Salı Mart 19, 2024

Gecenin sol yanağında küçük bir buse…

Kaypakkayahaber

6 Ağustos Perşembe günü İsviçre YDG sorumlularından genç bir yoldaşın “bana ulaşır mısın?” diye gelen e-maili ile kendisini aradığımda trafik kazasında senin yaşamını yitirdiğini, babanın komada olduğunu, 3 yoldaşımızın ise yaralandığı haberini öğrendim. O vakit yer çekiminin hacmi daha çok hissedilir oldu bedenimde. Sonra Atina’yı, ardından Kavala’yı aradığımda, günün şahdamarı kesilmişti artık. Zaman kendi gölgesinde yaşlandı. Gün, çocuklarına ay emziren annelerin acısıyla sarsılmıştı. Bu acı, Ortadoğu’da bir tank, Suruç’ta gençleri katleden adi bir bombaydı patladı yüreğimizde. Tüm bu acılar yetmedi ki, buna sen de dâhil oldun. Acıyan yaralarımızı, daha büyük acılarla sarmak yine bizim payımıza düştü. Senin açtığın yeni yara, eski yaraları da kanattı be güzelim... Şimdi senden geriye birbiriyle yer değiştiren hüzünler kaldı.

Biz çocuklarımızı, istiridyenin içinde ki kıymetli inciler gibi büyütürüz. Ceren’de böyle büyütülmüştü. İsviçre’ye geldiğimde henüz 2-3 yaşlarındaydın. Zayıf, kömür karası kaşın, gözün ve saç rengine, La Chaux de Fonds şehrinin sert ayazıyla yanmış esmer tenin ayrı bir karakter katmıştı. “Kara kız” derdim, gülüp anne ve babana kaçardın. İsmini Ayfer Celep yoldaştan aldığını anlatmıştı baban. “Ceren Ayfer” olması bundan!

Sıklıkla yolumuz düşerdi size. Abin ve senin odanı işgal ederdik. Sabah erkenden kalkıp kapı aralığında meraklı gözlerle odanızdakileri süzerdiniz. Kahvaltı boyu keşfeden gözlerinizi dikip bizlere, çocuk dünyanızda ‘kahramanlar’ yaratırdınız. Her gelişimizde, babanızı da beraberimizde götürürdük. Bazen birkaç gün, bazen daha uzun günler. Bir süre sonra baktık ki siz de gelmek istiyorsunuz. Ama ağlama sızlamalarınıza karşın götüremiyorduk sizi. Babanıza “Yoldaş, bundan böyle biz aynı anda çıkmayalım evden. Bizden 5-10 dakika sonra çık. Yoksa çocuklar bize tepkiselleşecekler ‘babamızı götürüyorlar bizi götürmüyorlar’ diye” demiştik ve öyle bir aldatmacayla geleceğin YDG’lilerinin tepkilerinden ‘kurtulmuştuk’ kısmen.

Baban “Nazlım, beni seviyor musun?” derdi. Sen “Evet” derdin. Ama bu onu tatmin etmezdi. “Ne kadar?” dediğinde, kollarını açıp ufuklara, gererek kendini “bu kadar” derdin. Buda yetmezdi babana. “Hadi sarıl da bakayım ne kadar çok seviyormuşsun” derdi. Sımsıkı sarılır, olanca gücünle sıkardın küçük, güçsüz, zayıf kollarınla. O ince dudaklarınla sesli bir öpücük kondurduğunda, Mazlum yoldaşın dünyası değişirdi. Baban, kendisinden yorgun gölgesi ve nasırlı elleriyle severdi seni. Ve “Xalo nazlım beni böyle sevince ben ölür müyüm?” derdi. Şimdi o sonu meçhul derin bir uykuda... Sen ise çıkıp gittin. Bilse bunu, sence yaşar mı?

Anne ve babana her “sizi seviyoruz” dediğinizde, “Biliyor musunuz, birçok anne ve baba çocuklarının bu cümleyi kendilerine söylemediklerinin farkında bile değiller. Oysa ne kadar gizil, korkunç, örtük ve büyük bir tehlike. Çocuklarına maddi şeyler bırakarak anne ve baba olma sorumluluklarını yerine getirdiklerini sananlar, çocukluklarının mutlu büyümesini önemsemiyorlar. Mutsuz büyüyen çocuklar, mutsuz bir aile ve bir toplumu oluşturacaklar. Bunun için lütfen ailesel ilişkilerde daha hassas davranın.” Derdim Annen ve babana. Bu önerme pratikte pek etkili olmadı belki, ama mutlu bir çocukluk yaşamanız için kendi kavradıkları ve algıladıkları ölçüde çabaladılar. 

Gençlik örgütlenmesi çalışmalarında, sen ve yaşıtın diğerlerinin bize katılma çabalarınızdan örnek verirdim hep. “YDG değil, YDÇ (Yeni Demokrat Çocuk) çalışması yürütmeli. Çocuklar daha istekli çünkü. Çocuklar için ayrı bir eğitim planı oluşturmalı. Geleceği hedefleyenler, onu şimdiden planlar! Çocuklarımıza ‘çocuk gibi davranmaktan’ vazgeçelim, onlara özel programlarla ve gecikmeden şimdiden yoğunlaşmalıyız” derdim.  Sen, Uygar, Çağlarsan, Alişer, Rosa, Fatoş, Özlem İsyan, Ares, Kıvanç ve daha ismini sayamadığım birçoğunuz, şimdinin YDG’lileri... Çoğu yaşıtlarınız gibi parklarda oynamak yerine, toplantı, yürüyüş, gece ve etkinlikler içinde büyüdünüz... Yaşıtlarınızdan farklı bir algınız oluştu doğaya dünyaya ve hayata dair. Küçük bedenlerinizle koca dünyayı temellerinden sarsacak düşüncelerle tanıştınız. İlk adımlarınız belki... Ama olsun, pratiğin içinde atılan adımlar her biri...

Babanın da dosyamızda yargılandığı bir davada tutuklanmıştık. Çıktığımda, görüştüğümüzde sarılmıştın. Çocuk gövden, çocuk kolların ve çocuk ruhunla kucaklamıştın beni.

 “Kaç aydır niye bırakmadılar seni, sen güçlü değil misin niye dövmedin o polisleri? Ben polisleri sevmiyorum artık. Sizi götürdüler. Evimizi aradılar. Babamı hep rahatsız ettiler. Niye izin verdin seni tutuklamalarına?” demiştin.

“Silahları vardı kızım o yüzden dövemedi” demişti baban, bana göz kırparak.

 “Niye sizin yok?” dedin bana.

 “Bizim de var” dedim.

“Hani nerde?” dedin. Görmek istedin. Kafamı işaret ederek: “Kafamızın içinde. Dünya gericiliğine kan kusturan, güzele düşman olan herkesin korktuğu görünmez silahlar hem” dedim.

 İnce dudaklarını uzattın, kaşlarını çattın, kömür karası gözlerinle karanlık-karanlık baktın bana. Anlamadığını ifade ederek dudaklarını büktün. Güldüm. Kelebeklerin su içtiği gamzeli yanağından bir makas aldım. Serçe kanadı cılız ellerinden tuttum, yürüdük. Daha basit ifadelerle anlatmaya çalıştım, ne kadar başarılı oldum bilmiyorum. Ama sen o gün çok şey anlattın bana. Ve ben hepsini anladım!

Dönüp gerilere, açtım arşivi. 2005 yılında çektiğimiz fotoğraflarınla karşımdasın şimdi. Oysa daha geçen hafta, ATİK kampına gidiş için Ancona’dan gemiye biniş saatleri, ücretleri vb. planlamalar için görüşmüştük. Ne çabuk geçmiş yıllar?! Yağmur tanesinin bahane olduğu filiz gibi hızla büyüdün ve gittin bile demek? Böyle ışık hızıyla, böyle apansız… Böyle yaralı zamanlar bıraktın bize. Olmadı be güzelim, olmadı böyle… Bazıları yıldız gibi girer insanın yaşamına, kayarken karanlığın gök kubbesinde, insanlığın yüreğine akar… Sende öyle yaktın bizim yüreğimizi, küçük yoldaşım… Şimdi Ağustos’un güneş sağanağı altında alevler arasında yüreğimiz buz tutar… Acıların delik-deşik ettiği yürekler taşıyoruz ardınızdan. Ama olsun, yüreksiz olmaktan iyidir.

Şüphesiz, herkesin bir zamanı var. Doğduğu, büyüdüğü ve yaşadığı zaman gibi, öleceği zamanda! Korkulacak şey ölüm değil şüphesiz, “yaşadım” diyebilecek kadar yaşayamamış olmak! Ve sen, ne yazık ki, bu korkulan şeyle karşılaştın be kara kız...

Acılarımız zamanın ötesine uzanıyor şimdi. Yaralarımıza ilaç bulduğumuz adresler yok. Acılarımız, dünyayı bizden ayıran kıyılara taşıyor bizi. Yalnızız! Aynı acıları taşıyan on-binlerle birlikte, ama yalnız!

Taş kesildiğimiz acın karşısında, kendi çocuğunu bile çarmıhta bırakan “tanrıyı” kim kurtaracak gazabımızdan?! O küçük yüreğin karşısında cüceleşti tanrı! Ve şimdi gölgesinde büyüdüğün o yüzyıllık koca ağaçlar, alıp gitmek ister gölgelerini. Odanda öylece bıraktığın eşyaların geri dönmeni bekler. Henüz gelmedin, ama yokluğun buralarda, acı harfler toplayan koca bir sessizlik oldu şimdi. Rüyaların kırılan kapısı oldun küçük yoldaşım...

Biliyorum, herkes bir gün öldürür çocukluğunu, büyümenin elleriyle. Ya sen? Sen daha büyümedin bile! Kapanmamış bir parantez gibi kaldı hayatın. Seni sevenler ise o parantezin içinde! Ve sen, en onulmaz çocuk yerinde düştün, gökyüzünün uykularına…

Ne çok yaşanmışlık var oysa hangi birisini anlatsam, anlatmadıklarıma haksızlık oluyor. Anlatmak isterim hepsini bir-bir. Ama yaralıyor be kara kız. Şimdi rüzgâr da sustu. Yaşanmamışlıklar, yaşanmışlıklara isyan etti. Yaşanmışlıkların izleri kaldı toprakta... Ve giderken öğrettin, sevdiklerimizle hangisi son görüşmemiz olduğunu bilmediğimizi.

http://hakangurer.blogspot.ch/2015/08/gecenin-sol-yanagnda-kucuk-bir-buse.html#more

2924