya koymaktadır!

Evet, evet egemen(lik)lerin Gezi/ Haziran’daki ezilenlerin tarihsel bloğundan yani çeşitliliğin zenginliğini kucaklayan halk hareketinden korkmaları boşuna değildi…

Meltem Yılmaz’ın, “Farklı yaş gruplarındaki direnişçilerden kiminle konuşsam hayatında buna benzer bir direniş görmediğini söylüyor. Bunu da direnişin partilerüstülüğüne, çok farklı görüşlerdeki insanların siyasi iktidarın ‘baskısı’na karşı ortak mücadelesine bağlıyor…

Kemalistler, sosyalistler, anarşistler, İslâmcılar, feministler, çeşitli sendikalar, eşcinsel örgütleri ve daha birçok yapının dayanışması herkese ‘umut’ veriyor, ‘gelecek’ vaat ediyor. Farklı görüşlerdeki insanlar biraya gelip saatlerce sohbet ediyorlar, belki de ilk defa birbirlerini bu kadar çok anlamaya çalışıyorlar. Biraya gelmelerinin zaferin göstergesi olduğunu söylüyorlar,” biçiminde tarif ettiği kendiliğindenlik gençliğin saflarında büyük bir değişim ve dönüşümü de devreye sokuyordu…

İşte, “Önce şiddet gördük, kızdık, korktuk; haklı olduğunu savunduğumuz şeyler için sokağa döküldük, sesimizi duyurduğumuz için rahatladık; çoğaldık umutlandık; paylaştık, dayanıştık, ‘aynı’ olmasak da yan yana durdukça birbirimize daha çok güvendik; hükümetin tavrını gördükçe şaşırdık; polisin vahşetine öfkelendik; ‘hiç’ olmadığımızı görüp sağaldık; geleceğimize sahip çıktıkça umutlandık...”[5] diye haykıran birkaç çarpıcı örnek: 

Nazlı Bulum’un, “Ailemle, arkadaşlarımla olan gündelik sohbet değişti. Toplumsal konularla ilgili daha çok konuşuyoruz, tartışıyoruz. Sokakta da daha güvende ve cesaretli hissediyorum. Yaşayacağım herhangi bir sorunda birilerinin bana yardım edeceğini, yanımda olacağını biliyorum”…

Fehime Seven’in, “Daha fazla haber okuyorum artık, olan biten her şeyi öğrenmeye ve yorumlamaya çalışıyorum”…

Ayris Alptekin’in, “Umut etmenin insanı ne kadar güçlendiren bir şey olduğunu hatırladım. Başka bir hayat gerçekten mümkün olabilir. Oh be diyordum sürekli, yapılabilecek başka şeyler de varmış”…

Sefa Tokgöz’ün, “Derslerden, televizyonlardan, solculardan duyduğum ve hiçbir zaman Türkiye’de şahit olmadığım ortamı orada (Gezi’de) gördüm”…

Albina Özden’in, “Eskiden konuşmaktan çok korkuyorduk ama artık tepki vermeyi biliyoruz. Hiç tanımadığın birinin acısına ortak olmaktır insanlık”…[6]

Konuya ilişkin olarak Müge İplikçi yirmi gençle konuşmuş.[7] Çoğu örgütsüz “birey” olma hasleti aranıyorsa bu kuşakta en hası var. Lakin bu hasletin yanlış değerlendirildiğinin de canlı örneğiler; çünkü yeri geldiğinde, istediklerinde örgütlü, birlikte, dayanışmayla hareket edebildiklerini gösterdiler. Gezi direnişi süresince “kim bu gençler, nereden çıktılar” sorularıyla anlı şanlı fikir insanları, “kanaat önderleri” ve iktidarın

bizzat kendisi şaşkınlıkla anlamaya çalıştı yaşananları. Oysa onlar Emek Sineması, İnternetime Dokunma, hayvan hakları için “Katil Yasa İstemiyoruz” eylemlerinde de oradaydılar ya da bu eylemlere tanık oluyor ve sorular soruyorlardı. Taksim Meydanı 1 Mayıs’a kapatıldığında da oradaydılar. Hrant için yürüyen anne babalarının ellerini tutuyorlardı belki… Onur yürüyüşlerine de katılmışlardı. HES’ler vadileri kuruturken canları acımıştı; nükleer istemiyoruz diye bağırmışlardı… Bedenime dokunma diyebilen bir nesildi… Ayak sesleri öteden beri duyuluyordu…

Ve hatta Gezi Parkı’na doğru yürürken birçoğunun hemen yanı başında bu mücadeleyi yıllardır veren anne - babası vardı; dönüp onlara “tamam sıra bizde, gözünüz arkada kalmasın,” dediler.

Böylelikle de Gezi/ Haziran “olayı”, düzenin bekçileri üzerinde içerde olduğu kadar dışarıda da şok etkisi yaparken; müthiş bir esin kaynağı da oldu…

Evet, evet dünyayı gezen bir “heyula” misali Gezi/ Haziran farklı coğrafyalardaki aktivistlere ve direnişlere de esin kaynağı oldu. 

Kanadalı siyaset bilimi profesörü ve aktivist David McNally de Gezi/ Haziran’dan ilham alanlar arasında. Bunu ‘Başka Bir Dünya Mümkün’[8] başlıklı yapıtının önsözde “Taksim Gezi Parkı protestocuları, bu yazar da aralarında olmak üzere, dünyada milyonlarca insana esin kaynağı oldu” sözleriyle belirtiyor. 

McNally önsözde aynı zamanda Gezi Parkı Protestolarını eylemlerin genel özelliği, eylemci tipolojisi ve eylemlerin kökeni olmak üzere üç başlıkta kısaca analiz ediyor. McNally’e göre Gezi direnişi mekânsal bir etkileşime açık. Eylemlerin “kent ve kasabalara yayılışından” bahsediyor ve protesto gösterilerine katılan “yüz binlerce kişinin özgürlüğün, eşitliğin ve insanlar arasındaki işbirliğinin hüküm süreceği yeni türde bir toplumu kurabilmeye” muktedir enerji birikimini ortaya çıkardığını vurguluyor. Polisin ilk protestoculara uyguladığı şiddet, söz konusu enerjinin ve eylemlerin dozajının artmasına yol açıyor. 

Diğer bir başlıkta McNally eylemci tiplerine değinirken protestoların öznesi olarak protestocuların tek bir kategoriye sığmadığının altını çiziyor. Yaşam alanlarını ilgilendiren sorunların çokluğu eylemcilerin de kozmopolitleşmesine ve farklılaşmasına yol açıyor. McNally bu durumu “gençlerin, feministlerin, işçilerin, cinsel hak savunucularının, çevrecilerin, öğrencilerin ve diğerlerinin esin verici kolektif eylemleri” ifadesiyle belirtiyor; Gezi Parkı eylemcilerinin kendi mücadelelerinin küresel antikapitalist hareketin bir parçası olduğunu söylüyor. 

Bir diğer başlık ise eylemlerin kökenine dair: McNally Gezi direnişi üzerine düşünürken liberallerin çok sevdiği türden ekonomiden ve ideolojiden yalıtılmış afakî “ceberut iktidar” analizleriyle kendisini sınırlandırmıyor. Sorunların ve protestoların kaynağında küresel finansal krizin etkilerini ve AKP’nin “kapitalist kalkınma” hamlelerini, neo-liberalizmin yıkıcı etkisini görüyor. Türkiye’nin istikrar söylemine koşut uluslararası mali piyasalarda “başarı” yakalarken, “yüz binlerce Türkiyeli işçinin sendikasızlaştırılmasına” ve “taşeronluk sisteminin yaygınlaştırılmasıyla istikrarsız ve riskli işlerde bir patlamaya yol açmasına”, “parıldayan konut kuleleri ve alışverişmerkezleri inşa edilirken” “Türkiyeli işçiler ve gençlerin dışarıda iki yakalarını bir araya getirememesine”, “kentsel mekânlar ticarileştirilirken” “çalışan sınıfları yerlerinden edilmesine” dikkat çeken McNally direnişlerin filizlenişine ilişkin ekonomi-politik bir bütünlük koymaya çalışıyor. 

Buna göre neo-liberalizmin türdeş olmayan alanlarda yol açtığı tahribat, doğrudan, toplumun değerler ve ilkeler dengesini sarsıyor ve bozuyor. McNally’in belirttiği “Türkiye’de de, bürokratların, bankaların ve şirketlerin egemenliğinden bağımsızlaşmış yeni yaşam biçimlerine yönelik özlem” Gezi/ Haziran eylemlerindeki dinamizmin başlıca faktörlerinden birisi hâline geliyor.

 

AKP (VE ERDOĞAN)’IN GEZİ/ HAZİRAN PARANOYALARI

 

José Saramago’nun, “Unutmayın, örgütlü bir halk hiçbir zaman yenilmez. (...) Her zaman söylenegeldiği gibi küçük şeyler büyük etkiler yaratır,”[9] deyişini anımsatan Gezi/ Haziran, AKP (ve başçalan Erdoğan) için bir kâbustur, paranoyadır…

Bir anlığına hatırlayın!

Gezi/ Haziran eylemlerinin ve Türkiye’nin her yerinden ona destek veren gençlerin amacı Erdoğan hükümetine komplo... imiş...

Gezi/ Haziran eylemleri “darbe” girişimi… imiş... 

Tam 11 yıldır iktidarda olan; “Vur deyince vuran, dur deyince duran” bir polisi olan; askeri kışla’daki; “Sokağa çık” emri ile sokaklara dökülen palalı paramiliterleriyle AKP bunları diyordu! 

Hani telefonlar dinleyen; twitter’ı, facebook’u kontrol eden; MOBESE’lerin emrine amade olduğu; MİT’li, Terörle Mücadele’li, Emniyet’li, Jandarma İstihbaratı’lı muhbirli bir iktidar paranoyak yalanlara, mamipülasyonlara sarılıyordu…

Yani AKP (Erdoğan) paranoyaları, kendinden yana olmayan herkesi düşman, “terörist” ilan etti… 

Mehmet Y. Yılmaz’ın ironik betimlemesiyle, “Artık ortaya çıktı ki dünya yüzünde en çok terörist yetiştirilen ülke cennet vatanımızdır…

Sadece cezaevlerimizde 10 binin üzerinde terör suçlumuz var, Başbakan meydana gelen her olay nedeniyle teröristleri suçladığına göre dışarıda serbest gezen terörist sayısı bunun çok çok üzerinde olmalı.

Üstelik bizim teröristlerimiz Süpermen gibiler: Bir yandan Suriye ile işbirliği yaparken, diğer taraftan İsrail ajanlığı yapabiliyorlar. Faiz lobisini desteklerken işçileri ayaklandırabiliyorlar.

İsmi Egemen Bağış olan bir bakan açıkladı ki Gezi Parkı gösterilerinde tam 11 terörist örgüt tespit edilmiş!”

Gezi/ Haziran eylemleri Erdoğan’ın şahsen ve AKP’nin siyasal hareket olarak uluslararası planda eşi az görülür hızda itibar kaybına yol açıp; herkesten çok AKP yönetiminde ve AKP iktidarı çevresine konumlananlarda gözle görülür bir şok etkisi yarattı.

“İktidarın özgüven patlamasının zirve yaptığı bir dönemde, Tayyip Erdoğan’ın ABD’de üst düzey bir lider olarak karşılanmasından birkaç hafta sonra o zirveden paldır küldür aşağıya yuvarlanmanın şokuydu bu.”[10]

Söz konusu şok, ‘Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Doç. Dr. Erkan Saka’nın ifadesiyle, “AKP kontrol edemediği her şeye öfke duyuyor,” diye formüle ettiği saldırganlığı da devreye soktu.

Erdoğan, Ankara’nın ardından 16 Haziran 2013’de İstanbul Kazlıçeşme’deki AKP mitinginde, lise müdürlerinden sanatçılara baskı yapanlara kadar geniş bir kesimi anarak, olayların hesabının sorulacağını açıklarken; yandaşı Ali Bayramoğlu’na bile, AKP’nin ataerkil dili ve uygulamalarının ulaştığı keskinlik, bizzat onun, yani AKP’nin döneminde şekillenen demokratik ve açık toplum tarafından taşınamaz hâle gelmiştir. Dili değiştirmek gerekir artık…” dedirten abartılardan malûldü…

Bu kadar değil! AKP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, Gezi/ Haziran eylemlerine müebbet hapis öngören TCK 312. maddesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği vurgusuyla, “Eylemcilerin hükümeti devirmeyi amaçladıklarını düşünüyorum,” deyiveriyordu…

Kolay mı? Erdoğan’ın, Gezi Parkı’nın basıldığı 30 Mayıs 2013’deki de dahil, “Polise talimatı ben verdim” dediğini anımsayarak başlayıp 2 Haziran 2013’deki ‘Teke Tek’e gidersek: “Bir anne-baba, kızının, affedersin, birinin kucağına oturmasını ister mi?”

“Birisiyle bir bankta oturursun sohbet edersin, Tayyip Erdoğan olarak ben bunu saygıyla karşılamam.”

“Kadıköy vapurundan inen kadınların giyim kuşamına karışmıyorum,” sözlerini anımsayın!

Ayrıca, “Yüzde 50’yi evinde zor tutuyorum” diyen; ölen vatandaşlarını mezhebine göre tanımlayan; “Canım canım seramikler kırıldı,” derken öldürülen gençleri anmayan; “İçerideki hainler” sözünü hem de gösterileri bastıran çevik kuvvetin önünde, “Ülkeyi işgal edecek düşmanı, çiçeklerle karşılayacak, bağrına basacaklar var,” noktasına çeken çığırtkanlığını[11] unutmayın!

“Ey Geziciler. 10 tane ağaçla başladınız değil mi, acaba hayatta bir yere bir tane ağaç diktiniz mi? Buyurun her tarafta biz ağaçlar dikiyoruz, yeşille ülkemizi ve insanımızı buluşturuyoruz. Acaba ey ana muhalefetin temsilcileri siz nerede neyi dikiyorsunuz? Dedikodudan başka, iftiradan başka bu güzel insanlarımızın arasına nifak tohumu dikmekten başka ne yapıyorsunuz?” türünden dezenformasyonlara başvuran Erdoğan ile AKP açık açık karşı devrimci terörü savundu; hayata geçirdi!

Gezi/ Haziran eylemlerine ilişkin sarıldığı dezenformasyonlarla Erdoğan’ı kimi zaman ABD, kimi zaman şehit polisin yakınları, kimi zaman da cami imamı yalanladı.

Başbakan Gezi Parkı’yla başlayan ve tüm ülkeye yayılan eylemlerde halka meydan okuyan tavrını sürdürürken tabanını ateşlemek ve eylemleri itibarsızlaştırmak için sık sık yanlış bilgiler veriyor. Erdoğan’ın, Wall Street eylemlerinde 17 kişinin öldüğü yönündeki açıklamaları ABD tarafından anında yalanlanırken eylemcilerin İstanbul’da bir camide içki içtikleri iddiası caminin müezzini tarafından yalanlandı. TRT’, ne zaman kim tarafından çekildiği belli olmayan, Türk bayrağı yakma görüntülerini kullanırken Adana’da köprüden düşen polise ilişkin “Bir polisimizi şehit ettiler” sözünün gerçeği yansıtmadığını da polisin kuzeni açıklayacaktı. Kabataş’ta “Saldırıya uğrayan bebeğiyle birlikte darp edilen başörtülü hanım kızımız”dan ise hiç söz etmiyorum!

Yeri gelmişken anımsatmadan geçmeyeyim: ‘Zaman’ gazetesi İstihbarat Şefi İbrahim Doğan, Twitter üzerinden yaptığı açıklamada Gezi eylemleri sırasında Dolmabahçe’deki Bezmi Alem Valide Sultan Camii’nde bulunan bira kutularının sonradan konulduğunu açıkladı!

 

TERÖRİST DEVLET(İN) GEZİ/ HAZİRAN KORKUSUNUN DÖKÜMÜ

 

Finlandiya Dışişleri Bakanı Erkki Tuomija’ya bile, “Orantısız güç kullanımı sorgulanmalı,” dedirten terörist devlet(in) Gezi/ Haziran korkusunun kaba dökümünün somutu şöyleydi:

i) Gezi/ Haziran protestolarında Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım, Hasan Ferit Gedik polis tarafından katledildi… Yüzbinlerin katıldığı eylemler sırasında İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 4 bin 900 kişi gözaltına alındı. Sadece eylemlerin gerçekleştiği ilk hafta içerisinde 120’yi aşkın kişi tutuklandı. Eylemlerin ilk 15 gününde polisler tarafından 150 bin adet gaz bombası kullanılırken, 8 bini aşkın kişi yaralandı 100’ü aşkın kişi gözünü kaybetti.

ii) Dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler, valilik, YÖK, üniversitelere ve Yurtkur genel müdürlüklerine gönderilen genelgeye ilişkin bir soru üzerine, Gezi benzeri eylemlerin yapılmaması için her türlü önlemi alacaklarını vurgusuyla, “27 Ağustos tarihinde 81 il valiliğine, Yüksek Öğretim Kurumu’na, Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü’ne ve ilgili güvenlik birimlerine bilgi olarak gönderdiğimiz bir genelgemiz var. Burada ifade etmek istediğimiz konu, eğitim öğretim döneminin başlaması ile yasal olmayan eylem ve etkinliklere izin verilmemesi. Olaylara karışanların tespit edilmesi, haklarında gerekli yasal ve gerekli disiplin işlemlerin yapılabilmesi. Öğretim ortamının bozulmasına yönelik faaliyetlere müsaade edilmemesi. Gezi eylemleri benzeri birçok şiddet eylemlerinin yeniden gündeme getirilmesi arayışları var. Biz güvenlik birimleri olarak her türlü tedbirleri alacağız,” dedi…[12]

iii) Gezi/ Haziran protestolarının üniversiteler açılınca yeniden canlanacağına ilişkin istihbarat sonrası beklenen oldu ve İçişleri Bakanlığı harekete geçti. Bakanlık, YÖK’e, üniversitelere ve öğrenci yurtlarına gönderilmek üzere genelge hazırladı ve olası eylemler için “sıkıyönetim” ilan etti. Genelgeye göre, meydana gelebilecek olaylara süratle müdahale edebilmek için üniversite yerleşkesinde tüm öğretim yılı boyunca sivil polis görevlendirilebilecek. Siviller olaylara, rektörlüklerce çağrılacak çevik kuvvetten önce müdahale edebilecekti…[13]

iv) Dönemin Emniyet Genel Müdür Yardımcısı İsmail Baş, Gezi olaylarına ilişkin bilgi edinme başvurusuna verdiği yanıtta 80 ilde toplam 5 bin 532 eylemin gerçekleştiğini bildirdi. Baş, eylemler sırasında kullanılan gaz ve su miktarına ilişkin soruya, “yeteri kadar gaz” ve “yeteri kadar su” vurgusuyla ekledi:

“28 Mayıs-6 Eylül 2013 arasında; 80 ilimizde gerçekleşen 5 bin 532 eylem/etkinlikte olayları provoke eden, güvenlik güçlerine saldıran, çevreye ve insanlara zarar veren şahıslara ilişkin ilgili Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talimatları doğrultusunda adli işlemler yapılmıştır. Emniyet teşkilâtı tarafından sadece OC ve CS içerikli göz yaşartıcı gazlar kullanılmakta olup, söz konusu gazlar müdahaleler sırasında kalabalığı dağıtacak veya etkisiz hâle getirecek miktarda, yetkili amirin emriyle, bu konuda eğitim almış personelimiz tarafından Emniyet Genel Müdürlüğü’nce hazırlanmış, ‘Göz Yaşartıcı Gaz Silahları ve Mühimmatları Genelgesi’ ekinde yer alan talimatlar doğrultusunda yeteri kadar kullanılmaktadır. Ayrıca TOMA’larda yeteri kadar şebeke suyu kullanılmaktadır”![14] (Yalan söylüyorlardı yine! Çünkü…)

v) İçişleri Bakanlığı görevinden 26 Aralık 2013’de ederek ayrılan Muammer Güler, bir soru önergesine verdiği yanıtta, müdahalelerde kullanılan TOMA’ların suyuna biber gazı konulduğunu açıklayıp, “Toplumsal olaylara müdahale araçlarında kullanılan su, şebeke suyu olup belediye ve itfaiye hidratı bulunan vanalardan temin edilmektedir. Bununla birlikte ihtiyaç duyulması hâlinde OC (Oleoresin of Capsicum) gaz solüsyonu, sentetik yangın söndürme köpüğü ve gıda boyası kullanılmaktadır,” dedi.

Güler’in soru önergesi cevabında bahsettiği Oloresin of Capsicum biber gazının bilimsel adı. Gözlerde kontrolsüz gözyaşı akmasına, geçici körlüğe neden oluyorken; olaylar sırasında TOMA’larda kullanılan suya katkı maddesi koyulduğu iddiaları üzerine İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu da açıklama yaparak, “Su ilaçlı ama içinde kimyasal yok,” demişti…[15]

vi) Polisin attığı gaz kapsülüyle başından yaralanan ve komaya giren Berkin Elvan soruşturmasında skandal. Emniyet, savcıya farklı polislerin isimi verdi…[16]

vii) Mersin’de 20 Haziran 2013’deki Gezi eylemi sırasında yüzüne biber gazı sıkılan 36 yaşındaki Mehmet İstif, ağzında oluşan yaralar ilerleyince dil kökü kanseri oldu…[17]

viii) Gezi Direnişi sırasında fenalaşıp ölen temizlik işçisi İrfan Tuna’nın midesinde biber gazı etken maddesi, ciğerindeyse ödem tespit edildi ancak Adli Tıp raporunda ‘ölüm sebebi kalp damar sorunları’ denince soruşturmaya bakan savcı takipsizlik kararı verdi…[18]

Ve nihayet Gezi’de başlayan ilk protesto eylemlerinin üzerinden altı ay geçtikten sonra; güvenlik birimleri, 28 Mayıs’tan Eylül 2013’ün ilk haftasına kadar olan sürede gerçekleştirilen eylemlerini değerlendirmesini şöyle ortaya koydu. 112 günlük sürede 80 kentte (Bayburt hariç) Gezi olayları çerçevesinde 5 bin 532 eylem ya da etkinlik gerçekleştirildi…

Eylemlere yaklaşık 3 milyon 600 bin kişi katılırken, 5 bin 513 kişi güvenlik kuvvetlerince gözaltına alınarak soruşturma kapsamına alındı…

Olaylarla ilgili adli soruşturmalarda 189 kişi tutuklandı, 4 bin 329 kişi yaralandı, 5 kişi öldürüldü…

697 polis yaralandı…

Güvenlik birimlerinin, gözaltına alınan 5 binden fazla şüpheliden oluşan bir “örneklem” grubu üzerinde yaptığı “demografik analiz” ise Gezi olaylarıyla ilgili farklı bir bakış açısına kaynaklık ediyordu…

Haklarında adli soruşturma başlatılan Gezi şüphelilerinin yüzde 50’si kadındı…

Şüphelilerin yüzde 15’i ilkokul/ortaokul mezunu, yüzde 24’ü lise mezunu, yüzde 36’sı üniversite öğrencisi ve yüzde 25’i üniversite mezunuydu…

Devletin resmi kayıtlarına göre, şüphelilerin yüzde 56’sı 18-25 yaş, yüzde 26’sı 26-30 yaş, yüzde 17’si 31-40 yaş, yüzde 1’i 40 ve üzeri yaş grubundandı…

Ayrıca şüphelilerin ekonomik göstergeleri ise şöyle: Yüzde 39’u 0- 499 TL, yüzde 15’i 500-999 TL, yüzde 31’i 1000-1999 TL ve yüzde 20’si 2000 TL üzerinde gelire sahipti…

Yine şüphelilerin yüzde 78’si Alevî kökenli olup bazı sendikalar/ sivil toplum örgütleri, taraftar grupları içinde yer alanlar, ulusalcı, laik kesimler öne çıkıyordu. Yüzde 12’si siyasi partilerle ilişkili, yüzde 6’sı “marjinal sol oluşum”lar içinde, yüzde 4’ü ise “terör örgütleri” ve yasal uzantıları içinde yer almaktaydı…

Yapılan ayrıntılı araştırmalara göre, Gezi eylemlerinin yarattığı tahribatın değeri yaklaşık 139 milyon liraydı…

Bunun yarısını (74 milyon lira) işyeri zararları oluşturuyordu… İkinci sırayı 15.5 milyon lirayla polis araçlarındaki hasarlar, üçüncü sırayı ise 10’ar milyon lirayla belediye araçlarının hasarı ve kaldırım tadilatları alıyor. Kamu binaları ve AKP binalarına verilen zarar yaklaşık 2 milyon lirayken, özel araçlarda 6 milyon lira, otobüs durağı zararlarında 4.3 milyon lira, reklam panoları ve trafik levhalarında 4.1 milyon lira, ambulanslarda 2.8 milyon liralık maddi hasarlar oluştu…[19]

Belirtmeye gerek var mı, güvenlik birimlerinin “bilanço”sunda polis müdahalesi sonucu öldürülenlerden, yaralananlardan, gözü çıkarılanlardan, sokaklara boşaltılan gaz miktarından söz etmiyorlardı…

 

“ORTA SINIF” MI? DEDİNİZ!

 

Gelelim Gezi/ Haziran’ın “orta sınıf” hareketi olduğunu “iddiaları”na!

Bize; A. Borges’in, “Herkes nasıl davranılması gerektiğini bilir ama davranmaz, çünkü içinde sürekli kendine öğüten bir değirmeni vardır”; Andre Tardieu’nun, “Herkes dünyanın düzene girmesini ister. Fakat çabayı komşusundan bekler,” sözlerini anımsatann ve tarihi sadece öznel edilgenliklerinin “fantastik yorumları” olarak gören neo-Marksist literatüre baktığımızda, yeni “orta sınıf” kavramının hizmet sektörü içindeki nitelikli ve yüksek nitelikli tabakalar için kullanıldığını görürüz. Yani hekimler, avukatlar, mühendisler, sanatçılar, öğretmenler, vb için. Belki biraz daha genişleterek hemşireler gibi hizmet sektörünün orta tabakalarını da buraya dahil edebiliriz.

Buradan hareketle Haziran Ayaklanmasının sınıfsal öznesini yeni orta sınıf olarak belirleyen görüşlerle ilgili olarak şunları söylemek olanaklı görünüyor:

Birincisi, özellikle üç büyük kentin değişik semtlerinde, bölgelerinde ayaklanmaya katılanların sosyal, sınıfsal kimliklerinin bu kavrama sığmadığı çok açık. Yukarıda söz edilen mesleki grupların ayaklanmanın içinde yer aldıklarına itiraz edilemez. Ancak üç büyük kentin gecekondularına, varoşlarına doğru gidildikçe işçi-emekçi sınıfların alt tabakalarının ve işsizlerin kalabalıklara rengini çaldığını görürüz. Ayaklananlar işçiler-emekçiler, işsizlerdi. Hatta bu ayaklanma, nitelikli ve yüksek niteliklilerin kendi sınıfsal kimlikleri ve mesleki konumlarındaki erozyonun farkına vardıklarına ilişkin bir gösterge olarak bile okunabilir.

İkincisi, Haziran Ayaklanması için “yeni orta sınıf” kimliği saptaması yapanların esas derdi, bu ayaklanmanın küçümsenmesi ya da kendi kafalarındaki ideolojik referanslara uydurulmasıdır. Yani ya böyle boyutlu bir ayaklanmanın içinde bile işçi sınıfının yer almadığını söylemek ve böylece işçi sınıfının öldüğü yönündeki post-kapitalist tezleri bir kez daha gündeme taşımak istiyorlar; ya da artık klasik ekonomik-sınıfsal taleplerle yol almanın olanaklı olmadığını. Bu yolla, toplumsal hareketlere sınıfsal içeriği bulunmayan, “kentli orta sınıf” siyasal kültürünün yön verdiğini belirterek, yeni toplumsal hareketler denilen görüşe kapı aralıyorlar. İkincilere göre Haziran Ayaklanması bir sınıf hareketi değil, içinde işçi ve emekçileri de barındıran bir yeni toplumsal harekettir.

Her ikisinin de gerçekçi olmadığı kanısındayım. Haziran Ayaklanması içinde işçi/ emekçi sınıfların çok değişik katmanları birlikte yer aldılar. Bu geniş sınıfsal yapının talepleri tamamen sınıfsaldı: Laiklik, özgürlük; yaşam tarzına dinin müdahalesine, yağma ekonomisine, savaşa, başka ülkelerin iç işlerine karışılmasına, diktatörlüğe karşı sert tepki. Bu tepki tek bir öznede Erdoğan’da somutlaştı. Halk sınıflarının memnun olmadığı ne varsa hepsi Erdoğan’ın kimliği olarak algılandı ve tepki o kimliğe yöneldi. Bu müthiş bir soyutlama yeteneğiydi. 

Bir harekete sınıf hareketi demek için onun mutlaka ekonomik taleplere bağlanmış olması gerekmez. Yalnızca ekonomik talepler sınıfı ifade etmez ve sınıf kendisini yalnızca ekonomik taleplerle ifade etmez. Esas sınıfsal tepki ekonomik sıkıntıları aşan bir bütünlük içine yerleşebilecek tepkidir. Bu sınıfın siyasi olgunlaşmasına da işaret eder. Tepki ne derecede siyasallaşmışsa o derece devrimcidir. Haziran Ayaklanmasının siyasal içeriği ön plandaydı.[20] 

Tekrarlamak pahasına “son” bir şey daha: Güvenlik birimlerinin Gezi eylemlerinin değerlendirmesine göre, Gezi olayları şüphelilerin yüzde 15’i ilkokul/ortaokul mezunu, yüzde 24’ü lise mezunu, yüzde 36’sı üniversite öğrencisi ve yüzde 25’i üniversite mezunuydu…

Ayrıca şüphelilerin ekonomik göstergeleri ise şöyle: Yüzde 39’u 0- 499 TL, yüzde 15’i 500-999 TL, yüzde 31’i 1000-1999 TL ve yüzde 20’si 2000 TL üzerinde gelire sahipti…

İyi de bunun neresi, nasıl “orta sınıf” oluyor?!

 

GENÇLİK FASLI

 

“Orta sınıf” palavralarının bir diğer versiyonu da “Direnişin Öznesi” ilan edilen “Y Kuşağı” gençliğidir!

AKP’nin sesi Engin Ardıç’ın, “Basın zıpırının ‘Y kuşağı’ adını taktığı yeni kuşak bu... Kabaca, gençlik kitlesi... Ama köylü gençler değil, okuyamadığı için çalışmak ve ekmeğini taştan çıkarmak zorunda kalan emekçi gençler de değil, boş gezenin boş kalfası lumpen gençler de değil, o çirkin deyimle ‘beyaz gençler’... Yani cici çocuklar”; AKP İstanbul Milletvekili Nimet Baş’ın, Gezi’deki gençler şiddete hiç taraftar olmayan bir kitle. Artı, bu çocuklar AKP iktidarı döneminde yetişmiş çocuklardır. Kendilerini demokratik olarak ifade etme tarafları çok daha yüksek bir nesil bize göre… Gezi’nin ilk başlarında talep ettikleri konuyu doğru bir şekilde ifade ederek yola çıkan gençler oradaki değişimi ve dönüşümü gördükten sonra zaten çekildiler. Gezi üzerinden başka dizayn hesapları olan provokatif kitlelerle ilişkileri ya da akrabalıkları yok bu grubun. Bu gençler onların arkasına takılıp gitmedi. Bizim zamanımızdaki gençler olsaydı giderdi. İşte o da bir kazanım. Biz yetiştirdik onları, bizim çocuklarımız,” diye kavillerince “yorumladıkları”(!?) gençlik konusunda müzisyen Doğan Duru da, “Gençler kendilerini, ifade edebileceklerini, dayatılanlardan sıkıldıklarını gösterdiler ve sadece iktidara değil tüm baskıcı ve modası geçmiş ideolojilere… bizim hayatımızı şekillendiremezsin mesajını verdi,” diyor…

Bu tür yorumlar TOMA’ların karşısındaki kızıl bayraklı gençleri görmediler mi ne? Ya da onlar “genç” değil de, ne bileyim “faiz lobisi”nin, “darbeciler”in, “beyaz Türkler”in “paralı askerleri” miydi? 

Örneğin 31 Mayıs 2013 günü Murat Soyaktaş (28), direnişin ilk günü Taksim Gezi Parkı’nda eline gelen ses bombası sonucu yaralandı; sağ elindeki 3 parmağı parçalandı. Başparmağını tam olarak kullanamayan Soyaktaş, hastaneden çıkar çıkmaz Gezi direnişlerine gitmeye devam etti. 

Dersim Dernekleri Federasyonu üyesi de olan Soyaktaş, Gezi eylemlerini, “Yalnızca ağaç meselesi değildi. Kadının kaç çocuk doğuracağından alkol yasağına, 3. köprüye Yavuz Sultan Selim isminin verilmesinden toplumun kutuplaştırılmasına dek son dönemde AKP hükümetinin ‘her şeyi ben bilirim, benim dediğim olur’ söylemlerine, politikalarına karşı bir başkaldırıydı, halkın uyanışıydı. Halkın Erdoğan’a tepkisiydi,” diye yorumluyordu.[21]

Bulutsuzluk Özlemi’nden Nejat Yavaşoğulları’nın, “Bazı şeyleri yapabilmek için belli birikimlerin oluşması gerekiyor bu da sık rastlanabilecek bir olay değil. İki defa kilometrelerce yürünerek Boğaz Köprüsü geçildi. ‘Gezi Direnişi’ devrimler tarihine geçmesi gereken ve geçmiş bulunan bir olay. Birikip birikip umulmadık bir nedenle ortaya çıktı, Dünya tarihinde de örneklerde görüldüğü gibi. Önemli bir özellik de asıl kitlenin gençlerden oluşmasıydı ve ben buna ilk gün ‘büyük gençlik devrimi’ yakıştırmasını yapmıştım”…

Müzisyen Ayşe Saran’ın, “Hepimiz vatandaşlık hakkımızı aramanın bir suç teşkil etmediğini biliyorduk ama bir yandan da korkunç bir korku ve panik hâli hâkimdi. O korku ve panik hâli yerini ‘özgürlük ve barış adına ne pahasına olursa olsun’a bıraktı. Apolitik bir genç jenerasyon varken, şimdi belki istemeden de olsa ciddi anlamda politize olmuş bir nesil var”…

‘Senaryo Yazarları Derneği’ Başkanı İlker Barış’ın, “Gezi Parkı’yla başlayan sürece ‘direniş’, ‘eylem’ yerine ‘uyanış’ demeyi tercih ediyorum. Bu uyanışı gerçekleştirenler de yeni nesil. Uyanan yeni nesil değil, öncekiler; uyandıran yeni nesil”...

Prof. Dr. Çelik Kurdoğlu’nun, “Genç kuşak özel yaşamına devlet otoritesinin karışmasını istemiyor. Kindar, dindar gençlik söylemine, ne yiyip ne içtiğine karışılmasına, kendilerine çapulcu denilmesine karşı… Basınç çok yükselmişti. Yani patlaması kaçınılmazdı”…

ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Ayşe Saktanber’in, “Gezi eylemleri hükümetin seyredilecek diziden sürülecek ruja, kaç çocuk yapılacağından ne içip yenileceğine ilişkin dayatmalarına karşı gençlerin yaşam tarzı ve şehir hakkına sahip çıkma hareketiydi. Gezi Parkı’nın bir eşik ve bardağı taşıran son damlaydı. Gençlerin hükümete ‘Beni aşağılayarak, azarlayarak, iteleyerek kendi değerlerini empoze edemezsin’ mesajını vermesiydi”…

İstanbul Üniversitesi Psikiyatri Bölümü’nden Doç. Dr. Sibel Çakır’ın, “Gezi direnişiyle çocukken odalarına, betonlara, ekranlara hapsolmuş gençliğin yeşille, doğayla, doğallıkla, köyüyle, komünitesiyle tanışması yaşandı”… türündeki içinde yer yer abartılar barındıran doğruları içeren tespitleri ışığında “Gezi olayının dünyada yarattığı etki ve sempatiye bakılırsa ‘Haziran Devrimi’ diye adlandırmayı hak ediyor. Ancak ‘devrim’i devrimciler yapar. Oysa bunlar apolitikler. ‘Apolitik’ dedikleri gençlerin eylemi tek kelime ile herkesi şaşkına çevirip”;[22] Malcolm X’in, “Birini ayıplamakta acele etme. Senin geçtiğin yoldan geçmemiş, senin kadar hızlı düşünemiyor olabilir. Unutma ki bir zamanlar sen de şu anda bildiklerinden bihaberdin”; Albert Camus’nün, “Her özgürlüğün ucunda bir yargı vardır; işte özgürlüğün son derece ağır bir yük olması bundandır,”[23] saptamalarını doğruladılar…

Ve “yorumcular”ın akıl düzenleri içerisinde her biri ayrı bir “raf”ta duran, “otoriterliğe karşı isyan”, “ranta karşıtlık”, “betonlaşmaya başkaldırı”, “taşeronlama/ güvencesizleşmeye tepki”, “dinsel buyurganlığa itiraz”, “cinsel/ etnik ayrımcılığa karşıtlık” gibi siyasal duruşları harmanlayıp bir isyana dönüştürdüler.

 

“YENİ” Mİ? DEDİNİZ!

 

Gerçeği “Orta Sınıf”, “Y Kuşağı” palavralarıyla gölgelenmek istenen Gezi/ Haziran’a dair elle tutulur siyasi tespit yapmak şu an hayati bir gereklilik hâlini almış durumda ve bu gereklilik hâlinden kaçmak hiçbir şartta mümkün gözükmüyor. Direniş mi, isyan mı, ayaklanma mı, hareketlenme mi?

“Gezi’yi bir “festival kataloğuna” dönüştürmek yerine bir isyan deneyimi olarak ele almak”tan söz eden Sarphan Uzunoğlu, gerçekten de çok haklı… 

Mesela… “Gezi sürecini ne tek başına devrimci direniş ne de tek başına bir sivil direniş[24] olarak değerlendirmeye izin veriyor. Gezi deneyimi olsa olsa sivil direniş ve devrimci direniş arasında gidip-gelen bir salınımdır,” diyen Önder Kulak, Taksim’deki bir duvar yazısının söylediği “Bu bir halk direnişidir!” gerçeğini gölgeliyor…

Onur Kartal ise, “Bu yazı rahatlıkla ‘Ernesto Laclau’nun popülizm çözümlemeleri, Gezi Direnişini anlamamız için zengin bir kavramsal malzeme sunuyor’[25] cümlesiyle başlayabilir, bir kavram ile bir olay arasındaki mesafeyi en kolay yoldan kapatmayı tercih edebilirdi. Gezi’de olayın hakikâtinin peşine düşenler, çokluğun canlı etinin izini sürenler, yazlıklarını çıkarmayı reddedip kışlıklarıyla mevsim geçişini kafalarında erteleyip yeni olana geleneksel kategorilerle riske girmeden ışık tutmayı yeğleyenler hep bu yoldan gittiler. Rotaları farklıydı ancak vardıkları yer aynı oldu: pratiği bir kavramsal çerçeveye oturtmak, çerçevenin içinde kalanları yüceltmek, dışına taşanları görmezden gelmek. Biz burada işin kolay kısmını da es geçmeyeceğiz. Laclau’nun popülizmi esas alan, evrenselliğin ufkunu bir boş gösteren olarak demokrasiyi tikel taleplerin arasında kurulan bir eşdeğerlikler zincirinde arayan kavrayışının Gezi deneyimini anlamada işimizi ne ölçüde kolaylaştırdığına bakacağız. Fakat bu kavrayışın tehlikesine de işaret ederek işimizin aslında hiç de kolay olmadığını göstermeye çalışacağız,” türünden tespitlerle gerçeği anlaşılmaz kılıyor…

Bunlara “yenilik” deniyor!

Bir de Gezi/ Haziran isyanının parlamentarizme alet edilmesine!

Örneğin Seyfi Öngider’in, “Mart 2014 seçimleri Gezi için bir tür sınav olacak: Ya geçecek ve siyasette kalıcı olarak AKP’ye karşı muhalefetin belkemiğini oluşturacak ya da buharlaşıp gidecek. Muhalefetin bir parçası olan sol-sosyalist hareket aslında kendisine yönelik de ciddi bir eleştiri olan Gezi’yi, Gezi’de ortaya çıkan devrimci enerjiyi bu bağlamda değerlendirebilirse ne âlâ!”

Veya Mehmet Tezkan’ın, “Gezi Ruhu toplumu da siyaseti de kendine kelepçeledi... Merak edilen şu... O ruh ete kemiğe bürünür mü? Mehmet Barlas; ‘Gezi parkı eylemlerinde tencere tava sesi çıktı ama ne yazık ki siyasi bir program ve bir lider çıkmadı’ diye yazmış… Gezi Ruhu kalıcı!.. Kim ne derse desin kalıcı.. Hem de peşpeşe gelecek üç seçimi de etkileyecek güçte… Bunun için ruhuna uygun beden bulması lazım… O ruhu taşıyabilecek beden!”

Ya da Örsan K. Öymen’in, “Yakın gelecekteki ve kısa vadedeki tek çare kuşkusuz ki, Gezi olaylarıyla birlikte oluşan ruhun sandığa da yansıması, iktidar partisi olan AKP ile ana muhalefet partisi olan CHP arasındaki yüzde 25’lik uçurumun elden geldiğince kapanmasıdır”! türünden “analizler” gibi…

Gezi/ Haziran parlamentarizmin neresine eklemlenebilir? Veya buna bir devrimcinin verebileceği yanıt olabilir mi? (Dikkat edin reformist demedim!)

 

NİHAYET

 

Diyeceklerimi tamamlıyorum: Varsın HDK’nin, 5 Ekim 2013 tarihli ‘2014 Yerel Seçimlerine Doğru Yerel Yönetimler Konferansı’nda İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya, Gezi isyanından sonra “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” denildiğini anımsatarak “Ama her şeyi eskisi gibi yapmaya devam ediyoruz. Bu anlamda çok önemli ama bu imkânı ıskaladık”; Prof. Dr. Gençay Gürsoy, “Gezi isyanı gerek dil, gerek yöntem bakımından her şeyin değişmesi gerektiğini gösterdi” desin...

Gezi/ Haziran isyanı, geçmişten bugüne taşıdığı devrimci dili ve duruşuyla ve Eric Hobsbawm’ın, “Geçmişin ya da daha çok, kişinin çağdaş deneyimini önceki kuşakların deneyimine bağlayan toplumsal mekanizmaların yok olması, geç XX. yüzyılın en karakteristik ve ürkütücü fenomenlerinden biridir. Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organik ilişkiden yoksun, bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yetişti,”[26] uyarısıyla öğrenmek isteyen herkese, içinde yaşadığınız zamanın geçmişiyle organik ilişki kurmamız için hiçbir yol, hiçbir araç bırakılmamış olsa da, bize dayatılan bir tür sürekli şimdiki zaman içinde yaşamayı reddetmeyi, ona başkaldırmayı hatırlatır…

Bu bağlamda yaşananların Gezi Parkı’nda kesilecek ağaçların protestosuyla sınırlı olmadığına dikkat çeken yönetmen Funda Akbulut’un, “Barikatlarda olanlar, yürüyenler, duranlar, kitap okuyanlar, evlerinden tencere tava ile ses çıkaranlar, yani bu direnişin sürdürücüleri, ‘yeter artık’ dedi. Evime yatak odama dek girdin, ne içeceğime, nasıl yaşayacağıma, ne giyeceğime benim adıma karar vermeyi hedefliyorsun ve uyguluyorsun. Ülkeyi parsel parsel satıyorsun, doğayı talan ediyorsun. Belli bir zümrenin palazlanması için çaba gösteriyorsun. Artık bizi yönetmeni istemiyoruz,” sözleriyle tarif ettiği Gezi/ Haziran, tarihimizin en büyük halk hareketidir.

Birikimin sonucunda meydana gelen toplumsal patlamadır. 

Kendiliğinden başkaldırıdır, özgürleşme hareketidir.

Oğuzhan Müftüoğlu’nun, “AKP’liler hiç bitmeyecekmiş zannettikleri saltanatlarının sonunun başladığını görebildiler mi?” sorusuyla da betimlenmesi mümkün olan Gezi/ Haziran’dan öncesi ve sonrası birbirinden çok farklıdır.

Pelin Batu’nun ifadesiyle, “Asker devletinden polis devletine geçmiş bir ülkede doğal olarak korkuyla yönetiliyor, korkuyla frenleniyorduk.

Sansürlenip kendimizi otosansürledikçe sesimizle boğuluyor içimize attıkça kabızlaşıyorduk.

Dinlenme, içeri atılma, işinden olma paranoyasıyla kontrol ediliyor, susuyorduk.

Bugün bu korku perdesi aralandı.

‘Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim’ ve ‘Azınlık şaşırma, sabrımızı taşırma’ sloganlarına karşın, bu ürkütücü haykırışlara nazır Başbakanımızın hoşnut tebessümüne karşın, Gezi’de şarkı söylemeye, paylaşmaya, ağaç dikmeye, dua etmeye, kaybettiklerimiz için siyahlar içinde yas tutmaya devam ediyoruz.

Korkmuyoruz. Çünkü Taksim’in girişindeki bir duvar yazısında da belirtildiği gibi, artık hiçbir şeyin aynı olmayacağını biliyoruz.” İş bu nedenle de kesin olan halkın vicdanıyla hareket etmenin, egemen ideolojinin mekanizmalarını sorgulamanın, hakkını aramanın, kendine güvenin tadını aldı. 

Çünkü Sel Yayıncılık editörü Bilge Sancı’nın saptamasındaki üzere: “Bu süreçte aslında uzun zamandır mayalanmakta olan ancak akacak bir kanal ve araç bulamayan bir hareketin fiilen sokağa çıktığını, mevcut ve büyük oranda da köhnemiş bir muhalefet tarzı yerine kendisine yeni inisiyatifler ve örgütlenmeler yarattığını söyleyebiliriz. Aslında bir tepki birikmesi vardı ancak yolunu bulamıyordu, buldu.”

Bu devam edecek; halk 1980’den beri üstüne serpili duran ölü toprağını ilk kez attı. 

‘Fetih 1453’ filminde Fatih Sultan Mehmet’i canlandıran tiyatro ve sinema oyuncusu Devrim Evin de, “Korku imparatorluğunun yıkıldığını” bunun için söylüyor…

Nihayet “… ‘Gezi Direnişi ne öğretti?’ derseniz, ‘Bize mi, hükümete mi?’ derim ilk” vurgusuyla ekliyor müzisyen Güvenç Dağüstün:

“Bize salak olmadığımızı gösterdi. Yani hayvan terli artık. Yemezler! Bunu öğrendik. Birçok farklı görüşün ortak müşterekte buluşabileceğini öğretti mesela; o da özgürlükler! ‘Yedirtmeyiz özgürlüklerimizi’

dedik hep bir ağızdan. Hükümete öğrettiği ise artık bu işlerin makarnayla, pirinçle olmayacağı. Balta nasıl taşa vurulur bunu gördü hükümet!”

Evet, evet ağaç katillerine patlama, birikmiş sabrın taşmasıydı. Artık dikiş tutmayan yalanlara, insanların zekâsıyla alay eden sosyal dolandırıcılığa, kalıbına uydurulmuş hırsızlık, para eden her şeyin talanına yani neo-liberalizme karşı olmaktı patlamanın, yani isyanın sebebi…

Gezi/ Haziran hepimize Paul Seenay’ın, “Gerçek başarı, başarısız olma korkusunu yenebilmektir,” saptaması ile “Bütün kimlik türleri (bireysel, kolektif kimlikler, hatta hareket kimliği) belli ahlâki yükümlülükler taşır. Aslında kimlik öncelikle ahlâkidir. Charles Taylor’ın söylediği gibi ‘Kim olduğumuzu bilmek ahlâki bir uzayda yolunu bulmaktır, burada iyi ve kötünün ne olduğu, neyin yapılmaya değer ya da değmez olduğu, sizin için anlamlı ve önemli; önemsiz ve ikincil olanın ne olduğu sorgulanır’...”[27] gerçeğini anımsatmıştır…

Gezi/ Haziran isyanı hepimize/ herkese “gelecek”in bugün olabileceğini göstermiştir. Bunun adı da “Devrimin Güncelliği” gerçeğidir. 

Evet, evet “Özlenen yaşam mucizelerle değil, devrimle mümkündür,” Ché Guevara’nın deyişindeki üzere…

Ali İsmail’(ler)in, Ethem’(ler)in, Mehmet’(ler)in, Abdullah’(lar)ın, Medeni’(ler)nin, Ahmet’(ler)in, Ferit’(ler)in yani Gezi/ Haziran isyanının ölümsüzleri de bize bunları yani…

Ahmet Telli “Ölüm Bedrettin gülüşüydü,/ dudaklarımızda,/ yarına dönük ve inatçı”…

Tevfik Fikret’in, “Zulmün topu var, güllesi var, kalesi varsa,/ Hakkın da bükülmez kolu, dönmez yüzü vardır,/ Sönmez ebedi, her gecenin gündüzü vardır”…

Nâzım Hikmet’in, “Varılacak yere/ kan içinde varılacaktır./ Ve zafer/ artık hiçbir şeyi affetmeyecek kadar/ tırnakla sökülüp/ koparılacaktır”... dizelerindeki gerçek ve zorunlulukları anımsatır…

 

4 Mart 2014 15:21:16, Ankara.

 

N O T L A R

[1] Hacettepe-Beytepe kampüsündeki bir amfinin adının ‘Ali İsmail Korkmaz Amfisi’ olarak değiştirildiği 4, 5, 6 Mart 2014 tarihindeki etkinliklerin ikinci gün programındaki ‘Haziran Direnişi ve Gençlik’ başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:156, Haziran 2014…

[2] Oscar Wilde.

[3] “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin/ Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” (Tevfik Fikret, ‘Han-ı Yağma’.)

[4] Can Dündar, “Taksim: Özlediğimiz Türkiye’nin Maketi”, Milliyet, 8 Haziran 2013, s.19.

[5] Esra Açıkgöz, “Direnmek Ruhu İyileştirir”, Cumhuriyet Pazar, No:1426, 21 Temmuz 2013, s.3.

[6] Ayşegül Özbek, “90 Kuşağı Gezi’yi Anlatıyor”, Cumhuriyet, 15 Şubat 2014, s.15.

[7] Müge İplikçi, Biz Orada Mutluyduk-Gezi Parkı Direnişindeki Gençler Anlatıyor, Doğan Kitap, 2013.

[8] David McNally, Başka Bir Dünya Mümkün, çev: Oya Köymen, Yordam Yay., 2013. [9] José Saramago, Filin Yolculuğu, Çev: Pınar Savaş, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2013.

[10] Ahmet İnsel, “Gezi Adlı Gulyabani”, Radikal, 5 Kasım 2013, s.16.

[11] Şükrü Küçükşahin, “Erdoğan’ın Gezi Politikası Başarılıysa”, Hürriyet, 12 Eylül 2013, s.22.

[12] “Güler: Her Türlü Tedbiri Alacağız”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2013, s.8.

[13] “… ‘Sıcak Sonbahar’da Sıkıyönetim”, Cumhuriyet, 30 Ağustos 2013, s.8.

[14] Meriç Tafolar, “Yeteri Kadar Gaz ve Su Kullanıldı!”, Milliyet, 7 Şubat 2014, s.23.

[15] “Güler: TOMA’ların Suyuna Biber Gazı Koyduk”, Birgün, 27 Aralık 2013, s.6.

[16] İsmail Saymaz, “Berkin Elvan’ı Vuran Polisler Korunuyor”, Radikal, 24 Ocak 2014… http://www.radikal.com.tr/turkiye/berkin_elvani_vuran_polisler_korunuyor-1172328

[17] İbrahim Maşe-Mustafa İnsan, “Ağzına Biber Gazı Yedi Dil Kanseri Oldu”, Hürriyet, 30 Ocak 2014… http://www.hurriyet.com.tr/saglik-yasam/25701352.asp

[18] Doğu Eroğlu, “Biber Gazı Var Ama Siz Yokmuş Gibi Yapın”, Birgün, 17 Şubat 2014, s.10.

[19] Tolga Şardan, “Gezi’den Kalanlar ve Farklı Bir Analiz”, Milliyet, 25 Kasım 2013, s.13.

[20] Eser Poyraz, “İlker Belek: Hâlâ Sınıf, Daima Sınıf ve Daha Çok Sınıf!”, Sol Kitap, No:61, 27 Kasım 2013, s.4-5.

[21] Sibel Bahçetepe, “Korku Duvarı Aşıldı”, Cumhuriyet, 20 Ekim 2013, s.5.

[22] Sabahattin Çetin, “Gezi Parkı’nın ‘Solu’…”, Birgün, 9 Temmuz 2013, s.10.

[23] Albert Camus, Düşüş, Çev: Vedat Günyol, Can Yay., Birinci basım, 1996.

[24] Henry David Thoreau, Sivil İtaatsizlik, çev. Melis Olçum, Kafe Kültür Yayıncılık, İstanbul, 2013.

[25] Ernesto Laclau, Popülist Akıl Üzerine, çev. Nur Betül Çelik, Epos Yayınları, 2007. [26] Eric Hobsbawm, Kısa XX. Yüzyıl 1914-1991, Aşırılıklar Çağı, Çev: Yavuz Alogan , Everest Yay., 2006.

[27] James M. Jasper, Ahlâki Protesto Sanatı, Çev. Senem Öner, Ayrıntı Yay., 2002.

Sayfalar