Salı Mart 19, 2024

M.Gül

M.Gül sitemizin köşe yazarıdır. Teorik ve politik konularda yazılar yazmaktadır.

İSMAİL BULUT ve YILDIZ ÇİÇEK

Kity Genovese, Hüseyin Aslan, "çeşmeden çıkan gerçek" İSMAİL BULUT ve YILDIZ ÇİÇEK

Bir akşamüstü 1964 Mart ayında New York şehrinin pek de tenha olmayan caddelerinin birinde KityGenovese isimli bir kadın öldürülür. Katil, dakikalar boyunca kadına tecavüz etmeye çalışır, başaramayınca kadını zalimce döverek yaralı orada bırakır, kadın, bu tecavüz girişimi ve arkasından gelen şiddet boyunca çığlıklar atarak yardım ister, yardım yakarışlarına cevap bulamaz, katil çevreden bir tepki olmadığını görünce geri döner ve yaralı kadını öldürür. Kadın öldürüldükten 1 saat sonra birinin cesedi haber vermesiyle polis ancak durumdan haberdar olur. Polis çevreyi incelemeye başlar, o henüz havanın kararmadığı saatlerde ve işlek bir caddede bu olayın duyulmaması, görülmemesi mümkün değildir.Polis, araştırma sonucunda nerdeyse o caddede yaşayan herkesin olayı gördüğünü belirler, hatta bazılarının başından sonuna kadar olayı pencereden izlediğini tesbit eder. Her gün New York şehrinde yaşanan "sıradanlaşmış" cinayetlerden biri gibi görünmesine rağmen, bir gazetecinin halkın duyarsızlığını, tepkisizliğini dile getirdiği bir haber sayesinde sıradan olmaktan çıkarak tüm ülkede duyulur. Olay öylesine bir toplumsal travmaya dönüşürki Psikiyatristler, Sosyologlar, Kriminal uzmanları olayı bilimsel bir tartışmaya dönüştürürler, Tartışmalardan şöyle sonuçlar ortaya çıkar:Olaya şahit olanların hepsi "nasılsa bir başkası polise haber verir veya müdahale eder" düşüncesiyle tepkisiz kalarak cinayeti sadece seyretmekle yetinmişlerdir. “Nasılsa biri çözer!” diyerek sorumluluğu bir başkasına yükleme, başkasından bekleme, sorumluluktan kaçma diye özetlenebilecek duruma bilim insanları “KityGenoveseSendromu” adını verirler ve bu sendromu yaşayan toplumların haksızlığa, kötüye, yanlışa karşı tepkisizliği ve duyarsızlığı sonucu zorbalar, katiller, kötüler istediğini yapma özgürlüğüne kavuşur sonucu çıkartırlar.
6 Mayıs 2015 günü öğleden sonra 15.30 da Dersim’in Hozat ilçesine bağlı Taug(Kardelen) köyünde, önceden devletin zorla sürgününe maruz kalmış, inadı ve ısrarı sonucu tekrar köyünde yaşamaya başlamış ve bu tutumuyla köye dönüşlerde teşvik edici rol oynamış Devrimci ve Devrimci Babası, cezaevi kapılarının müdavimi Hüseyin Aslan, geçmişi ahlaksızlıklarla dolu, psikolojik sorunları olduğu iddia edilen bir akrabası tarafından av tüfeğiyle arkadan vurularak kalleşçe katledilir. Katil birçok yerde Hüseyin Aslan’ı öldüreceğini söylemiştir, hatta Hüseyin Aslan’ın kendisinede mülkiyet üzerine tartışmalarında söylemiştir. Köylülerin büyük bir kısmı, geçmişi ve hainliği gözönünde bulundurulduğunda katilin bu cinayeti işleyeceğini bilmektedir, sadece köylüler değil, Hüseyin Aslan’ın katline yolu açan mülkiyet sorunlarını ve katilin kişiliğini bölgedeki siyasi yapılarda bilmektedir. Zaten politik tutumu nedeniyle devletin doğrudan hedefi halinde olan Hüseyin Aslan mülkiyet paylaşımının nasıl bir açgözlülüğe ve yozlaşmaya yol açtığının farkında olarak, sorunlar karşısında "başkaları çözssün, başkaları yapsın" diyen GenoveseSendromu yaşayanların aksine "ben çözerim, ben yaparım" diyen biridir. Sanki herkes Marquez’in "Kırmızı Pazartesi" romanındaki köylüler gibi cinayet işleneceğini bilmekte ve cinayet saatini beklemektedir. Hüseyin Aslan, kendisinin oluştuğu, estetik, moral ve ahlaki değerlerinin ilk olarak şekillendiği toprağı kazmaktadır, ta yüzyıllar önce Mitra’nın ışığı ellerinde Abbasilerin katilllerine karşı gerçekliğin kavgasını veren ve bu yüzden sürgün yollarına düşmek zorunda kalmş, tekrar köklerine ulaşmaya çalışan Horasanlı ataları gibi kendini toprağını ekmeye çalışıyordu Hüseyin Aslan.Bahçesine vurduğu her bele acısı karışıyordu, o ektiği tohumu sürgünün gözyaşları büyütecekti, kendini ekiyordu toprağına. Yüzyıllarca yaşayacak, büyük dallarının altına evlatlarının sığınacağı belki bir okaliptüs, belki bir sekoya, belki bir çınar ağacı olacaktı o tohum. Insan kendini ve düşmanını en iyi hayal kurduğunda, umut ettiğinde tanır, kendinin ve düşmanının güçlü ve zayıf taraflarını bu anlarda görür, Bunu biliyordu Hüseyin Amca, o ektiği tohum büyümeye başlayınca, kola ile fanta ile zehirlenmiş köksüz ağaççıkların saldırısına uğrayacağını biliyordu. Dersim coğrafyası kayalıktır, iklimi zorludur, yüzeyde ve yakınında su bulamayan birçok ağaç türü suya ulaşmak için metrelerce kök uzatır, o yüzden temelleri çok sağlamdır vinçler bile sökemez. Birilerinin taşıma suyuyla sürekli suladığı ağaçlar, hiçbir çaba sarfetmeden suya ulaştığı için kök salamaz. Fırtınalı, rüzgârlı havalarda bu türden ağaçlar en tehlikeli olanlarıdır, kolayca devrilirler. Buağaçların en küçük rüzgârda bile üzerine düşeceğini biliyordu Hüseyin ASLAN. O yüzden kendini Munzur’un kayalıklarına kazıyordu, suyu bulmak için her yöne kök uzatan kayalık ağaçları en sağlam olanıdır. Çoğu zaman kökleri birbirine karışır, bazen aynı kaynaktan bazende birisinin türünün özelliğinden dolayı kökünün uzunluğu suya yetmeyince diğerinden su alır. Onun gibi kendini kayalıklara kazıyanlarla köklerinin birbirine sarılarak su vereceğini biliyordu Hüseyin Amca. Birileri tarafından sürekli hormonla, kimyasal sularla beslenen köksüz çalı çırpıda biliyordu. Hüseyin Amca gibileri kök salarak toprağa yayıldıkça bu köksüzlere yer kalmayacak, zayıflıkları açığa çıkacaktı. Güçsüzlerdi, birbirlerine sarılarak kasırgaları durdurabilen Hüseyin Amca gibilerin aksıne en küçük bir esintide önce birbirlerinin üstüne düşüyor, birbirlerini parçalıyorlardı. O yüzden her biri önce kendini kurtarma telaşındaydı. Efendileri zehirle besledikçe çoğalıyorlardı, ama kökleriyle zehiri temizleyen o koca çınarların, yerlerini daraltığı için sırtlarından kendi efendileri tarafından balta ile vurulacağını da biliyorlardı, vurdular, onlar vurulurken kendini kurtarma telaşında olan bu çalı çırpı sadece seyrettiler.

19. yüzyılın bir efsanesine göre "yalan" ve "gerçek" bir gün karşılaşırlar.Yalan, "Bugün çok güzel bir gün biraz birlikte vakit geçirelim mi?" diye sorar gerçeğe. Gerçek, tereddütlü bir şekilde gökyüzüne bakarak: "Evet, güzel bir gün, birlikte biraz vakit geçirebiliriz." diye cevaplar. Epeyce birlikte gezdikten sonra akşama doğru bir çeşmeye varırlar. Yalan "Su çok güzel birlikte yıkanalım mı?" diye sorunca Gerçek, şüphelenmesine rağmen suyun güzel ve çekici olması nedeniyle teklifi kabul eder. Birlikte biraz yıkandıktan sonra ansızın Yalan,Gerçek’in elbiselerini çalarak kayıplara karışır. Gerçek, çıplak bir şekilde çeşmeden çıkarak Yalan’ın peşinden elbiselerini aramaya koyulur. Gerçek’i bu çıplak haliyle gören Dünya küçümseyerek bakışlarını çevirir ve Gerçek sonuçsuz elbiselerini arama çabasından sonra Dünya’nın hor gören, küçümseyen bakışları arasında utancını saklamak için tekrar çeşmeye döner ve sonsuza dek ortadan kaybolur. Ta o zamandan beri toplumların Gerçek’e olan ihtiyacını tatmin etmek için Yalan, Gerçek’in elbiselerini giymiş bir şekilde Dünya’yı dolaşmaktadır. Çünkü Dünya hiçbir şekilde çıplak Gerçek’le karşılaşmak istememektedir.

Karanlıkta değil, açık havada, meydanda herkesin gözlerinin önünde vicdanımız, dalları altına sığındığımız insanlarımız katlediliyor. Yalan’ın elbiselerini çıkarmış çıplak ölüm Gerçek’se bu ölümlerin karşısında yaşıyormuş gibi yapmakta, çıplak yalandır, yalancılıktır. cinayeti gördüğü ve seyrettiği halde "başkaları müdahale etsin" diye vicdanlarını yitirenler, fırtınalara, kasırgalara yön vermesi ve önünde gitmesi gerekirken ardından giden ve Gerçek’i Yalan’ın elbiseleriyle görerek sorumluluktan kaçan öncüler, günde 17, 18 saat çalıştığından dolayı ayakta zor duran bir genç işçinin elinin yanmasına sebep olduğunda, o işçiyi tedavi ettirmek isteyenin ilgisini "aşırı" bularak merhametini yitirenler, semaver yanında olduğu halde "üst sınıfa" ait olduğunu göstermek için garsonu kaba bir hareketle çağırarak çay doldurmasını isteyen aşağılık kompleksi ile malül olup acıma hissini yitirenler bizleriz. ÇıplakGerçek bu olduğu halde "iyi olmanın, iyiyi savunmanın" iyi görünme çabasına evrilerek role dönüştüğünün gerçeğini görenler Yalan’ın elbiselerini parçalayarak "Ben yaparım!" demelidir.

Hüseyin Amca’nın katledildiği Taug(Kardelen) köyüne, -yol denirse tabi- karayoluyla 20 km, kuşbakışı 6 km, dağ yoluyla 12, 13 kilometre mesafede, karayolundan henüz Zankirek(Karaçavuş) köyüne inmeden yolun solunda oldukça yüksek bir tepe var, araba çıkmıyor, yaya yoluda oldukça zorlu, öyle her istediğin zaman tırmanılacak bir yer değil, bu tepede küçük bir aile mezarlığı var, bu tepenin tam karşısında kuşbakışı yaklaşık 3,4 kilometre mesafede silindir şeklinde bir gözetleme kulesi var, bu kulenin esas amacı Aliboğazı girişlerini gözetlemek ve kamerayla bu tepedeki mezarlığıda kim ziyaret ediyor diye 24 saat gözetlediği söyleniyor.Bu küçük aile mezarlığında İsmail BULUT adında bir adam yatıyor, mezar taşının üzerindeki ismin ve önceden kırmızı olduğu bilinen bir gül oymasının boyaları tamamen silinmiş, isimde gülde çok zor seçiliyor. Unutulmuş gibi sanki, ama Yalan’ın hizmetçileri, Yalan’ın elbiselerini Dersim’de, Şavşat’ta parçalayan adamı unutmadıkları için 24 saat gözetliyor. Nasıl bir adamdı İsmail Bulut? Büyük adamdı o, umutlarımızın, geleceğimizin "köylü" kabuğunu parçalamış sevgihaliydi, tüm yeryüzüne hâkim kılmaya çalıştığımız sevginin yaşayan haliydi, gelecekte "yeni insan nasıl olacak" sorusunun cevabıydı, bilincimizi dayadığımız dağlarımızın insan silüetiydi, isminin duyulması, esintisinin hissedilmesi dahi herkese güç verirdi, kurumaya yüz tutmuş ev çiçekleri canlanırdı, yürümekte, ayağa kalkmakta zorlanan yaşlılara takat gelirdi, gülmezdi fazla ama dokunduğu her şeye neşe ve yaşama sevinci getirirdi. ÇıplakGerçek’ti o, "ben yaparım" diyenlerin öncüsü olarak Yalan’ın karşısında, o Şavşat’tan yoldaşları Dersim’den gökyüzünün maviliklerini, Tokat’tan kırmızılara bürünmüş gerçeğin ta kendisini, Hüseyin Amca’nın başında yürek sızlatan ağıtlar yakan, çığlıklar atan Sultan Ana’nın ayaklarının önüne sereceklerdi. Yalan’ın en cafcaflı, afili elbisesi mülkiyetti, "ağız sulandıran" envai türlü şekerden yapılmıştı, Hüseyin Amca’nın üstüne devrilen köksüz ağaçlar bu şekerin tatlandırdığı sulardan besleniyordu, zehirliydi şeker, önce gözleri etkileyerek Yalan’ınGerçek gibi görülmesine neden oluyordu, sonra herkes bu zehirden daha çok alabilmek için birbirini ezdiğinde, sevgiyi vuruyordu, sevgi azaldıkça nefret artıyor ve Yalan sevgisizliği hâkim kılarak Dersim’i dize getiriyordu.Işin kötü tarafı Dersim yenildiğinin farkında bile değildi. İsmail Bulut ve yoldaşları diyorduki; "gökyüzünün maviliklerine çekilmiş sevgiyi analarımızın çığlıkla, ağıtla göğe kalkmış ellerine, avuçlarına indirmek için Yalan’ın zehirli elbisesi mülkiyeti parçalayarak yeryüzünden yokedeceğiz!" Sultan Ana’nın çığlığı Gerçek’in kavgasını veren adama ulaşmasın diye Yalan havayı, yeryüzünü alt ve üst duyma eşiğini aşan seslerle boğuyor, sularıda zehirliyordu.Ses havada saatte 1224 km, (dünyanın kendi etrafında dönüş hızı olan 1265 km.ye yakındır) suda 53424 km, ağaçta 169200 km, demirde 183600 km taşta 216000 km hızla yayılır. Ses maddenin içindeki birbirine yakın taneciklerin çarpışarak titreşim(frekans) yaratması sonucu oluşur, dolayısıyla tanecikleri birbirine yakın olan katı maddelerde daha hızlı yayılır. Tanecikler arasında çok mesafe olan gazda ve havada daha yavaş ilerler. Sesin önünde rüzgâr esiyorsa göğe doğru bir hareket izleyerek yavaşlar, arkasında esiyorsa yere, yani katı maddeye doğru bir hareket izleyerek hızlanır. Tiz seslerde bas seslere oranla titreşim sayısı fazladır, tersinden söylenirsede tiz sesler daha fazla titreşim üretir. Titreşimi fazla olan bu tiz sesler daha uzun erimlidir. Kadın sesleri tiz seslere ait olduğundan yüksek titreşimlidir, dolayısıyle düşük frekanslı erkek seslerine oranla daha çok duyulur ve daha uzun erimlidir. Acı ses tellerinin enerjisini arttırarak yüksek frekansa ulaşmasını sağlar. Evrimsel biyoloji kadın sesindeki titreşimin yüksek olmasını, tahminen 10, 12 bin sene önce sınıflı toplum ortaya çıkana kadar insanın milyonlarca yıl süren evrimi boyunca kadının iktisadi ilişkilerdeki öncü rolüne bağlar, avcı toplayıcı komünal topluluklarda yiyeceği elde etmeye yönelik faaliyeti organize eden kadın olduğu için işaretlerden sonra sesli iletişimin erkekten önce kadında başladığı tahmin edilmektedir. (Linguistik açıdan tüm dillerdeki "anadil" kavramı sınıflı toplumdan çok daha öncesine, yani kadının üretim ilişkilerinde otorite olduğu döneme aittir) Hal böyle olunca "anne soyu" üzerine örgütlenen bu topluluklarda doğaya karşı verilen varlığını devam ettirme mücadelesinde kavram haline getirilen bilgiler ilk önce kadın tarafından sağlanıyordu, bir hayvanı yakalamak için milyonlarca yıl boyunca aralarında iletişimi sağlamak veya hayvanı korkutmak için bağrışan kadınların sesi, sesindeki titreşim sayısı ve desibel oranı erkeğe nazaran daha yüksek hale geldi. Kadının üretimdeki bu öncü rolü ayrıca kadına başka üstün özelliklerde kazandırdı:Yiyeceğin nasıl elde edilebileceğine ve iktisadi ilişkilere öncelikle kadın "kafa yorduğu" için beyninin değil ama zekâsını kullanabilme, açığa çıkarma oranı erkeğe nazaran daha çok gelişti,(zeka ve beyin aynı şey olmadığından lütfen Lucy filmindeki anti bilimsel iddia ile karıştırılmasın, insan beyninin yüzde yüzünü kullanır. ) embriyoda ilk oluşan sinir sistemi milyonlarca yıl boyunca insan bedeninde varlığı tehdit eden tehlikelere karşı sürekli savunma genleri oluşturarak av peşinde koşan kadın bedenini daha dayanaklı hale getirdi; örneğin bilimsel deneylerinde kanıtladığı gibi kadın bedeni hem acıya hem soğuğa hemde sıcağa erkeğe nazaran daha dayanıklıdır. 10, 12 bin yıllık sınıflı toplum süreci, milyonlarca yıldır süregelen evrim sürecinde küçücük bir nokta olduğundan dolayı halen dahi genlerinde bu üstün özellikleri taşıyan kadın bedenini etkileyebilcek, değiştirebilecek önemde değildir. Başkan Mao "Göğün yarısı kadınların omuzunda yükselir" derken bu bilimsel gerçeğe vurgu yapmaktadır.

Kadının biyolojik varlığında taşıdığı bu üstün özelliklerinin açığa çıkarılarak insanlığın gelişimine katılması, sevdalandığı adamla, İsmail Bulut’la birlikte Şavşat’ta elleri gökyüzünün maviliklerine uzanan Yıldız Çiçek’in çığlıklarının, haykırışlarının Sultan Ana’nın çığlığının arkasında sadece rüzgâr değil, fırtınalar, kasırgalar oluşturması ile sağlanacaktı, yani kadının av peşinde, yiyecek kavgasında milyonlarca yılda oluşan o titreşimi yüksek güçlü sesiyle olacaktı. Rüzgâr, fırtına, kasırga sesin arkasında oluşursa yere doğru bir seyir izler, Dersim coğrafyası kayalıktır, Taug köyünde Hüseyin Amca’nın arkasından ağıtlar yakan Sultan Ana’nın acılı çığlığı, arkasından kopan fırtınanın etkisiyle kayalıklarda İsmail Bulut’un olduğu Zankirek’teki tepeye 0,1 saniyede ulaşır. (216000:60=3600:60=60:6=10 salise yani 0.1 saniye)

KityGenovese’nin yardım çığlıkları "nasılsa biri yardım eder" diye sorumluluktan kaçanların oluşturamadığı rüzgâr yüzünden havaya yükselerek duyulmamıştı.O bir kadındı, kadının çığlığı erkek için ürkütücüdür, erkeğin bilinçaltında kendi iktidarına isyanı çağrıştırır, o yüzden hiçbir erkek duymamıştı, duymak isteyen eşlerinide susturmuşlardı, sonrasında, oluşan "sendromu da bir kadın olan onun ismiyle adlandırdılar, Kassandra Sendromu gibi veya bir kadının kendini esir alana âşık olduğu Stockholm Sendromu gibi. Niye esir aldığı kadına âşık olan erkeğin sendromu değilde kadının. Toplumsal algı oluşturulurken bile kadın "zayıf" algılanmalıydı. (Bu yazıyı okuyunların aklında bile, erkeğin sorumsuzluğu değil bir kadın olan KityGenovese’nin "zayıflığı" kalacak) Erkek, kadının varlığında taşıdığı o üstün özelliklerin açığa çıkmasından korkar, öyle bir korku ki Yıldız Çiçek’i katletmekle yetinmez, cesedini işkence ederek paramparça eder, teşhir eder Şavşat köylerinde.Binlerce yıldır baskı altında tutulmasından dolayı büyük bir enerji biriktiren kadının varlığında taşıdığı gücün farkına varması korkutur erkeği. Kadının sesi güçlüdür, Sultan Ana’nın sesi gerçeğin kavgasını verenlere ulaşmasın diye Yalan’ının duyma eşiğini boğan seslerini, acıyla titreşerek 130 desibele ulaşabilen Yıldız’ın çığlığı yokedecekti, erkeğin korkusu buydu Gerçek’in utancının tasvir edildiği "Çeşmeden Çıkan Gerçek" adlı resmi yapan Fransız Jean-LéonGérôme neden Gerçek’i kadın olarak tasavvur etmiştir. Yalan ancak "zayıf kadını" kandırabilir, Gerçek’in toplum içindeki zayıflığı ile "kadının zayıflığı" algıda eşitlenmek istenmiştir. Tabloda "kadın" yerine erkek resmedilseydi algıda aynı etki yaratılmazdı, çünkü erkek kandırılamazdı.

Gölgesi altına sığındıkları Musa Abi, Hüseyin Amca gibi koca çınarları Yalan devirdiğinde "ben yaparım" basireti gösteremeyerek "kadının etekleri" altına gizlenen erkeklerin yaşadığı travmayı nasıl adlandırmalı, o Dersimin aman vermez kayalarına yeni çınarlar ekmek yerine bu gerici toplumun üretttiği "kadının zayıflığı" ve"kadının mağduriyeti" üzerinden kendini Yalan’a acındıran erkeklerin zayıflığına ne demeli?

Yalan’ın elbiselerini kendi gücünün bilincine ulaşmış, "ben yapacağım" diyen kadın parçalayacaktır, önce kadın ama Komünist Kadın. M.Gül, Ipsach, 25.11.2019

İSRAİLOĞULLARI ve DARİUS I (2.Bölüm)

Yorumcuların (bunlar Zerdüşt rahipleridir, Med bölgesinde yaşayan Mager kabilesi mensubudurlar, Batı dillerindeki Magie, Magic(sihir, büyü) kavramı buradan gelmektedir) anlatımlarından kızının hükümdarlığını sona erdireceği sonucu çıkartan Astyages, kızını bir Med soylusu yerine küçümsediği, hor gördüğü Perslerin bir prensi olan Kambyses ile evlendirir. Efsane bu ya Astyages bu evliliğin gerçekleşmesinden kısa bir süre sonra bir rüya daha görür. Rüyada kızı Mandane'nin cinsel organından bir asma ağacı çıkarak tüm Asya'nın üzerine yayılır. Rüya yorumcuları (Magiler) yine devrededir, "kızından doğacak çocuğun krallığını yıkacağı" uyarısında bulunurlar. Kızının hamile olduğunu öğrendiğinde; bu rüyadan yola çıkarak Komutanı Harpagos'a çocuğun doğar doğmaz öldürülmesi emrini verir. Harpagos çoçuğa kıyamaz, rivayete göre kendi eliyle çoçuğu, daha yeni oğlu ölmüş bir çobana verir, gel zaman git zaman çobanın yanında büyüyen çocuk bir gün sokakta çocuklarla oynarken kendisine itaat etmeyen çocukları cezalandırır. Bu olay kulaktan kulağa yayılır, Astyages'in kulağına kadar gider çocuğu ve onu büyüten çoban babasını huzuruna çağırtır. Çocuğun kendisine olan benzerliğinden şüphelenerek çobanı işkence ve ölümle tehdit ederek, itiraf etmeye zorlar. Çobanın itiraf etmesi üzerine Astyages, Komutanı Harpagos'u akşam yemeğine davet ederek ona, "artık her şeyin açığa çıktığını, rüyayı yorumlayan Magilere göre çocuğun başka çocukları cezalandırarak krallığını yaşadığını, artık kendisinin tehlikede olmadığını ve o yüzden artık torununu öldürmek zorunda olmadığını ve çocuğun serbest bırakılması gerektiğini" söyler. Sofraya otururlar, Harpagos "yemeğin çok lezzetli olduğunu, etin hangi hayvana ait olduğunu" sorması üzerine Astyages, üstü kapalı bir kap göstererek açıp bakmasını ister. Kabın kapağını açtığında kendi oğlunun kesilmiş başını gören, yediği etin oğluna ait olduğunu öğrenen Harpagos büyük bir soğukkanlılıkla "yemek çok lezzetliydi" diyerek sofradan kalkar. Astyages büyük bir babacanlık örneği göstererek torununu affeder, yaşadığını bilmedikleri çocuğu karşılarında görünce Kurus'un anne babası bir çoban tarafından büyütülmenin onur kırıcı olduğunu düşünerek çocuğu bir kurtun emzirdiği ve büyüttüğünü çevreye yaymaya başlarlar ve bu efsaneye dönüşür. (Roma İmparatorluğu'nun kuruluş sürecindeki Remus ve Romus adlı kardeşlerin bir kurt tarafından emzirilerek büyütüldüğü efsanesinin kaynağı, birçok tarihçiye göre bu Medya-Aryan efsanesidir. Ayrıca Mezopotamya'nın kahramanlık hikayelerinde ayı, kurt tarafından büyütülme oldukça yaygındır) buraya kadarki efsane, Akameniş (Med-Pers) imparatorluğu ile Yunan şehir devletleri arasında şiddetli savaşların hüküm sürdüğü bir zamanda, Yunan ve Roma kaynaklarına göre çoğunlukla Media veya Aryan diyarı olarak adlandırılan bölgeye Büyük KURUS'tan (M.Ö. 590-530) 80-100 yıl sonra giderek halkın anlattığı yerel efsanelerden, hikayelerden tarih yazımına girişen Herodot'un (M.Ö. 490/480-424) sadece "Tarih" kitabında yazılı olarak geçmektedir. hikayenin bundan sonraki kısmına Asur ve Babil kaynakları yazılı olarak tanıklık etmektedir;;;;;;

Astyages tarafından, KURUS (Cyrus) Med Konfederasyonu'na bağlı Persis bölgesinin aşiretler federasyonunun Vasal Kralı ve Med Konfederasyonu birleşik ordularının önemli bir komutanı olarak atanır. Asur ve Babil kaynaklarında, halkını açlığı mahkum eden en ufak bir hak aramaya kitle katliamlarıyla cevap veren, zalimliği ile nam salmış biri olarak tarif edilen Astyages'e karşı hükmettiği kabilelerin, boyların büyük bir hoşnutsuzluğu vardır. Komutanı Harpagos da halkın bu hoşnutsuzluğunun farkında olarak Astyages'i devirmenin hesaplarını yapmaktadır. Savaşlarda cesareti, aklıyla, komutanlığıyla, önderliğiyle, hoşgörüsüyle kendini kanıtlamış, Med-Pers boyları, kabileleri nazarında büyük bir saygınlık ve destek kazanmış Kurus da bu destek ve saygınlığı arkasına alarak, Astyages'in zalimliğine son verme hesapları yapmaktadır. Harpagos ve Kurus güçlerini birleştirerek (Herodot'a göre Harpagos, oğlunu katleden Astyages'e duyduğu kinden dolayı ordusu ile birlikte KURUS'un saflarına geçer.) Med bölgesi Kyaxeres hanedanını tarihten silerler.

Herodot'un halktan dinlediği ve kayda aldığı Astyages ve Kurus efsanesi ve bu efsaneyle aralarında oluşturulan Dede-Torun ilişkisi ne Kurus'un kendi geçmişini, krallığını, savaşlarını anlattığı çivi yazılarında, ne de Babil ve Asur kaynaklarında geçmektedir. Aralarındaki akrabalık ilişkisini gösteren tek belge, Kurus'un oğlu Kambyses II'nin Mısır'da öldürülmesinden (veya intihar etmesinden) sonra başsız kalan Akameniş İmparatorluğu yönetimini, o soydan gelmediği halde hile ile ele geçiren ölümsüzler ordusunun komutanı Darius I (M.Ö. 549-486)'in kendini Kurus ile akraba göstermek ve Med kabilelerinin güvenini kazanmak için hazırlattığı, arkeoloji ve tarih biliminin sahteliğini kanıtladığı, uyduruk soyağacıdır. Bu soyağacıyla birlikte yukarıda anlatılan efsanenin ana kaynağı da Darius I'dir. (Darayavauş (eski Farsça, iyiye, iyiliğe sahip bilge, Derviş) Ki büyük devlet adamlığının, akıllı yönetiminin yanında Darius I aynı ölçüde devlet çıkarları gereği yalancılık ve yalan tarih üzerine bir ustadır. Devlet yönetiminde

Tarih çarpıtıcılığını ve yalanı sistematik hale getiren ilk imparatordur. Pers Devletini kuran KURUS ise, İmparatorluk niteliğine kavuşturan Darius I'dir.

---burada biraz günümüze dönelim---------------Bir kaç kelime dışında Medce diye bir dilin varlığını kanıtlayacak hiçbir yazılı kayıt olmadığı gibi, ne Asur, ne Babil ve ne de Pers kayıtlarında "Med devleti veya imparatorluğu" gibi nitelemeler bulunmaz. Ve üstelik bu kayıtlarda Asur ve Babil saldırılarına karşı oluşturulmuş "Med bölgesi kabilelerinin askeri birliği" gibi (bir nevi eylem birliği veya koalisyon) nitelemeler bulunurken, Med ismini bir etnik topluluğu tanımlamak için değil, aksine bünyesinde homojen olmayan birçok kabileyi barındıran bir coğrafik kavram olarak kullanmışlardır. Yunan ve Roma kaynakları dahi bu tanımlamalardan ve Akameniş devletinin hiç bir zaman kendisini sadece Perslerin devleti olarak tanımlamamasından yola çıkarak uzun yıllar ta ki Partların ve arkasından Sasaniler'in kendilerini Pers olarak tanımlamalarına kadar bölgeyi ve devletlerini hep Media olarak tanımlamışlardır. Bir devlet ve imparatorluk niteliğine sahip olmayan Astyages ve hanedanı Med bölgesinin sadece bir kabilesi ve yukarıda bahsedilen kabileler konfederasyonunun öncü kabilesidir, yani Kurusu'n ortadan kaldırdığı bir devlet veya imparatorluk olmadığı gibi sadece bu konfederasyonun yönetim değişikliğidir, yani bu konfederasyonun öncülüğünün Persis kabilelerine geçmesidir. Kurus ile birlikte bu konfederasyon devlet ve imparatorluk niteliğine kavuşmuştur (sonraki satırlarda açacağız). Hiçbir arkeolojik-tarihsel dayanağı olmadığı halde Heredot masalından ve Darius I'in uydurma tarihinden yola çıkarak kendilerine "milli" bir ata oluşturma çabasında olan, kendilerini bir ulusun öncüleri olarak gören birileri bir zamanlar birbirlerini eleştirirken "sen komutanlarına evlatlarını yediren Astyages'sin" suçlamasında bulunuyordu, yine Herodot'un "Tarih" adlı kitabında Med bölgesindeki farklı sosyolojik toplulukları (kabile, boy, aşiret) tanımlamak için genellikle Etnos yer yer de Demos kavramları kullanılıyordu. Demos antik Yunanda seçme ve bazı özel durumlarda seçilme hakkına sahip "devlet vatandaşlığını" tanımlayan bir kavramdı, bu hakka sahip olmayan kölelere, yabancılara, yoksullara, topraksız köylülere, mülkiyet sahibi olmayanlara idiotes deniyordu. Demos kavram sınıfsal bir kavram olan halk ve katmanlarını tanımlamaktan oldukça uzaktır, "Ulus" kavramını hiç karşılamaz Ulus (Nation) kavramı yaklaşık 2000 yıl sonra 1500 lü yıllarda ilk olarak Fransızca'da ortaya çıkmıştır (Ulus kavramının tarihsel gelişimine ilişkin "Milliyetçi Enternasyonalizm" başlıklı (http://www.kaypakkayahaber.com/kose-yazisi/milliyetci-enternasyonalizm)yazıma bakılabilir.M.Gül) ayrı ve birleşik olarak Demos ve Kratia (güç, kuvvet, hükmetmek) kavramı yeni yeni oluşmakta olduğu için Herodot'un kitabında bu yüzden çok kullanılmamıştır.(Büyük Kurus ve Demokrasi konu başlığında bu "oluşmakta olan" kavrama değineceğiz) Herodot'un "Tarih" kitabının Türkçe versiyonunda "Etnos" ve "Demos" kelimelerinin yanlış ve kasten "Ulus" olarak çevrilmesinden yola çıkarak 2500 yıl önceki Ulusal varlığını kanıtlamaya çalışan ezilen Ulusun "milli tarih" yazıcıları tarih ve etimoloji biliminin canına okumaktalar.---------------------------------------- konumuza dönelim;;

O dönemlerde gerek Med-Pers bölgesindeki Zerdüşt rahiplerin (Magilerin) gerek Babil bölgesindeki Marduk rahiplerin toplum üzerinde dini otoritelerinin yanında çok büyük siyasi otoriteleri vardı, bu rahiplerin veya bu dinlerin desteğini alamayan veya bu rahiplerle çelişen hiç bir kral varlığını uzun süre sürdüremezdi. Krallar bu rahiplere danışmadan adım dahi atamazlardı, örneğin Tarihçiler Babil'in hiç bir direnişle karşılaşmadan Med-Pers orduları tarafından kolayca ele geçirilmesinin ikinci nedenini Babil Kralları'nın dini otoritenin desteğini ve dolayısıyla halkın ve ordunun desteğini kaybetmiş olmasına bağlarlar. Darius I akıllı bir insandır, bu dini otoritenin toplum üzerindeki belirleyiciliğinin farkındadır, kendini Med-Pers bölgesinde Zerdüşt'ün vaadettiği "kurtarıcı kral-mesih" Babil bölgesinde de kendisini Büyük Tanrı Marduk'un görevlendirdiğini iddia etmişti. Büyük Kurus da bu dini otoritenin belirleyiciliğinin farkında olarak sadece söylencede bu "kutsal kurtarıcı" iddialarını dile getirse de Darius I, bunları kayıtlara geçirterek resmi ideoloji haline getirmişti. Sümerlerden itibaren oluşan Mezopotamya efsanelerinden kendi etrafında mistik bir hava yaratmak için yararlandığı gibi bunu işgal ettiği, ele geçirdiği topraklarda propaganda aracı olarak kullanmıştır. Esas olarak Mezopotamya efsanelerinin ve hikayelerinin ve en önemlisi inançlarının, dinlerinin Ortadoğu ve Avrupa'ya, Yunan kültürüne, oradan Yunan kültürünün birebir taklidi olan Roma'ya geçişi Darius I'in propaganda makinesi sayesinde olmuştur. (Romalıların Hiristiyanlığı resmi din olarak kabul edene kadar olan dini Mithyraizm'in kaynağı bu dönemdir) Akameniş İmparatorluğu Büyük Kurus'un kurduğu dünya tarihinin ilk posta teşkilatına sahiptir. Herodot'un deyimiyle "Aryan habercileri(postacıları) kadar hızlı koşan kimse yoktur" kitle iletişim araçlarının (medyanın) ilk örneği sayılacak ve imparatorluğun en ücra köşesine kadar örgütlenmiş olan bu posta teşkilatı o zamanın koşullarında imparatorluğun bir ucundan diğer ucuna bir bilgiyi, bir haberi çok kısa sürede ulaştırabiliyordu. Darius I'in kendi ideolojisini yayarken birinci aracı bu posta teşkilatıyken, ikincisi ise dini otoritenin desteğini sağlamlaştırmak için örgütlenmelerini, misyonerliklerini teşvik ettiği ve desteklediği, imparatorluğun nüfuz ettiği her alana gönderdiği Zerdüşt Magileridir (rahipleri), Darius I bu araçlarla tüm dünya tarihini derinden etkileyecek ve şekillendirecek bilgileri yayıyordu. Bugünün terminolojisi ile konuşursak; emperyalistler gibi "kültür" ihraç ediyordu.

Babilden sürgünden dönen Yahudilerin yeniden inşasına giriştikleri Süleyman tapınağı Kurus'un oğlu Kambyses II ölümünden sonra, Darius I zamanının valileri tarafından durdurulmuştu, bunun üzerine Darius I'e başvuran Yahudiler Büyük Kurus'un onlara verdiği resmi onayı ve desteği hatırlatırlar. Darius I bunun üzerine Büyük Kurus'un dinlere gösterdiği hoşgörüyü devam ettirmek istercesine Yahudilere tapınağı tamamlaması için büyük maddi yardımlarda bulunur. Bununla da yetinmez tapınak inşaatına ve Yahudilere hem askeri hem de Zerdüşt Magileri'nden dinsel koruma sağlar. Bu koruma aslında "hoşgörü" görüntüsü altında hem denetim hem de propaganda amaçlıydı. Darius I'in din hoşgörüsüne göre; kim Zerdüşt'lüğün en büyük Tanrısı Ahura Mazda'yı tek yaratıcı kabul ederse dinini yaşamasında bir sakınca yoktu, bu Yahudiler için de geçerliydi. Kendiler ide tek tanrıya inandıklarından tek yaratıcı Ahura Mazda'yı kabul etmelerinden bir sorun gözükmüyordu. Son derece rahat ve korunaklı çalışma koşullarında, sürgünden döndükten 20 yıl sonra Yahudiler tapınağı bitirirler. Tapınak, yıllarca sürgünde yaşayan Yahudiler için bir amacı, bir hedefi ifade ettiği için, bu hedef doğrultusunda Yahudi toplumunu bir arada tutabiliyordu, yani aynı zamanda birliği sağlıyordu, hedefe ulaşıldıktan sonra, çeşitli etnik toplulukların yaşadığı ve iktidar kavgalarının daim olduğu Ken'aan topraklarında Yahudi toplumunun birliğini devam ettirebilecek daha güçlü simgelere, daha ikna edici bir tarihe ve daha fazla uyuşturan bir ideolojiye ihtiyaçları vardı. Ellerinde Asur ve Mısır kaynaklarında sadece bir şehir prensi olarak geçen İsrail Kralı ilan ettikleri Davut ve onun oğlu Süleyman vardı (David ve Solomon) bir de belli belirsiz bir göç hikayesi vardı, ötesi, öncesi yoktu. Musa'nın adı sanı dahi ortada yoktu. (Musa ismine tarihi kayıtlarda ilk olarak M.Ö.300'lü yıllarda Hellenistik zamanlarda rastlanmıştır, aşağı yukarı tapınağın ikinci yapılışından 200 yıl sonra). Sürgünden dönüşte Mezopotomya'nın bütün efsanelerini, mitlerini de beraber getirdiklerinden dolayı ellerinde epeyce malzeme vardı, diğer yandan Darius I'in yoğun propaganda bombardımanı ve hegemonyası daha da güçlenerek imparatorluk bünyesinde bulunan etnik toplulukların dinsel, kültürel yapısını etkilemeye ve değiştirmeye devam ediyordu. Ve bu şartlar altında Yahudi resmi tarihi ve ideolojisi oluşmaya (aslında sürgün yıllarında bu ideolojinin ilk tohumları atılmaya başlanmıştı) başlıyordu; Med Kralı Astyages, rüyasında Yakupoğulları'ndan bir çocuğun saltanatını sona erdireceğini gören Mısırlı Firavun oldu (yıl 2017, Yahudiler halen hangi firavun olduğunu söyleyemiyorlar.) Astyages'in bebekken öldürtmek istediği Büyük Kurus, Musa oldu, Kurus'u büyüten çoban Mısır hanedanının bir prensesi oldu, Darius I'in uydurduğu Astyages-Kurus efsanesinin büyük olasılıkla ilk kaynağı da olan Akad kralı Sargon'un (M.Ö.2371-2316, Yahudilerin iddia ettiği Musa'nın yaşadığı yıllardan tam 1000 yıl önce) katranlanmış bir sepet içinde nehre bırakılması ve arkasından Akki denilen kişinin onu bularak büyütmesi ve sonra kral olmasını anlattığı hikayesi de Musa'nın hikayesinde arka plan olarak ortaya çıkmaktadır. Davut'larını da şişirmekten geri durmadılar, öyle ya sıradan bir şehir prensi destansı tarihlerine uymuyordu. Büyük savaşçı olduğunu göstermek için orduları, canavarları yenmesi gerekiyordu. Sümerlerin yapı ustası olan büyük savaşçısı Gılgamış Davut oldu. Gılgamış'ın yendiği yarı insan yarı hayvan büyük canavar Enkidu da kafasında tek gözü olan, Davut'un tek taşla devirdiği dev Goliath oldu. Sümer krallarının tarihsel sıralanmaları, yaşları iktidarda geçirdiği yıllar dahi sadece isimler değiştirilerek Yahudi peygamberlerine uyarlandı. Tarih biliminin de belirlediği gibi Sümerler'in Nuh Tufanı, çamurdan yaratılış hikayesi başta olmak üzere; Yahudiler'in kutsal kitaplarında geçen hikayelerin neredeyse tamamı Mezopotamya efsaneleridir. Temeli Babil'de sürgündeyken atılan, ideolojik formasyonu sürgün dönüşü oluşturulan Tevrat'ın yazımı sosyal ve politik ihtiyaçlara göre M.S. 200'lü yıllara kadar devam etmiştir. Öyle bir gecede bir ayda, bir yılda oluşmamış aksine uzunca bir süreye yani yaklaşık 700 yıla yayılmıştır, söz gelimi Musa ve Mısır'dan çıkışa ilişkin hikayesinin sürgünden yaklaşık 250 yıl sonra eklendiği tahmin edilmektedir. Musanın ve ondan önceki peygamberler İbrahim ve Yusuf'un hikayesi Mısır'da geçtiğine göre, bunların gerçekliğine ve hikayenin doğruluğuna ilişkin kanıtlar, börtü böceği, ev ve gündelik yaşamı, işçilerin verimliliği, ve buna mukabilen beslenme düzenlerini, doğa olaylarını (tanrıların cezaları olarak) savaşları, barışları kısaca tüm yaşamı tutkulu bir biçimde kayıt altına almaya özen göstermiş Mısır uygarlığında aranmalıdır. Aranmasına aranıyor ama 1800'lü yıllardan bugünlere kadar yapılan Mısır uygarlığı kazılarında neredeyse tüm krallıkların (yeni, orta, eski) ve Tüm hanedanların dönemlerine ilişkin yüzlerce kayıt ortaya çıkarılmış iken İbrahim, Yusuf ve Musa'nın izine ve isimlerine rastlanmadığı gibi Yahudiler'in Mısır'da yaşamış olduğuna dair en küçük kanıt dahi bulunamadı. Diğer yandan bu kayıtlarda Tevrat'ın en popüler-medyatik hikayesi üzerine onlarca film yapılmış Mısır'dan çıkışı (Exodus) veya kaçışı çağrıştıracak en küçük olayın izine dahi rastlanmadı. Musa ve Yahudiler'in çıkış hikayesi insan aklıyla dalga geçen birçok komedi unsuru barındırmaktadır. Etnik kimliğinden habersiz Mısır sarayında büyümüş Musa, "köle" olarak çalıştırılan Yahudiler'in uğradığı zulümden çok etkilenir. İlahi bir üfürükle Yahudi olduğu bilincine vararak sarayda Firavun'a posta koyar, halkının serbest bırakılmasını ister, mutlak otorite, itiraz edilemez. Firavun Firavunluğunu yapsa da Musa'nın talebini reddeder. Aynı Zalim, acımasız Astyages gibi birdenbire babacanlığı tutarak Musa'nın bu meydan okuyuşuna ses çıkarmaz ve Musa'yı serbest bırakır. Musa'nın Firavun ve Mısırlıların başına 10 büyük felaket getirmesinden sonra, bu sefer Firavun, Musa ve halkını Mısır'dan kovar. Musa halkını toplayarak birlikte sürgün yollarına düşerler, Firavun'un yine birdenbire ne hikmetse "kötü adamlığı" aklına gelerek kendi eliyle serbest bıraktığı Yahudilerin peşine düşer. Musa ve Yahudiler denizi yararak kurtulurken, Firavun ve ordusu denizde boğulurlar, (Mısır hanedanlık kayıtlarında bırakın denizde boğulmayı nefes borusu tıkanması dahil firavunların herhangi bir boğulma vakası tespit edilememiştir.) Yahudiler 40 yıl çöllerde gezdikten sonra Tanrıları en sonunda akıl ederek onlara bir yer vaadeder. Tanrıları Mısırdan başka bir yer bilmediğinden çaresizlikten "ne yapayım ancak bu kadarını bulabildim, idare edin" diyerek yine Firavun'un kucağına yani Mısır'ın bir parçası olan Filistin'e gitmelerini söyler. İnsan aklıyla dalga geçmenin zirve yaptığı bu "vaadedilmiş" toprak iddiasını kabul etsek, zalimden kaçarak kurtuluşa gidilen yerin yine zalimin kolları olduğunu görmezden gelmemiz gerekmektedir. Hangi akıl kaçtığı "cehenneme" geri döner. Hadi varsayalım ki Yahudi ideologların Mısır arkeolojik kazılarından sonra iddia ettiği gibi Mısır Krallığı ve Hanedanlık böylesine büyük bir olayı, Musa'nın onların başına getirdiği felaketleri ve Firavun'un madara olmasını gizlemek, tarihten silmek için kayıt tutmadılar. Peki böylesine büyük bir olayı ve Mısır'ın başına gelen felaketleri duyduğunda, bundan yararlanmak isteyecek baş düşmanları olan Hititler'in tuttuğu kayıtlarda niye hikayeye ilişkin en küçük bir iz yok. Hititler'in başkenti Hattuşa'da ve önemli şehirlerinden biri olan Alacahöyük'te( İbrahim Kaypakkaya yoldaşın köyü Karakaya'ya Hattuşa yaklaşık 40, Alacahöyük de yaklaşık 10 kilometre uzaklığındadır) yapılan kazılarda Mısırlılarla olan ilişkilere dair onlarca kayıt bulunurken, hatta tarihin ilk Barış Antlaşması sayılan, (Hattuşa'da bulunmuştur) Hititler ile Mısırlıların uzun süren savaşlardan sonra yenişemeyerek uzlaşmaya vardığı Kadeş Barış Antlaşması'nın (M.Ö. 1280) ve bu barıştan önceki savaş sürecinin anlatıldığı tabletler bulunmuşken; niye Musa ve Yahudilere ilişkin en küçük bir kanıt yok.

Aslında doğru yerden bakabilenler için vardı."mutlak otorite, itiraz edilemez Firavun Firavunluğunu yapsa efsane hemen orada bitecek ama efsane devam etmesi lazım, neyse Musanın talebini reddeder"   devam edecek......... 

İSRAİLOĞULLARI ve BÜYÜK KURUS (1. Bölüm“)

Amerika ve İsrail’in Irak’a ilk saldırısında, yani kendi koydukları isimle "1. Körfez Savaşı’nda" Saddam Hüseyin İsrail’e hatırladığım kadarıyla mealen şöyle bağırıyordu; " atalarımız gibi, Büyük Kral Nebukadnezar gibi sizi Filistin’den söküp atacağız, bir 2500 yıl daha kendinize gelemeyeceksiniz" bu laf üzerine, anamın ve Cafer dayımın bana aşıladığı ve sonrasında Marksist tedrisatla birlikte bir sisteme kavuşmuş bilimsel merakım beni yine eski kitapçılara ve kütüphanelere sürüklemişti.

Milattan önce 597’de (İncil’de 586) Kudüs’deki Yehuda Krallığı, Nebukadnezar II(M.Ö. 640-562) önderliğindeki Babil ordusu tarafından ortadan kaldırılınca tüm Yahudiler Kudüs’ten sürülmüş ve bugünkü Irak topraklarında zorunlu iskana tabii tutulmuştu, daha öncesinden iktidar kavgaları sonucu ikiye bölünmüş İsrail krallıklarından "Kuzey Krallığı" Asuriler tarafından ortadan kaldırılmıştı. O yüzden Yehuda Krallığı, 2545 yıl boyunca, ta ki İsrailoğulları 1948’de modern İsrail’i kurana kadar. Tarihteki son "Yahudi Devleti" olarak kalacaktı. (Sonrasında kurulan birkaç yıl süren iki yarı özerk şehir beyliğini saymazsak) işte bu Saddam Hüseyin in "2. Körfez Savaşı’nda da" tekrardan atıfta bulunduğu İsrailoğullarının 2545 yıl boyunca ki devletsizlik haliydi. İncil’de bir yandan bir Tiran olarak, diğer yandan İsraillileri işledikleri günahlardan dolayı Tanrının elçisi sıfatıyla cezalandıran biri olarak tanımlanan, İncil’de 90 küsur yerde ismi geçen Nebukadnezar bilime, sanata, mimariye olan merakıyla zaten dönemin bilim şehri olan Babil’i daha da geliştirerek zirvesine ulaştırmıştı. Bir işgalci olmasına rağmen, işgal ettiği kültürlerin ileri, bilimsel yanlarını Hellenizme katan Büyük İskender eliyle tüm dünyaya yayılan Babil bilimi ve özellikle matematiği, Nebukadnezar zamanında altın çağını yaşıyordu. Bugün dahi saatlerde ve geometride kullandığımız 12’lik, 60’lık sayı sistemlerini Babillilere borçluyuz. O zamanın koşulları göz önüne alındığında; Mimarlık tarihinin efsanelerinden biri olan Babil Kulesi, halen dahi dünyanın 7 harikasından biri sayılan Babil Asma Bahçeleri Nebukadnezar’ın Krallığı döneminde bitirilmiştir. Nebukadnezar tarafından Kudüs’ten sürülerek Irak’ta ve özellikle Babil (Bağdat) civarında zorunlu iskana tabii tutulan Yahudiler; mimarisiyle, bilimiyle, her yönden gelişmiş yüksek bir kültürün içinde, kimilerine göre 50, kimilerine göre 70 yıl yaşamışlardır. Büyük Kurus özgürlüklerini verene kadar. Sürgünden Kudüs’e geri dönen bu Yahudiler Babil’in, Mezopotamya’nın bilimini, kültürünü de beraberinde getirdiler. İlk iş olarak, Babilliler’den öğrendikleri mimariyle Nebukadnezar’ın yıktığı, bugün dahi üzerine dinlerin kanlı bir kavga sürdürdüğü Süleyman Tapınağı’nı------- tapınaktan artan kalan bir parça Yahudiler için "kutsal", "ağlama duvarı" Muhammed’in uçarak konduğunu iddia ettiği esas binanın olduğu alana inşaa edilen Müslumanlar icin "kutsal" "Mescid-i-aksa"----- yeniden inşaa ettiler. Beraberlerinde Babil’in tarihini, mitolojisini de getiren Yahudiler, Mezopotamya’nın, Babil’in neredeyse tüm mitlerini, efsanelerini Tevrat’a ve Yahudi tarihine uyarlayarak "resmi bir ideoloji" oluşturmaya başladılar. Üç dinin mevcut "kutsal" kitaplarının yazınsal ve kurgusal altyapısının oluştuğu bu dönem tüm dinler tarihini ve dolayısıyla dinler arasındaki teolojik çatışmaları belirlemesinden dolayı büyük bir tarihi öneme sahiptir. Bu önemin daha iyi anlaşılması için biraz Tarih;;;;;;

M.Ö. 6 ekim 539, Babil Kralı Nabonid, yöneticileri, komutanları, büyük bir rehavet içerisinde, Babil etrafına ördükleri surların, yukarıdaki satırlarda ismi geçen Nebukadnezarın yıllar önce Med koalisyonunun saldırılarına karşı Sippardan Tigrisin kenarındaki Opise kadar batı doğu istikametinde yaptırdığı Med duvarının (Siper kavramı bu şehirden ve bu duvardan gelmektedir) ve gelişmiş ordularının verdiği güvenle eğlenirlerken, şehrin dört bir yanından saldıran Büyük Kurus önderliğindeki Persler’den ve Medler’den oluşan Akameniş Ordusu’nun baskınına uğrarlar. Babilliler, bilimle, teknikle gelişmiş kültürlerinin verdiği kibirle Medler’i, Persler’i ve bağlaşıklarını aşağı, barbar topluluklar görerek küçümserlerdi. "Orada burada herhangi bir yerde bir toprak ve millet" anlamına gelen Umman-Manda tabirini kullandıkları Med-Persler’i ve ordularını küçümsemeleri kendilerinin tarihten silinmesine neden olmuştu. Büyük Kurus önce Med duvarının doğu ucunda sona eren Opis şehrinin etrafındaki küçük beylikleri ya zorla ya da özerklik gibi rüşvetlerle kendine bağladı. Sippar’a kadar Medler’e karşı inşaa edilmiş Med duvarına bu sefer de Babillier’in kendileri hapsoluyordu. Babil güçlü surlarla, surlar da içinde Fırat sularının dolu olduğu hendeklerle çevriliydi. Tarihçiler Herodot ve Xenephon’un rivayet ettiğine göre; Büyük Kurus önce hendek savunmasını boşa çıkartmak için Fırat’ın akış yönünü değiştirmiş, suları çekilen hendeklerden ve hendeklerin açıldığı kapılardan Med-Pers ordusu girerek ani bir baskınla bir direnişle karşılaşmadan Babil şehrini ele geçirmişlerdir. Gerek Kurus’un savaşlarını ve Akamaniş tarihini kayda geçirdiği çivi yazılarında gerekse de 1850’de bulunan, Kurus’un kendisinin yazdırdığı dünyanın ilk İnsan Hakları Beyannemesi sayılan Cyros Silindiri’nde bu "Fırat’ın akış yönünü değiştirme" ile ilgili bir kanıt bulunamamıştır. Ama tarihçilerin ortak görüşü bir şekilde hendek sularına müdahale edildiği yönünde. Babil (bugünkü Bağdat) o dönemin en zengin şehridir, bilimsel gelişmişliği ile göz kamaştırmaktadır, Basra Körfezi üzerinden Hindistan’a uzanan deniz ticaret yolunun üs noktası, Aryan (İran) toprakları üzerinden Kafkasya’ya, uzak Asya’ya uzanan kara ticaretinin ana pazarı ve merkezi, bu pazarın Damaskus (Şam) üzerinden Beyrut’a , oradan Kuzey Afrika’ya ve Avrupa’ya aktığı deniz ticaret yolunun asıl sahibi konumundadır. ("her yol bağdata çıkar" deyiminin tarihsel arka planı) yani Babil bugün olduğu gibi o zamanlar da dünya ticareti açısından anahtar konumundaydı, bu anahtarı ele geçiren dünyaya hükmedecekti. Kendisine "Dünya Kralı" ve "Büyük" ünvanı kazandıracak en büyük adımı Babil’i ele geçirerek gerçekleştiren Büyük Kurus Krallığı’nı güçlendirmek için, bugün dahi emperyalistlerin Bağdat’tan başlayarak Damaskus (Şam) üzerinden Akdeniz’e, Beyrut’a, Kudüs’e uzanan "bir Kürt koridoru" oluşturmaya çalışmaları gibi Büyük Kurus da önceliğini bu hata veriyordu. Mısır’a, Kuzey Afrika’ya ve Akdeniz üzerinden Avrupa ticaret yoluna hükmedebilmek için kendisine bağlı ileri bir karakola ihtiyacı vardı. Bu hesapla 70 yıldır Babil topraklarında yaşayan Yahudiler’in sürgün yaşamına son vererek Kudüs’e geri dönmelerine izin verdi. Kendi askerlerinin koruması altında, oldukça yüklü yardımlar yaparak Yahudiler’i tekrar tapınaklarını ve şehirlerini inşaa etmesi için Kudüs’e gönderdi. Hatta mimaride, matematikte uzmanlaşmış Babilliler’den bir grubu da Yahudiler’in hizmetine vermişti. Süleyman Tapınağı hem simgesel hem dinsel hem de maddi açıdan Yahudiler için büyük bir öneme sahipti. Efsaneleşmiş iddiaların birine göre; Yahudiler, Süleyman’ın dillere destan büyük hazinesinin ve Musa’nın 10 emirinin muhafaza edildiği ahit sandığının yerini biliyorlardı ve tapınağın yıkıntılarının altındaydı. O yüzden tapınağın yeniden inşası, büyük bir gizlilikle yürütülmek zorundaydı, bunun için de ağzı sıkı, güvenilir, dindar Yahudi isçilere ihtiyaçları vardı, inşaat alanının her tarafında serbestçe gezebilen, diğer angaryada çalışan işçilere yasak olan inşaatın bazı bölümlerinde çalışan bu işçilere “özgür duvarcılar”(Masonlar) deniyordu. Zamanla bu işçiler arasında hiyerarşik gizli bir örgütlenme oluşarak masonluğun temeli atılmıştır. Her ne kadar bazıları tarafından masonluğun tarihi Süleyman tarafından yapılan 1. Tapınağa kadar götürülse de (M.Ö. 950 civarı) tarihçiler tarafından Babil’den, sürgünden dönüş esas alınmaktadır. Matematik ve mimaride gelişkinlikleri Babillile’re bağlanmaktadır. Bu bahsi geçen Süleyman hazinesi ve tapınağı 1500 yıl sonra M.S. 1112’den, Fransa kralının onlara olan borçları yüzünden onlara karşı toplu katliamlara giriştiği 1312 yılına kadar varlıklarını sürdüren, Avrupa tarihini derinden etkileyen Tapınak Şövalyeleri’ni de doğuracaktı. Konumuzu yakından ilgilendirmesine rağmen Avrupa’ya olan etkilerinden dolayı daha ayrıntılı bir analiz gerektireceği için başka bir yazının konusu olacak diye es geçiyoruz.

Bugünkü Kürt ulusal tarihçilerinin atası kabul ettiği, zalimliği, acımasızlığı, tiranlığı ile hükmettiği alana kan kusturmuş Med Kyaxares Konfederasyonu’nun son kralı Astyages (eski Farsça; A-restivaiga ya da A-ri-Istivaiga, Medce; Istumegu) rüyasında anası Lidyalı olan kızı Mandane’nin, Med diyarından uzak Asya’ya, Med diyarından Akdeniz’e olan bölgeyi sularla kapladığını ve kendisinin bu sularda boğulduğunu görür. O zamanlarda Krallar ve Din uleması niyetlerini, amaçlarını hayata geçirmek içinde mutlaka Tanrısallık olan rüyalar gördüğünden dolayı bu rüyaları yorumlayan bir meslek grubu yaratmıştır. Astyages "Rüya Tabircileri”nden bu rüyayı yorumlamalarını ister.

 Kudurri-uṣur II. (Nebukadnezar II.) ve BÜYÜK KURUS (Latince Cyrus, Farsça Kourush (genç, delikanlı)

Devam edecek...... 

Yol

Düşünce tarihinde Ad Hominem(insana yönelme, işaret etme) denilen latince bir kavram vardır.gerçi latince olmasının halk nazarında bir halta yaradığı yoktur, bu yazıya konu olacak ülkemiz yarı akıllıları veya akıllı görünmeye çalışanları, halk tarafından anlaşılmamayı bir üstünlük belirtisi olarak gördüklerinden dolayı bu türden bolca latince kelimeler kullanırlar. Ancak bu fularlı, top sakallı, ressam şapkalı “akıllılara” cevap verirken bir halta yaramaktadır.

Kısaca tartışılan kişinin bilgisine ve önermesine karşı, bilgi sunmaktan, fikir geliştirmekten ziyade karşı tarafın kişisel zaaflarını, hatalarını, niteliğini öne çıkartarak tartışmadan galip çıkmaya çalışmak olarak tanımlanabilir. Diğer bir deyişle Yani bilgiyi tartışmak yerine bilginin sahibini tartışmak. Kavram, “insan doğduğunda boş bir sayfa gibidir, öğrendikçe sayfa yazılır” diyerek materyalizme kapı aralayan Liberalizmin babası İngiliz düşünür John locke a(1632-1704)dayandırılsada Aristo ya kadar gider.

Tartışmayı, eleştiriyi, bilgi alışverişi ve karşılıklı öğrenme olarak gör(e)meyen kişilerin bilgiye, bilgi ile karşılık vermek yerine, tartışmanın ve eleştirinin önünü kesmek ve galip gelmek için karşı tarafın kişisel niteliklerini öne çıkarması, fikre göre değil, diğer kişilere göre yaşamın şekillendiği ülkemiz insanlarınında tipik davranışlarından biridir. Hatalı bir davranışı eleştirene “sende yaptın veya yapıyorsun” diye cevap vermek, yetersizlikleri, eksikleri , başarısızlığı eleştirene “sen ne yaptınki bu konuda” diye cevap vermek, uzman, profosyenel olmadığı bir konu üzerine fikrini söyleyene, “sen ne anlarsın” diye cevap vermek, kariyeri, sınıfsal konumu, rütbesi, burjuva eğitim seviyesi daha aşağıda olan birisinin eleştirisine veya fikrine ya “senin haddinemi” diye yada “senin çapın veya kapasiten yetermi bu konuda söz söylemeye” diye cevap vermek, vb. Ad Hominem kavramının kapsamına girer.

Tahmin edileceği gibi bu türden bir davranışın esas tetikleyicisi, fikir ve bilgi karşısındaki yetersizliğin yarattığı çaresizliktir. Karşı tarafın kişisel niteliklerini tartışmada, sözkonusu yapmak, Bilginin sonsuzluğunun bilincinde olan, fikirsel dünyasını devam ettirmek, geliştirmek için bilgiye ekmek gibi su gibi ihtiyaç duyan birinin aksine, bilgiyi başkalarının ihtiyacı görmesinden dolayı fikrini geliştirme, çoğaltma gereği duymayan birinin çaresizliğinin dışavurumudur. Misal, kendisi yerine bir başkasının düşündüğü, Sosyalizmi kendi kişisel ihtiyacı olarak görmeyen bir Devrimci, bu hedef doğrultusunda doğaldırki bilgi edinme gereği duymaz, bilgi fukaralığı ancak fikir fukaralığını ve cehaletide beraberinde getirir. Böyle biri, bir fikre karşı kendisi yerine düşünenleri savunma, koruma adına mürit davranışı sergileyeceğinden dolayı en kolay olana, fikrin sahibinin kişisel özelliklerine sarılır, saldırır. ( bir tüzel kişilik olan PKK politikası eleştirildiğinde, Faaliyetçilerinin, eleştirenin tüzel kişiliğini öne çıkartarak “siz ne yaptınızki” diye gösterdiği reaksiyon bu davranışın en tipik örneklerinden biridir.) böyle bir yöntem, karşı tarafın kişisel özelliklerine saldıran kişide bir tatmin, zafer duygusu yaratsada, savunmaya çalıştığı, kendisi yerine düşünen grubun, kişilerin mutlaklaştırılması sonucunu doğurur. Mutlaklaştırma arttıkça karşı tarafın zaaflarına, açıklarına saldırının derecesi artarak bu döngü devam eder. En vahimide Mutlak kişi ve grup yanlış yaptığında, veya çizgisinden saptığında, bu bilgisizlikten dolayı denetlenememesidir. (Mao, Kaçmaya çalışırken uçağını havada bombalattığı Lin biao için, alay ederek “çok doğru adamdı hiç yanlış yapmadı” derken bu mutlaklaştırmayı vurgulamıştır.) içinden geldiğimiz siyasi hareketin tarihinde onca ayrılık yaşamımıza rağmen, tavırlarımızı fikre göre değil, kişilere göre belirlediğimiz yığınla örnek vardır. Fikre fikirle, bilgiye bilgiyle karşılık vermek , tartışan tarafları ilerletir, eksiklikleri, yetersizlikleri açığa çıkartarak öğrenme ihtiyacını doğurur ve bu ihtiyaç giderildikçe bilgi artarak fikrin zenginleşmesine yol açar, fikrin sahibini madde ve toplum içindeki çelişkileri kavramada yetkinleştirir.

Bilgiye olan bilimsel ideal tutum bu olması gerekirken, fikrin olmadığı veya çok düşük seviyelerde kaldığı itişmelerde veya iktidar kavgalarında kişisel nitelikler belirleyici olmaktadır. Şu anki Ahval-i şeraitimiz bundan ibarettir. Sadece entellektüell bir tartışma içinde olunsaydı bilginin sahibi gözardı edilebilirdi, ama sınıf mücadelesi hem fikri hemde insani nitelikleri birlikte dayatmaktadır.Henüz yanlışlar denizi içindeki doğru bilgiyi yakalama yetisinden yoksun sıradan insan hafızası bilgiyi koordinatlariyle birlikte kaydeder, yani nerede, nasıl ve hangi şeylerlerle birlikte oluşmussa bunlarıda kaydeder, doğru bir şeyi yanlış bir şeyle birlikte algıladığında sadece doğruyu değil yanlışıda kaydeder, bu yazıya konu olan “ad hominem” kavramının kaynağı ve beslendiği yer işte burasıdır.yani yanlış bir yerde durarak doğru bilgi veren biri, doğru ve yanlış birlikte kaydedildiğinden dolayı karşı tarafın yanlışında ısrar etmesine neden olabilir veya yanlışında ısrar eden kişi kendini haklı çıkarmak için doğru bilgi verenin durduğu yanlış yere sarılır. dünyaya “doğru”yu hakim kılmak isteyen Komünistler durdukları yere ve bilginin doğruluğuna özen göstermelidirler.

Sınıf kavgasının orta yerinde bilimsel analitik aklıyla Devrimin nasıl gerçekleştirileceğinin bilgisine ekmek-su gibi ihtiyaç duyan bir Komünist, bilgiye bilgiyle karşılık verirken saf tartışan bir entellektüell gibi bilginin sahibinide gözardı edemez. çünki Bilgiyi elde etme sürecinde aklıyla kavga ederken, bilgiyi insanlığa, dünyaya hakim kılma sürecinde yüreği ile bedeni ile kavga etmektedir. O yüzden bu hükmetme kavgasında birlikte yola çıktığı insanların niteliği belirleyici önemdedir. Eğer salt bilgiyle yetinir insanların niteliğini gözardı ederse kendisini ciddi fiziksel tehlikeler beklemektedir, yok sadece insanların niteliğini öne çıkartarak doğru bilgiyi sahibinden dolayı yok sayarsa yoldan sapma ihtimali çok yüksektir. Geleneğimiz tarihinde bizi en çok yanlışa sürükleyen, yanlışta ısrar etmemize neden olan karşımızda konumlanan doğru bilgininin sahibinin yanlış duruşudur.

Yine yol ayrımındayız, kendini akıllı,irade, beyin takımı olarak görenler biz zavallı kullarına “sağ yol çok tehlikeli, sol yoldan gidersek aydınlığa çıkarız diyorlar” ama bunu “o yoldan” çok uzakta ama çok çok uzakta, dünyaının en zengin ülkelerindeki, “highspeed” internet bağlantısıyla “o yol” u ekranlarda gözledikleri sıcacık evlerinde söylüyorlar. Yolda son iki sefer mola verildiğinde, her defasında “sağ yol” a doğru eğilim gösterenlere şiddetle karşı çıkan ve bu tavrı herkes tarafından bilinen biri olarak bu keskin “iradecilerimize, akıllılarımıza, beyin takımımıza” hatırlatmak zorundayım. Yoldaki molalarda bu “sağ yol” eğilimine ses çıkarmayan üstelik itirazsız onaylayan, sonrasında yıllar boyunca yolun anlatıldığı kitle iletişim araçlarında bu eğilimin, bu sapmanın yüzlerce örneğini engellemeyen sizleri herhalde “ilahi bir ışık” etkiledi ve şimdi nirvanaya ulaştınız. Ama ne şeytani tesadüfdirki o tehlikeli “sağ yolda” duranlar sizleri yola davet edince bu hikmet vukuu buldu. Kişi fikir üretmeye çalıştığı bilginin kaynağından uzaklaştıkça keskinleşmeye başlar, çünki uzaktan gözlemlediği şeylerin ayrıntısını gözlemleyemez, fikir üretmeye çalıştığı şey uzaktan net görülemediği için bulanıklaşır, ve bulanıklığın etkisini gidermek için sol keskinlikle bunun üzerini örtmeye çalışır, “solculuk” daima sağcılığı gizlemenin aracı olmuştur. Yine geldik “ad hominem” kavramına, yani duruşunuz eleştirilecektir “sağ yola” getirdiğiniz eksik ama doğru eleştiriler, duruşunuzdan bağımsız olarak, bilginin ilerletici ve özgürleştirici özelliğinden dolayı bizler tarafından ciddiye alınıp tartışılmalıdır. Diğer yandan bu eksik ama doğru eleştirileriniz, yukarıda dile getirdiğim gibi yıllar boyunca yanlışlığı onaylayan süreciniz gözönünde bulundurulduğunda şu andaki kavga kaçkını duruşunuzun üzerini kapatmak için bir bahane görüntüsü vermektedir. Doğru bilgiyi verirken etrafınızda topladığınız, özellikle birkaçını görürken öfkemizi kontrol etmek zorunda kaldığımız olumsuz tipleride hafızamız kaydetmektedir.

Birinci paragrafta belirttiğim gibi ortada tıkanıklığı aşmak için pratikte hayat bulmuş genele ilişkin bir fikir olsa, doğru fikirden yana tavır koyacağız, ama heyhat sadece bölgesel bir soruna ilişkin bizimde bildiğimiz küçük bir doğru bilgiyi tekrarlamak samimiyetsizliğinizi aşmanıza yardımcı olmuyor sağ yoldakiler, “biz kavgadayız, yoldayız” diyorlar, (bu sağcılığı bir önceki “milliyetçi enternasyonalizm” başlığı taşıyan yazımda şiddetle eleştirmiştim, burada tekrarlamak istemiyorum okuyucu bu konudaki eleştirilerimi öğrenmek istiyorsa bu yazıya bakabilir) ama ısrarla “yoldayız” diyorlar. engebeli ve ölümün kol gezdiği bir Yolda, pratikte, söz konusu devrimse, hedefine yönelmiş biri daima bilginin yolu aydınlatıcı ışığına ihtiyaç duyar, ve bu yüzden her türlü bilgiye, eleştiriye iştahla yaklaşır, helede bu bilgi,eleştiri kavgada kanları, gözyaşları,acıları, öfkeleri,sevgileri birbirine karışmış yoldaşlarından geliyorsa dahada ciddiye alır. Karşı devrimci olmadığı sürece Yolda, kavgada olanı eleştiriyle tekrar doğruya yöneltebilmenin olasılıkları vardır, ama ya yola gelmeyeni!!!

Bilirizki direnişleriyle tüm urfa tugayına diz çöktürenler, ve “elektrik kar etmiyor, keban barajı gibiler” nitelemesiyle direnişleri düşmanları tarafından dahi takdir edilenler yola ilişkin düşünsel sapma göstermişlerse dahi(Yanlışta olsa bir fikir vardır) bunu devrime olan bağlılıklarından yapmışlardır. Kavgada olanları eleştiriden yoksun bırakmak muhakeme yeteneklerinin zayıflamasına yol açar, biz eleştirerek yoldaşlarımızın yanında duracağız.

Milliyetçi Enternasyonalizm

Bir kavramın, bugünün üretim ilişkileri içerisinde neyi ifade etmeye çalıştığını bilince çıkarabilmek için O kavramın, ilk ortaya çıktığından bugüne geçirdiği evrimı, hangi sınıfta ortaya çıktığını, hangi ihtiyaçtan kaynaklandığını, diğer bir deyişle hikayesini incelemek en etkili yöntemlerden biridir, çünki kavramların ifade edildiği dillerde sosyo-ekonomik hareketliliğe bağlı olarak gelişen, gerileyen canlı organizmalardır, bir kavram ilk çıktığı dönemde „olumlu“yu „iyi“ yi, „doğru“ yu işaret ederken sonraki dönemlerde karşıtına dönüşerek „olumsuz“ u, „kötü“ yü, „yanlış“ ı işaret edebilmektedir, veya tam tersi, örneğin; batı dillerindeki köle kavramı (slave-ing, sklave-alm) köleci toplumda , köle pazarlarında fiziksel olarak iri yarı güçlü olmalarından dolayı en fazla alınıp satılan bugünün SLAV ırkını tanımlamak için kullanılıyordu, bugünün SLAV milliyetçileri kelime anlamı köle olan bu kavrama olumlu anlamlar yükleyebilmektedir. Diğer bir örnek; Faşist(fasci;Birlik) kavramı ilk önce italyada 1900 lerin başlarına kadar sendikal sosyalizmi savunan işçi birliklerini ve bu birliklerde örgütlü işçileri tanımlamak için kullanılıyordu ve sol literatürde „olumlu“ bir anlamı vardı(fasci dei lavoratori-işçi birliği) kendiside başlangıcta “sol”a yakın mussolini bu işçi birliklerinin içinde örgütlenerek, bu birliklerden adına “italya kavga birliği” denilen milliyetçi bir konfederasyon yaratmasıyla Faşist kavramı sol literatürdeki “olumsuz” anlamını kazanmaya başlamıştır.bu türden karşıtına dönüşmüş kelimelerle birlikte halen dahi dönüşüm sürecine tanık olduğumuz, ilk anlamını halen içermekle birlikte kapladığı, tanımladığı alan genişleyen, daralan “ULUS” gibi kavramlarda vardır

Bilindiği üzere antik yunan site devletlerinin seçme ve bazı özel durumlarda seçilme hakkına sahip olan vatandaşlık statüsündeki bireylerine halk(demos) deniyordu. Birde bu halk içine girmesi, kaynaşması yasak olan, hiçbir vatandaşlık hakkı olmayan bu halk dışındaki “idiot” lar vardı(kelime anlamı itibariyle topraksız, mülkiyetsiz yoksul kitleyi kastediyordu), feodalizmde ise bu halk kavramının içine topraksız köylü ve burjuvaziye isim babalığı yapmış kale(bourg(fr)burg(alm) burç(tr)) devletlerdeki küçük esnaf ve mülkiyetsizler giriyordu (bourg-eois(burjuva))

Yönetim şeklinden mitolojisine kadar Yunan kültürünün taklidi olan Roma da ise bu “demos” kelimesi aynı anlamıyla vatandaşlık hakkına sahip olani kitleyi ifade etmesine rağmen, Roma vatandaşlık hakkına sahip olmayanlara ve Roma şehirlerine toplu şekilde göç etmiş aynı etnik kökene sahip olana yabancılara “natio”(“ulus” kavramının ilk nüvesi) denilmeye başlandı ve daha sonraları Roma dilindeki bu kullanımına müteakiben hiristiyan latincesinde inançzız topluluklar ve çok tanrılı toplumlar da “natio” olarak adlandırıldı (ki bu yabancılarında vatandaşlık hakkı yoktu) konumuzu yakından ilgilendirdiğinden dolayı bu “natio” kelimesinin geçirdiği evrimle devam edelim; avrupadaki ortaçağ üniversitelerinde öğrencilerin geldikleri ülkeleri ve bölgeleri tanımlamak için “nation” kelimesi kullanıluyordu, örneğin “nationes gallicorum” sadece galleri değil Italyanları, Ispanyolları, Yunanlıları ve doğulularıda kapsıyordu veya “nationes anglicorum” sadece Ingilizleri değil Almanları ve Iskandinav ülkelerinide kapsıyordu. 1500 lü yıllardan itibaren ortak atalar ve ortak geçmişle oluşmuş DEVLET birliğini tanımlamak için bu “nation” kavramı ilk olarak fransızca da ortaya çıkmış sonrasında da diğer batı dillerine yayılmıştır, feodalizme karşı, pazarı ele geçirmek için parçalanmış kale devletlerinin tek DEVLET te birleştirilmesi fikri “nation” kavramını ortaya çıkarmıştır, yani ULUS fikrinin altında kendi mülkiyetini ele geçirme isteği vardır. sonrasında çok etnisiteli(brötonlar, basklılar, korsikalılar,almanlar) Fransa da, özellikle 1789 burjuva devriminde “ortak dil” “ortak atalar” aranmaksızın “eşitlik” “özgürlük” “kardeşlik” gibi “ortak ilkeler ve amaçlar” doğrultusunda oluşmuş anayasal DEVLET te yaşayan herkes “ulus”u oluşturur denilerek kavramın kapsadığı kitle genişletilmiştir, nitekim yaklaşık 100 yıl sonra modern burjuva “ulus” ve “ulusculuk” tanımlamasının fikir babası olarak kabul edilen Ernest Renan “ulus” u tanımlarken esas birleştirici olanın çıkar birliği olduğunu, ortak çıkarların ihtiyacına göre oluşmus, oluşması gereken “ulus” un belli bir tarihsel döneme tekabül eden, çıkarların ortaklığının sona ermesiyle de tarih sahnesinden silinecek BİRLİK-DEVLET olduğunu dile getirir. burda gözden kaçırılmaması gereken esas nokta, fransızca da ilk çıkışından modern anlamını kazanana kadar geçirdiği evrimde“nation”(ulus) kavramının koşulunun DEVLET birliği olduğudur, bu anlayışa göre Birliği simgeleyen DEVLET “ulus” olmanın temel şartıdır.19. yüzyılın ikinci yarısında avrupada ulus, ulusçuluk ve Devlet üzerine yoğun tartışmalar yaşanırken Marx ve Özellikle Engels in bu tartışmaların dışında kalması düşünülemezdi,(belki henüz zamanı gelmediğinden, belki de ihtiyaç duymadıklarından takipçileri Lenin ve Stalin gibi yeniden bir ulus tanımlaması çabasına girmemişlerdi) Nitekim Engelse göre Kendiside özel mülkiyet olan her DEVLET bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki tahakküm aracıdır, ULUS-DEVLET sınırlarına hapsedilmiş proleteryanın burjuvazi ile hiçbir “ortak çıkarı”yoktur Dünya proleteryası, burjuvaziden ve sömürüden kurtulmak için hapsolduğu Devletlerde kendisini bir duvar misali çevreleyen sınırları temel alarak(çünki mülkiyeti sınırlar belirler) kendi sınıf örgütünü yaratmalı ve bu devletleri ortadan kaldırmalıdır, devamla, Dünya devrimine giden yolda kendisini ve burjuvaziyi yavaş yavaş ortadan kaldıracak geçici bir araç olan proleterya diktatörlüğüne yönelmelidir. Yani Devlet yine mülkiyetin bir başka biçimi olan Proleterya Devleti aracılığı ile zamana yayılarak yavaş yavaş ortadan kaldırılmalıdır Engels in proleterya diktatörlüğüne biçtiği temel rol, Dünya devrimine giden süreçte Devleti hem kavram hem de kurum olarak yok edecek geçici bir araç olduğudur. Çoğu yerde Sosyalizmi ve Komünizmi eş anlamlı olarak kullanan Engelsin Sosyalistlerin veya Komünistlerin özel mülkiyetinde ve yönetiminde olan sınıf mücadelesinin halen sürdüğü proleterya Devletini Sosyalist veya Komünist devlet diye adlandırması ve tanımlaması beklenemezdi. 

Engels bunu çok basit bir cümle ile ifade etmiştir; “Devletin olduğu yerde Sosyalizm yoktur”.çünki her devlet özel mülkiyettir. “Sosyalist Devlet” kavramını Lenin, “Komünist Devlet” kavramını Stalin icat etmiştir.Marx ve Engelsin Dünya Devriminin, öncelikle proleteryası gelişmiş sanayi toplumlarında başlayacağı öngörüsü, 1919 da almanya devriminin yenilgisine kadar o dönemin komünistlerinin ve tabiiki Lenininde yönünün batı avrupaya(özellikle sınıf hareketi diğer avrupa ülkelerine göre görece daha gelişmiş almanyaya) çevrilmesine neden olmuş ve Dünya Devriminin başlayacağı beklentisine sokmuştur. Dünya devrimi başlayacaksa sanayileşmiş ve dolayısıyle proleteryası gelişmiş Avrupa da başlamalıydı, ama almanyada devrim, öylesine güçsüzdüki, 1. paylaşım savaşında yenilmiş moral olarak çökmüş alman ordusunun artıkları tarafından daha doğmadan boğuluyordu, Dünya devrimi başlamamıştı, Rusyalar komünistleri ne yapmalıydı!! Ya avrupada herhangi bir ülkede yeniden Dünya Devriminin başlamasını bekleyeceklerdi yada proleterya diktatörlüğünün geçici bir araç olmasına mukabilen pratik düzlemde gereklerini yerine getirerek Dünya Devrimine hazırlanacaklardı. Ama Rusyali komünistler açıkça ifade etmeseler dahi kapitalizmin ölüm dönemine değilde yükselme, genişleme dönemine tarihlenmiş(veya öngörülmüş) “Dünya Devrimi” teorisini sorunlu görüyorlardı, ve bu sorunu aşmak adına ileride ceberrut Sovyet Devletinin temellerini atacak akıllara ziyan “tek ülkede sosyalizm” in gerçekleştirilebileceğini keşfediyorlardı. Devletin tedrici ölüm sürecini başlatacak Devlet mülkiyetini, ve bu mülkiyetin otoriter gücü olan parti ve orduyu proleteryaya (kaldiki Devrimin başlarında ne düzenli bir parti nede ordu vardı)paylaştırmak, yaymak yerine böylesine “tek bir ülkede(bunu Devlet diye okumak gerekir) sınıfsız toplum” oluşturabilmek, korumak, devamını sağlamak için de doğaldırki güçlü bir Devlete ihtiyaç duyacaklardı.güçlü devletin de proleterlere değil profosyenel yöneticilere ihtiyacı olacaktı. sonrası malum, proleterya devleti zayıflamak bir yana bu ucube Devlet Sosyalizmini korumak için dahada güçlenmiştir “kutsal sosyalist anavatanı”korumak adına emperyalistlerle pazarlıklar yaparak asli görevleri olan diğer ülkelerin devrimlerini desteklemekten, geliştirmekten yan çizmiştir.her şey “kutsal sovyet devleti” için.Sovyetler birliğindeki geriye dönüşün nedenlerini Stalinin ölümünden sonra değil bu “tek ülkede(devlette) sosyalizm” tesbitinin yapılıdığı dönemden itibaren aramak gerekir. Mao, Sovyetler birliğinideki bu sapmanın farkında olarak Devlet mülkiyetini ve otoritesini(parti ve ordu) en küçük komünlere kadar paylaştırmaya ve yaymaya çalışmış ama halk katmanlarında belli bir başarı sağlamasına rağmen özel olarak ÇKP nin genel olarak sovyetler birliğinden miras alınan KP lerin, genel sekreterlikten merkez komitesine kadar bürokratik mülkiyete müsait hiyerarşik yapısından dolayı Devlet yönetiminin(parti) üst kademelerinde başaramamıştır.(denemesine rağmen) oysa Burjuvazi den ödünç alınan Devlet mülkiyetinin sahibi parti de tedricen tasfiye edilerek idare ve yönetim proleteryaya ve komünlere devredilmeliydi, proleterya ve çin özgülünde genel olarak halk, emperyalist saldırılardan korunmak için hem ordu hemde parti olmalıydı. Herhangi bir şeye emek harcadığın ölçüde ona sahiplenir ve korursun, proleterya ve halkın üzerinde, emek sürecine katılmayan, üretmeyen, profosyenel yöneticilerden oluşmuş bir “parti” doğası gereği kendisini ayrıcalıklı mülki zümreye dönüştürür.”sarayda yaşayan biri, ahırda yaşayan biriyle aynı rüyayı göremez”(Marx) buna ilişkin bir örnekte kendi tarihimizden; 90 lı yıllarda Dersim de bir TİKKO komutanı, belli aralıklarla uğradıkları bir köylünün evinde,savaşçılar kuru toprağa oturmasına rağmen sürekli mindere oturur. Köylü komutanı uyarır; “Kewra sürekli mindere oturursan ...ün rahata alışır savaşamazssın“ nasıl yaşarsan öyle düşünürsün.

Proleterya ve Devlet ilişkisi ayrı bir yazının konusu olacak diyerek “ULUS” kavramına geri dönelim Stalin in “Marksizm ve ulusal sorun” adlı broşürünün ilk yazım tarihi ocak 1913, Lenin in “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kitabının ilk hazırlanış dönemi şubat-mayıs 1914 tür. Resmi tarihe göre 28 temmuz 1914 te başlayan 1.paylaşım savaşının hemen öncesine aittir bu tarihler. Bu paylaşım savaşının patlak vermesine yol açan ve aynı zamanda Stalin ve Lenin e bu eserleri yazdıran aynı nedenlerdir. “Ulusal sorun” a ilişkin Lenininst tezleri, 1. Paylaşım savaşının nedenleriyle birlikte okumak gerekir;; Savaşın, her ne kadar kendi iç pazarında sıkışan Almanyanın, İngiltere ve Fransanın sömürgelerine ve pazarlarına ve çok uluslu rusyalar imparatorluğuna yönelmesinin sonucu olarak çıktığı çoğunlukla kabul görmesine rağmen bir yanıyla eksik ve tek yanlı bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın sebebi hem ABD nin hemde Fransa ve İngilterenin emperyalist emellerini gizlemek içindir, Savaş başlamadan önce ABD de üretim fazlası krizi yaşanmaktaydı ve bu üretim fazlazısını dış pazarlara aktarma ihtiyacı duyuyordu, bunun için yönünü İngiliz ve Fransız sömürgelerine ve çok uluslu Rusyalar imparatorluğuna çevirmişti, yine Almanyaya karsı aynı safta olmalarına rağmen İngiltere ve Fransa, Dünyanın birçok yerinde ve özellikle Afrikadaki sömürgeleri üzerinde derin bir rekabet sürdürüyorlardı. Diğer taraftan sömürgeler üzerine bu rekabetin yanında Avrupa nın bir çok yerinde, egemen Ulus un Devlet sınırlarına hapsedilmiş ezilen bağımlı uluslar sorunu yaşanıyordu. En önemlilerinden birkaç örnek;; 19. Yüzyılın ikinci yarısında Garibaldi(1807-1882) önderliğinde hemen hemen hem birliğini hemde bağımsızlığını kazanmış İtalyanın halen Almanca konuşan bölgeleri üzerinde Avusturya ile, Fransızca konuşulan bölgeler üzerinde Fransa ile sorunları devam etmekteydi, Almanca konuşulan Fransa sınırları içindeki, 19. Yüzyılın sonlarında yaşattığı tartışmalarla modern ULUS tanımlamasının ortaya çıkmasına sebep olmuş Alsace bölgesi Almanya ve Fransa arasında sorun olmaya devam ediyordu, 20. Yüzyılın başlarında James Connolly(1868-1916) önderliğinde İngiliz egemenliğine karşı büyük bir kalkışmaya sahne olmak üzereydi, İrlandada sorun tüm yakıcılığıyla devam ediyordu. Almanya ve Rusyalar imparatorluğu arasında Polonya sorunu, Baltık ülkeleri sorunu vd. Stalin ve Lenin in, Avrupanin Uluslar eksenindeki bu çatışmalı ortamında ve gözünü Rusyalar imparatorluğunun Uluslarına göz dikmiş ve Uluslar içinde 5.kol çalışmaları yürüten Emparyalistlerin ULUS tanımlamalarına ve politakalarına kayıtsız kalabilmeleri mümkün değildi. Örneğin Almanyanın sonradan 1. Ve 2. Paylaşım savaşlarında işgal edeceği, SSCB nin dağılmasından sonra Avrupa birliği aracılığı ile bugünde aynı emelleri ve politikaları sürdüreceği , büyük çoğunluğu katolik olan Ukrayna da, ortodoks Rusya ya karşı Ukrayna milliyetçileriyle birlikte bu mezhep farkını kullanarak Ukrayna Ulusçuluğunu geliştirmeye çalışması bile Stalin ve Leninin Emperyalist Ulusçuluğa karşı Marksist bir tavır ve politika oluşturmasına tek başına yeterliydi. Sömürge sorununa ilişkin Marksist bir politika geliştirmek nispeten daha kolay olmasına rağmen, egemen ulusun Devletinin sınırlarına hapsedilmiş ezilen bağımlı ulusların “ulusal sorununa” ilişkin Marksist bir tutum ve politika geliştirmek o zaman yaşadıkları teorik tartışmalarda görüldüğü gibi o kadar kolay değildi. En nihayetinde ULUS ve ULUSÇULUĞUN altında yatan Mülkiyet ve mülkiyetine, tarlasına, toprağına sahip olma isteğidir. Tarlayı, toprağı, pazarı sahibleri adına belirleyen de sınırlardır, Sınırların koruyucusu ise Devlettir sınırların olmadığı yerde Mülkiyetten de sözedilemez. Nihai hedefi Tüm Dünyada sınırları, mülkiyeti ortadan kaldırarak sınıfsız toplum yaratmak olan Marksistlerin, doğaldırki yoketmek istedikleri mülkiyetin örgütlenmiş hali olan ULUS-DEVLET yaratmaları, örgütlemeleri, beklenemezdi. “proleteryayı milliyetine göre ayırmak, örgütlemek karşı devrimciliktir”(Lenin) Ama ortada Emperyalistlerin kendi çıkarları için kaşıdığı proleteryanın birliğini parçalayabilecek burjuva demokratik bir sorun vardı. Lenin bu çelişkiyi, “bir şey yaşamadan ölmez” diyalektik yasasına dayanarak çözmeye çalışmıştır. Ezilen ulus proleteryasının, ezen ulus proleteryasıyla kendisini eşit görebilmesi ve sınıf mücadelesine aynı güçle katılabilmesi için Ulusunu ve Ulusal duygusunu yaşamalıydı. Kendiside bir sahiplenme, mülkiyet sözleşmesi olan Nikah tan “boşanma hakkı” veya “birleşmek için ayrılmak” olarak tanımladığı “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” nı, “yoketmeye, ortadan kaldırmaya çalıştığımız bir şeyi yaşaması için nasıl destekleriz” diye eleştiren ve Devrim teorisine aykırı bulan Rosa Luxemburga, Lenin mealen “bu burjuva demokratik haktan yararlanabilme özgürlüğü oluşturulmuş proleterin bu hakkı kullanmayacağı” ve “sadece bu sorunu çözmek için egemen ulusun zorbalığına,zalimliğine, haksızlığına yönelmiş ezilen ulusun demokratik mücadelesini, proleteryanın mücadelesinin önünde engel teşkil etmedikleri sürece destekleyeceklerini” cevabını verebilmiştir. Lenin, bir şeyin sorun olmaktan çıkabilmesi, ortadan kalkabilmesi için son noktasına kadar yaşamalıdır diyerek ULUSAL SORUN a evrim-ci bir tarzda yaklaşmıştır.

Avrupa özelinde ve Dünya genelinde soruna böyle yaklaşan Aynı Leninin, Rusyalar imparatorluğu ve sonrasında sovyetler birliği bünyesindeki uluslara yaklaşımı ise evrim-ci değil proleterya diktatörlüğüne uygun bir biçimde devrim-cidir. Ekim devriminin akabinde tüm Rusyalar imparatorluğu içindeki komünlerde(sovyetlerde) bolşeviklerin en güçlü oldukları moskova ve Sankt Petersburg(Leningrad) komünleride dahil “sosyalist devrimciler”(köylü devrimcileri olan narodniklerin devamı) çoğunluğu oluşturmaktaydı, orana vurulursa komünlerin çoğunluğunda bolşevikler % 10 u bile geçmiyordu, 1918 in ocak ve ağustos aylarında Lenini öldürme girişiminde bulunan “sosyalist Devrimciler” bu olayları takiben 1-2 yıl içerisinde komünlerdeki çoğunluklarını ve dolayısıylede etkinliklerini kaybediyorlardı. Lenin bu öldürme girişimlerinin soruşturulması görevini RSDİP in önemli kadrolarından polonya kökenli Felix Dserschinski(1877-1926) ye vermişti, bu soruşturmalar içinde KGB nin önceli olan ÇEKA yı kuran organize eden Felix Dserschinski, lenin in talimatları ve yönlendirmesiyle hem komünlerde çoğunluğu elinde bulunduran hemde karşı devrimci terörist faaliyetleri ile bolşevikleri uğraştıran “sosyalist devrmiciler” sorununu kökünden!!! çözüyordu. Diğer taraftan karşı devrimci beyaz ordular(kolçak, denikin, wrangel) özellikle kafkasyada sovyet devrimini tehlikeli bir biçimde tehdit ediyordu, kafkasya ve orta asya tahıllarının ulaşım noktalarının birleştiği ana dağıtım merkezi olan Çaritsin i (Stalingrad, şimdiki Volgograd) ele geçiren karşı devrimci ordular kuzey ve kuzeybatı rusyaları açlıkla tehdit ediyordu, stratejik öneminden dolayı Çaritsini ele geçiren güç tüm Rusların denetimini ele geçirmiş olacaktı (kızıl ordu başlangıcta bu tehditi ortadan kaldırmak için kurulmuştur) 2. Paylaşım savaşında Almanya faşizmi de aynı nedenlerle Stalingradı ele geçirmeye çalışmıştır. Ingiliz ve amerikan emperyalistlerinin askerleri kafkas ülkelerinde cirit atıyordu, işgal altında olan bakü de RSDİP merkez komite üyesi stephan şaumyan 26 halk komiseri ile birlikte bu emperyalistlerın askerleri tarafından katlediliyordu, kısacası emperyalistler Sovyet Devriminin kapısında fırsat kolluyorlardı, işbirlikçiler, ajanlar aracılığı ile 5.kol çalışması yürütüyorlardı, karşı devrimci orduları el altından destekledikleri gibi moskova ve petersburg başta olmak üzere büyük şehirlerde önemli kadrolara yönelik suikastler örgütlüyorlardı. Birde yukarıda değinildigi gibi 1919 da almanya devriminin yenilmesiyle dünya Devrimine ilişkin teorik sorunlarda ortaya çıkmaya başlamıştı.Devrimin ilk birkaç yılında yaşadığı bu sorunların arkasından RSDİP Ukrayna ve Gürcistan sorunlarını önünde buluyordu, Savaş öncesinde ve esnasında Almanyanın, savaş sonrasında ingiliz ve amerikan emperyalistlerinin 5. Kol çalışmaları sonucu her iki ülkede de milliyetçilik oldukça gelişmiş olduğundan proleteryanın birliğini ve Devrimi tehdit ediyorlardı., Ukrayna ve Gürcistan “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” na binaen birlikten ayrılmak istiyorlardı. Üstelik ayrılmak isteyenlerin başını çekenlerde her iki ülkenin RSDİP çizgisindeki “sosyalist” partileriydi. Güricistan ayrılıkçılarına mektup yazarak “ayrılma hakkı” nı saygıyla karşıladığını dile getirerek, kamuoyunda, ayrılmaya karşı olan Stalin le ayrışma görüntüsü veren Lenin, RSDİP in belkemğiini oluşturan, Stalinin hakimiyetinde olan kafkasya kadrolarını görevlendirerek mevcut olan sorunu “sosyalist devrimciler” sorununda olduğu gibi proleter bir diktatöre yakışır biçimde kökünden!!! hallediyordu. Ukrayna ayrılıkçılarına karşı ise zehir zemberek ağır bir mektup göndereren Lenin “ayrılma hakkı” na “saygı” yı ukrayna dan esirgeyerek, yine RSDİP in önemli bir kadrosu olan Ukraynalı Frunze(1885-1925) yi Kiev e sorunun halli için gönderiyordu. Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacığı gibi, yaklaşık 10 gün kiev de kalan Frunze, Proleterya Diktatoryasının hakkını vererek Moskova ya döndüğünde Kiev de ayrılıkçıların öncüleri ayrılık ideallerini devam etttirebilecek fiziki varlıklarını dahi devrime bağışlamışlardı.

1. Paylaşım savaşının öncesinde, esnasısında ve hemen sonrasında hem çok uluslu rusyalar imparatorluğuna hemde birbirlerinin sömürgelerine ve ezilen bağımlı uluslarına göz dikmiş Emperyalistlerin bu yayılmacı “ULUS” politikalarına karşı Marxist bir perspektiv oluşturmak, proleteryanın kavgasında sorun oluşturabilme potansiyeli yüksek olduğundan dolayı gerekliydi. Yani politik bir ihtiyaca cevap olabilme adına emperyalist paylaşım sürecinin dayattığı taktiksel bir perspektivdi, her ne kadar sonrasında takipçileri tarafından soruna stratejik yaklaşılmasına rağmen. Nitekim Lenin in batı avrupa ve dünyadaki ezilen bağımlı uluslara yaklaşımı ve pratiği evrimci UKKTH na uygunken önce rusyalar imparatorluğu sonrasında sovyetler birliğindeki uluslara yaklaşımı ve pratiği ise tamamen proleterya Devriminin somut ihtiyaçlarına göre şekillenmiştir. Esas olarak ezen ulus burjuvazisi ile ezilen bağımlı ulus burjuvuzisi arasında mülkiyet kavgası olan “ulusal sorun” burjuva bir haksızlık içermesiyle burjuva demokrasisi kapsamındadır. Proleterya devletinde, sosyo-ekonomik koşullara bağlı olarak eğer demokratik devrim gerekli ise ancak mülksüzleştirmenin hemen öncesindeki demokratik devrim kapsamına girer. Lenin in, UKKTH ile devrim arasındaki çelişkiyi gidermek adına “proleteryanın mücadelesine engel olmadığı sürece, destekleyeceğiz” dediği bu “burjuva haksızlığı” ortadan kaldırmaya yönelen “demokratik muhteva” sovyetler birliğinde Devrimin çıkarları gereği desteklenmemiştir.

ULUS burjuvazinin oluşturduğu sadece tarihsel bir döneme tekabül eden geçici bir mülkiyet birliğidir, ULUS-DEVLET in sınırları bu mülkiyeti oluşturur, sınırlanan her şey beraberinde idari bir denetimide yaratır. esas görevi yeryüzünden mülkiyeti kaldırmak olan komünistlerin ilk hedefi ise bundan dolayı Ulus devlet sınırlarıdır. Buradan anlaşılacağı gibi yeni sınırlar oluşturmak komünistlerin varlık gerekçesine aykırıdır. Komünistlerin varlık gerekçesi özel olarak proleterya genel olarak halktır.

Halk nedir ve ulus ile farkı nedir sorusuna, fransız ütopik sosyalistlerinden biri olan Saint Simon(1760-1825) mealen şöyle cevap verir; “Kralı, kraliçeyi, prensleri, prensesleri, soyluları,genaralleri, derebeylerini Fransadan çıkarırsak geriye ne kalır? Fransa kalırdı. peki işçileri, köylüleri, memurları, zanaatkarları Fransadan çıkarırsak geriye ne kalır? Fransa kalmazdı” bir Devlet en başta proleterya olmak üzere halk katmanlarının emeği üzerine inşaa edildiğinden dolayı Burjuvazi, Devletin sürekliliğini sağlamak için halkı “ortak çıkarlar” yalanıyla uyutmaya çalışarak yalanı kurumsallaştırır. Bu yalanı, “korkan otoriteye sığınır” düsturuyla halkı korkutarak beslemeye, canlı tutmaya çalışır. Klişeleşmiş yalanlarıda üç aşağı beş yukarı bütün devletlerde aynıdır. “hepimiz aynı gemideyiz, batarsak hepimiz batarız, işini kaybedersin, evini kaybedersin, refahını kaybedersin, canını kaybedersin” vb. Bu korkutmanın halk katmanları içindeki etkisi, sahip oldukları mülkiyetin azlığına, çokluğuna bağlı olarak farklılılık gösterir, aşağıdan yukarıya mülkiyet arttığı oranda korkunun etkiside artar, en alttaki mülksüzler olarak “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan proleterya”da bu korkunun etkiside üst sınıflara oranla en alt düzeydedir. Komünistlerin örgütleyeceği, önderlik edeceği ve iiçinden çıkacağı proleterya sınıfı, sistemle mülkiyet bağı olmadığından dolayı bu “korku” yu en çabuk parçalayacak en devrimci sınıftır, komünistlerin proleterya ile ilişkisi Komünizme kadarken halkın diğer katmanlarıyla ilişkisi sömürü koşullarına bağlı olarak dönemsel olduğu gibi demokratik devrimin tamamlanmasına kadardır. Komünistlerin halkın diğer katmanlarıyla ilişkisi bu sürecte proleteryadan sonraki en alttaki sınıftan itibaren üst sınıflara doğru yukarıda dile getirilen mülkiyet eğrisine bağlı olarak güçlü ilişkiden zayıf ilişkiye bir hat izler. Sözgelimi bir sömürgede veya işgal altında bir ülkede eğer gerekiyorsa milli burjuvazi ile ittifak ilişkisi emperyalist tehlike ortadan kalkana kadar sürebilecekken, küçük burjuvazi ile ilişkisi demokratik devrim tamamlana kadardır. Burada bahsi geçen “halk” Marxist ekonomi-politikte, etnik bir topluluğu veya bir milliyeti tanımlamak için kullanılan sosyolojik bir kavram değil, aksine ezilen, sömürülen sınıfları tanımlamak için kullanılan iktisadi bir kavramdır. Bir ULUS-DEVLET sınırları içinde, üretim araçlarıyla birlikte üretici güçleri oluşturan proleterya ve diğer halk katmanları, üretici güçlerini mülkiyetini elinde bulunduran burjuvazinin egemenliğinde milliyet ayrımı olmaksızın tek bir PAZAR a hapsedilmiştir, bizim söze “çeşitli milliyetlerden Türkiye proleteryası” diye başlamamızın bilimsel dayanağı bu ekonomi-politik gerçekliktir, yoksa mevcut sınırları meşru gördüğümüzden değil. Bir devletin sınırları içinde iki ve daha fazla pazardan sözedilmeyeceğinden dolayı iki ve daha fazla halktanda sözedilemez. İki ve daha fazla Milliyetlerden sözedilebilir, ama iktisadi bir kavram olan halk ile sosyolojik bir kavram olan milliyet karıştırılmamaladır. Buradan da anlaşılacığı gibi, bir TİKKO gerillasının, bir PKK gerillasıyla yaptığı röportajda, “iki halkın birleşik mücadelesine ilşkin görüşünüz nedir” ve sanki kendisi Sadece Türk halkı adına ordaymış gibi “burdan Türk halkına bir mesajınız varmı” sorusunda ifadesini bulan “halkların birleşik devrimi” anlayışı Marksist devrim teorisinden ciddi bir sapmadır. Halk, sınıfsal bir kategori olarak değerlendirilmeksizin, içinde bütün sınıfları barındıran ezilen, baskı altında olan bir ulusu, etnisiteyi, milliyeti tanımlamak için kullanılırsa, hem ezilen ulus burjuvazisi ve mülkiyet arzusu gözden kaçırılarak ezilen ulusun sadece halk katmanlarından oluştuğu yanılgısı ortaya çıkar hemde bu yanılgının doğal sonucu olarak egemen-ezen ulusuda tehlikeli bir biçimde sadece “halk” olarak görme eğilimi baş gösterir.(ezilen Kürt Halkı, ezen Türk halkı gibi) Lafızda gerçeğin öyle olmadığı söylensede Kendine “sol” “komünist” diyenlerin legal yayın organlarında bu tehlikeli eğilimin örneklerini görmek mümkün. Örnegin 2015 milletvekili seçimlerinden hem önce hem de sonra Kürt ulusal hareketi ile “ittifak” yapmış bu “sol” “komünist” çevreler, beklentileri karşılanmayınca “Türk halkının” ezilen “Kürt halkının” sorununa duyarsızlığından dem vurup, kendi varlık gerekçeleri olan “Türk halkını” elitist burjuvalar gibi aşağılamaları, neden duyarsız olduklarını araştırmak, sorgulamak ve bilince çıkarmak yerine halkı yargılamaya kalkmaları işin vehametini gözler önüne sermektedir. Veya Ankaranın kalbi olan Kızılayda Kürt milliyetçileri tarafından halktan 37 kişi katledildiğinde dostlar alışverişte görsün hesabı “sivillere yönelik eylemlere karşıyız” diyerek bu katliamı yapanlarla “ittifakı” devam ettirmede bir sakınca görmemeleri, hiçbir utanç belirtisi göstermeden bu “ittifakı” aklamaya çalışmaları ezen Ulusu sadece ezen halk olarak görme eğiliminin bir sonucudur.” Kürt halkının” yaşadıkları acıları anlasınlar diye “Tırk” şehri Ankaradada “Türk halkı” katledilmelidir!!!! borç para almak için gittiği evden boş dönen bir köylüyü yanlışlıkla tutuklayan “Türk” İbrahim, yanlışlığını anlayınca o köylünün düşmanlığını kazanmamak için defalarca hem özür diler hemde af diler üstelik kendisininde şiddetle ihtıyacı olan cebindeki tüm parayı o köylüye verir. Komünist olarak varlığını borçlu olduğu halkın düşmanlığını kazanmamak için nerdeyse yalvaran, halk olmadan bir hiç olacağı bilincinde olan “Türk” İbrahimden bu yana, halkın düşmanlığını kazanmayı ve halkı kaybetmeyi umursamayan “ibrahimin takipçisi” olduğunu iddia eden, milliyet örgütlemeye soyunmuş, tüm bir Ulusu halk olarak görme eğiliminden dolayı gerçek halkın önünde konumlanma becerisini yitirmiş “komünistlere” muaazzam bir yol katetmişiz Halk kendi yolunu egemenlerden etkilenmeden bulabilme basireti gösterebilse öncüye, öndere, yol göstericiye, devrimciye, komüniste ihtiyaç duymaz.hele hele kendisini katledenlerle kolkola girenlere hiç ihtiyaç duymaz

Hal böyle olunca, pratiklerine uygun bir teori oluşturmak için ibrahimin portresi etrafına çeşitli renklerde şeritler çekerek, ibrahim’in Kürt Ulusal sorununa yaklaşımıda sulandırılarak renklendirilmeye çalışılır.ibrahim’i milliyetçiliğe yakınlaştırmak için kürt milliyetçi kadrolardan Marksist yaratmaya çalışarak İbrahim’le aynılaştırılmaya çalışılır. PDA revizyonistleriyle Ulusal sorun üzerine giriştiği tartışmalarda ibrahim, “halkın kendi kaderini tayin hakkı” önermesine şiddetle karşı çıkarak “böyle bir önermenin sosyalist Devrime tekabül edeceğini” ve “ulusal baskının sadece halka değil tüm ulusa uygulandığını” ve “o yüzden ulusların kendi kaderini tayin hakkı önermesinin doğru olduğunu” ifade etmesine rağmen bugün “ibrahim’in takipçileri”iddiasında olanlar ibrahimin kemiklerini sızlatırcasına yayın organlarında PDA revizyonistleri gibi “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı” gibi cümleler kurabilmektedirler. Halkı iktisadi bir kavram, sınıfsal bir kategori olarak görebilme, değerlendirebilme kabiliyeti yada acı bir şekilde niyeti ortadan kalkmışssa, Komünistler kendi varlık gerekçeleri ni yitirmiş demektir, en vahimide varlık gerekçelerini yitiren komünistler, “ulusal haraketleri sınıf mücadelesinin önünde engel teşkil etmediği sürece destekleriz” diyen Lenin e mezarında takla attırırcasına “kürt halkının temsilcisi” olarak gördükleri, ezen ulus burjuvazisi ile pazarlığa oturan ezilen ulus milliyetçilerinin “çözüm(pazarlık) sürecininin hassassiyetleri var ona göre davranalım” telkinleri sonucu, askeri savaşımı sıfırlayarak, yada pazarlık süreci kesintiye uğradığında kendisini bu bahsi geçen milliyetçilere yedekleyerek kendi iradeleriyle sınıf mücadelesinin önünde engel yaratırlar. “kürt halkı” kürtlüğe, “türk halkı” türklüğe indirgenirse ve halk sadece etnisiteye, milliyete veya daha geniş anlamıyla ulusa indirgenirse “halk-lar” çoğalmaya başlar, “halklar” diye bahsedilen milliyetlerin, ulusların ortaklaşması adına “halkların birleşik devrimi” gibi ucube kavramlar ortaya çıkar. Pek tabiiki bu çarpıklığın sonucu olarak “enternasyonalist dayanışma” dedikleri şeyde türklüğün, kürtlükle dayanışması olarak milliyetçi bir karaktere dönüşecektir. Bir kez daha yineleyelim, Tek Pazar ilişkilerinin hakim olduğu bir ulus-devlettte iki halk olmaz.

Marx ın „burjuva aptallığı içinde bir dahi” olarak tanımladığı ingiliz filozof-hukukçu, pragmatizm(faydacılık) in önemli teorisyenlerinden biri olan Jeremy BENTHAM(1748-1832) tarafından ilk olarak kavram haline getirilen İnternational(Enternasyonal) kavramı da sol ölçülere göre başlangıçta olumsuz anlamlar içermekteydi. İngiltere sömürgeciliği o zamanlarda diğer ülkelerle olan ticarette o ülkelerin pazarını koruyan gümrük duvarlarına ve koruyucu yasalarına çarpıyordu.

Malların dolaşımına engel olan bu durum ve yarattığı sorunlar ülkelerin iç hukuku(municipial law) ile aşılamıyordu.Bentham bu sorunu aşmak, yani ingiltere sermayesinin ve mallarının daha rahat dolaşımıını sağlamak adına bu ülkelerinin iç hukukunun üzerinde Devletlerarasında yapılacak anlaşmalarla yasal zemini hazırlanacak Uluslararası Hukuk(international law)un oluşturulması gerektiğini teorize ediyordu. Enternasyonal kavramının tarih sahnesine ilk çıkışı bu emperyalist ihtiyacın sonucudur.

Kavram sonrasında hukuk zemininden çıkarak daha geniş alanlara yayılmış, emperyalist ilişkilerin gelişmesiin etkisiyle uluslar arasındaki her türlü , ticari, hukuksal, politik, kültürel ilişkiyi tanımlar hale gelmiştir. Esas olarak proleterya ve halk için olumlu anlamı Ingiliz sendikacılar ve fransız göçmenler tarafından 1864 yılında londrada kurulan 1.Enternasyonal(Internationale arbeiterassoziation-IAA) ile başlar. 13 ülkeden çeşitli işçi örgütlerinin,sendikalarının, sosyalistlerinin, anarşistlerinin hatta cumhuriyetcilerinin(italya) katılımıyla gerçekleşen toplantıya Londra da yaşayan alman işçi örgütlerinin davetiyle katılan Marks, Enternasyonal in teorik ve pratik genel hatlarını, hangi ihtiyaçtan doğduğu, hangi amaca hizmet edeceği gibi konularda ayrıntılı açıklamalarda bulunarak Enternasyonal’in yönlendirici otoritesi olmuştur.Devlet sınırları ile parçalanmış uluslararası proleteryanın karşılaştığı sorunların tartışıldığı bir kurum olmak ve çeşitli ülkelerdeki sosyalist örgütlerin birlikte hareket etmesini sağlamak, özel mülkiyeti, sürekli orduları,sınırları ortadan kaldırmak gibi hedeflerle yola çıkmış Enternasyonal daha sonraki toplantılarında Marks ve Bakunin arasında gerçekleşen Komünizm ve Anarşizm tartışmaları sonucu bölünerek zayıflamasına rağmen varlığını 1876 ya kadar sürdürmüştür.1889 da kurulan, Marxist Terminolojide revizyonist olarak tanımlanan 2.Enternasyonal 1.Dünya savaşının başlamasıyla üye sosyal demokrat partilerin uluslararası proleter dayanışmayı ve mücadeleyi yükseltmek yerine kendi ülkelerinin hükümetlerinin savaş kararlarını desteklemesinden dolayı dağılmıştır.

Leninin inisiyatifinde 1919 da moskova da, Marxın 1. Enternasyonalde formüle ettiği temel hedefler doğrultusunda kurulan 3.Enternasyonal(komintern) çeşitli ülkelerden Komünist partilerinin bir üst örgütü olarak dünya devriminin öncüsü, önderi olacak DÜNYA KOMÜNİST PARTİSİ olarak tanımlanmıştı. Her ülke komünist partisi bu üst partinin bir seksiyonu olarak, nihai hedef olan Dünya Devrimini gerçekleştirmek için öncelikle yaşadıkları Devleti ve sınırları ortadan kaldırmayı hedefleyecek, ve bu mücadele sırasında diğer ülkelerin KP leriyle dayanışma içerisinde olacak, destek olacak koşullar gerektiriyorsa ve “vatanı olmayan Komünistler” Devrim durumu kendi ülkesinden daha ileride ise bizzat o ülkede mücadeleye katılıp savaşacaktıda.

Demekki neymiş;; Enternasyonalizm , KOMÜNİST partilerinin nihai hedef olan komünizme ulaşmak için birbirleriyle, yardımlaşma, ortaklaşma ilişkisiymiş, yoksa bugün, milliyetleri tanımlamak için iktisadi bir kavram olan “halk” kavramını kullanan, şakülü kaymış birilerinin iddia ettiği gibi milliyetlerin veya ulusların dayanışması değil.

M.Gül Bern, 15.08.2016

Kendini Kaf dagında zanneden bir çeyrek "aydın"Haydar Karataş

Bazen zorunluluklarla, bazen tesadüflerle, bazen daha iyi bilen birisinin yönlendirmesiyle bazı kişiler bilgilenme anlamında yaşadığı toplumun gelişmişlik düzeyinden kendilerini daha ileriye taşırlar, gerek bilgiyi fethetmenin verdiği haz(“mutluluk fethetmektir.” Engels) gerekse de öğrendikçe doğa ve toplum karşısında özgürlük duygusunun güçlenmesi,  bu bazı kişilerde,  bilgilenmeyi bilinçli bir eyleme dönüştürür.( “insan bilmediklerinin esiridir, öğrendikçe özgürleşir” spinoza)  ve düşün dünyasının büyümesiyle, olgulara, olaylara, nesneye diğerlerinden farklı olarak daha geniş açılardan bakmaya ve yorumlamaya başlar.(“Bilmek egemen olmaktır” F. Bacon)  “Entelektüel birikimin” ilk adımlarıdır bunlar, bilgi kapasitesi arttıkça, hacminin büyümesiyle  daha çok kar toplayan kartopu misali, bilgiye yürüyen adımlarda,  artmaya ve hızlanmaya başlar,  ve bir “zirve tırmanışı” başlar, kimisi  daha yokuşun başlarında  bu bilinçli öğrenme eylemini, ihtiyaçlarının yönlendirmesiyle,   ya o ana kadar yaptığı işte, ya da bu sürecin açığa çıkarttığı yeteneklerinde yoğunlaştırarak profesyonelleşme eğilimi gösterir, kimisi “bütün” ü kavramak adına yoluna devam eder, kimisi de günlük yaşamın zincirlerinden kendini kurtaramayarak tökezler. Yoluna devam eden kişi öğrendikçe, yokuşu çıktıkça bilgisinin kaynağı ve yaratıcısı olan, yaşadığı toplumdan farklılaşır, kendini farklı hissetmeye başlar, “bilme” düzeyinde makas açılmasıyla, eğer bilgilenme eylemini, yeniden kendi kaynağına, toplumuna yönlendiremezse yani içinde yaşadığı toplumuyla “bilgisini” etkileşime tabi tutup sürekliliğini sağlayamazsa “bilgi” yalnızlaşmaya başlar,  kesintiye uğrayan,  beslenemeyen “bilgi” bir süre sonra “zirve” addedilen  “nesne üzerinde edinilecek bilgi son bilgidir”(pozitivizm) raddesine ulaşarak bilginin sahibini de yalnızlaştırır.

  Kişi  yol ayrımındadır, ya artık ihtiyacını hissetmeyerek geliştiremediği “bilgisiyle” beraber, çıktığı topluma küçümseyerek tepeden baktığı “zirvesinde” bireysel bir tükenişe doğru sürüklenecektir, yada bilgisini yaratan koşullara, topluma rücu ederek, gelişmişlik düzeyiyle, farklılığıyla kendisinden   geride kalanlarında  “bilgilenme” seviyesini ileriye taşıma çabası içine girecektir. Bu yol ayrımında hangi seçeneğin baskın geleceği,  kişinin köklerine bağlılığına, vicdanına, yüreğine ve çevresiyle kurduğu duygusal ilişkiye bağlıdır. İkinci seçeneğe, yani bilgisinin kaynağına doğru kişinin iradesini yönlendirmesi, “Aydın” olabilmenin ilk adımıdır. Bundan sonrasında ise, cehaletin karanlığından kurtulma mücadelesinde, toplumuna, halkına “öncü” “bilen kişi” olarak hangi ölçüde ve nasıl aydınlatıcı, yol gösterici olacağı, hangi bedelleri ödeyebileceği ne kadar “Aydın” olacağının öznel  koşullarını oluşturacaktır. 

Nesnel koşullarını da, ait olduğu sınıfın,  ulusun, toplumun, çevrenin gelişmişlik seviyesi belirleyecektir;  emperyalist boyunduruktan dolayı kapitalist üretici güçlerin (ve bunun sonucu olarak kapitalist üretim ilişkilerinin)  tam anlamıyla gelişmediği Dünyanın bir çok ülkesinde burjuva demokratik devrimi ya henüz gerçekleşememiş yada tamamlanamamıştır, birkaç müstesna komünal topluluk hariç,  emperyalistlerin sömürgeleri olan bu yarı feodal ülkelerde,  feodal ve kapitalist üretimin  iç içe geçmesinin sonucu olarak birey ve toplum da buna göre biçimlenmiştir. Her şey yarım!!!!  

Burjuvası  yarım,  kendi pazarına hâkim olamayan burjuvasının gelişmemesi sonucu,  Proleteri yarım,  hem kendi yaşamını idame ettirmek için hem de Pazar için üreten köylüsü yarım, “yarı şehirli, yarı köylü” veya şehirde yaşayan köylü.  Böyle bir ülkede ve toplumda,  eşyanın tabiatı gereği,  genel olarak kültürel yapıyı oluşturan her şeyin de(Din, Siyaset, Sanat, Bilim vd.) buna göre oluşacağı kaçınılmazdır.  Bu nesnel koşulların egemen olduğu bir ülkede, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız, fikir üretmeye, toplumunun önünde gitmeye çalışan “Aydın” da, doğal olarak yarım “Aydın” olacaktır.(“Ülkemiz yarı Aydın cennetidir” Çetin Altan) Bu “yarı Aydın” olma durumunu, tamamına erdirmenin yolu; bu yarım olma durumunun sorumlusu emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı  mücadele eden toplumun en ilerici güçleri devrimcilerle ya yan yana yada birlikte hareket etmekten geçmektedir,  Bilgi birikimine sahip yalnızca “durum tespiti” yapan “Entel”le, durumu değiştirmek için, her türlü bedeli göze alarak  mücadele eden AYDIN arasındaki zurnanın malum yeri burasıdır.

Bu giriş yazısının amacı;   ülkelerini terk ederek “mülteci” konumuna düşen ve buna rağmen halen çok uzaktan ülkeleri ve toplumu üzerine “fikir”  üretmeye çabalayan,  “düşünsel faaliyetler” in kaynağı ve yaratıcısı toplumundan uzaklaşması sonucu, bu “yarı aydın” olma durumunu da yitirerek Çeyrek “Aydın” olanların daha iyi anlaşılması içindi. Gerçi bu yazıya konu olacak kişinin çeyrek “Aydın”lığı bile tartışılır, ama hakkını yemeyelim, aşağıdaki satırlarda görüleceği gibi o kadar yalan ve çarpıtma da bir düşünsel faaliyet gerektirir.  Bu çeyrek “aydınlar” genellikle yaşadıkları ülkelerde, şişkin egolarını doyurmak için “aydın” görünmeye ihtiyaç duyduklarından dolayı, kendileri gibi aynı ülkeden ve kültürden gelen mültecilerin etraflarında dolaşırlar,  etraflarında diyoruz, çünkü “büyüklüğünü” “farklılığını” gösterebilmek için bu çevrelere “mesafeli” görünmesi gerekirken,  aynı zamanda bu “üstün” duygularını tatmin etmek için küçümseyeceği bu çevrelere ihtiyaç duymaktadırlar. Hangi gün ve saate ülkesini terketmişse gelişim saati orada duran, yıllarca ülkesinde yarım olan burjuvasına küfretmiş, karşı gelmiş, feodal kültürden görece daha “ileri” gerçek anlamıyla burjuva kültürü ve sistemi içinde yaşayınca, nedamet getirir gibi “yıllarca biz bu sisteme mi karşı gelmişiz” diyerek sisteme aşık olan bu  yarı proleter yarı köylü çevrelerde elbette ki halkın davasına sırt çevirmeyi haklı kılmak için “akıl danışılan bilge kişi” olarak bu çeyrek “aydınlara” ihtiyaç duymaktadırlar, yani satan var alıcısı da var. 

  Bu tür çeyrek “Aydınlar” akılları sıra kendilerini “sıradanlaştıracak”  bu çevrelerle ne birlikte olabiliyor nede onlardan vazgeç(e)meyerek paradoksal bir tutum sergilemektedirler. Ayrıca, hele birde köken olarak politik bir hareketten geliyorlarsa, -öyle ki kendi tutumunu olumlamak adına bu hareketten gelebilecek olumsuz haberlere karşı tüm antenleri ve kanalları tam kapasite çalışırken bu çevrelere bağımlılıkları daha da artmaktadır. (“Derin olduğunu bilen kimse kolay anlaşılır olmaya çalışır, kalabalıkta derin görünmekten hoşlanan kimse ise anlaşılmaz olmaya çalışır. Kalabalık dibini göremediği her şeyi derin sanır çünkü!““ Friedrich Nietzsche)

Geçenlerde internetteki haber ve tartışma sitelerinde (Dersimnews ve  Kurdistanpost adlı sitelerde) bir küfürname yayınlandı, daha önceki bir yazısında Dersimlilere,  alevi dede ocakları hiyerarşisi içinde örgütlenmenin  ve politik kimliklerden arınarak katılmanın zorunlu olduğu bir kongre çağrısı yapan  bu Çeyrek “Aydın” Haydar Karataş  demir attığı karanlığa bakmadan Marksizm in “gericilik”, Marksistlerin de  “geri zekâlı” “aptal” olduğunu, tarihi, felsefi, politik yalanlarıyla,  bir fikrin evrimindeki  kronoloji yi değiştirmesiyle, zorlama bir biçimde kelimeleri birbirine bağlamaya çalışarak etimoloji bilimine  tecavüz etmesiyle, bir düşünsel tezi orijinal dilinden değil de, çeviriden Türkçeye hiçbir sakınca görmeden kendi  tıynetine göre yalan bir şekilde çevirmesiyle ispatlamaya girişmiş.  Kendisini Devrimcilerin ve Marksistlerin “geri zekâlı”  “aptal” olduğuna öyle bir inandırmış ki(veya inandırılmış ki) “nasılsa kimse anlamaz” yanılgısına kapılarak cehaletinin verdiği cesaretle bilimi ve tarihi tahrif etmekte bir sakınca görmemiştir. 

Bu zatın yazısının başlığı şöyle “ Düzgün Baba ya ziyaret gericilik de, Marks’ın mezarını ziyaret neden ilericilik”

Yazının başlığı bile Haydar Karataş’ın(bundan sonra Haydar kelimesinin geçeceği yerlerde, ya heydo ya da sadece “H” harfi kullanılacaktır, bu “H” harfine ne anlamlar yükleyeceği okuyucunun takdirine bırakılmıştır) çapı ve niyeti hakkında yeterince veri  sunmaktadır. Özellikle tarihi, bugünün milli gözlükleriyle, politik ihtiyaçlarına göre yorumlayan kimi çevrelere göre,  Hristiyanlığın ilk dönemlerinde yaşamış bir Hristiyan azizi, kimilerine göre Selçuklu Celalleddin Harzemşah, kimilerine göre ise Keramet sahibi ve mucizeler gerçekleştiren Kureyş’in soyundan Ali Haydar olan, yaşadığı varsayılan bölge mistik ve metafizik beklentilerle tavaf edilen Düzgün Baba ile matematik, fizik, ekonomi bilimine katkılarıyla burjuva bilim insanları tarafından dahi büyük bir bilim insanı olarak değerlendirilen, hiç bir mistik ve metafizik beklenti olmadan mezarı ziyaret edilen Marks ı karşılaştırmak en hafif deyimiyle ahlaksızlıktır. Kim böyle bir denklem kurmuşta heydo buna cevap veriyor!!!

Kim Marks’ın mezarını, ziyaret etmeyi “ilericilik” olarak saymışta, Düzgün Baba yı ziyaret etmeyi “gericilik” olarak tanımlamış? (not: heydo ya dert olan Devrimci Dersimlilerse,  İngiltere de yaşayanların haricinde kaç Dersimli Marks’ın mezarını ziyaret etmiş, birçok kişi tarafından Mezar yerinin Almanya sanılmasına ve İngiltere’ye gitmek o kadar kolay olmamasına rağmen) Yoksa bu karşılaştırma ile   “Halkın değerleri” ne karşı nispeten 12 Eylül öncesi hatalarından dersler çıkarmış bir şekilde yaklaşan, hatta zaman zaman  “halkın geri yanlarıyla uzlaşılıyor” eleştirilerine maruz kalan Devrimci Öncüler e karşı halkımız kışkırtılmak mı istenmektedir?  Bugün Tayyipçiler ve Cemaatçiler in “milletin değerlerine saldırıyorlar”  argümanı altında, muhafazakâr duygularını istismar ederek halkımızın sisteme olan tepkisini, devlete yedeklendirmeye çalışması gibi,  Dersim halkını da “değerlere saldırı var”  argümanıyla,  Devrimcilerden uzaklaştırarak Devlete yaklaştırmak mı amaçlanmaktadır? Yoksa  doğacı, maddeci panteist (doğa ve tanrının birliği, aynılığı) öğretisi ile Diyalektik Materyalizme yaklaşan, zulme, haksızlığa, sömürüye karşı başkaldırmayı öğütleyerek Devrimcilerle ortaklaşan Alevilik,  halkta,  Marksizm’e ve Devrimcilere karşı bir tepki yaratılarak  sadece ibadete ve ritüellere mi hapsedilmek istenmektedir?  Bu minvalde soruları çoğaltmak mümkün.

Giriş paragrafında ileriki satırlarda kendisini yalanlayacak bir biçimde, ((Heydo bu küfürnamede hem idol ve idolleştirmeye karşı çıkmakta, hem Devrimci örgütlerin yaşayan Devrimcileri idolleştirmediğinden yakınmakta, hem de halen yaşayan, Direnişiyle “bir zamanların idolü” olmuş Bir Devrimci den bahsetmektedir. Hani Ahmet Kaya nın  meşhur şarkısındaki gibi “nerden baksan tutarsızlık, nerden baksan ahmakça”)) Askeri faşist cunta döneminde Diyarbakır zindanında TKP/ML davasının direnişleriyle efsaneleşmiş Cafer CANGÖZ ve Müslüm ELMA ile birlikte “simge” olmuş isimlerinden Hasan Hayri ARSLAN’ın  zindan vahşeti’ni dile getirdiği şiirinden bir parça alıntılayarak şiirin sahibine övgüler dizerek, kendi deyişiyle “bir zamanların idolü” olan H.H. ARSLAN ile Zürich garındaki karşılaşmasını anlatmaktadır.

Bundan sonrasında ise H.H. Arslan’ın  “başımı belaya soktun be Haydar, günlerdir ideolojinin sahiden dinle benzerliği var mı sorusuyla boğuşuyorum, sırf senin nefretini anlamak için” cümlesinden yola çıkarak,  “yapacak bir çok işi” olan “büyük bir entelektüel” edasıyla  “çok değerli vaktini” bizlere ihsan eyleyerek, “ideoloji ve dinin benzerliğini” yalan ve çarpıtma ile açıklamaya girişmiş;  Özetle;  ideoloji  teriminin ilk olarak ünlü Fransız düşünür Denis Diderot(1713-1784) tarafından kullanıldığını, kelime kökeninin “yalancı tanrı” anlamına gelen “idol” olduğunu, yine bir fransız olan Bay H. nin deyisiyle-- “sol un düşünsel sistematiğini oluştururken etkilendiği esas kişi”  “Ernest Renan(1823-1892) tarafından ideoloji teriminin popülerleştirilmesinden sonra“  da ideoloji ye bağlı insanlara, hiçbir bilimsel kanıta ihtiyaç duymadan   „geri zekâlı“ „aptal“ anlamına gelen „idiot“ denilmeye başlandığını,  „her şeyin(her şey neyse!!!) Ernest Renan’ın bir ansiklopedi için yazdığı ulus tanımlamasında geçen bir cümle ile başladığını“ iddia etmektedir.

Ayrıntılara geçmeden, heydo’nun bu yazısında, epeyce kavram ve düşünür ismi geçtiğinden ve küfürlerini, hakaretlerini bunların üzerinden gerçekleştirdiğinden dolayı, bu yalan ve çarpıtmaları örneklemek için  bende okuyucuyu sıkma pahasına epeyce kavram ve düşünür ismi kullanmak zorunda kalacağım,  ve bu yüzden okuyucunun affına sığınıyorum.

Öncelikle bay H. nın  yazısının merkezine koyduğu, ideoloji ve Marksizm arasındaki  sözde “gerici ilişkinin başlamasına  vesile olan” Ernest Renan’dan ve onun “ulus” tanımlamasından başlayalım. 

Bir ulus un oluşabilmesini “ortak bir geçmiş ve ortak bir gelecek için birlikte yaşama arzusu” gibi sadece iki şarta bağlayan,  Bu görüşüyle, çok etnisiteli ve çok dilli Anadolu topraklarından zoraki bir ulus yaratmaya girişen faşist Mustafa Kemal’in en önemli referansı olan, Papaz, Teolog Ernest Renan esas olarak dini araştırmalarıyla tanınmıştır, fakat asıl ününü,  Prusya(bugünkü Almanya) ve Fransa arasında büyük bir sorun teşkil eden alman etnistiteye sahip ALSACE (günümüzde Fransa’ya aittir) bölgesinin kendi kaderini tayini hakkında,  11 Mart 1882 yılında Sorbonne üniversitesinde yaptığı, „Qu‘ est-ce qu’une nation?“ (Bir Ulus nedir) adlı konuşmaya borçludur. Bu konuşmasında,  Marksistlerin aksine ulus olmanın en temel şartlarından olan “dil birliğini” nin ve “toprak birliğini” nin gereksizliğini ispatlamaya çalışan Renan ruh ve kader birliğinin oluşabilmesi için de “geçmişte yaşanılan acıların unutturulmak zorunda olduğunu, ve  “Tarihin çarpıtılmasının gerektiğini” teorize etmiştir.  (Fransızca bilen arkadaşlar için konuşmanın linki; http://www.bmlisieux.com/archives/nation02.htm,  almanca bilenler için; http://www.comlink.de/cl-hh/m.blumentritt/agr251s.htm ingilizce bilenler için; http://ig.cs.tu-berlin.de/oldstatic/w2001/eu1/dokumente/Basistexte/Renan... ) bu konuşması(ki burada heydo nun iddia ettiği gibi ideolojiyi değil “ulus” u teorize etmiştir) takip eden yıllarda milliyetçiliğin teorisi olarak kabul görmüş, kimilerine göre modern milliyetçiliğin “ideoloğu” kimilerine göre Avrupa faşizminin ilk temel taşı olan Ernest Renan  yalancı Heydo nun söyleyişi ile “ sol un düşünsel sistematiğini oluştururken etkilendiği esas kişi” imiş.

   Marks’ın ölüm tarihi 14 Mart 1883, Renan’ın bu konuşmasından bir yıl sonra ölüyor,  hadi zavallı heydo’yu kırmayalım, Marks’ın bu bir yıl içinde Renan dan etkilendiğini varsayalım,  “sol un düşünsel sistematiğini oluşturduğu” ilk  eser olan komünist manifestonun yazılış tarihi 1848, “das kapital” in ilk cildinin yayınlandığı tarih 1867.ve diğer eserlerinin hepsi kapital in son cildi hariç bu konuşma tarihinin öncesinde yazılmıştır. Engels in eserlerinin büyük çoğunluğu keza yine bu konuşma tarihinden önce yayınlanmıştır,  eğer Lenin ve Stalin kastediliyorsa ki Lenin ile Stalin in  Ernest Renan la düşünsel ilişkisi, heydonun iddia ettiği gibi “etkilenmek” bir yana sadece Renan’ın “ulus” tanımlamasını eleştirerek eksikliğini ve yanlışlığını vurgulamalarıdır. Gerek Lenin’in çeşitli yazılarından derlenerek oluşturulmuş “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” adlı eserinde,  gerekse de birinci paylaşım savaşında, ABD’nin,  Başkanının ismiyle anılan, İngiliz ve Fransız sömürgelerini ve ezilen bağımlı ulusları kazanma amacıyla ortaya atılmış, kısaca self Determination(kendi kaderini tayin hakkı) olarak adlandırılan “Wilson prensipleri” ne karşı RSDİP in onayıyla ve Lenin’in tavsiyesi ile Stalin’in kaleme aldığı “Marksizm, Ulusal sorun ve Sömürge sorunu” adlı eserinde Renan’ın Ulus tanımlamasının eksikliği ve yanlışlığı net bir şekilde vurgulanarak Ulus olmazsa olmaz şartları sıralanır, Dil birliği, Toprak birliği, Pazar birliği gibi

Sıra “her şeyin başladığı cümle” ye geldi;   

Bay H.nın  Yabancı dil bilen “büyük bir entelektüel”  edasıyla, Türkçe çevirisini  değil de Almanca çevirisini yazısına aldığı ve Almanca diline tecavüz ederek çevirmeye çalıştığı cümledeki çarpıtmaya bakalım (wikipedia’nın çevirisinden alınma)

 “Die Nation ist eine große Solidargemeinschaft, die durch das Gefühl für die Opfer gebildet wird, die erbracht wurden und die man noch zu erbringen bereit ist…

“ Ulus büyük bir askeri topluluktur ki onun hissiyatını kurban (sembol) oluşturur” (bu Türkçe çeviri heydo nun)

  Hint-Avrupa dillerinden bir metni veya bir cümleyi  Ural-Altay dil grubunda olan Türkçeye çevirmek oldukça zorludur, çeviride izlenen yöntem genellikle birebir, kelimesi kelimesine göre değil de, anlam çevirisidir, yani Türkçede nasıl ifade edileceğidir. Bundan dolayı yukarıdaki Almanca cümle Türkçeye şöyle  çevrilebilir;;

“Ulus Geçmişte adan(ıl)mış ve gelecekte adan(ıl)maya hazır bir ruhla oluşmuş dayanışmacı bir topluluktur”(cümleyi çevirirken orijinal Fransızca cümleyi ve İngilizce çevirisini de Türkçeye çevirerek karşılaştırdım) 

Bundan sonraki karşılaştırmaları okuyucunun, heydo’nun çevirisindeki çarpıtmayı ve art niyeti daha iyi anlayabilmesi için bu cümlenin,  orijinal Fransızcasını, akademik Almanca çevirisini ve İngilizce çevirisini buraya aktarmak zorundayım.

Fransızcası; „Une nation est donc une grande solidarité, constituée par le sentiment des sacrifices qu'on a faits et de ceux qu'on est disposé à faire encore.“

Akademik Almancası; "Eine Nation ist eine große Solidargemeinschaft, (Fransızcadan Almancaya kelimesi kelimesine çevirisinde „Solidarität” oluyor, ama buradaki çeviri-aynı dil ailesinden olmasına rağmen yukarıda dile getirdiğimiz “anlam çevirisidir”) getragen von dem Gefühl der Opfer, die man gebracht hat, und der Opfer, die man zu bringen gewillt ist.“İngilizcesi; „A nation is therefore a large-scale solidarity, constituted by the feeling of the sacrifices that one has made in the past and of those that one is prepared to make in the future“(bu ingilizce çevirisinde, anlamı berraklaştırmak için, orijinal Fransızca metinde direkt olmayan „in the past”(geçmişte) ve “in the future”(gelecekte) eklenmiş,) 

Bay H.  Türkçe anlamı Dayanışma, birliktelik olan „Solidarité“(Fr.) , „Solidarität“ (Alm.) „Solidarity“(Ing.)  kelimesini  bilerek kendi  “kurban(sembol)” teorisine uydurmak için kel alaka bir biçimde “Askeri topluluk” olarak çeviriyor,  dayanışmacı bir topluma kelimenin gerçek anlamıyla “kurban” olmanın anlamsızlığını bildiğinden dolayı daha sert otoriter bir kavrama ihtiyaç duyuyor.   Heydo  sallamaya devam ediyor;   devamında, “Dayanışma”(Solidarité) yı tanımlamak için kurulan yan cümlecik;;  “constituée par le sentiment des sacrifices“(Fr),   „getragen von dem Gefühl der Opfer”(Alm.),  “constituted by the feeling of the sacrifices” (İng.)  “feda(veya adanma) duygusuyla oluşmuş” (oluşan şey Dayanışma)  olarak çevrilmesi gerekirken,  heydo  “Onun (Ulusun) hissiyatını kurban(sembol) oluşturur” olarak çevirmiş. Orijinal cümlede Dayanışma’yı oluşturan şeyin birleşik olarak “feda duygusu” olduğu ifade edilirken, heydo cümleyi ters yüz ederek,  “kurban” olmayı “ulus”un değil “duygu” nun  nedeni haline getirmiş. Çeviriye kitakse!!!

Heydo cümlenin geri kalanını çevirmediği veya çeviremediği için, Almancasının tamamını yazmasına rağmen, doğal olarak cümlenin geri kalanı ile ilgili bir yorum yapamıyorum. 

Çevirilerden de anlaşılacağı gibi yalancı, sahtekar Heydo aynı yöntemi,  Marksistlerin „geri zekâlı“ „aptal „ olduğunu kendince kanıtlamak için   „ideoloji ve idol“,  „ideoloji ve idiot“  kelimelerini yan yana getirerek de uyguluyor. (google arama motorunda ”ideoloji ve idol” , “ideoloji ve idiot” kelimeleri,  birlikte arandığında, sadece ve sadece Heydo’nun bu bahsi geçen yazısında ortaya çıkıyor)

Şimdi de böyyük yazarımızın kelimeleri nasıl çarpıttığına, “ben yaptım oldu” edasıyla etimoloji (kelime bi-lim) bilimine ve tarih e nasıl tecavüz ettiğine bakalım;

Önce  “İDEOLOJİ” 

Hint-Avrupa dil ailesinin bir alt grubu olan, Latin dilleri kategorisi içindeki Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizcenin esas gövdesini  yüzde 50-70 arasında Latince oluşturur. (öyle ki bu dillerden herhangi birini konuşabilen birisi diğer bir dili Latince gövdenin neredeyse aynı olmasından dolayı çok kısa sürede öğrenebilmektedir.) bu dillerdeki bilimsel, felsefi kavramların yazılışı ve okunuşu küçük farklılıklar dışında orijinal aslı olan Latinceleriyle hemen hemen aynıdır. “İdeologie” de Fransız filozof Destutt de Tracy(1754-1836) tarafından, Latince  “idéa“  ve  „logie“  kelimelerinin birleştirilmesi sonucu Dilbilim sözlüklerine Fransızca kökenli kelime olarak girmiştir. İlk anlamı “fikir öğretisi” olan “ideologie” Dilbilim sözlüklerinde politik teori, değerler ve görüşler sistemi, düşünce biçimi, düşünce çeşidi, dünya görüşü ve buna benzer anlamlarla tanımlanmaktadır.

  Gerçi heydo  Bu kelimenin ilk olarak Denis Diderot(1713-1784) tarafından kullanıldığını,  ve kelime kökeninin “yalancı tanrı anlamına gelen”  “idol” olduğunu,  dolayısıyle  “ido-loji”(kelime oyununa bak hele!!!  “e” harfine ne oldu heydo) nin “yalancı tanrıya inanma”  anlamına geldi-ğini, ve buradan yola çıkarak “Marksistlerin yalancı tanrılara inanan kurbanlar olduğunu” iddia etmektedir.

Ne denilir bu şarlatana!!!! ideoloji,  Destutt de Tracy tarafından düşünceyi inceleyen bilim anlamında ileri sürülmüştür,  bu görüşe göre; soyut kavramlar bilimi  vardır ve ideoloji soyut kavramların düşüncede nasıl oluştuğunu araştırılarak ortaya çıkartır, deney ve duyu organları bu kavramların ilk başlatıcılarıdır,  o dönemde bundan dolayı Fransa’daki materyalizme eğilimli ampriklere (görgücülere) ve sensualistlere (duyumculara) ideoloji ekolü deniyordu, başlangıçta, soyut kavramların kaynağının duyu organları ve deney olduğunu savlamalarıyla materyalist  eğilimler taşırken, soyut ve somut olan şeyin duymaksızın ve deney yapmaksızın bir şey ifade etmeyeceğini,  her şeyin ruha ve düşünceye bağlı olduğunu ruh ve düşünce olmadan  maddi olan şeyin de bir gerçekliği olamayacağını savlayarak idealizme düşmüşlerdir.  Çok uzun ömürlü olmayan bu ekolden sonra ideoloji terimi bireysel ruhbilimciliğine indirgenerek küçümsenmiştir, hatta ideoloji terimi öylesine küçümsenir, aşağılanır ve ruhçulukla özdeşleşir bir hale gelmişti ki, Napolyon(1769-1821) o dönem kendini eleştiren tüm filozofları, aşağılamak için düşünsel akımlarına bakmaksızın  gerçek yaşamdan kopmuş, sadece ruhla uğraşan  “ideologlar” olarak adlandırıyordu.  İdeoloji teriminin  küçümseme, aşağılama aracı olarak kullanıldığı dönem  19. Yüzyıl başlarıydı. fukara heydo ya bu dö-nemi, uyduruk teorisine zemin oluşturmak için, “idiot” kelimesini de ekleyerek  80-90 yıl sonrasına(yukarıdaki Renan'ın “ulus” konuşması 1882) sentetik bir biçimde uyarladı, ya da yarım Almancası ile internetteki (alıntılarının hepsi internetten) arama motorlarında birkaç kelimeyi birlikte aradığında karşısına çıkan, kelimelerin birlikte geçtiği ilk özet metinlerdeki bütün tarihleri, kavramları birbirine karıştırdı.    İdeoloji sonuç bölümünde  ideoloji ve din başlığı altında daha ayrıntılı inceleneceği için burada bir mim koyalım.  

“İDOL”

Latince; idolum,  yunanca; eidolon( biçim, şekil, tanrı resmi ) kelimesinden türemiştir.(heydo burada la-tince  “yalancı tanrı” anlamına geldiğini iddia ediyor)

Batı dillerindeki Sözlük karşılığı; benzemeye çalışılan örnek kişi, insan formunda tanrı resmi,(sanatta) yarı tanrı, kahraman, ideal kişi, örnek figür, star, put,(sanem)  tanrılar,(ironik) fetiş.  Vb.  Görüldüğü gibi kelime kökeni “idea”(fikir)  olan “ideoloji” ile  kelime kökeni “idolum” ve “eidolon”(biçim, şekil, tanrı resmi) olan  “idol” arasında hiç bir anlam benzerliği yoktur.

Kelimenin Latince ve yunanca kökeninde “yalancı tanrı” anlamı yoktur, daha çok tanrı tasvirleri için ve bilimde, sanatta ulaşılmaya çalışılan biçim şekil(model) olarak  kullanılmıştır, batı dillerine geçişte de kısmen  anlamını korumuştur. Batı dillerindeki anlamları içerisinde yalnızca,  put(sanem)  heydo’nun uydurduğu “yalancı tanrı”(yalan söyleyen tanrı mı, yoksa sahte tanrı mı demek istemektedir, bu da açık değil –„sahte tanrı” demek istediğini kabul edelim--- Tanrı’nın gerçeği nasıl oluyor? O da ayrı bir soru)  anlamına yakındır.  Çoktanrılı (politeist) dinlerde  Tanrılar, çeşitli heykellerle, resimlerle ve figürlerle (idoller)  tasvir ediliyordu, Tek tanrılı (monoteist) dinlerin ortaya çıkmasıyla,  kendi tanrılarını toplum üzerinde egemen kılma adına, “kutsal” kitaplarında “Gerçek Tek tanrı” ın ağzından eski pagan dönemine ait bu tanrı heykelleri, resimleri, figürleri “sahte tanrılar”(putlar)  olarak adlandırılmaya başlandılar. Yani heydo’nun bu “yalancı tanrı”sını icat eden ve kavram haline getiren bugünün  tek tanrılı dinleri ilk önce Yahudilik, sonra Hristiyanlık ve Müslümanlık’tır. Bu dinlerin Ortadoğu’da ve Avrupa’da yaygınlaşmasıyla beraber “sahte tanrı” “put” Ortadoğu (Sami ve aryan dilleri) ve batı dillerine yerleşmiştir, öncesinde değil. Heydo’nun uydurmasını kabul etsek, tapınmak ve ibadet etmek için tanrılarının idollerini çeşitli biçimlerde yapan Yunanlıların da tanrılarına  “sahte”  “yalancı” dediğini kabul etmiş olacağız. Ayrıca heydo “idol” kavramındaki uyduruk teorisini güçlendirmek için utanmadan “Eidos” isimli bir sahte yunan düşünür icat ederek,  kavramın bu düşünür tarafından yaratıldığını iddia ediyor, yalanının ortaya çıkarılma ihtimaline karşıda parantez içine alarak “Eidos” ismini “yanlış yazmış olabilirim” diyor. Böyle bir isme hiçbir felsefe sözlüğünde, Yunan düşünce tarihinde rastlamadım, bu türden sözlüklere bakarken, heydo’nun dile getirdiği yanlış yazmış olma ihtimalinde göz ardı etmeyerek harflerin yerlerini değiştirdim, başına harf ekledim “h” harfi gibi, sondaki harfleri eksilttim, arttırdım, ama bu isme yakın hiç kimseyi bulamadım. 

  Nasılsa “ yalancı tanrı kavramını ben yarattım”  diyerek belki de kendi isminden uydurmuştur “heidos” gibi mesela. Batı dillerinde özellikle heydo’nun da bildiği!!!!! Almanca da “ei” “ai” başına gelen harfe bağlı olarak Türkçe deki “y” sesini verir “ey” “ay” gibi(bu isim çok yakıştı, bundan sonra heydo yerine heidos kullanacağız)  İlk gençlik yıllarımızda devrimci büyük abilerimizden bazıları herhangi bir konu hakkında bizi eğitirken, anlattıkları şeyde ikna olmadığımızı fark ettiklerinde hemen sonu “os” la “es”le biten bir filozof tan alıntı yaparak yelkenlerimizi aşağı indirirlerdi, ilk başlarda etkili bir yöntemdi, ama öğrettikleri konular beyni özgürleştirirken uyguladıkları yöntem biat etmeye yönelikti, bu çelişkinin sonucu çok sonraları anladık ki, ya böyle bir filozof yok, ya o filozoflar böyle bir şey söylememiş, ya söylenmiş ama o filozofa ait değil ya da böyle bir şey söylemeleri kendi düşünsel çizgilerine aykırı.

Heydos da “os” la “es” in kerametini bildiğin-den dolayı böyle bir sahtekarlığa başvuruyor.      Latincede,  Yunancadaki “eidolon” kelimesinden daha dar kapsamlı, biçim, şekil, dış görünüş, (platon da fikir, Aristo da maddenin karşıtı)  anlamına gelen “ei-dos” kelimesi var  o  da doğal olarak düşünür değil.   Gelelim  “idol kelimesinin ilk olarak Denis Diderot tarafından Fransız aydınlanmasına dahil edildiği” iddiasına;   daha çok, eşit, adil, gelişmiş ütopik bir toplumu idealize ettiği “yeni Atlantis” eseriyle tanınan İngiliz düşünür Francis BACON(1561-1626),  Aristo’nun Tümdengelim (Deduction-Bütünden parçaya gelme)  yönteminin bilgiye ulaşmada yetersiz kaldığını söyleyerek Tümevarım (İnduction-Parçadan Bütüne gitme) yöntemini ileri sürer, “bilginin kaynağı doğadır, insan kendini doğaya yönlendirmelidir, bu bilgiye ulaşmanın yolu sistemli bir yöneliş olmalıdır.  bunun içinde öncelikli olarak insan düşüncesinin analizinin yapılmasıdır, çünkü  dış dünyaya ilişkin bilgilerimizi algılarımızla elde ettikten sonra, bu bilgiler zihinde bozulmaya uğrar, bu bozulmanın nedeni ise zihnimizdeki, düşüncemizdeki idollerdir(önyargılar), gerçek bilgiye ulaşabilmek içinde, zihni, düşünceyi bu idollerden kurtarmak gerekmektedir.“ (illa da kavram olarak(kelime olarak değil) „ideoloji“nin kökü aranacaksa yukarıdaki  bu cümlelerde aranmalıdır.

Düşünceyi analiz ederek bilgiye sistemli bir yöneliş) ve kurtulunması ve savaşılması gereken dört ayrı idol kategorisi sıralar;  „idola tribus“(soy idolü)  „idola specus“ (mağara idolü)  „idola fori“(Pazar idolü) ve „idola theatri“(tiyatro idolü),    miras alınan genetik önyargılar, kişinin kendi beyninde yarattığı, günlük yaşamın oluşturduğu, ve yanlış öğretilerin yarattığı önyargılar, bütün bunlar insan düşüncesini özgür gelişimini engelleyen etkenlerdir. Ve bu idollerden yola çıkarak F.Bacon  „bilgiye sistemli bir yöneliş“ dediği „insan bilgileri sistemi“ ni oluşturur(bkz. Ansiklopedi,  D`Âlembert ve Diderot)  „İNSAN BİLGİLERİ SİSTEMİ“ (“figurative system of human knowledge”)  ile F. Bacon  Fransız aydınlanmasının ve Fransız burjuva devriminin(1789) fikirsel hazırlayıcılarından olan en önemli üç ismini, VOLTAİRE,(1694-1778) DİDEROT(1713-1784) ve ROUSSEAU(1712-1778) yu derinden etkilemiştir. Öyle ki Diderot ömrünün otuz yılını verdiği,  insanları doğru düşünmeye sevk edecek, dinsel, geleneksel önyargılara(idollere) karşı insanı özgürleştirecek,  kitabi bilgi yerine bağlantılı sorgulayıcı  bilginin genel sistemini oluşturmaya çalıştığı “ANSİKLOPEDİ” nin tanıtım broşüründe bu eserin F. Bacon ve düşüncelerinin temel alınarak hazırlandığını ifade eder.  Yerleşmiş önyargılara(idollere) batıl inançlara, dinsel baskılara, adaletsizliklere karşı bir silah olarak düşünülen bu eserde amaç insanın sistemli bilgi ile özgür düşünmesini sağlayabilmekti.

  Nazilerin katlettiği Büyük Fransız Devrimci Georges POLİTZER(1903-1942) tarafından “Marks ve Engels den önce Diyalektik ve Materyalizme en çok yaklaşan düşünür” olarak nitelendirilen Denis Diderot yaşadığı çağın çok ilerisindeki fikirleriyle birçok düşünürü etkileyerek  sadece Fransız değil Avrupa  aydınlanmasının temel taşlarından biri olmuştur. İlk olarak Olgulardan düşün-ceye , sonrada bunu sağlamasını yapmak için düşünceden olgulara gitmenin bilgiye ulaşmada en sağlıklı yöntem olduğunu söyleyerek diyalektik yöntemi işaret etmesi,   “ihtiyaçların organları yarattığı” sezisi   ve “güçlülerin zayıfları ezerek hayatta kaldığı” belirlemesi ile Lamarck(1744-1829) ve Darwin(1809-1882)  den önce  “evrim ”(evolotion) ve “doğal ayıklanma”(natural selection) teorisini haber vermesi, bu öngörülerini evrene uygulayarak, her gün yeni evrenlerin ve gezegenlerin doğup ve öldüğünü, güçlü olan yıldızların varlığını sürdürdüğünü, zayıf olanların yok olup gittiğini ve bir düzen oluşuncaya kadar böyle devam ettiğini ileri sürmesiyle modern astronominin ipuçlarını vermesi,  “evrende her şey hareket halindedir,  maddelerin hareketleri birbirlerini çekmeye ve itmeye neden olur, çekme ve itmenin nedeni maddenin bağımsız hareketidir, o yüzden her maddenin kendine ait bir hareketi ve zamanı vardır” öngörüsüyle Engels in “madde, uzay ve zaman” ve Einstein in izafiyet teorisinin habercisi olmasıyla çağının çok ötesinde bir düşünür ve bilim adamıdır. Ayrıca “siyaset sorunu eğitim sorunudur” diyerek  bir toplumun geleceğini çocukların eğitiminin belirleyeceği, bu yüzden çocukların önce beyninin özgürlüğünün sağlanması ve bakış açılarının genişletilmesi gerektiğini, bunun sağlanması içinde öncelikle var olan eğitim sistemini baştan aşağı değiştirilmesi gerektiğini, eğitimi idollerden (önyargılardan, hurafelerden) kurtarmak gerektiğini söyleyerek ve bunu belli ilkelere bağlayarak sistemli bir eğitim yöntemi önermiştir. 

Hatta bundan dolayı Rus çariçesine ve Rusya’ya üniversite kurma yolunda ilham kaynağı olur ve bu yüzden Rusya’ya davet edilir( yoksa Heydo’nun iddia ettiği gibi Rus çariçesinin “ideoloji” kavramına ilgi duymasından dolayı değil) ömrü boyunca idollere (önyargılara, hurafelere, kiliseye) krallığa, otoriteye karşı mücadele içerisinde olmuş ve insan düşüncesinin özgürleşebilmesinin yolunun bu idolleri ortadan kaldırmak ve yıkmaktan geçtiğini söyleyen bir düşünür, nasıl olur da Heydon’un iddia ettiği gibi   kitleleri uyuşturmak için bir “idol” “yalancı tanrı” yaratır,  heydos herhalde yine bir yerlerde yarım Almancası ile, içinde, F. Bacon, “idol”,  Diderot,  “figurative system des menschlichen wissens”(alm.)  (“insan bilgileri sistemi”)    (“figurative system of human knowledge” ing.) geçen bir yazı okudu, ve fukaranın kafası basmadığı  ve anlamadığı için  “insan bilgileri sistemi” ini ideoloji ile karıştırdı, nasılsa hepsi bir arada geçiyor diyerek “idol teorisi”ni  idollleri yık-maya ve ortadan kaldırmaya çalıştıklarını değil de, yeniden idol yarattıklarını zannederek de Diderot ya mal etti.(yada birileri kurgulayarak kulağına üfürdü)  Heydosun hepsini birbirine karıştırmasının nedeni de; ister internette olsun ister ansiklopedilerde olsun, isterse kütüphanelerdeki araştırmalarda olsun, Diderot üzerine yazılan eserlerin, büyük bir çoğunluğunda,  önce, daha iyi anlaşılabilmesi için, teorisinin ve düşüncelerinin dayanak noktası F. Bacon ve onun “idol teorisi” nin anlatılmasıdır. 

„IDIOT“

Latince  “idiota”,  Yunanca “idiotes” kelimesinden, basit vatandaş, sıradan insan, acemi işçi, amatör, eğitimsiz, cahil, saf  anlamlarına gelir. Ve eğitimli, akıllı anlamına gelen “idios” un karşıt anlamlısıdır. Batı dillerinde ise, argo bir terim olarak geri zekâlı, aptal, anlamlarına gelir. Batı dilbilim sözlüklerinde kelimenin anlamının yanı sıra etimolojik evrimi de açıklanır,  bu sözlüklerin hiçbirisinde  “idiot” kelimesinin geçirdiği evrimde “ideoloji” kelimesi ile hiçbir tarihsel bağlantısı ve ilişkisi bulunmamaktadır.

  Antik Yunanda ki şehir devletlerinde(polis) seçme, seçilme(özel durumlarda) ve devletin her türlü bürokratik imkânından yararlanma hakkına sahip Demos (halk) kitlesi dışında, bu haklardan yararlanamayan,  hukuksal vatandaş statüsünde olmayan “aşağı tabaka” olarak adlandırılan çevre kitlesi vardı, İşte bu tabakadan çevreden olan kişiye “idiota” “idiotes” deniliyordu, anlam kayması ve değişikliği;   Avrupa dillerinde ilk önce İngiliz hukuk dilinde 17. Yüzyılın ortalarından itibaren “idiot” reşit olmayan, muhakeme yeteneği ve cezai ehliyeti olmayan kişi anlamında kullanılmasıyla başladı,  19. Yüzyıl  başlarından itibaren ise İngilizce ve İngilizce’deki bu anlamı üzerinden  diğer Avrupa dillerinde  yavaş yavaş bir Tıbbi terim olarak zekâ geriliğini belirtmek için kullanılmaya başlandı. (Bu zamana   kadar, cahil, eğitimsiz, acemi, saf anlamlarında kullanılmıştır)  ama bazı batı dillerine (Almanca ve Rusça gibi) ise çok sonraları girmiştir(19.yüzyıl sonları)  örneğin Hegel de(1770-1831) (gesamte werke, über die unwissenheit- toplu eserleri, cehalet üzerine ) ve Goethe de(1749-1832)(fau st adlı eser) Latince deki anlamıyla kullanılmıştır,   Dostoyevski’nin kahramanı prens Mişkin şahsında erdemin, dürüstlüğün, doğruluğun, güvenirliğin“ saflık, acemilik, cahillik olarak nitelendirildiği bir toplumu anlattığı “idiot”(1869) (Türkçeye 20. Yüzyıl anlamıyla yanlış bir şekilde “budala” olarak çevrilmiş) , adlı romanında “idiot” nitelemesi kelimenin Latin ve ve Yunancada ilk anlamına yakın biçimde kullanılmıştır.

Alman dilinde küfür, hakaret olarak kullanımını yaygınlaştıran,(belki de başlatan) şu heydos un yere göğe sığdıramadığı  gerici papaz Ernest Renan’ın “peygamber” İsa’yı “dahi”(genie)  ve Hristiyanlığı, insanlığı kurtuluşa götürecek dahiyane “düşünce sistemi”(heydonun ideolojisi) olarak nitelediği bir yazısına karşı,  1888 yılında “İsa bir geri zekâlıdır”(“jesus ist ein idiot”) diye cevap veren ve “anti İsa” kitabında da İsa’ya inananlara da geri zekâlı (“Die Anhänger des jesus sind auch idiots”) diyen  Friedrich Nietzsche’dir. (1844-1900)     bildiğimiz kadarıyla, düşüncenin yakın tarihi içinde sahte düşünür heydos'un “ideoloji ve idiot” teorisine ancak  tersten kaynaklık edebilecek ünlü ve tek polemik  budur. (eğer heydos un “derin bilgi” dağarcığında bilmediğimiz örnekleri varsa, bizi aydınlatabilir) ihtimal vermemekle birlikte varsayalım; Hristiyanlık ve İsa üzerine Nietzsche ile Renan arasında vuku bulan bu polemiği hey-dos  bir yerlerde okudu veya duydu ve bundan esinlenerek (veya birileri kurgulayarak önüne koydu) “nasılsa atıyorum herkes yiyor” ukalalığıyla devrimcilere saldırmak için bu yazıya konu olan uyduruk teorisini oluşturdu. Ne diyordu heydos; „Renan’ın ideolojiyi popülerleştirmesinden sonra ideoloji ye bağlı olanlara idiot denilmeye başlandı”  

Heydos un kaleminde” Hristiyanlık ideoloji” si  oldu Marksizm,  İsa(idol)  oldu Lenin, Nietzsche’nin Renan’a ettiği küfür olan “idiot” oldu Marksist,  ne güzel kurgu ama!!!!   Kaba bulunduğundan dolayı artık tıbbi terim olarak kullanılmayan idiot Şu an Alman halk dilinde, küfür hakaret  olarak kullanılmasına rağmen,   bilimsel Literatür’de halen Latincedeki ilk anlamıyla  kullanılmaktadır. Örneğin Almanca konuşulan ülkelerde (Almanya, Avusturya, İsviçre) bölgesel ağızların, şivelerin, lehçelerin toplandığı  “IDIOTIKON” denilen  dilbilim sözlükleri vardır, kelime kökeni,  Latincede  Demos (halk) dışındaki “aşağı tabaka” olan “idiotes” lerin konuştuğu dil, lehçe anlamına gelen “idiom” dur,  ilk önce Almanya’da, Almancanın yerel ağızlarda, şivelerde, lehçelerde nasıl oluştuğunu ve nerelerde kullanıldığını araştıran “idiotizm”(idiotismus, Johann Bödikers, Grundsätzen der Teutschen Sprache berlin 1746) kavramı kullanılmaya, akabinde “Idiotika” denilen sözlükleri oluşturulmaya başlanmıştır. Sonrasında bu isim  “lehçe bilimi” anlamında kullanılması düşünülen “Idioticon” a dönüşmüş,ve bu  isimle  1754 yılından itibaren(“idioticon hamburgense” ) Almanca konuşulan ülkelerde yayınlanmaya başlanmıştır.  Bölgesel sözlükler çokça olduğundan, ve Heydos da İsviçre’de yaşadığından dolayı sadece İsviçre’den örnek verelim;; Idioticon Rauracum-Basel 1760,  Iditikon Bernense-Bern 1768,  Schweizerisches Idiotikon 1812,  ve  aynı isimle 1881 de  Fritz Staub tarafından hazırlanan, bugüne kadar sürekli yenilenen, (2022 ye kadar 17. Cildin de eklenmesi planlanıyor) 16 cilt ve 150000 başlıkla Almanca konuşulan ülkelerdeki en zengin ve ayrıntılı bölgesel, yerel sözlük olan ve halen İsviçre’de kullanılan  Schweizerisches Idiotikon;; „İsviçre Almancası sözlüğü“ de (Schweizerdeutsches wörterbuch)  denilen, günümüzden 14. Yüzyıla kadar yaklaşık 1.5 milyon belgenin toplanması sonucu oluşturulmuş,  bir kelimenin üretimle olan ilişkisi, ne zaman ve  hangi sınıfsal tabakada ortaya çıktığı, toplumsal gelişimle birlikte  geçirdiği değişimin ve evrimin ayrıntılı bir şekilde  bilimsel araştırmasının yapıldığı bu ansiklopedik sözlükte,( kendi ismi de idiot tan türemiş olmasına rağmen)  „idiot“ kelimesinin geçirdiği evrimde hiçbir şekilde „ideoloji“ kelimesi ile hiçbir bağlantısı ve ilişkisi bulunmamaktadır.

  Almancadaki Sosyolojik, etnolojik bilimsel çalışmalarda her zaman Latince de ki anlamıyla kullanılan,  halk dilinde de 19. Yüzyılın sonlarına kadar küfür olarak kullanılmayan, 1950’li yıllardan itibaren kaba olduğu gerekçesiyle tıbbi terim olarak ta kullanılmayan(( bunun yerine “zeka özürlü”(zurückgeblieben(alm.) retarded(ing.) kullanılıyor)) „idiot“ nedir ve kimlere denir diye, heydosun da yaşadığı İsviçre’de ortalama eğitim seviyesine sahip birisine sorduğunuzda yukarıda dile getirilen iki farklı anlamını  söyleyecektir. “ama yok öğle değil,  bizim böyyük düşünürümüz heydos,  “ideoloji ye inananlara da idiot denildiğini ” iddia ediyor” dediğinizde size gülecektir. Bir akademisyene de hiç sormayın.

İDEOLOJİ ve DİN;

 İdeolojinin günümüzde ifade ettiği şey tartışmalı olsa da, genel kabul gören yaklaşım, bir grubun, cemaatin,  topluluğun, sınıfın, ulusun kendileri için kurtuluş gördüğü hedefe giden yolu tanımladığı fikir sistemidir ve aynı zamanda bunları yolundan etmeye çalışanların karşıt fikir sistemidir. Mutsuzluğun nedeni belirlendikten sonra Önce kendilerini mutluluğa götürecek hedef tanımlanır, sonra Tanımlanan hedefe doğru nasıl bir yol yöntem izleneceği, hangi araçlarla buna ulaşılacağı belirli ilkelere bağlanır. Bu fikirsel sistemlerin bilimsel temeli olabileceği gibi metafizik temeli de olabilir, yani doğru olabileceği gibi yanlış ta olabilir.

Bu fikirsel sistemlerin yaratıcısı ve ortak bileşeni, tarihin ve  yaşamın olağan akışına karşı fikir ile müdahale ederek idealize edilen toplumu yaratma isteğidir, fikri eyleme dönüştürme isteğidir diğer bir deyişle tarihin ve yaşamın doğal evrim sürecine iradi bir müdahaledir.  Bu anlamıyla,  Yahudilik, Hristiyanlık, Müslümanlık, Brahmanizm, Budizm ve diğer diğer dinler insanlığın kurtuluşunu kendi dinlerinin yolunda gördüklerinden dolayı ideolojilerdir, milliyetçilik, ırkçılık, faşizm de  bir milliyetin,  bir ırkın, kurtuluşunu öngördüğünden dolayı ideolojidir, Sovyetler Birliğinin yıkılması üzerine, “sınıf savaşımı bitti, tarihin sonu geldi” diyen Fukuyama’nın buna alternatif olarak önerdiği “yeni dünya düzeni” de ideolojidir.

Erbakan ve Tayyip'in milli görüşü bile ideolojidir, Heydos’un dersim in kurtuluşunu alevi ocakları hiyerarşisi içinde örgütlenmeye bağlaması da bir ideolojidir. Bu eksende örnekler çoğaltılabilir. Bundan da anlaşılacağı gibi, Dinin kendisi ideoloji iken nasıl “günlerdir  ideolojinin sahiden dinle benzerliği var mı sorusu ile boğuşuyorum”  cümlesi kurulabilir.  Böyle bir cümle kurmak hangi ideoloji sorusunu da beraberinde getirecektir. Dinin kendisi de bir ideoloji olduğundan dolayı Bu soruya cevap vermek olanaklı değildir. Ama gerek heydosun uyduruk kurgusunda,  gerekse de,  “büyük düşünürlüğünün” ispatı olarak,(“öyle büyüğüm ki, en değme devrimcinin bile kafasını allak bullak ediyorum” demeye getiriyor)  kurduğu denklemle kafasını karıştırabildiği  “bir zamanların idolü” olan “büyük devrimci”nin  aktarandan aktardığımız bu cümlesinde “Marksizm ve din” kastedilmektedir.  Öyleyse buna cevap verelim;  Marksizm ideoloji midir,  bilim midir,  yoksa her ikisi midir veya hiçbirisi midir? Bu sorunun cevabı, Marksizm’le din benzeşir mi sorusuna yardımcı olacaktır.

  Diyalektik materyalist yöntemi ile maddeyi, insanı, doğayı inceleyen, araştıran ve bundan bilimsel sonuçlar çıkartan Marksizm bilimdir ve bilim bir bütün olmasına rağmen,  kapitalizmdeki profesyonelleşme sonucu bilim de oluşan burjuva sınıflandırmaları ölçü alırsak, diyalektik materyalist yöntemi  fizikte, kimyada, biyolojide, matematikte, astronomide, sosyolojide, ekonomide kullanarak ne, neden ve nasıl sorularına  hipotezler geliştirmesiyle Marksizm bilimdir, “BÜTÜN” ü inceleyerek, araştırarak, parçalar arasındaki bağlantıları ve ilişkileri ortaya çıkararak kavramaya çalışmasıyla Marksizm “BÜTÜN” ün bilimidir.

Burjuva sınıflandırmayı kendilerine ölçü alarak “Marksizm bilim değildir” diyenlere, bu sınıflandırılmış bilim dallarından birkaç örnek vermek gerekirse;  Marks’ın kapitalizmin iktisadi yasalarını ayrıntılı bir şekilde incelediği ve bundan “kapitalizmin kendini yok edeceği” sonucuna ulaştığı  “kapital” i ekonomi bilimine, Engels in “doğanın diyalektiği” adlı eseri, hem biyolojiye hem de  antropolojiye, “paralel ışık teorisi”, hem fiziğe hem de astrofiziğe,  “Madde, uzay, zaman” teorisi hem fiziğe hem de kimya ya, alman dili üzerine araştırmalarıyla filolojiye,  Lenin in, “enerji ilk nedendir, yaratıcıdır” (tanrı anlamında)  diyen Ernst Mach (1838-1916) ve Richard Avenarius (1843-1896) a karşı, “enerji de maddedir” dediği ve bunu ispatladığı  “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”  adlı eseri, fiziğe ve kimya ya ait bilimsel çalışmalardır, daha çokça örnek verilebilir. İllaki bilim olabilme koşulunu bir keşfe veya bir şey icat etmeye bağlıyorlarsa Diyalektik Materyalist yöntemi bu bahsi geçen bilimlerde uygulayan Sovyetler Birliği ne bakmaları yeterlidir.  Ne, neden, nasıl sorularıyla maddeyi, insanı, doğayı, varlığı sorgulayan Marksizm le,  her şeyi mutlak Tanrı ile yaratıcı ile açıklamaya çalışan, sorgulamayı değil itaat etmeyi öğütleyen Dini karşılaştırarak,  birbirlerine benzeşir mi sorusunu sormak, en hafifinden ahmaklıktır. böyle bir soru,  evrim teorisi ile yaratılış teorisi, laboratuvar ile cami,  ruh ile madde, atom ile inanç,  soyutla somut, birbirlerine benzeşirler mi sorusuyla eşdeğerdir.

Marksizm, Diyalektik Materyalist  yöntemi ile  mutsuzluğunun nedenlerini sorgulayarak ayrıntılı analize tabii tuttuğu toplumu  ve insanı mutlu kılacak olan, nasıl ulaşılacağının yol, yöntem ve araçlarını bilimsel ilkeler ışığında belirlediği  amacı tanımlar. Tarihin ve yaşamın olağan evrim sürecine fikir ile müdahale ederek, idealize ettiği toplumu yaratma isteği olan bu amaç  Marksizm in ideolojik kısmıdır. Marksizm’in bilimsel olarak ortaya koyduğu gibi Komünizm,  kapitalizm in kendini yok etmesinin hemen ardından oluşacak olan evrimsel bir sonuçtur, bu,  tüm dünya sermayesinin tek elde toplanması ve buna mukabilen tüm dünya nüfusunun gerek işsiz kalarak gerekse de proleterleşerek bu tek elde toplanan sermayenin karşısında konumlanması üretici güçlerin toplumsallaşmasını sağlayarak Komünizm e götürecek evrimsel süreçtir. Oysa bu evrim sürecini kısaltmak için bu evrime müdahale etme isteği olan  Engels in yakın hedef olarak tanımladığı Proletarya Diktatörlüğü ve Lenin in “tek ülkede sosyalizm” öngörüsü Marksizm de ideolojinin başladığı sınırdır. Yani evrim yerine DEVRİM.   

O halde şimdi hem heidos un devrimcilere nefretinin dışa vurumu olan, hem de  “bir zamanların idolü büyük şair” in kafasının karışmasına sebep olan “ideoloji ve din benzeşir mi”  sorusunu şöyle sormalıyız;;  Proletarya diktatörlüğü ve “tek ülkede sosyalizm”(Devrim ideolojisi) ideolojisi,  Dini ideoloji ile benzeşir mi?  Hemen ayrıntıya girmeden bu soruya  benzeşebilirler diye cevap verebiliriz.

Dünya genelinde henüz kapitalizm in varlığını sürdürdüğü koşullarda, ülkelerin örgütsel şekillenişini de bu kapitalist üretim ilişkileri belirler, yani toplum kapitalizmin ihtiyaçları doğrultusunda örgütlenir, 

Emperyalist bir ülkede  “tüketim özgürlüğü” etrafında şekillenen tüm kurumlar ailesinden devletine kadar, “birey olma bilinci” ni “demokrasi” sosuyla toplumun hücrelerine kadar egemen kılarak bireyi sistem karşısında şeyleştirmek (nesneleştirmek)  amacıyla örgütlenmişlerdir. Burda amaç bireyin  kendini “önemli”  hissetmesini  sağlayarak “bir şey” olabilmeyi sisteme borçlu olduğu sanısını yaratmaktır. Bundan dolayı Emperyalist karın kırıntılarından yararlandırılarak “bir şey” olan birey, bencilleştirme yoluyla yalnızlaştırılarak  hem sistemin kölesi hem de savunucusu haline getirilmiştir. Buna Heidos un İsviçre’de yaşamasından dolayı bu ülkeden örnek verelim; alman faşistlerinin soykırıma uğrattıkları Yahudilerin altınlarıyla, yarı-sömürge, sömürge ülkelerin diktatörlerinin kanlı paralarıyla, Mafyanın para aklamasıyla, vergi kaçakçılarıyla, para spekülatörleriyle zenginleşen İsviçre’de, dünyadaki haksız savaşlara, katliamlara, soykırımlara sıradan bir İsviçrelinin gösterdiği tepki  “iyi ki İsviçre’de yaşıyoruz” diyerek “refah seviyesi” ne vurgu yapmasıdır. Devlet ve sistemde halkın bu korkusunu bildiğinden dolayı, halkın daha çok kendine bağlanması için sürekli “refah seviyesini kaybedebilirsiniz” korkusu pompalamaktadır. Hal böyle olunca birey, hangi günah üzerine zenginleştiğini bilmesine rağmen  o “refah seviyesini borçlu olduğu” sistemin ve Devletin hem esiri hem de bekçisi olmaktadır. Yani Devlet bireyin içine yerleşmiştir veya Devlet’in kendisi olmuştur.

Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ise birey, toplum ve devlet emperyalist sömürünün ihtiyaçlarına göre organize edilmiştir. Kapitalist ülkelerde birey “bir şey” ise bu türden ülkelerde birey bir hiçtir. Zaten birey diye bir şey de yoktur. Hem kendi egemenini, hem emperyalistleri hem de bu ülkelerin halkını doyurmaya mecbur bırakılmakla katmerli bir sömürü altında olan bu sömürge ülke halkların üzerinde “refah seviyesini kaybedebilirsiniz” gibisinden bir korkutma anlamsız olacağından Devlet, tüm araçlarıyla, şiddet, baskı, ölüm, işkence gibi yöntemlerle direkt bir korku egemenliği kurmaktadır. Yaşamın ve ölümün ucuzladığı bir ülkede, amaç korku ile kişinin benliğine saldırarak kendisini Devlet karşısında değersiz ve hiç hissetmesini sağlamaktır. Kendisini değersiz ve hiç hisseden kişi kendisine ve kendi gibilerine de güvenemez, o yüzden yalnızlaşıp tek başına kalmıştır,  güven duygusunu yitiren kişi, kendisi için bir adım atmaya da cesaret edemez, bu öylesine bir hiçlik duygusudur ki, “Devlet veya Ağa kapısında kul” olmayı bireysel kurtuluşu için yeterli görmektedir. Devlet artık kişi için amaçtır, varlığını Devletle bir bütün görmektedir.

Hem emperyalist ülkelerde hem de sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde  Burjuvazi ve onun tahakküm aracı olan Devlet varlığını yukarıda dile getirmeye çalıştığımız yalnızlaşan kişilerin korkuları üzerinden sürdürür.  Gramsci (1891-1937) nin dediği gibi “Burjuvazi ve Devlet gücünü iktidarından almaz, halkın korkularından ve yönetilme duygusundan alır”

Eğer toplumun ilerici güçleri ve aydınları bu dile getirdiğimiz sömürü çarkının farkında iseler,  karşılarında iki seçenek vardır; ya bu sömürüye gözlerini kapatıp, Heidosun da çok özlemini duyduğu bir “sosyal demokrat” parti aracılığı ile vicdanlarını teselli ederek vaktin gelmesini bekleyecekler, yada bu sömürüyü vaktinden önce sonlandırmak için toplumun mutluluğu bizim de mutluluğumuz diyerek DEVRİM yoluna çıkacaklardır. Konumuz Devrim ve Devrimciler olduğuna göre, devam edelim;  hedefe giden yolda  burjuvazinin iktidarının temel dayanağı olan halkın korkularını bertaraf etmek için kendisine güvenini kazanabileceği, önemli hissedebileceği örgütlü araçlar yaratmak öncelikli ilk adımdır, küçükten büyüğe, basitten karmaşığa, çeteden orduya, komiteden partiye, partiden  Devlete doğru gelişecek bu araçlar, halkın burjuvazi karşısındaki savunu ve saldırı mekanizmaları olacaktır.  Doğaldır ki bu araçlar henüz burjuvazinin var-lığını sürdürdüğü koşullarda sınıflı toplumun özelliklerini taşıyacaktır, şöyle ki; çete, ordu, parti, Devlet gibi bu türden araçlar mülkiyetin ortaya çıkmasından itibaren sırasıyla insanlık tarihindeki yerini almışlardır. Mülkiyetin olmadığı insanlığın avcılık, toplayıcılık dönemlerinde  yakalamak, öldürmek için gerekli olan komün ve sıradan bir ev eşyası gibi kullanılan mızrak gibi aletler, ne zamanki komünün ihtiyacından fazlasını yakaladığı, öldürdüğü avı  diğer komünlerle paylaşmayarak saklama, elde tutma eğilimi gösterdi, o zaman diğer komünlerden bu ihtiyaç fazlasını korumak için komün çeteye, mızrak ta insana karşı silaha dönüşüverdi, tarihte  mülkiyeti yaratan ve ordunun ilk nüvelerini oluşturan bu ilk  “ihtiyaç fazlası” dır. Bugün bile kapitalist krizlerin ve emperyalist paylaşım savaşlarının altında bu “ihtiyaç-üretim fazlası yatmaktadır. Diğer taraftan,  toplumun bir  yansıması olarak, bu araçların parçalarını oluşturan insanın düşünsel yapısını da bu mülkiyet ilişkileri belirler, insan yaşadığı toplumdan bağımsız değildir.(“insan yaşadığı gibi düşünür” Marks)  

Burdan da anlaşılacağı gibi,  proletarya ve halk kapsamına giren sınıfsal katmanların nihai hedefi için geçici olarak kullanacağı  ordu, parti ve Devlet gibi araçlar mülkiyetin sonuçları olduğundan dolayı içlerinde  halen mülkiyeti ve sınıf mücadelesini de barındırır. 

İşte  proletarya diktatörlüğü ideolojisinin pratikte(teorik olarak zaten benzeşebilme ihtimali yok)  dini ideoloji ile benzeşebilme ihtimalinin dayandığı temel, halen içlerinde mülkiyet ilişkilerini ve sınıf mücadelesini barındıran  ordu, parti, devlet gibi geçici olarak kullanacağı araçlardır. Burjuva beyaz ordunun karşısına  halkın kızıl ordusu, burjuva partilerin karşısına proletarya partisi, burjuva devletin karşısına proletarya diktatörlüğü ile çıkacak olan, iradi bir müdahaleyle yaşamı düşündüğü gibi değiştirme iddiasında olan Marksist Devrimci’nin ve kullanacağı araçlarının mülkiyet karşısındaki düşüncesi ve duruşu bu benzeş-menin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini belirleyecektir.  

Birincisi bu araçların hedef değil, hedefe ulaşmak için sadece bir süre panzehir niyetine kullanılarak tarihin çöplüğüne gidecek geçici araçlar olduğu ve zorunluluktan kaynaklandığı bilincine sahip olunmalıdır. Vücuttaki zehiri etkisiz hale getirmek için kullanılan panzehirde, zehirden üretilir, yani halkımızın engin tecrübelerinden çıkardığı gibi “çivi çiviyi söker”  Ne diyordu büyük usta Engels “ Devlet, Devlet eliyle yavaş yavaş ölmek zorunda”((Heidos için Almancası;  „Die Staat muss durch die Staat absterben“ ( bir not düşelim; yavaş yavaş ölmek veya sürece yayılarak ölmek anlamına gelen „absterben“ fiili sol yayınlarında Türkçe ye tuhaf bir biçimde „sönümlenmek“ olarak çevrilmiş))    bir örnekte Başkan Mao yoldaştan; “Biz savaş istemiyoruz, ama savaş ancak savaşla ortadan kaldırılabilir, kim silah istemiyorsa silaha sarılmak zorunda” (heidos için Almancasını da yazalım  „Wir wollen den Krieg nicht, aber man kann den Krieg nur durch den Krieg abschaffen. Wer das Gewehr nicht will, der muss zum Gewehr greifen.“) silahsız bir dünya için silah, savaşsız bir dünya için savaş, devletsiz bir dünya için devlet, dünya ezilenlerine ve sömürülenlerine  başka bir yol bırakılmadığından dolayı devrimcilerin zorunlu olarak başvurduğu bu araçlar Marksist Devrimcilerin esas nihai hedefi olamazlar, nihai hedef mülkiyetin olmadığı, sınıfların olmadığı, dolayısıyla ordunun, partinin, devletin olmadığı Komünist toplumdur.

Eğer araçlar amaca dönüşürse dünyayı değiştirme iddiasında olan Marksistlerde mülkiyetin batağına saplanarak değiştirmeye çalıştığı şeye dönüşme eğilimi gösterecektir. Sözgelimi proletaryanın Devleti, Devlet mülkiyetini, Devlet otoritesini ve yönetimini,  yavaş yavaş halka yayarak  hem kavram hem de varlık olarak Devleti tedricen öldürme  (sürece yayılan öldürme ) amacından uzaklaşırsa,  Devlet mülkiyetinden, halktan uzaklaştıkları için profesyonelleşen, teknokratlaşan kadroların faydalandığı ayrıcalıklı bürokratik bir sınıf doğacak ve Devlet te bu ayrıcalıkları korumak için, ölmek bir yana daha da güçlenerek baskıcı bir karaktere bürünecektir. ÇKP ve Başkan Mao bu tehlikeyi göz önünde bulundurarak Devlet mülkiyetini ve yönetimini hücrelerine kadar komünlere paylaştırmış, kızıl orduyu ve komünist partiyi en küçükten en büyüğe doğru komünler üzerinden örgütlemiştir. “kim üretiyorsa o yönetecektir” ilkesini esas alan en küçük komünde dahi özyönetim ve silahlı savunma gücü  oluşturulmuştu, köy komünleri ve silahlı gücü, şehir komününü ve ordusunu, şehir komünleri ve silahlı güçleri eyalet komününü ve ordusunu, nihayetinde eyalet komünleri ve orduları ülke komününü ve kızıl orduyu  oluşturuyordu, tüm halk hem partiydi hem de ordu,  öyle ki Revizyonist Deng Sio Ping’in Kızıl Ordu’yu burjuva ordusu gibi merkezileştirmesinden sonra CIA’nin sonradan açıklanan raporlarındaki şu cümle bile bu halklaşmanın önemini ortaya koymaktadır; “ Çin, artık ABD için bir tehdit unsuru olmaktan çıkmıştır, artık kimle savaşacağımızı biliyoruz, önceden  tüm Çin halkıyla savaşmak zorunda oluşumuz bizi korkutarak Çin’e saldırmaktan alıkoyuyordu” 

İkincisi, proletarya diktatörlüğüne ulaşmada komünist parti ve kadrolarının Marksist bilgisi, entelektüel birikimi, bilinci ve politik düzeyi halkın önünde olmalıdır.  Marksizm in yol göstericiliğinde Olgular ve olaylar karşısında önceden görüp politik taktikler üretebilen,  toplumsal çelişkiler içindeki devrimci dalgalanmaları önceden kestirerek halk ve devrim yararına kullanabilen, bilgisi ve bilinci ile, hem halkı eğiterek aydınlatabilen hem de düşmanın yalana dayalı karşı propagandalarını deşifre ederek boşa çıkartabilen komünist parti ve kadroları ancak Devrime ve halka öncülük yapabilir.

Aksi durumda, yani  bu saydığımız özelliklerin yeterli düzeyde olmaması, komünist parti ve kadrolarını kısaca yaşam karşısında seyirci durumuna getirerek, yaşamı geriden takip eden, olup bittikten sonra olayları ve olguları sadece yorumlayan bir konuma sürükleyerek gelişimini  engeller,  gelişmemesiyle birlikte var olan yapısını ve mevcudiyetini sürdürebilmek için kendini koruma refleksi gösterir.(bir not: burada kastedilen nitelik gelişimidir, nicelik değil, kadroları binlerce olan partilerde de bu kural geçerlidir) Yaşama müdahale edilemediğinden dolayı, partiyi yani geçici aracı korumak ve devamlılığını sağlamak pratik olarak lafızda nihai amaç ifade edilmesine rağmen nihai amacın yerine geçmeye başlar. Bundan sonrasında “her şey parti için” sloganı ile “aman ha!!.. Parti zarar görmesin” bahanesi, eleştiri-özeleştiri, sorgulama ve fikir üretiminin önüne geçerek biat kültürünün taşlarını döşemeye başlar. Ve  sekterleşmenin (Tarikatlaşmanın) kapılarını sonuna kadar açar.(Devrimci literatür de her ne kadar “sekter” hoşgörüsüz, kaba, anlamında kullanılsa dahi,  Latince ve batı dillerinde, gerçek anlamıyla “sekt” Tarikat, “sekter” ise Tarikatçı olarak  kullanılır.)   yaşamla aradaki fark açıldıkça bu farkı gizlemek için söylem keskinleşir, parti yüceltilir, mecburiyetten kullanıldığı için tiksinilmesi gereken silah öpülür, methiyeler düzülür, biri “ulu önder” yapılır, kan ve “şehit” edebiyatıyla ölüm kutsallaştırılır,  Kadrolar ve taraftarlar sorgulayamadıkları için müritleşir, vs.   

Bilgi ve Bilinç,  eylem ile doğru orantılıdır,  bilgi ve bilinç arttıkça düşün dünyası zenginleşir, düşün dün-yası zenginleşen kişinin eylem kapasitesi ve çeşitliliği de artar, tekrar eylemden kazandığı  bilgi ile geniş, uzak, bağlantılı, analitik düşünebilmesiyle hayatın çelişkilerini kavrayabilir ve hükmedebileceği alanı genişletebilir, çelişkileri kavranan yaşam düşünüldüğü gibi biçimlendirilebilir.  Oysa kendisi yerine bir başkasının düşündüğü itaatkâr cahil biri, yaşamı ve maddeyi kendi kapasitesinin sınırlarında tutmaya çalışır ve kendisini de yeni olan her şeyden korumak için bu sınırların içine hapseder. Kendi içinde yaşama karşı duvarlar ören bir kişi nasıl  bir başkasına yol gösterici olabilir.

Üçüncüsü ve en önemlisi,  Devrimci kadroların, Devrimin kendi kişisel kurtuluşları içinde bir ihtiyaç olduğu bilincinde olmalarıdır,  Devrimi kendisi içinde amaçlayan bir kadro,  doğadaki herhangi bir canlının yaşamını idame ettirebilmek için zorunlu olarak beslenmeye ihtiyaç duyması gibi, varlığını, geleceğini

Devrim e koşullandırmalıdır. Devrim le arasında böyle bir ilişki kuran kadronun öğrenmesini, kendini geliştirilmesini, Doğa ve toplum karşısındaki Marksist bilincini, kullandığı geçici araçlar üzerindeki iradi denetimini bu devrim ihtiyacı sağlayacaktır, bu aynı kişisel ihtiyacı duyan tek tek bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu örgüt, parti gibi araçlar sadece ihtiyacın ortaklaştırılmasıdır, bu ortaklaşma içerisinde her-hangi biri veya birileri, devrimi kendi kişisel ihtiyacı olmaktan çıkarırsa veya böyle bir bilince sahip olmaması halinde kendini diğerlerine tabi kılar ve kolektif adına kendini hiçleştirir, ve diğerlerine göre hareket edeceği için kişisel potansiyelini, enerjisini kolektife katamadığı gibi o kolektif içinde sadece bir nesneye dönüşür, Devrimi diğerleri için isteyen bir devrimci, o diğerleri hata yaptığında, örgütün niceliğine bağlı olarak  kolayca kırılacaktır, örgütün hem niceliği hem de kitleler üzerindeki etkisi büyükse, diğerleri veya “ulu önder” hata yaptığında veya amaçtan saptığında “bir bildikleri vardır” deyip örgütün büyüklüğünün sağladığı “sosyal konumu” kaybetmemek için sadece “kafa sallayan” bir mürite dönüşür, örgütün hem niceliği hem de kitleler üzerindeki etkisi küçükse,  hükmedeceği kitle az olduğundan dolayı, hem örgütsel konumu da egosunu tatmin etmeyeceği için, hem de kadroların azlığı omuzlara daha fazla yükü bindirdiği için  “bunların içinde kalıp kendimi kirletmek istemiyorum”  diyerek safları ter keder ve burjuvazi ye iltihak eder. (burjuvazi ne kadar temizse!!!!) 

Buraya kadar ifade etmeye çalıştığımız, henüz sınıfsal karşıtlıkların olduğu durumda geçici olarak kullanılma zorunluluğu olan araçların amaca dönüşebilme ve bilimsel, siyasal gerilik sonucu halkın gerisine düşerek tarikatlaşma eğilimi göstermesi,  kadrolarda Devrim in bir ihtiyaç olmaktan çıkması  proletarya diktatörlüğü ideolojisi ile dini ideoloji yi pratikte benzeştirebilecek olası nedenlerdir. 

Halkın çıkarlarını gözeten, Devrim saflarında olan birinin, karşıtına dönüşebilme ihtimalini göz önünde bulundurarak dikkat etmesi ve sürekli bir denetleyici eleştiriye tabi tutması gereken, en önemli noktalar bunlardır. Devrim iddiası ve isteği  oldukça bu bahsi geçen benzeşebilme riski her zaman mevcut olacaktır, ya farkında olunmasına rağmen zulme, sömürüye, haksızlıklara karşı vicdanını, gözlerini kapatıp bu riskten kendini koruma adına sistem içinde sıradan bir nesneye döneceksin,  ya da bu riskin bilincinde olarak tarihin akışını değiştirenlerle birlikte yaşamın  öznesi olacaksın, zor olan ikinci seçenektir, hem sistemin araçlarına yani Devletin tüm aygıtlarına, ordusuna, polisine karşı içinde, işkence, ölüm olan bir kavga yürüteceksin, hem de sistemin yozlaştırıcı etkisinden korunmak için  kendinle ve yol arkadaşlarınla mücadele edeceksin. 

Sonuç yerine; Devrimcilere duyduğu kini, nefreti bir başkasının kurduğu cümleyi delil niyetine kullanarak kusan  Heidos gibi devrim in karşısında saf tutan biri ancak bu sıraladığımız, proletarya diktatörlüğü ideolojisi ile dini ideolojinin pratikte benzeşebilme olasılıklarının doğurduğu sonuçlardan yola çıkarak bütün ün bilimi Marksizm i dine benzetmeye çalışır. çünkü karşı devrimci duruşunu ve devrimcilere olan nefretini gerekçelendirmek zorundadır. Marksizm sadece düşüncede ve teoride kalarak proletarya diktatörlüğü ideoloji si ve Devrim önermeseydi, ne Heidos gibi bir çeyrek “aydın” ın  kurgu ve yalana dayalı hezeyanlarına cevap vermek, ne de Devrimi ve Devrimcileri savunmak  zorunda kalırdık. Ama her ne kadar Heidos gibileri kendini “gerçekleri gören” ilk kişi zannetse de, kendisinden önce, Devrimcilere küfrederek yer edinmeye çalıştığı burjuvazinin “şefkatli kollarında”  ekmeğini devrimcilere küfrederek kazanan nice karşı devrimci ve kavga kaçkını olduğunu biliyoruz. İnsanlık Komünizme ulaşıncaya kadar her zaman bu türden saldırılar ne ilk nede son olacaktır. Ne de bizim ilk ve son savunmamız olacaktır.

Sadece  hiddetlendirmeye yarayan,  Heidos gibi “aydın” müsveddelerinin yazdığı bu türden küfürnameler yerine, halkın yanında saf tutan gerçek  Aydınların, bu benzeşebilme riskine karşı uyaran, denetleyen, yol gösteren eleştirileri Devrimcilerin daha az hata yapmasına yardımcı olacaktır. 

M. Gül     16.01.2014