Pazar Mayıs 19, 2024

Ölümün susturduğu yaşamlar (Nubar Ozanyan)

Yoksulluk, zulüm yetmiyormuş gibi depremin ve kışın beyaz zulmü de halkımızı ölüm karşısında çaresiz ve yalnız bıraktı. Devlet, yüz binlerce insanı canlı canlı toprağa gömdü. Kapitalizmin sermayesi yine halkın canı ve kanıyla yıkandı.

Depreme dayanıksız konutlar halkın mezar taşı oldu. Yoksulluk, kış, çaresizlik, ölüm ezilenleri üşütmeye devam ediyor. Kapitalist sistem, kendisiyle birlikte insanlığı hızla belirsiz bir yıkım ve sona doğru götürüyor. Her şeyi metalaştıran kapitalizm, yaşam gibi ölümü de metalaştırarak insanlığı çaresizliğe ve yıkıma doğru sürüklüyor.

Birkaç gündür ölümün ve acının, çaresizlik ve kaderin dışında konuşulan bir şey yok gibi. Hiçbir şey beton ölümün önünde duramadı. Ne birikmiş servetler ne gerçekleştirilmek istenen sömürü projeleri, imha ve yok etme planları, düşünülüp öngörülen seçim çalışmaları… Hiçbiri. Bir anda her şey sarsıldı, yıkıldı ve sustu.

Sömürü düzeninin yıkılan evlerden daha çürük ve temelsiz olduğu bir kez daha görüldü. Bir kez daha “Cumhuri Turki” denilen devletin; işçilerin, emekçilerin, kadınların, Kürtler’in, Aleviler’in, yoksulların özgürce ve insanca yaşamasını esas almadığı görüldü.

Bazı deprem bilimciler günler,aylar öncesinden “Maraş ve çevresinde deprem beklentisi” yönünde ciddi uyarılarda bulundu. AKP-MHP iktidarı, bilim insanlarının uyarılarına kulak asmadan rant ve yağma peşinde koşmaya devam etti. “Büyük felaket” herkesin gözü önünde, kulakları sağır edercesine geldi ve her şeyi yıkıp ve susturdu.

“Yardım edin” çığlıkları, “kurtarın” feryatları, beton yığınları altında susmadan yankılandı. Onlara uzanan el yine yoksul emekçi eller oldu.

Enkaz altlarında kalanlar ne kompradorların aileleri ne generallerin kendileri ne de hırsız bürokratların çocuklarıydı. Beton altında kalanlar yoksul, mazlum emekçi halkımızın kendisiydi. Kürt halkını imha ve yok etmekten başka bir şey düşünmeyen, yok edici ve kıyıcı silahlar yapmakla ve kullanmakla övünen Türk devleti, deprem karşısında kılını bile kıpırdatmadı.

Devlet denilen yıkım makinasının, tüm kurumları ve tekniği savaş ve yıkım üzerine şekillenmiştir. Halkı beton altında yoksul kaderine terk etmek faşist devletin var oluş kodunda saklıdır.

Sarsılan ve yıkılan sadece evler değildi. Sermayenin egemenliğine dayalı kompradorların temelleriydi aynı zamanda. Çöken, AKP-MHP faşist iktidarının seçim hesapları ve yatırımları, vaatleri ve yalana dayalı nutuklarıydı. Devletin yeni bir yüzyıl cumhuriyet planlarıydı. Devlet, beton altında kalarak moloz yığınına dönüştü.

Yoksul halkımızın sadece canı enkaz altında kalmadı. Devlete olan güveni, hükümetten beklentileri, hayalleri de enkaz altında kaldı.

Birçok deprem yaşandı. Ancak hiçbiri bu kadar yaygın ve geniş bir alanda etkili olmadı. Bu kadar yıkıcı ve sarsıcı değildi. Yer üstünde yükselen “Sesimi duyan var mı?” çağrıları yeraltında zorlukla duyulan yaşam sesine ulaşamadı. Elleri ve tırnaklarıyla halkımız enkaz altında kalanlara ulaşmak istedi. Nasırlı eller ve yoksul yürekler, betonlar karşısında direnmeye çalıştı. Şans eseri yıkımda ölmeyenler beton bloklar altında donarak öldü.

Türk devleti ve onun iş başındaki faşist hükümetinin, Altılı Masa etrafında toplanan sözde muhalefet partilerinin hiçbirinin umurunda değildi halkın feryadı ve dinmeyen acı dolu çığlıkları…

Rant, yağma ve daha fazla oy peşinde koşan, çökme ve yıkım üzerinde zenginleşen kompradorlar, depremle birlikte bu kez daha ağır ve acımasız bir şekilde halkın üzerine çöktü.

Yer altını ve yer üstünü halklar mezarlığına çeviren Türk devletinin var oluş temelleri yıkma, çökme, savaş ve işgal üzerine kuruludur. Kurtarma üzerine kurulu bir aklı yoktur. Devlet denilen imha ve yok edici makinadan ne insanlık ne yardım, ne umut ne de çare beklemek gerekir. Bir kez daha yaşandı ve görüldü ki; halkın acısı gibi mücadele ve dayanışması da ortaktır.

Ölüm altında üşüyen çocuklara ilk ulaşmak isteyen yine halkımız oldu. İlk el uzatanlar devrimciler, yurtseverler, yüreği ve vicdanı canlı olan özgürlük savunucuları oldu.

Ne devlet ne Ankara sarıyor halkın acısını. Bunu bilerek ve anlayarak sarılalım yardıma, dayanışmaya ve birlikte mücadele etmeye…

1814

BALIK VE MELISA

Uzun zamandır işsizdi. Hangi kapıya el uzatsa boşa çıkıyordu. Evde bulunmak, ev halkıyla göz göze gelmek istemiyordu... Erkenden kalkıyor, açlıktan guruldayan midesiyle zor atıyordu kendini dışarıya. Ardından şuursuzca, saatlerce dolaşıyordu sokaklarda, caddelerde... 


ROBOSKİ’NİN KANAYAN KARANFİLİ

 

“Acıya yenilmek istemiyorsan,

onunla yüzleşmen gerek.”

(Lanza del Vasto.)

 

Masamın üzerinde bir karanfil duruyor şu an. Rengi kızıla çalan bir karanfil. Roboskî karanfili. Çamurlu patikadan otuz dört fidanın mezarlarının yan yana dizili durduğu mezarlığa doğru tırmanırken KESK’li Sedar’ın elime tutuşturduğu… Her şeyin acıya karıldığı o sisli anlarda ne yaptığımı, ne yapacağımı bilemeyip çantama atıvermişim. Eve döndüğümde çıktı…

Ben onlardan değilim, Kaypakkayanın yoldaşıyım.

 

Çanakkale Savaşında İnsanlık Dramı (Yüzbaşı Sarkis Torosyan)

 

Savaş Şiddet Üzerine Ekonomi-Politik ve Antropolojik Notlar

 

“Yoksulların zenginlere karşı verdiği savaşa terörizm,

zenginlerin yoksullara uyguladığı terörizme de savaş denir.”[2]

 

İtiraf etmek gerekir ki, savaş hakkında konuşmak, kolay bir iş değil.

Bunun nedeni, insanın savaş konusunda, “alternatif” de olsa bir ders bağlamında konuşabilmesini sağlayacak nesnellik ve uzaklık duygusunu deneyimleyebilmenin zorluğu.

KIMSENIN KUŞKUSU OLMASIN; ONLARI MUTLAKA YENECEĞIZ![1]

 

 

“Belki de asıl ustalık budur;

her zaman acemi olmayı bilmek.”[2]

 

Yedi düvel dört iklimden hoş geldiniz…

Dersim’den, Diyarbekir’den, Antakya’dan, Çorum’dan, Sivas’dan, Samsun’dan, Ardahan’dan, İzmir’den, Adana’dan, Antep’den yani “Nuh’a beşikler veren” kadim Anadolu’nun dört bir yanından buraya gelen yoksullar, işçiler, Kürtler, Araplar, Ermeniler, Çerkezler, Lazlar, Aleviler, kadınlar, gençler, çocuklar yani ötekileştirilen mağdurlar, madunlar, ezilenler, sefa getirdiniz…

NEDEN KAYPAKKAYA

“Kemalist diktatörlük, Türk şovenizmini körüklemeye girişti! Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türk’lerden türediği şeklinde ırkçı ve faşist teoriyi piyasaya sürdü. Diğer azınlık milliyetlerin tarihini, kitaplardan tamamen sildi. Bütün dillerin Türkçeden doğduğu şeklindeki “Güneş Dil Teorisi” safsatasını yaydı. “Bir Türk dünyaya bedeldir!”, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” cinsinden şovenist sloganları ülkenin her köşesine, okullara, dairelere, her yere yaydı.

KÜRTLER TARIH YAZIYOR!

 

KÜRTLER TARİH YAZIYOR!

Kürdistan halkı kendi tarihini kendisi yazıyor.

Kürdistan Ulusal Özgürlükçü Hareketi, kendi öz gücüyle T.C. devletine her alanda darbe vurarak ilerlemeye devam ediyor. Kürdistan Özgürlükçü Hareketi Artık gerilla savaşı dönemini aşmış, stratejik denge savaş sürecini yakalamıştır.

Türkiye Devrimci Hareketi tarafından Batı’da ikinci bir cephe açılamadığından dolayı Kürt Özgürlük Hareketi stratejik denge aşamasına ağır bedeller ödeyerek mücadelesini sürdürmektedir.

NEWROZ ATEŞİ!

 

Zalimin zulmüne başkaldırının günüdür Newroz. Ortadoğu halklarının zafer ve özgürlük ateşini yaktıkları gün. Modern Dehak’lara karşı mücadelenin boyutlandığı, halkların emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşlarınıyükselttikleri gün.

İntifalara, serhıldanlara esin kaynağı olan Newroz ateşi binlerce yıl önce yakıldı. Zalim Dehak’ın sarayından yükselen Newroz ateşi, o günden bu yana her 21 Mart’ta daha da bir gür yanıyor.

"EYLÜL KOKUSU" VE ADIL OKAY

 

Kaç Kişi Kaldık?" sorusu ile postmodernizmden malûl "yenik ruh hâline", "Hayır" diyen Adil Okay, yaşadığı tarihin umutlarını bizimle paylaşırken, Can Baba'nın yolunda, İbni Haldun'un uyarısını unutmamacasına ilerliyor...

Okay'ın "uzun yürüyüşü"nde "düş kırıklıkları", "yenilgi", "aşk", "sürgün" ve "yitirilenler"; ya da başkaldıran insana ait her şey var! Ama yılgınlık, vazgeçiş, tövbe yok... İnsan(lık)tan umudunu kesememiş Okay; bunun için de heybesinde dizeleri ile hâlâ yollarda...

AYDIN(LAR) VE AYDINIMSI(LAR)[*]

 

“Alev, başka şeyleri aydınlattığı

kadar aydınlatmaz kendini.”[1]

Dört yanın “aydınımsı(lar)” diye ifade edilebilecek bir yabancılaşma/ deformasyon tarafından kuşatıldığı kesitte, Demba Moussa Dembélé’nin, ‘Samir Amin: Ezilen Hakların Sömürülen Sınıfların Organik Aydınları’[2] başlıklı yapıtı, “dünya aydın bakışı”nın yanıtı gibidir sanki…

Sayfalar