Salı Mayıs 21, 2024

Proletarya Partisi

Proleterya Partisi'nden gundeme iliskin yazilar

TKP-ML Merkez Komite: Pratiğimizde Bilinç, Bilincimizde Rehberdir İbrahim Kaypakkaya!

Coğrafyamız komünist önderi ve Demokratik Halk Devrimi’nin sönmez meşalesi İbrahim Kaypakkaya yoldaşın Amed Hapishanesi’nde katledilmesinin 51. yılındayız. Önder yoldaşımızın 18 Mayıs 1973’te katledilmesinden sonraki yarım asırlık zaman diliminde Türkiye ve Türkiye Kürdistanı toplumsal mücadeleleri tarihinin gelişim seyri, İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerini sadece doğrulamakla kalmamış aynı zamanda güncel kılmıştır.

Bunun nedeni İbrahim Kaypakkaya’nın, Marksizm-Leninizm-Maoizm bilimiyle, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin ulaştığı aşamayı başarıyla sentezleyebilmiş olmasıdır. İbrahim Kaypakkaya’yı çağdaşlarından farklı kılan onun ideolojik duruşudur. Çağımızın en ileri bilimi olan Marksizm-Leninizm-Maoizm’dir. Bundandır ki, İbrahim Kaypakkaya’nın görüşleri coğrafyamız işçi sınıfı ve emekçi halkının demokratik halk devrimi ve sosyalizm mücadelesinin bizatihi kendisidir!

Bu nedenle, kazanılacak devrim, “İbrahim”ce kazanılacaktır! Sömürüden kurtuluş, özgürlük ve halk demokrasisi mutlaka ama mutlaka “Kaypakkaya”ca olacaktır. Çünkü İbrahim Kaypakkaya adı ve pratiği, coğrafyamız işçi sınıfının, köylülerinin, gençliğin, soykırıma uğratılan Ermeni halkının, inkar ve imha edilen Kürdün, inancı aşağılanan Alevi’nin özlem ve taleplerinin kendisidir. Bunun nedeni İbrahim Kaypakkaya’nın, görüşlerini sınıf mücadelesinin engin denizinde oluşturmasıdır, pratikten damıtmasıdır.

Çünkü İbrahim Kaypakkaya adı ve pratiği cepheden bir tavır alış, eğilip bükülemez bir duruş, düzen içine çekilemez bir çizgidir. Coğrafyamızda komünizm adına söz söyleyip pratik eyleyen herkes, ölçüyü Kaypakkaya’dan almak zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Kaypakkaya’nın dostu olmak, devrimin dostu olmaktır. Kaypakkaya’dan uzağa düşmek, komünizmle mesafeli olmaktır.

İbrahim Kaypakkaya’nın coğrafyamız koşullarında komünist bir önder olarak ortaya çıkışında, enternasyonal proletaryanın ve ezilen dünya halklarının binlerce yıllık mücadelelerinin bilimsel temelde ifadesi olan Marksizm-Leninizm biliminin Maoizm aşamasına evrilmesi ve coğrafyamız sınıflar mücadelesinin ulaştığı aşama belirleyici önemdedir. İbrahim Kaypakkaya’nın coğrafyamız devrimci hareketinin komünist yüzünü temsil etmesi bu yüzdendir.

Bu anlamıyla İbrahim Kaypakkaya, gücünü bizzat kendisinin de içerisinde yer aldığı kitlelerin eylemlerini çağının en ileri bilimi olan Marksizm-Leninizm-Maoizm bilimiyle başarılı bir şekilde sentezleyebilmesinden alıyordu.

Başkan Mao önderliğinde Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin enternasyonal proletarya ve ezilen dünya halklarının mücadeleleri üzerindeki güçlü etkisinin coğrafyamız sınıflar mücadelesine doğrudan yansımasının ürünü olan İbrahim Kaypakkaya ve partisi TKP-ML; Türkiye ve Türkiye Kürdistanı komünist hareketinin yeniden tarih sahnesine çıkmasının adı olmuştur. İbrahim Kaypakkaya ve TKP-ML, coğrafyamız sınıflar mücadelesinde bir dönüm noktası olan 1971 devrimci çıkışının komünist yüzünü oluşturmuştur.

Türk, Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfı ve emekçi halkın komünist öncüsünün İbrahim Kaypakkaya önderliğinde kurulmasının tarihsel önemi aynı zamanda sınıf düşmanlarımızın Kaypakkaya’yı “ihtilalci komünizmin en tehlikeli temsilcisi” olarak tanımlamalarına neden olmuştur. Bu net ideolojik tanımlama, Kaypakkaya’nın neden katledildiğini de açıklar.

Türk hakim sınıfları, bu genç komünist önderin tezlerinde ve pratiğinde kendi sonlarını görmüş ve çareyi onu katletmekte bulmuşlardır.

İbrahim Kaypakkaya’yı TC devleti açısından “ihtilalci komünizmin en tehlikeli temsilcisi” yapan sadece Türk hakim sınıflarının devletinin soykırım temeli üzerinde kurulmuş olduğunu, Kemalist faşist bir diktatörlük olduğunu dile getirmesi ve Kürt ulusal sorununa dair tezleri vb. değildir. O, TC devletinin niteliğinden sosyo-ekonomik yapıya, sınıfların mevzilenişinden silahlı mücadeleye, komünist partisine ve sosyalizmde sömürüye kadar bir dizi konuda son derece önemli tezler ileriye sürmüştür. Bu anlamıyla Kaypakkaya, Türk ve Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfı ve emekçi halkımıza kurtuluşun yolunu göstermekle kalmamış, kurtuluşun yolunun hakim sınıfların herhangi bir kliğinin peşine takılmakta değil, kendi partisi, halk ordusu ve birleşik cephesinin örgütlenmesinden geçtiğine işaret etmiştir.

Bu tespitler uzun süredir “seçim kıskacı”nda boğulmaya çalışılan sınıf mücadelesi ve siyasi öznelerinin yürümesi gereken yolu da göstermektedir. Ama aynı zamanda örneğin Türk hakim sınıfları arasında şimdilerde propaganda edilen “yumuşama”, “normalleşme” tartışmalarına da yanıt olmaktadır. Hakim sınıf kliklerinin kendi aralarında iktidar dalaşı verirken her daim işçi sınıfı ve emekçi halka karşı birleşmiş olmalarının nedenlerini en berrak şekilde Kaypakkaya’nın Türk hakim sınıflarının ve TC devletinin tahlilinde bulmak mümkündür. Bu tahlillere bakıldığında “yumuşama” diye bahsedilenin, hakim sınıfların devrimci durumu baskılamaya, işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin rejime-sisteme yönelik öfkesini sindirmeye yönelik kendi aralarındaki bir paslaşma olduğu rahatlıkla anlaşılabilir. Hala bu söylemlerden medet umanlar, son olarak yıllardır süren “Kobanê İntikam Davası”nda verilen toplam 417 yıllık hapis cezasına bakabilirler. Nitekim bugüne kadarki coğrafyamız sınıflar mücadelesinin tarihsel tecrübesi de bu gerçeğe fazlasıyla işaret etmektedir. Dahası günümüz Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nı sosyal ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin pratik tecrübesi, tekrar tekrar İbrahim Kaypakkaya’nın ileriye sürdüğü görüşlerin haklılığını kanıtlamaktadır.

Bu anlamıyla İbrahim Kaypakkaya, bir istisna değil, Halk Savaşı, Demokratik Halk Devrimi, Sosyalizm ve Komünizm mücadelesinin ana halkasıdır. Devrim, sosyalizm ve komünizm mücadelesinin bilincidir.

Katledilişinin 51. yılında İbrahim Kaypakkaya bilincimizde yaşıyor, sınıflar mücadelesinde önderlik etmeyi sürdürüyor!

İbrahim Kaypakkaya Ölümsüzdür!

TKP-ML Merkez Komite

Mayıs 2024

TKP-ML MK Siyasi Büro Üyesiyle Röportaj: “Partimiz 53. Mücadele Yılında Faşizme Karşı Savaşını Kararlılıkla Sürdürecektir”

” Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini örgütlenmesi ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu anlamıyla başta İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta Alanlara çağrısını değerli ve anlamlı buluyoruz.”

– Öncelikle kendinizi tanıtır mısınız?

– İsmim Özgür Aren. TKP-ML MK, Siyasi Büro üyesiyim.

– 24 Nisan 1972 tarihinde kurulan partiniz 52. mücadele yılını geride bırakıyor. Bu vesile ile partiniz adına sizinle bir röportaj gerçekleştirmek istiyoruz. Sorularıma geçmeden önce bu kapsamda ilk olarak neler söylemek istersiniz?

– Evet, yarım asırlık bir mücadele tarihini geride bırakmış olmak dile kolay. Bu süre, toplumlar ve sınıflar mücadelesi açısından kısa sayılabilen bir zaman dilimi olmasına rağmen bir yandan da oldukça uzun bir süre. Bu 52 yıl içerisinde yıldızlaşanlarımızın, başta partimizin kurucu önderi İbrahim Kaypakkaya, halk ordumuzun ilk ölümsüzü Ali Haydar Yıldız ve komünist kadın örgütümüzün ilk ölümsüzü Meral Yakar olmak üzere tüm yoldaşlarımızın mücadele yaşamları ve anıları önünde saygıyla eğiliyoruz. Yine yarım asrı aşan bu can bedeli mücadele içinde gazi olan, tutsak edilen, işkence gören yüzlerce, binlerce yoldaşımızın emeklerine minnet duygularımızı da ifade etmek istiyorum.

Şu anda başta Türkiye coğrafyası olmak üzere mücadele içinde olan, zindanlarda tutsak olup tecrit-tretman işkencesine karşı direnen, Ortadoğu ve Batı Avrupa’da tüm mücadele alanlarında partimizin, halk ordumuzun, komünist kadın örgütümüzün ve komsomolumuzun militanlarını selamlıyor, 53. mücadele yıllarını kutluyoruz.

Bize bu fırsatı verdiğiniz için de size teşekkür ediyoruz.

 – Biz teşekkür ederiz. Partiniz 2019 yılında 1. Kongresini gerçekleşti. O süreçten günümüze genel olarak çalışmalarınız hakkında neler söylemek istersiniz?

– Evet, partimiz uzun bir dönem sonra Kongresini gerçekleştirdi. 1. Kongremizin parti tarihimiz açısından tarihsel önemde olduğunu ifade etmek gerekir. Bunun güncel –o dönem de çeşitli vesilelerle dile getirdiğimiz gibi– anlamı hem düşmanın dıştan hem de darbeci tasfiyeciliğin içten partiye yönelik saldırılarına karşı proletaryanın ilkelerine ve parti hukukuna sahip çıkarak partimizi yeniden örgütlemesi olmuştu. Ancak bu güncel öneminin yanında diğer bir önemli nokta da, yarım asırlık mücadele tarihinde hep ertelenmiş olan parti programımızı oluşturmasıydı. Bu program, kurucu önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın programatik görüşleri ile günümüzde Türkiye toplumunun ve sınıflar mücadelesinin içinde bulunduğu durum analiz edilerek ve sentezlenerek oluşturuldu. Bu, parti tarihimiz açısından tarihsel önemde bir gelişmeydi.

Bununla bağlantılı olarak yine partimiz açısından önemli olan, Türkiye toplumunun günümüzde içinde bulunduğu durumu tahlil edip başlıca çelişmelere yeni çelişmeler eklendiğini ifade etmesiydi. Kongre, ulusal sorun, ekoloji mücadelesi, ataerki vb. konuların Türkiye toplumu içinde başlıca çelişkiler haline geldiğini vurgulamıştı.

Bunların yanında parti tüzüğü, darbeci tasfiyeci süreçten çıkartılan derslerle güncellendi. Ve örneğin ataerkinin komünist parti saflarını da etkileyeceği bilimsel yaklaşımından hareketle çeşitli idari hükümler geliştirildi. Kadınlara ve cinsel yönelimlere dair net ve somut bir örgütsel yaklaşım ortaya konuldu.

Yine partimiz ve Türkiye sınıf mücadelesi açısından tarihsel önemde olan Komünist Kadınlar Birliği’nin (KKB) kuruluşunu ilan etti.

Bütün bu adımlar, görüşümüzce önemlidir.  Ki bu önemi, Kongre sonrasında Türkiye toplumu içinde sınıflar mücadelesinde yaşanan gelişmelerden de fazlasıyla gördük. Sınıf mücadelesinin pratiği içinde deneyimledik.

“Ataerkiye karşı her kazanımın, devrimci mücadeleyi güçlendireceği ve faşizmi gerileteceği açıktır!”

– Komünist Kadınlar Birliği’nin kurulduğunu söylediniz. Türkiye’de iktidar partisinin politikalarından bağımsız olmayacak şekilde kadınlara yönelik katliamlar, cinsel kimliklere yönelik nefret söylemi ve cinayetlerin arttığını görüyoruz. Bu nedenle yukarda anlattıklarınızı biraz daha açar mısınız?

– Partimizin yarım asırlık tarihi düşünüldüğünde bu konuda kapsamlı bir eksikliği olduğunu söylemek gerekir. Bu eksiklik nedeniyle partimiz özeleştirisini, ataerkinin saflarımızdaki etkisine karşı sadece söylemde değil pratik olarak-örgütsel olarak verdi ve kadın çalışmasını özerk bir örgütlenme şeklinde ele alacağını ilan etti. Böylece kadın ve LGBTİ+ yoldaşlarımızın 8. Konferans’tan itibaren yürüttükleri özverili çalışma, pratikte örgütsel olarak da yaşam buldu.

Coğrafyamızda sınıflar mücadelesi ve TC devletinin ve hakim sınıflarının krizinin süreğen hale geldiği koşullarda ataerkiyle kurduğu ittifak, burjuvazi ve proletarya arasındaki uzlaşmaz çelişkide, proletarya ve ezilen sınıflar arasında erkeği ezen olarak, kendi sınıfsal çıkarının savunucusu haline getirmeyi amaçlıyor. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla erkeğin ezen, kadının ezilen toplumsal cinsiyet rolü, burjuvazinin çıkarları doğrultusunda yeniden üretiliyor. Sınıf savaşımı bu alanda da doğrudan ya da örtük bir biçimde ama tüm hızıyla sürüyor.

Yaşanan çelişkilerin keskinliğine paralel, kadınlara yönelik sömürü, baskı ve katliamların daha fazla olduğu, bir günde ortalama üç kadının katledildiği bir gerçek. TC devleti her ne kadar resmi olarak kadın cinayetlerinin azaldığını propaganda etse de veriler –diğer pek çok konuda olduğu gibi– örneğin bir günde 8 kadının erkekler tarafından katledilebildiğini göstermektedir. Bunun sınıflar mücadelesiyle ilgisi olduğu kadar coğrafyamızın tarihsel, sosyal, kültürel kimi özellikleriyle şekillenen sınıflı toplum gerçeği ile de ilgisi bulunmaktadır. Bu durum, Türk hakim sınıflarının faşizmi, ataerkillikle güçlendiren politikası nedeniyle kadınlara yönelik başta sınıfsal, ulusal ve cinsel olmak üzere sömürü ve katliamların daha boyutlu olmasına neden olmaktadır.

TC faşizmi, işçi sınıfına ve emekçilere yönelik sömürü, baskı ve katliamlarını; emekçi halk içinde ataerkinin güçlendirilmesi, toplumsal cinsiyete dayalı işbölümümün ve kadın cinsinin ezilmesi, taciz, tecavüz ve şiddete maruz bırakılıp ve katledilmeleriyle sürdürülmektedir. Başta Kürt ve Suriyeli göçmen kadınlar olmak üzere ezilen ulus ve milliyetlerden kadınlar ayrıca ulusal baskılara da maruz bırakılmakta ve faşizmin doğrudan ya da dolaylı olarak hedefi olmaktadır. Toplumsal üretimde ve aile kurumunda kadın-erkek ilişkilerinin süregelen varlığı dikkate alındığında bu mücadelenin sürekli olduğu unutulmamalıdır.

Bu nedenle ataerkiye karşı mücadele, sınıf mücadelesinin asli görevlerinden biridir ve dahası bu mücadelenin coğrafyamızın sınıflar mücadelesi içinde çok çok önemli bir yerde durduğu açıktır. Partimizin ve halk kitlelerinin saflarında ataerkiye karşı her kazanımın, devrimci mücadeleyi güçlendireceği ve faşizmi gerileteceği de açıktır.

Dolayısıyla partimizin, coğrafyamız sınıflar mücadelesi açısından son derece yakıcı olan bu çelişkiye yönelik sadece ideolojik ve politik bir tutum geliştirmesi değil aynı zamanda somut bir örgütsel adım atması gerekiyordu. Biraz önce de değindim; Partimiz bu konuda eksik bir yaklaşıma sahipti ve bu eksikliğimizi somut örgütsel bir planlama ile giderme noktasında bir adım atmış olduk.

Komünist Kadınlar Birliği sadece kuruluşunu ilan etmekle yetinmedi. Partimize bağlı özerk bir örgütlenme olarak program ve tüzük kongresini de gerçekleştirdi ve partimize sundu. Görüşümüzce bu adım da partimiz ve coğrafyamız komünist devrimci hareketi açısından önemli bir adımdır.

“Planlı ve programlı hareket edip hedefe kilitlendiğimizde istediğimiz sonuçları almaktayız!”

– Bu süre içinde partinizin kuruluşunun 50. yıl dönümünü kutladınız. Bazı faaliyet alanlarında bu kutlamalar kitlesellik ve coşkusuyla öne çıktı. Bu konuda ne söylemek isterseniz?

– Evet vurguladığınız gibi iki yıl önce partimizin 50. kuruluş yıldönümünü kutladık. Sadece bu da değil. Hatırlanacağı üzere geçtiğimiz yıl da kurucu önderimiz İbrahim Kaypakkaya’nın, TC devleti tarafında katledilişinin 50. yılıydı. Partimiz; hem 50. kuruluş yıldönümünü hem de önder yoldaşımızın katledilişinin 50. yılını bir kampanya şeklinde ele aldı. Bu kampanyalarımızı kimi eksikliklerimize rağmen partimizin yarım asırlık mücadele tarihine ve ideolojik çizgisine uygun bir şekilde ele aldığımızı düşünüyoruz.

50. kuruluş yıldönümümüzü, ülkemizde faşizmin ağır baskısına rağmen günün koşullarına uygun biçim ve içeriklerde çeşitli etkinliklerle ele aldık. Ortadoğu alanında askeri eylemler ve kitlelerle birlikte kutladık. Yine Batı Avrupa alanımızda yaygın kitle çalışması ve etkinlikler örgütledik.

Bu vesileyle partimizin 50. kuruluş yıldönümü için faaliyet yürüten militanlarımızın, taraftarlarımızın yoğun emeklerine bir kez de sizin aracılığınızla teşekkürlerimizi iletmek istiyoruz. Ayrıca partimizin 50. kuruluş yıldönümü etkinliklerine mesaj gönderen, katkı sunan bütün devrimci dostlarımızı da bir kez daha selamlıyoruz.

Geçtiğimiz yıl ise önder yoldaşımızın işkencede katledilmesinin 50. yılında onu her alanda çeşitli şiarlarla bir kez daha andık. Ülkemizde faşizmin ağır baskısı altında, koşullara uygun anma ve etkinlikler gerçekleştirdik. Yine örneğin Ortadoğu alanında askeri eylemler ve anma etkinlikleriyle birlikte ele aldık bu süreci. Bu alanda İbrahim Kaypakkaya’nın görüşlerinin kitleler ile tanıştırılması ve yaygınlaştırılması için “Seçme Yazılar”ın Arapça çevirisi yayımlandı ve dağıtıldı. Ayrıca Batı Avrupa’da da yaygın kitle toplantıları ve sonrasında merkezi ve kitlesel etkinliklerle önder yoldaşımızı andık.

Denilebilir ki, İbrahim Kaypakkaya yoldaşın katledilişinin 50. yılı vesilesiyle birçok alanda yaygın ve merkezi olarak gerçekleştirilen etkinlikler, son yılların en kitlesel eylemleri oldu. Bu vesileyle önder yoldaşın katledilişin 50. yılı nedeniyle eylem birliği temelinde birlikte emek harcadığımız MKP’li devrimci dostlarımıza da teşekkür ediyoruz. Yine önder yoldaşımızın anmasına katılan, katkı sunan başta HDBH ve KBDH’daki siper yoldaşlarımız olmak üzere bütün devrimci dostlarımızı bir kez daha selamlıyor; bütün yoldaşlarımızı ve taraftarlarımızı, bu süreçte gösterdikleri çaba ve emek nedeniyle tebrik ediyoruz.

Her iki kampanyamızın da gösterdiği gibi planlı ve programlı hareket edip hedefe kilitlendiğimizde ve devrimci dostlarımızla birlikte, devrimci eylem birlikleri temelinde ortak hareket ettiğimizde istediğimiz sonuçları almaktayız. Pratikten çıkardığımız bu devrimci dersi önemsiyoruz.

“Güçlü devlet” propagandalarının içi boş!”

– Bahsini ettiğiniz bu süreçte hem uluslararası alanda hem de coğrafyamızda sınıf mücadelesini etkileyen önemli gelişmeler oldu. Bu gelişmeler parti faaliyetinizi nasıl etkiledi?

– Evet. Örneğin korana virüs nedeniyle dünya çapında pandemi yaşandı. Dünyada ve ülkemizde hakim sınıflar, “önlem” adı altında sokağa çıkma yasakları ilan ettiler. Tabii önlem diye işçi sınıfına ve halka dayattıkları bu yasaklar, gerçekte önlem değildi. Çünkü diğer yandan “çarkların dönmesi gerekiyor” denilerek işçi sınıfı çalışmaya zorlandı. Halen dünyada ve ülkemizde pandemi nedeniyle kaç kişinin öldüğünü tam olarak bilmiyoruz. Parti faaliyetimizi de doğrudan etkileyen bu süreçte, asıl önemli olan budur. Dünya çapında milyonlarca insan, kapitalizmin aşırı kâr hırsının ürünü olarak ortaya çıkan pandemi nedeniyle katledildi.

Kapitalizmin bütün dünyayı ve canlı yaşamını yok oluşa sürüklediği, insan ve canlı yaşamının kapitalizmin kâr hırsı için bir önemi olmadığı net olarak görüldü. Düşünün, milyonlarca yıldır doğada var olan bir virüs, kapitalizmin daha fazla kâr elde etmesi için doğal yaşama müdahalesi nedeniyle evrim geçirerek öldürücü hale geliyor. Bu yetmiyor, bilimin ve sağlık sektörünün kapitalist kâr hırsının aracı haline dönüştürülmesi nedeniyle milyonlarca insan aşıya ulaşamıyor ve bir kez daha katlediliyor. Pandemi döneminde yaşananlar kapitalizmin bütün canlılar için gerçek bir sömürü ve ölüm düzeni olduğu bir kez daha kanıtlanmış durumdadır.

Yine geçtiğimiz yıl 6 Şubat tarihli depremler nedeniyle resmi rakamlara göre 50 bin, gerçekte ise yüzbinlerce insanın göz göre göre yaşamını yitirdiği bir toplu katliam yaşadık. Gerekli önlemler alındığında az hasarla geçebilecek olan bir doğa olayı, devlet ve düzen eliyle tam bir felakete dönüştürüldü. 6 Şubat depremleriyle daha bir görünür olan devlet gerçeği, AKP-MHP hükümetinin bütün “güçlü devlet” propagandalarının içinin boş olduğunu da gözler önüne serdi. Bu propagandaya rağmen devlet, deprem sonrasında günlerce enkaz altında kalan halkı kurtarmak ve sonrasında yardım bekleyenlere yardım ulaştırmak yerine camilerden sela okutmuş ve TV programlarında canlı yayınlarla “yardım şovları” düzenlemiştir. Deprem anı ve sonrasında yaşananlar özellikle de enkaz altında kalanların kurtarılmayarak ölüme terkedilmesi ve arama-kurtarma yapmak yerine, apar topar enkazların kaldırılarak yeni inşaatlar için ihalelerin düzenlenmesi, TC devletinin Erdoğan iktidarı dönemindeki “Türkiye Yüzyılı”nı özetlemektedir. TC devleti yüz yıllık tarihinde olduğu gibi halkı katletmeyi sürdürmekte, bir katliamlar devleti olduğunu kanıtlamaya devam etmektedir. Halk düşmanlığı ve faşizm nedir sorusu, 6 Şubat depremleri sırasında ve sonrasında yaşananlarla bir kez daha görülmüş durumdadır.

Yüz binlerce insanın göz göre katledildiği bu sürecin, partimiz açısından da zor ve yoğun geçtiğini ifade etmek isterim. Bir yandan faşizmin ağır baskılarının yarattığı güvenlik sorunları diğer yandan yaşanan katliamın büyüklüğü ve etkilediği alanın çapı faaliyetimizi ister istemez etkilemiştir. Buna karşın yoldaşlarımız, yaratıcı devrimci çözümler geliştirebilmişlerdir. Kaldı ki, bu süreç, ister istemez parti çalışmalarımızı etkilese de, bu, belirleyici değildir. Belirleyici olan, halkımızın yaşamak zorunda bırakıldığı katliam ve bu katliam karşısında devrimci hareketin yükümlülükleriydi. Altını çizmemiz gerekir ki, Türkiye devrimci hareketi, gücü ve etki alanı oranında bu görevi yerine getirmeye çalışmıştır ve buna devam da etmektedir. Bunun önemli olduğunu, devrimcilerin halkın çıkarını savunan, halkın yanında olan tek güç olduğunu ifade etmemiz gerekir. Pratikte bu bir kez daha kanıtlanmıştır.

– Depremden kısa bir süre sonra deyim yerindeyse daha enkazlar orta yerde dururken bir genel seçim süreci yaşandı. Seçim vesileyle Türkiye’deki politik duruma dair görüşlerinizi kısaca aktarır mısınız? TC faşizminin AKP-MHP aracılığıyla kendini yeninden örgütlediği ve “başkanlık sistemine” geçildiği biliniyor. Türk hakim sınıfları içinde iki kampın iktidar mücadelesi var. Son genel seçimlerde de bunu gördük. Kendisine ilerici, devrimciyim diyen bir kesim, Kürt ulusal hareketi de dahil olmak üzere, hakim sınıfların muhalif kliğinin arkasında yedeklendi. Ve sonuçta seçimi iktidar partisi ve AKP’nin kazandığı açıklandı. Bu süreçteki gelişmelere dair partinizin görüşleri nelerdir?

– Evet, dediğiniz gibi, TC faşizmi kendini yeniden örgütledi. Ancak burada şunu özellikle vurgulamamız gerekir: TC devleti sadece son süreçte, AKP-MHP faşizmi aracılığıyla kendini halka karşı örgütlememiştir. Kuruluşundan itibaren zaten halk düşmanı bir örgütlenmedir. Yüz yıllık cumhuriyet tarihinde bunun örnekleri fazlasıyla vardır.

TC devletinin bir diğer önemli özelliği emperyalizmin yarı sömürgesi durumunda olmasıdır. Bu statü, Türk hakim sınıflarının politikalarında belirleyici olmuştur.

Erdoğan’ı ve partisini öncellerinde “farklı” kılan, emperyalizmin uluslararası iş bölümünü yeniden örgütlenmesiyle yarı sömürge pazarların yeniden düzenlenmesini iyi kullanmasıdır. Bunda İslamcı faşizminin pragmatik yapısı önemlidir.

Türkiye toplumunun son yarım asırlık süreci ve bu sürece emperyalist sermeyenin çıkarları doğrultusunda yön veren AKP hükümetleri dönemini değerlendirmek uluslararası alanda emperyalist sermayenin uygulamaya koyduğu politikalardan bağımsız olmadığı gibi, önümüzdeki yıllarda da uluslararası alanda yaşanacak gelişmeler, Türk hakim sınıflarını ve onların sözcülerinin politikalarını doğrudan doğruya etkilemektedir ve etkileyecektir.

Türkiye gerçekliği düşünüldüğünde emperyalist tekellerin bir yarı sömürge pazarı olan Türkiye’de hemen her şeyi emperyalistler belirledi, planladı ve uyguladı demiyoruz. İfade ettiğimiz, AKP’nin ve Erdoğan’ın İslamcı söylemi kullanarak elde ettiği kitle desteğini, emperyalistlere pazarlamada usta bir tüccar olduğudur. Böyle olduğu içindir ki, emperyalistler açısından Erdoğan “kullanışlı bir ortak” olarak görülmüştür. Bu süreçte halkımız yoksullaşırken (burjuva iktisatçılar bile emeğin milli gelirden aldığı payın önemli oranda düştüğünü ifade ediyor) hem emperyalistler hem Türk hakim sınıfları kazanmıştır. Erdoğan’ın hem kişisel hem de yakın çevresindekilerin servetinin bu süreçte muazzam attığı bilinmektedir.

Türkiye’nin son çeyrek asırlık tarihi AKP hükümetleri ve Erdoğanlı yıllar olarak özetlenebilir. Gelinen aşamada ortaya çıkan sonuçlardan AKP’nin emperyalist sermaye ve TC rejimi açısından “basit” bir “hükümet etme” rolü oynamadığı ifade edilebilir. Bilineceği üzere AKP, Türk hakim sınıflarının iki kampı içerisinde muhalif kanatta yer alan, İslamcı söylemli bir politik dil kullanan “Milli Görüş” çizgisi içerisinden örgütlendi. AKP’nin özel olarak desteklenip örgütlendiği ve girdiği ilk seçimleri kazanıp tek başına hükümet kurduğu 2002 Genel Seçimleri öncesinde emperyalist sermayenin Türk hakim sınıflarının özellikle ekonomik alanda bir “yol temizliği” yaptığı bilinmektedir.

“Hakim sınıf temsilcileri, sömürülerini sürdürmüş, kârlarına kâr katmıştır!”

– İktidar partisinin TC devletinin kurucu ideolojisiyle özde bir sorunu olmadığı ve hatta eskinin kimi halk düşmanı uygulamalarını eleştirerek, kitleleri kendi arkasında yedeklediği ve bunun da sistemin yeniden örgütlenmesini sağladığını ifade ediyorsunuz, değil mi?

– Evet tam olarak bunu ifade ediyoruz. Günümüzde Türkiye toplumunu eleştirel ve yer yer devrimci temelde analiz eden yaklaşımların büyük çoğunluğunun hareket noktası “salt AKP karşıtlığı”dır. Kuşkusuz bu eleştirel yaklaşımların temelinde, Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisi Kemalizm’den etkilenme vardır. AKP hükümetleri döneminde, hakim sınıfların muhalif kanadının iktidar mücadelesinde Kemalizm’in paslı bir silah olarak kullanılması, kendisine devrimciyim diyen pek çok çevre üzerinde etkili olmuştur.

Esasen Türkiye devrimci hareketinin TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm ideolojisinden etkilenmesi, bu faşist ideolojiden devrimci temelde bir kopuş sağlayamaması daha önceki tarihlere dayanıyor olmakla birlikte, kendini İslamcı olarak tanımlayan AKP hükümetlerinin M.Kemal ve Kemalizm’in özellikle “aydınlanmacı” kimliği nedeniyle ön plana çıkan kimi yanlarına yönelik söylemleri, (ve TC faşizmin bu politikalarının halk üzerindeki tepkisini kullanarak belli bir kitle desteği sağlamaları) kendisine muhalif diyen kesimlerin iktidar karşısında burjuva muhalefetin arkasında yedeklenmesine yol açmıştır.

TC devletinin kuruluşundan günümüze Kürt ulusu üzerinde uygulayageldiği ulusal baskı politikasına karşı Kürt ulusal mücadelesinin yükselişi Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisi Kemalizm karşısında belli bir sorgulamaya neden olmakla birlikte, AKP iktidarının İslamcı söylemi Kürt ulusal hareketinde de de bir beklenti yaratmış, adına “çözüm süreci” denilen bir politika izlenmesine neden olmuştur.

Günümüzde TC devletinin içinde bulunduğu durumu ve özellikle iktidarı- muhalefetiyle hakim sınıfların politikalarını analiz etmek, işçi sınıfı ve emekçi halka dayatılan politikaları devrimci temelde çözümleyebilmek için Kemalizm meselesinde net olmak gerekir. Bu netlik, günümüzde kendisini “Kemalizm karşıtı” olarak tanımlayan AKP iktidarı için de geçerlidir.

Bu, genellemeci bir yaklaşım değildir. TC rejiminin kurucu ideolojisi Kemalizm’in yüz yıllık Türk devlet geleneğinde tayin edici bir önemi vardır. Dolayısıyla iktidardaki hakim sınıf kliğinin İslamcı söylemlerle “Kemalizm karşıtı olarak” görünmesi ya da kendini bu şekilde propaganda etmesi, TC rejiminin kurucu ideolojisinden farklı bir ideolojik zeminde olduğu, farklı sınıfları temsil ettiği anlamına gelmez. Aksine yüz yıllık TC rejiminde Kemalizm’in özüne, sınıfsal kimliğine değil de, kitleler nezdinde teşhir olmuş ve yıpranmış kimi politikalarının eleştirilmesiyle, kurucu ideolojinin kendini sürece göre yeniden ürettiği anlamına gelir.

Bu nedenle TC rejiminin kurucu ideolojisinin, iktidarıyla muhalefetiyle bütün hakim sınıf kliklerinin temsilcisi olduğu, bu anlamıyla da bir bütün olarak hakim sınıfların sınıfsal çıkarlarının temsil ettiği bilinmelidir. TC rejiminin son çeyrek asrında iktidar olan AKP hükümetlerinin İslamcı dinci duruşu ve “Kemalizm karşıtı” söylemleri, kurucu ideolojinin sınıfsal temsiliyetine karşı olmadığı gibi aksine orta ve küçük burjuvazinin temsilcisi muhalif parti ve örgütlerin kendisini Kemalist olarak tanımlayan muhalif burjuva kliğin arkasında yedeklemesini sağladığı için düzenin bekası açısından yarar dahi sağlamaktadır.

TC rejiminin son çeyrek asırlık sürecini ve günümüzde aldığı biçimi analiz etmek ve AKP hükümetleri döneminde uygulanan politikaların TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in sınıfsal temsiliyetiyle özde bir karşıtlık barındırmadığını bilmek, örneğin yüz yıllık cumhuriyet rejimi tarihinde ön planda olan Koç, Sabancı vb. gibi komprador büyük burjuvaların AKP hükümetlerinin yanında olduğunu açıklar. AKP hükümetleri döneminde bu hakim sınıf temsilcileri, sömürülerini sürdürmüş, kârlarına kâr katmıştır.

Dolayısıyla günümüzde iktidar olan AKP’nin Kemalizm karşıtı söylemi, yanıltıcı olmamalıdır. Bu açıdan Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in sınıfsal niteliğinin doğrudan sonucu olarak iki noktanın altı önemle çizilmelidir. Birincisi, TC devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalist ideoloji, öncelikle Türk ve Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan işçi sınıfı ve halkın düşmanıdır. Hakim sınıfların ideolojisidir ve ilerici-demokratik her gelişme ve pratiğe düşmandır. İkinci olarak Kemalist ideoloji, emperyalizm işbirlikçisidir. Emperyalizmin yarı sömürgelik koşullarına razı olmaktır. Kemalizm’in “milli kurtuluşçuluğu” büyük bir yalandır. M.Kemal ve ardından gelen bütün Türk hakim sınıf temsilcilerinin “tam bağımsızlık” ve günümüzde Erdoğan’ın “van minut” çıkışları, “yerli ve milli” söylemleri gerçekte emperyalist sermayeye teslimiyet yarı sömürge koşulları kabul etmektir.

Bu iki temel noktanın bilinmesi, Türk hakim sınıf iktidarlarının kendilerini Kemalist, Muhafazakar, İslamcı, “Sosyal Demokrat” vb. hangi politik sıfatla adlandırırlarsa adlandırsınlar gerçekte sınıfsal duruşlarının ne olduğunun analiz edilmesi açısından tayin edicidir. Bu yapılmadığı içindir ki; son genel seçimlerde AKP’den kurtulmak, “rahat bir nefes almak” adına -partimiz ve az sayıda devrimci örgüt dışında- hakim sınıfların muhalif adayı desteklendi.  Bunun doğru bir politika olmadığı ise seçim sonuçları açıklandığında bir kez daha görüldü.

Bu nedenle Türkiye siyasetini değerlendirirken, hakim sınıf partilerinin izledikleri politikaları bu iki temel üzerinden değerlendirmek gerekir. AKP hükümetleri kendilerini İslamcı olarak tanımlamamakla birlikte, Kemalizm’in bu iki temel sınıfsal özelliğini başarıyla uygulamışlardır. Altını çizmek gerekir ki, son çeyrek asırlık süreçte iktidar olan AKP’nin söylemleri, esasta Türk hakim sınıflarının kurucu ideolojisinden, onun sınıfsal çıkarlarından özde bir farklılık arz etmemiştir.

“Bütün o “yerli ve milli” söylemlerinin altı boştur!”

– Özet olarak, iktidar partisinin ve Erdoğan’ın gerçekte Türk devletinin kurucu ideolojisi olan Kemalizm’in emperyalizmin uluslararası işbölümü temelinde yarı sömürge ülkelerin yeniden düzenlenmesinde aktif bir rol oynadığını söylüyorsunuz.

– Evet ama bunu biz söylemiyoruz sadece. Hatırlanırsa Erdoğan’ın kendisi de “BOP eşbaşkanı” olduğunu açıklamıştı. Yine bizzat TC devletinin bir dönem Başbakanı olan kişinin yazdığı “Stratejik Derinlik” isimli kitapta TC devletinin bölgede “alt-taşeron” olarak kullanılabileceği ifade edilmişti. Ve Suriye iç savaşında bir taşeron devlet olarak kullanıldı da.

TC devletinin batı emperyalizmiyle bağımlılık ilişkisine dair birçok örnek verilebilir. Güncel olarak İsveç’in NATO’ya katılımına verilen onaydan, bizzat Erdoğan’ın “NATO’nun güvenliklerinin bir garantisi” olduğuna dair açıklamalarına kadar…

TC devleti bulunduğumuz bölgede, emperyalizmin ileri karakolu konumundadır. Emperyalistler arası çelişkilerden yararlanma siyaseti onu asla bağımsız bir devlet yapmamaktadır. Nitekim bu anlayış doğrultusunda TC devleti Suriye iç savaşına müdahil olmuş, cihatçı çeteleri doğrudan örgütlemiş ve desteklemiş, bu çeteler yeterli olmadığı yerde kendi askeri gücünü devreye sokmuştur. Kuzey Suriye’yi işgal etmiştir. Amaç, bütün bölgenin önce işgal sonrasında da ilhak edilmesiydi. Ne var ki bölgede özellikle Kürt ulusunun diğer halklarla birlikte direnişi, TC faşizminin planlarını engellemiştir.

TC devleti hem sınır içinde hem de bulunduğu coğrafyada sınır dışında halka karşı örgütlenmiş bir devlettir. Emperyalistlerin askeri örgütü olan NATO üyesidir. NATO’ya üye bir devlet olarak ordusu, bu paktın parçasıdır. Bu ordunun kurmayından emir almaktadır!

Hatırlanırsa 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, Erdoğan’ı kurtaran Putin’e minnetini göstermek ve başta ABD emperyalizmi olmak üzere batı emperyalizmine şantaj yapmak için Rusya’dan alınan hava savunma sistemleri depolara kaldırılmıştır. Yine Türkiye’nin birçok yerinde bu paktın üsleri vardır. Dolayısıyla bütün o “yerli ve milli” söylemlerinin altı boştur. TC devletinin özellikle bulunduğu coğrafyada kendi bağımsız çıkarları için hareket ettiği yanılgısının kaynağı, TC devletinin emperyalist kamplar arasındaki çelişkilerden kendi bekaası adına yararlanma siyasetidir. Bu ikili oynama ve şantaj siyaseti, Türk hakim sınıflarına belli bir hareket alanı sağlamakla birlikte, TC rejimi emperyalist kapitalist sistemin bir parçası ve coğrafyamızda ileri karakolu durumundadır. Gerçek olan budur.

TC devletinin emperyalist sermayenin çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi ve doğal olarak bu şekillendirmeden aracılık payını alan Türk hakim sınıflarının AKP’li yıllar aracığıyla izlediği politikaların başarı şansı için öncelikle toplumun en ileri ve bilinçli kesimleri hedeflenmiştir. Sadece ekonomik alanda değil, bir bütün olarak Türkiye toplumuna yönelik “topyekûn bir saldırı” başlatılmıştır. Böylelikle AKP’li hükümetlerin işçi sınıfı ve emekçi halk karşıtı politikalarında olası yol kazalarına karşı önlem alınmıştır.

AKP hükümetleri, bu görevin başarılması amacıyla kurulmuştur. Türkiye’nin son çeyrek asırlık tarihi, Erdoğan önderliğinde Türkiye pazarının emperyalist sermayenin çıkarlarına göre yeniden şekillendirilmesi, emperyalist sermayenin sömürü ve hammadde talanından Türk hakim sınıflarının pay alması üzerine kuruludur. Geleneksel Türk komprador büyük burjuvalarının yanında, “yandaş” olarak tanımlanan ve kamuoyunda “Beşli Çete” olarak telaffuz edilen ve gerçekte sayıları daha fazla olan “yeni yetme” burjuvazinin de emperyalist sermayeyle işbirliği içinde, devlet ihalelerinden, teşviklerinden yararlandırılarak palazlanması sağlanmıştır. Erdoğan’ın kişisel servetinin muazzam artışı ve yakın çevresinin dünya milyarderler listesine girme haberleri bile Türkiye halkının emperyalist sermayeyle işbirliği içinde nasıl bir soygunla karşı karşıya olduğunu göstermektedir.

Türkiye pazarının ve halkının, emperyalist mali sermaye ve Türk hakim sınıflarının aracılık payı karşısındaki bu dönüşümünün, Türkiye toplumsal formasyonunu doğrudan belirlediği, sınıf mücadelesinin dinamikleri üzerinde etkileri olduğunu ifade etmek gerekir. Sadece ekonomik alanda değil, ideolojiden kültüre, askeri sanayiden spor ve sanata kadar kapsamlı bir dönüşümden/şekillenişten bahsettiğimiz anlaşılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası alanda artan bir şekilde “kara para aklama” iddialarıyla, uyuşturucu ve mafya örgütlenmeleriyle anılmaya başlaması bu değişimin sonuçlarından sadece birisidir.

Üstelik bu değişim ve dönüşüm sadece Türkiye pazarının emperyalist sermayenin uluslararası işbölümü doğrultusunda yeniden düzenlemesinin sonucu olarak sadece ekonomik altyapıda değil örneğin yine emperyalist kampların birbirleriyle rekabetinin ve bu rekabette Türk hakim sınıflarının kendilerine pay kapma çabalarının ürünü olarak, Suriye iç savaşında doğrudan taraf olmaları, bir yandan Suriye’nin kuzeyini işgal etmeleri (ki bunda Türk devletinin Kürt ulusal kazanımlarını kendisine tehdit olarak görmesi de etkilidir) ve milyonlarca Suriyeli sığınmacının Türkiye topraklarına kabulüyle yaşandı.

Bir yandan Suriye’de işgal edilen topraklar yağmalanırken diğer yandan ise Suriyeli sığınmacılar ucuz iş gücü olarak kullanılmaya başlandı. Suriyeli sığınmacılar başta olmak üzere göçmenler ağır bir sömürüye maruz bırakılırken aynı zamanda ırkçılığın ve şovenist saldırganlığın hedefi oldular. Türk hakim sınıfları, AB emperyalistlerinden sığınmacılar için para alıp Avrupa emperyalizminin sınır bekçiliğini yaparken, diğer yandan göçmen işçiler Türk kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacını karşılamaktadır. Göçmen işçiler, azgın bir sömürüye maruz kalırken toplum içinde sığınmacıların ekonomik krizin, işsizliğin, düşük ücretlerin vb. sorumlusu olarak hedef gösterilmesi, şovenizmin körüklenmesi sağlanmaktadır.

– Bahsini ettiğiniz bu gündemler son süreçte Türk hakim sınıflarının iktidar mücadelesinde çok sık kullandıkları argümanlar. Bir yıl arayla yapılan genel ve yerel seçimlerde de bunlar sıklıkla gündem oldu.

– Az önce de işaret ettiğim gibi TC devleti kuruluşunda itibaren, emperyalizme bağımlı, halk düşmanı ve faşist bir örgütlenmedir. Bütün burjuva partiler bu hakim genel siyasete uygun davranırlar. Bazı akademisyenler bunu “Türklük Sözleşme”si olarak adlandırmışlardır. Gerçekte bu; çok uluslu, ezilen milliyet ve inançlara sahip ülkemizde devlet aygıtına sahip hakim sınıfların ezen ulus (ezen inanç) imtiyazını elinde tutmasıdır. Kürt ulusuna yönelik ulusal baskının, Alevilere yönelik hakim inanç baskısının sürdürülmesidir. Devletin bekası adına sürdürülen düpedüz faşizm, ırkçılık ve şovenizmdir. Türk hakim sınıfları şimdilerde kimi çevrelerde dillendirilen hilafet, saltanat vb. aksine cumhuriyet rejimi üzerinde anlaşmışlardır. Bu cumhuriyet, büyük komprador burjuvazinin, komprador bürokrat burjuvaların, büyük toprak ağalarının faşist cumhuriyetidir.

Türk hakim sınıflarını birleştiren bu ortak ideolojik temel bilince çıkarılmadan, dahası “Kemalizm ideolojisi faşizmdir” tespiti yapılmadan, halkın ve devrimin çıkarları için doğru politik bir tavır geliştirilemez. Az önce de ifade ettiğim gibi genel seçimlerde iktidardaki AKP’yi geriletmek için burjuva muhalefetin adayını açıktan ya da dolaylı olarak desteklemek bununla ilgilidir. TC devletinin tarihi hakim sınıfların iki burjuva kliğinin kendi sınıfsal çıkarları için halkın düzene olan öfke ve tepkisini yedekleme politikalarıyla doludur. Deyim yerindeyse bütün hakim burjuva partilerinin temsilcileri ve sözcüleri ayırt etmeksizin dolandırıcıdır.

Sonuç olarak genel seçimleri AKP-MHP kliği kazanmıştır. Burjuva muhalefetin bütün umuduna rağmen bu sonuç, emperyalistlerin ve Türk hakim sınıflarının sınıfsal çıkarlarıyla uyumludur. Erdoğan hem emperyalistler hem de Türk hakim sınıfları açısından son derece başarılı bir temsilcidir. Değiştirmeleri için hiçbir gerekçe yoktu. Burada sorun, halkın yaşamak zorunda bırakıldığı koşullara isyanının, özgürlük ve demokrasi istemlerinin burjuva muhalefete kanalize edilmiş olmasıdır. “Yalancı bahar” vaat edilmesidir.

Genel seçimler, hakim sınıfların krizini çözmemiş, hatta ötelemeyi bile başaramamıştır. Gelinen aşamada bu kez de yerel seçimler vesilesiyle bir kez daha rant paylaşımı mücadelesi vermektedirler.

“Kitlelerin tepkisi gerçektir!”

– Yeri gelmişken yerel seçimler sürecini dair görüşleriniz de kısaca aktarır mısınız?

– 31 Mart yerel seçimleri sonuçlandı. Genel anlamda burjuva muhalefet partisi CHP’nin kazandığı, AKP-MHP’nin ise kaybettiği açıklandı, tartışmalar böyle yürütülüyor. En genel anlamıyla bu seçim sonuçları bize, hakim sınıf klikleri arasında önümüzdeki süreçte iktidar mücadelesinde seçimlerin gündemde olmaya devam edeceğini göstermektedir. Bu durum, iktidar veya muhalefet farketmeksizin bütün burjuva hakim sınıf kliklerinin seçim aracına yükledikleri anlamla ilgilidir. Seçimler, hakim sınıfların bütün klikleri açısından, halk kitlelerinin düzene yedeklenmesinin bir aracı olarak ele alınmıştır.

Bizce bunların yanında yerel seçim sonuçlarının bu denli tartışılmasının nedeni, propaganda edildiği gibi burjuva muhalefetin elindeki belediyeleri tutması ve yenilerini ekleme “başarısı” ve “oy oranını artırması” değildir. Asıl üzerinde durulması gereken, geniş halk yığınlarının içine düşürüldükleri duruma yönelik tepkileridir. Özellikle halka sıra geldiğinde “ekonomik kriz” olarak adlandırılan ama aslında Türk hakim sınıflarının bütün kliklerinin servetlerine servet kattığı sürecin seçim sonuçlarına yansıdığı görülmektedir.

Diğer yandan Erdoğan hem seçim öncesinde hem de hemen seçim sonrasında terör söylemini sıcak tutarak dillendirerek “Kürdistan’a sefer hazırlığı” içinde olduğunu ifade etmiştir. Seçim sonuçlarının iktidar partisi açısından yenilgiyle sonuçlanması, diğer yandan, faşist iktidar açısından bu faturanın genelde emekçi halka özelde ise Kürt ulusuna çıkartılacağı anlamına gelmektedir. Faşist iktidar, kitleler nezdinde aldığı desteğin azalmasını tersine çevirmek için ırkçılık ve şovenizmin dozunu artırmakta tereddüt etmeyecektir. Yani önümüzdeki aylar, sınır içinde ve dışında saldırganlık içinde geçecektir.

Seçimin hakim sınıfların gündemini değiştirmeyeceği, aksine işçi sınıfı ve halk söz konusu olduğunda aralarındaki farklılıkları bir kenara bırakıp, sınıfsal çıkarlarında rahatlıkla ortaklaşacaklarını da ifade etmemiz gerekir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da şudur: Seçimleri burjuva muhalefet partisinin kazanmasının, önümüzdeki süreçte sol ve hatta devrimci hareketin bir kısmının burjuva muhalefetin arkasında yedeklenme pratiğini güçlendirecektir. Elbette bu parti ve örgütlerin seçimlere yönelik tavırları, onların temsilcisi oldukları sınıfların ideolojik duruşlarından bağımsız değildir. Ancak halk saflarında yer alan ve özellikle kendisine devrimci, sosyalist ve hatta komünist diyenlerin önce genel ve ardından ise yerel seçimde ortaya çıkan pratik tutumları, bizce sıkıntılı yanlar içermektedir.

Son bir yıl içinde önce genel ardından yerel seçimlerin gerçekleştirilmiş olması, kitlelerin gündeminde seçimleri belirleyici bir unsur olarak ön plana çıkarmıştır. Bu anlaşılabilir bir durumdur. Yerel seçimlere katılım düşmüş olmakla birlikte, halkın sandığa ilgisinin sürdüğü görülmektedir. Sandığa gitmeyen de esas olarak AKP tabanıdır. Bu kitle sandığa gitmeyerek ya da Yeniden Refah Partisi’ne yönelerek CHP’nin birinci parti olmasını sağlamıştır.

Diğer yandan seçimlerin önemli bir yerde duruyor olması, Türk hakim sınıflarının kitleler üzerinde seçim ve sandık araçlarıyla ideolojik hegemonyasını sürdürme başarısına işaret etmektedir. Bu ideolojik tahakküm kırılmadığı oranda önümüzdeki yıllarda da sınıflar mücadelesi açından seçimler gündem olmayı sürdürecektir.

Halk kitleleri hakim sınıfların siyasetinden bağımsız olarak kendi gündemiyle alternatif olma mücadelesi vermediği oranda, hakim sınıf klikleri arasında devam eden bu iktidar dalaşında birine yedeklenme tehlikesinin ortadan kaldırılması olanaksızdır. Bu perspektif silikleştiği ve araç amaç haline geldiği oranda, hakim sınıfların siyasetine yedeklenmek de kaçınılmazdır.

Seçim gündemi devrim mücadelesini güçlendirdiği oranda anlamlıdır. Bunun tersi olduğu koşullarda son yerel seçim gündeminde de örneklerini gördüğümüz üzere, devrimci mücadelenin salt seçim mücadelesi olduğu yanılgısı ortaya çıkar ki bunun coğrafyamız sınıflar mücadelesinde gerçekliği ve karşılığı yoktur.

Daha da fenası halkın düzene olan tepkisini yine düzen içinde tutmaya yaramaktadır ve affedilemez bir politik suça karşılık gelmektedir.

“Bu türden propagandalar sadece ve sadece halkın devrimcilere olan güvenini sarsmayı amaçlamaktadır!”

– Yerel seçimlerden bahsetmişken Dersim’deki faaliyetinize yönelik bazı çevrelerden olumlu ve olumsuz tepkiler oldu. Özellikle partinizden ayrılan grup, daha önce de kullandığı “kaçtılar”, “düşmana silah teslim ettiler” vb. propagandalarını Dersim yerelinde yeniden devreye soktu. Buna dair ne söylemek istersiniz?

– Partimiz devrimde ve devrimci mücadelede ısrar ve kararlılığını sürdürdükçe ve örneğin Dersim’de de ileriye doğru adımlar attıkça bu türden yalan üzerine inşa edilen kara propagandalar olacaktır. Bu konuda TC devletinin bir hayli tarihsel tecrübesi olduğu ve “Özel Harp” operasyonları adı altında psikolojik savaş yürüttüğü bilinmektedir.

Ancak bu türden bir propagandanın devrimciler tarafından yapılması üzücüdür. Zira hem gerçeği yansıtmamaktadır hem de yalana dayalı hiçbir propagandanın devrimi ve devrimci safları güçlendirmeyeceği, halk güçlerinin ortak mücadelesine yararına olmayacağı son derece açıktır.

Bilenler bilir. “Büyük Yalan” tekniği ile ilgili, Nazi Almanya’sının propaganda bakanı Goebbels’e isnat edilen meşhur bir cümle vardır: “Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır.”

Partimize yönelik bu ithamlar, bu cümleyi tekrar tekrar hatırlatmaktadır. Bir kez daha tekrarlamak isteriz ki, bu türden propagandalar sadece ve sadece halkın devrimcilere olan güvenini sarsmayı amaçlamaktadır, buna hizmet etmektedir.

– Eğer böyleyse neden böyle bir propagandaya tekrar başvuruldu ve neden ısrarla sürdürülüyor?

– Neden böyle bir kara propagandaya tekrardan başvurulduğu sorusu esas olarak sözkonusu örgütün yanıtlaması gereken bir sorudur.

Ancak bizim de bir yanıtımız vardır elbette. Bizce bu tür bir kara propagandadan medet umanların –sadece bu örnek açısından değil genel olarak da böyledir bu– sorunu, kendi yanlış-hata-suç ve zaaflarıyla yüzleşememeleridir. Bütün bunların hedefe konulmadığı, bunların tartışılıp masaya yatırılmadığı, bu cesaretin sergilenemediği durumlarda kolay olan “başkasına”, “dışarıya” yönelmektir. “Ben değil, diğeri” demektir. Kanımızca bu çevrede de yaşanan budur.

Oysa gerçekler devrimcidir. Nedir bu gerçekler? Partimiz taraftarlarının ve devrimci kamuoyunun tanık olduğu üzere, 2015 yılında Türk faşizmi ve Alman emperyalizmi tarafından partimize yönelik merkezi düzeyde karşı devrimci bir saldırı gerçekleştirilmiştir. Bu karşı devrimci saldırıyı partimiz içinde bir fırsat olarak görenler, “kızıl bayrağa karşı kızıl bayrak sallayıp” parti hukuk ve işleyişini ayaklar altına alarak, partimizin iradesine yönelik bilinçli ve planlı bir darbe gerçekleştirmişlerdir. Ve bu suçu işleyenler devamında bununla yüzleşme cesaretini göstermek yerine çeşitli faaliyet alanlarımız ve yoldaşlarımız ile ilgili dedikodu, kara propaganda ve itibarsızlaştırma pratiklerine girişmişlerdir.

Dersim bölgesinde yoldaşlarımızın “silahları gömüp kaçtıkları” ya da “düşmana teslim ettikleri” yalanı da bu dönemde ortaya atılmıştır.

Açıkça söylemeliyim ki, bu ya da benzeri propagandalar ne ortaya atıldıklarında ne de şimdi gündemimizdir. Tüm bunlar partimiz açısından 1. Kongremizde tartışılmış, çözümlenmiş ve geride bırakılmış meselelerdir. 1. Kongremiz, partimizin birliğine yönelen bu saldırının neden ve niçinlerine dair gerekli tartışmayı yürütmüş, kamuoyuna dönük olarak da çeşitli açıklamalar yapmıştır. Ancak bu yaklaşımımıza rağmen özellikle Dersim yerelinde ısrarla bu kara propagandanın sürdürülmesi partimize karşı işlenen suçu gizlemek amaçlıdır. Yinelemek isteriz ki, dedikoduya, yalana dayalı siyasetin devrimci çalışmada yeri yoktur. Bu yöntemin, devrimcilere ve halka bir yararı olmadığının artık deneyimlenmiş olması gerekirken sürdürülmesi devrimcilik iddiası açısından vahimdir.

 “Gündemimiz değil” dediniz ama sizin dışınızda propaganda devam ettiği için kısaca Dersim bölgesinde yaşananları özetleyebilir misiniz?

– Çok kısaca özetlemek gerekirse; Dersim gerilla alanında bulunan yoldaşlarımız, kış üslenim sürecinden çıkıp ve partiyle bağ kurduklarında, partinin darbeci tasfiyeci saldırıyla karşı karşıya kaldığını öğrenmiş, parti güçlerimizle durum değerlendirmesi yapmıştır. O andan itibaren görev bellidir: Partinin iradesine yönelik bu iç saldırıyı hukuk ve ilkelere bağlı kalarak karşılamak ve kendisini yeniden örgütlemek! Öncelikli devrimci görevler, bunlar olarak tespit edilmiştir.

Dersim’deki yoldaşlarımız da bu görev nedeniyle, partimizin bilgisi ve talimatları doğrultusunda hareket etmişlerdir. Partimiz, bu alandaki yoldaşlarımızı 1. Kongre örgütlenmesine katmak için bir planlama yapmış ve yoldaşlarımızı başka bir alana geçmeleri için görevlendirmiştir. Yaşanan budur.

Bu gerçek bilinmesine rağmen kara propagandadan medet ummak kendisini devrimci bir zeminde örgütleyememenin sonucudur diye düşünüyoruz.

Açıktır ki, herhangi bir gerilla gücünün koşulları değerlendirmeden hareket etmesi ve gerektiği yerde ve zamanda geri çekilmeyi bilmemesi imha olması demektir. Partimizin gerilla savaşı pratiği, bu gerçeği defalarca kanıtlamıştır. Hal böyleyken, partimizin gerilla gücünü, bir başka savaş alanına çekmesi üzerinden ve düşmanın tamamen tesadüfen ele geçirdiği askeri malzemeden, kendi hanesine bir “başarı” hikayesi yazmak ve düşmanın karşı devrimci propagandasını olduğu gibi kullanarak haklılığını ispat etmeye çalışmak devrime ve devrimci mücadeleye hizmet etmemektedir.

“Ordumuz savaşın günümüzde aldığı biçimlere yoğunlaşmaktadır”

– Bu noktada partinizin şu andaki savaş gerçekliğine dair bir soru yöneltmek isterim.  Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nun (TİKKO) Konferans gerçekleştirdiğini açıkladınız. TİKKO’nun çalışmalarına ve planlamalarına dair ne söylemek istersiniz?

– Evet partimiz 1. Kongresinde, halk ordumuzun durumunu da tartışmış ve çeşitli kararlar almıştır. Bu kararlar içinde partimizin gerilla savaşı tecrübesini özetlemek ve TİKKO Yönetmeliği gibi bazı gündemleri ele almak vardı.

Partimizin önderliğinde Halk Ordumuz tarihinde bir ilk olan TİKKO 1. Konferansını “Devrimin Zaferi İçin Halk Savaşı’nda Derinleş, Gerillada Uzmanlaş!” şiarıyla gerçekleştirmiştir. Halk Ordumuz Karadeniz, Dersim ve Rojava’da ve büyük şehirlerde vb. her alanda yürüttüğü gerilla savaşının ders ve deneyimlerini özetlemiş, başta TİKKO Yönetmeliği olmak üzere bir dizi örgütsel konuda kararlaşmalara gitmiş ve de konferansından çıkardığı dersleri parti iradesine sunmuştur.

Partimiz, TC devletinin Rojava’ya yönelik işgal saldırılarına karşı, gücü oranında konumlanmış ve savaşın içinde yer almıştır. Başlangıçta sınırlı sayıda olan gücümüz, zaman içinde daha örgütlü bir yapıya kavuşmuştur. Özellikle bu bölgede soykırımdan kurtulan Ermeni halkı içinde çalışmış, onların öz savunma güçlerini sıfırdan başlayarak önce Tabur sonra da Tugay düzeyinde örgütlemiştir.

Partimize bağlı halk ordumuz hem kendi askeri çalışmalarını hem de Ermeni halkı içindeki çalışmalarını sürdürmektedir. Hem kitle çalışması ve yeniden inşa çalışmaları yaparken, diğer yandan da askeri olarak uzmanlaşmakta, eğitimlerini geliştirmektedir. Askeri gücümüz orada bulunduğu süre içinde, Kobanê’den Afrin’e, Rakka’dan Serekaniye’ye kadar tüm savaşlarda yer almış ve askeri kapasitesini savaş içinde geliştirmiştir.

Bugün ordumuzun belli bir gücünün konumlandığı Ortadoğu kritik bir dönemden geçmektedir. Devrimci savaşın niteliğinde kuşkusuz bir değişim yaşanmamıştır. Emperyalizmin varlığı onun yerel işbirlikçi sınıflarla beraber geliştirdiği yarı sömürge ya da Ortadoğu’nun bazı ülkelerinde doğrudan işgal üzerinden izlediği sömürgeci siyaset bugün devrimci savaşın belli başlı özelliklerinin değişmediğini, devrim ve karşı devrim güçlerini daha da belirgin hale getirdiğini belirtmek gerekir.

Bölgenin neredeyse tümüne yayılan fakat farklı güçler arasında devam eden çatışmalı bir süreç yaşamaktadır. Yaşanan bu çatışmaların emperyalist güçlerin kışkırtmasıyla bölgesel bir savaşa evrilme ihtimali güçlüdür. Bunun içerisinde bölgede Türk devletinin yayılmacı ve ilhakçı politik yönelimiyle geliştirmiş olduğu askeri saldırganlık onu bölge halkaları nezdinde bölgesel bir düşman haline getirmiştir. Buna bağlı olarak devrimci savaş farklı bölgelerde farklı biçimlerde sürdürülmektedir.

Türk devletinin sınırları içerisinde gerilla ve milis savaşı öne çıkarken işgal ettiği Ortadoğu sınırları içerisinde bölgenin kendine has özelliklerinden kaynaklı farklı silahlı mücadele biçimleri öne çıkabilmektedir.

Türk devleti savaş tekniğinin özellikle drone ve gözetleme sistemlerinde kaydettiği ilerleme ile tüm savaş taktik ve stratejini bunun üzerinde şekillendirmeye çalışmaktadır. İHA ve SİHA’larla savaş üstünlüğünü elinde bulundurmak istemektedir.

Türk devletinin bu araçları yaygın kullanmaya başladığı ilk dönem açısından gerilla mücadelesi yürüten güçlerin ağır kayıplar verdiğini, bu araçların özelliklerini anlayana ve karşı tedbir geliştirene kadar belirli bir zorlanma yaşadığını kabul etmek gerekir. Fakat farklı alanlarda ve farklı biçimlerde sürdürülen devrimci savaşın bunun karşında taktik olarak kendini yenilediğini bir bütün harekat tarzını bu yeni duruma göre değiştirdiğini belirtelim. Bu durum devrimci savaşın son on beş yılı açısından önemli bir gelişmedir.

Gerilla savaşının belirli branşlarda geliştirdiği taktik donanımı daha küçük birimlerin özelliği haline getirerek tim savaşı olarak tarif edilebilecek bir savaş yöntemi geliştirmiştir. Bu savaş tarzı özellikle bölgede oldukça yaygınlık kazanmış ve düşman üzerinde sonuç alıcı bir hale gelmiştir. Bu tarz sadece gerilla alanlarında değil savaşın sürdüğü tüm cephelerde devrimci savaşın bugünkü özelliği haline gelmiştir.

Gerilla gücümüz savaşın günümüzde aldığı bu biçimler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Son on beş yılda savaşımızın sürdüğü coğrafyada savaşın biçimleri üzerinde önemli ve kalıcı değişimler yaşanmıştır. Ordumuz bu değişimleri yakından takip edip ve buna uygun olarak örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirmeye çalışmaktadır. Bölgede savaş özelikle Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi ile TC unsurları arasında geçmektedir. Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi gerillalarının bu savaşta edindiği tecrübe diğer devrimci savaşı yürüten hareketler açısından oldukça önemlidir. Hiçbir kaygı gütmeden bu savaş derslerinden ve pratik tecrübelerden öğrenmeye çalışıyoruz.

Ordu konferansımız savaşın değişen yapısı ve özelliklerine karşı kendi cevabını oluşturması açısından tarihsel değerdedir. Esasta konferansımız savaşın değişen yapısını anlamaya odaklanan bir konferans olmuştur.

“Türk devleti bölgemizde emperyalizmin ileri karakolu olarak en gerici güçlerden biridir!”

– Önümüzdeki sürece dair ne söylemek isterseniz?

– Açıkça söylemek gerekir ki, önümüzdeki süreç Türk devletinin halka karşı saldırılarını artıracağı bir süreç olacaktır. Türk devleti, seçimler aracılığıyla gerçekleştirdiği demokrasi müsameresi sonrasında gerçek gündemi olan halk düşmanlığına hız verecektir. Önce genel ardından da yerel seçimlerle halka vaat dağıtan hakim sınıflar, şimdi ekonomik krizin bütün yükünü halka yüklemek için rasyonel dedikleri politikaları tüm hızıyla sürdüreceklerdir. Ekonomik krizi yaratanlar, krizi çözmek adı altında halkın sofrasında kalan ekmeği de gasp etmeyi amaçlıyorlar.

Türk devletinin Türkiye toplumunu daha da yoksullaştırıp, asgari ücret denilen ve açlık sınırının altında olan ücreti ortalama ücret haline getirme yönelimi devam edecektir. Bunun anlamı özellikle ekonomik alanda halkımızı daha zor günlerin beklediğidir.

Türk hakim sınıfları, sömürü ve soygunlarının gizlemek için uluslararası alanda yaşanan ekonomik krizi ve yüksek enflasyon oranlarını örnek olarak göstermektedir. TC devletinin egemenlik sınırlarının emperyalizmin yarı sömürge pazarı olması nedeniyle, uluslararası alanda kapitalist emperyalizmin yaşadığı ekonomik kriz elbette Türkiye ekonomisini de etkilemektedir. Ancak kabul etmek gerekir ki, Türkiye ekonomisinde yaşanan krizin çapı, uluslararası alanda yaşanan ekonomik krizin çok üstündedir. Yüksek enflasyon oranları ve halkın alım gücünün çarşı pazarda hissedilir düzeyde düşmesinin nedeni Türk hakim sınıflarının sömürü, soygun ve hırsızlığının boyutuyla doğru orantılıdır.

Tam bir soygun ve gasp ekonomisiyle karşı karşıyayız. Sahte cennet vaadiyle halka “verin yetkiyi görün etkiyi” diyen Erdoğan iktidarı, uluslararası tekellerin kârlılığının devam etmesi ve kendi yandaşlarına ihale ve teşvik verme, kaynak aktarma politikasını sürdürmüştür. Bunun sonucunda halk daha da yoksullaşmıştır.

Türk devletinin halkı daha da yoksullaştırması karşısında yaşanan öfke ve tepki ise en bilinen yöntemlerle savuşturulmak istenmekte, devlet, beka sorununu dilinden düşürülmemektedir. Halk kitlelerinin iktidara yönelik tepkisi, ırkçılık ve şovenizmle saptırılmak ve bastırılmak istenmektedir.

Dünya çapında yıkılma ve parçalanma tehdidini bu kadar çok ve sıklıkla kullanan başka bir devlet var mıdır bilmiyoruz ancak Türk devletinin içinde bulunduğu durum ve var olan çelişkilerin keskinliği, bu türden açıklamalara neden olmaktadır.

Öte yandan uluslararası alanda, emperyalist tekellerin birbiriyle rekabeti arttıkça, emperyalist devletler arasında çelişkilerin keskinleşmesi, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinde olduğu gibi doğrudan savaşa evrilmesi ve 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı tartışmalarının yapıldığı bir süreçteyiz. Uluslararası alanda yaşanan bu durum, coğrafyamızı da doğrudan etkilemektedir. Bölge gerici devletleri, emperyalist kamplar arasında yaşanan çelişkilerden kendi çıkarları için yararlanmaya çalışıyor.

Türk devleti bölgemizde emperyalizmin ileri karakolu olarak en gerici güçlerden biridir. Bu niteliğine uygun olarak özellikle sınır ötesinde yeni bir işgal hazırlığı yapıyor. Bölgemizdeki bütün gerici devletler ve güçlerle ilişki içindedir. Örneğin “mazlum Filistin halkı” propagandasına rağmen İsrail Siyonizmi’yle askeri ve ticari ilişkilerini devam ettirmekte ve “Filistin’e dua, İsrail’e gemi” politikası kararlılıkla sürdürmektedir.

Türk devleti uluslararası alanda yaşanan çelişki ve kamplaşmaları kendi çıkarları açısından bir avantaja dönüştürmek istemekte, bir kez daha Irak Kürdistanı’na ve Rojava’ya yönelik daha kapsamlı sefer hazırlığı yapmaktadır. Böylelikle içte ekonomik kriz ve derin yoksullaşmayı, halkta oluşan tepkiyi, “terörle mücadele” diyerek ötelemek istemektedir.

TC faşizmi, bu işgal ve saldırganlığını her ne kadar “terörle mücadele” olarak propaganda etse de, meselenin sadece Kürt ulusal hareketinin kazanımlarının geriletilmesi olmadığı açıktır. Bu saldırganlığın arka planında, bir yanda Türk devletinin giderek şiddetlenen ve artık çarşı pazarda daha da hissedilen ekonomik krizin kitlelerde yarattığı tepkinin bastırılması varken; diğer yanda ise başta iktidar kliğinin temsilcilerinin sermaye birikiminde önemli rol oynayan silah sanayisinin kârının artırılması vardır.

Ancak esasta elbette TC faşizminin kendi varlığına tehdit olarak algıladığı Kürt ulusal hareketinin tasfiyesi hedeflenmektedir.

Türk hakim sınıfları, emperyalist tekeller arasında yaşanan rekabetten ve artan çelişkiden sadece içte değil dışarda da bölgesel düzeyde yararlanma politikasını sürdürmek istemektedir. Tıpkı Suriye iç savaşının başlangıcında ve devamında yaşandığı gibi Suriye halkının yeraltı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanması, fabrikalarının sökülüp, petrolünden zeytin ağaçlarına kadar çalınması vb. örneklerinin devam ettirilmesi hedeflenmektedir. Hem Suriye’nin doğusunda hem de Irak Kürdistanı’nda işgalin genişletilmesi hedefi, Türk hakim sınıflarının açgözlülüğüyle ve yağmacı sınıfsal niteliğiyle doğrudan ilişkilidir.

Türk hakim sınıflarının bütün açıklamaları, ulusal ve uluslararası durum önümüzdeki süreçte TC devletinin kendi halkına ve bölge halklarına yönelik saldırganlığını artıracağını gösteriyor. Bu saldırganlığa kaşı hazır olmak ve devrim mücadelesini kararlılıkla sürdürmek gerekiyor.

Öte yandan son yerel seçim sonuçlarından da görüleceği üzere işçi sınıfı ve emekçi halk, kendisine yaşatılan koşullara tepkilidir. AKP’nin kitle desteğinde bir gerileme vardır. Halk propaganda edilenle yaşadığı gerçeklik arasındaki derin uçurumu bilince çıkarmamakla birlikte, bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmektedir. Bu nedenle AKP’nin etkisinde kalan kitleler yerel seçimlerde sandığa gitmeyerek, ya da muhalif olarak tanımlayan partilere oy vererek tepkisini göstermiş durumdadır.

İşçi sınıfı ve emekçi halkın özellikle alım gücünün düşmesi ve yoksulluğu daha fazla hissetmesi beraberinde umut olarak burjuva muhalefet partilerine yönelmesine neden olmaktadır. Halkın içinde bulunduğu duruma tepkisi, bir kez daha hakim sınıfların muhalefetteki kliğinin arkasına yedeklenmek istenmektedir.

Bu nedenle halkın iktidardaki ya da muhalefetteki burjuva hakim sınıf partilerinin siyasetinden ayrı kendi bağımsız siyasetini örgütlemesi gerekmektedir. Politika bir güç sorunudur. Kitlelerin hakim sınıfların siyasetinden bağımsız, kendi siyasetini örgütlenmesi ve dahası bir güç olarak ortaya çıkmasını önemsiyoruz. Bu anlamıyla başta İstanbul 1 Mayıs Taksim alanı olmak üzere, işçi sınıfının, emekçilerin, kadınların ve halk gençliğinin 1 Mayıs’ta alanlara çağrısını değerli ve anlamlı buluyoruz.

Hakim sınıf partilerinin sözcüleri ve özellikle de muhalefetteki partilerin 1 Mayıs açıklamaları, CHP gibi işçi ve halk düşmanı bir partinin Taksim tartışmasında öne çıkıp rol çalmaya çalışmasının nedeni, işçi sınıfında ve emekçi kitlelerde var olan tepkiyi görmeleri ve kendi klik çıkarları arkasında yedekleme çabasının ürünüdür.

İktidarıyla muhalefetiyle bütün düzen partileri, işçi sınıfının ve emekçi halkın kendi bağımsız siyasetini örgütlemesi ve bir güç olarak ortaya çıkması karşısında, bir yandan faşist yasaklar, zor ve baskı, diğer yanda “demokrasi”, söylemleri eşliğinde hareket etmişler ve edeceklerdir.

Bu gerçeklerin ışığında partimiz, halk ordumuz, komünist kadınlar birliğimiz ve Komsomol örgütümüz TC devletinin halkımıza ve bölge halklarına yönelik faşist saldırganlığına karşı mücadelesini karalıkla sürdürecektir.

– Son olarak ne söylemek istersiniz?

– TC devletinin yüzyıllık halk düşmanı karakteri biliniyor. TC devleti sadece halkımız açısından değil coğrafyamızdaki bütün halklar açısından faşist ve saldırgan bir güçtür. Partimiz yarım asrı aşan tarihinde TC faşizmine karşı mücadelesini kesintisiz olarak sürdürmüştür.

Partimizin 53. mücadele yılına girerken halkımıza, örgütlenmek ve mücadele etmekten başka kurtuluş yolu olmadığını yinelemek istiyoruz. Partimiz mücadelesini kararlılıkla sürdürecektir. Koşulların zorluğu, faşizmin ağır baskısı, halkın daha iyi bir yaşam, özgürlük ve demokrasi mücadelesini engelleyemeyecektir. Çünkü biz biliyoruz ki; partimiz ve halk kitleleri varolduğu müddetçe her türlü mucize yaratılabilir.

Bu vesileyle yoldaşlarımızın 53. kavga yılını kutluyor, önümüzdeki süreçte halkın fırtınası içinde birer damla olma kararlılıklarını selamlıyoruz.

– Teşekkür ederim.

– Ben de Partimiz adına teşekkür ediyorum.

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı: Partimiz Savaşımızı Aydınlatmaya Devam Ediyor: Ona Omuz Ver! Güç Kat!

Ailevi sorunlar, geçim derdi, gelecek kaygısı, hayaller, yaşanmışlıklar, günden güne ömrün tükenmesi ve sonuç olarak hiçbir şey yaşamadığını farkettiğin ve yüreğine bir acının gelip oturduğu an... bunu ikimize kendime armağan ediyorum. Dost varmı ki şu zaman da derdini alıp vuracak sırtına ..ve biz nelerden uzak kalmışız haberimiz yok...şimdi ki dostluklarda ne duman ne tüten var

Bundan 52 yıl önce, Türkiye’nin çeşitli milliyet ve inançlardan ezilen halkının kurtuluş mücadelesinde yeni bir dönem başlatılmıştır. Halkımızın kendisini sömüren, yağmalayan, işgal altında tutan bir avuç komprador burjuvaziye, toprak ağasına ve onları palazlayan emperyalizme karşı bir bayrak göndere çekti. İbrahim Kaypakkaya önderliğinde emperyalizme, faşizme, feodalizme, ataerkiye ve her türden gericiliğe karşı Türkiye Komünist Partisi- Marksist Leninist (TKP-ML), tarih sahnesinde yerini aldı.

Proletaryanın öncü müfrezesi olan Partimiz, sömürülen işçi sınıfı ile birlikte ezilen köylü yığınlarının, kırıma uğrayan kadın ve LGBTİ+ların, ulusal baskıya maruz kalmış ve soykırıma uğramış Ermeni ve Kürt uluslarının, halk gençliğinin kurtuluş umudu olarak Halk Savaşının öncü kurmayı olma iddiasını ortaya koydu ve bu iddiasını bugün de sürdürmektedir.

TKP-ML, tüm ezilenlerin kurtuluşunun ancak ve ancak silahlı mücadeleyle olacağı ve bunun yolunun da coğrafyamız koşullarında uzun süreli Halk Savaşı Stratejisi’yle mümkün olduğunu ilan etmiş ve bu amaç doğrultusunda mücadelesine başlamıştır. Partimiz bu mücadelesini pratikte dün olduğu gibi bugün de kararlılıkla sürdürüyor.

Bizler Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu (TİKKO) savaşçıları olarak, Partimizin 52 yıldır ortaya koyduğu kızıl güzergahta yürümeye ve dünden daha kararlı adımlarla ilerlemeye devam ediyoruz. Önder İbrahim yoldaş tarafından devrimin yolunun ortaya konulmasından bu yana yüzlerce ölümsüzümüzle bu kararlığımızı devam ettiriyoruz.

24 Nisan 1972 tarihi Partimizin kuruluşuyla birlikte, önderlik ettiği TİKKO’nun da ilanının adıdır. Bu anlamda 52 yıl, hem ezilen halkımızın Demokratik Halk İktidarı mücadelesi, diğer yanı ile bu özgürlük mücadelesinin Halk Savaşı ile kazanılacağının adıdır. Halk Ordumuz, Proletarya Partisi önderliğinde savaşımına devam etmektedir. Emperyalizmin talanı, yağması, katliamları sürdüğü müddetçe Partimizin ve halkımızın kurtuluş savaşı da devam edecektir. Partimiz bu sürece önderlik etmeye, Halk Ordumuz TİKKO ise bu savaşı sürdürmeye devam edecektir.

Emperyalistlerin yeni bir paylaşım savaşına hazırlandıkları bu süreçte, Ortadoğu bölgesini kan gölüne çevirmektedirler. Siyonist İsrail’in Gazze’ye yönelik soykırımına karşı Filistin ulusal mücadele güçleri kararlılıkla direnişlerini devam ettiriyorlar. Tüm Filistin ulusunun şanlı direnişi karşısında Siyonist İsrail devleti sadece katlediyor ve devasa yıkımlar gerçekleştiriyor. Tüm insani değerler ayakları altına alınmıştır. Kendi yasalarını dahi çiğnenerek tüm Filistin halkı katliamdan geçiriliyor. Faşist TC devleti ise timsah gözyaşları eşliğinde İsrail’e en büyük yardımı yapmada geri durmuyor. Bu anlamda yüreği gerçekten Filistin halkı için atan tüm halkımız bilmelidir ki, Filistin halkını katledenler başta İsrail ve ABD olmak üzere TC ve gerici Arap devletleridir. Özellikle TC devletinin tam desteği olmadan İsrail’in 40 bin insan katletmesi/soykırım gerçekleştirmesi mümkün olmayacaktır.

Karl Liebknecht’in sözleriyle “Gerçek düşman içimizdedir”. Gerçek düşmanımız emperyalistler ve onların beslemesi olan bir avuç komprador burjuva ve toprak ağalarıdır. Gelinen aşamada iktidardaki hakim sınıf kliği AKP-MHP, halkımızın gözünde önemli oranda teşhir olmuşsa da, bu faşist katillerin alternatifi faşist Kemalist CHP değildir. CHP, TC devletini kuran bir düzen partisidir. Halkımızın deyimiyle “gelen gideni aratacaktır”. CHP halkımızın sömürüden kurtuluş, özgürlük ve bağımsızlık taleplerine yanıt olmaz. Yanıt olamaz çünkü bu, varlık gerekçesine terstir.

TC devleti dışarda halkları katlederken içerde ise ezilen işçi sınıfına karşı patronların devleti olduğunu ispatlamakta, işçilerin hak arama mücadelesini bastırmaktan geri durmamaktadır. Köylülere karşı ağaların devletidir. Alevilere ve ezilen tüm inançlara karşı iktidarda olan tarikatların devletidir. TC devlet sistemi kadın ve LGBTİ+ kırımını sürekli üreten ataerkil bir devlet yapılanmasıdır. Tüm halkı yoksulluğa, çaresizliğe ve geleceksizliğe sürükleyen egemenler ve onların devlet aygıtı olan faşist TC devleti yıkılmadıkça halkın kurtuluşu sağlanamaz, ülkemizde ve Ortadoğu’da soykırım tehditleri devam eder. 109 yıl önce Ermeni ulusunu soykırıma tabi tutan zihniyetin bugün devam ettirildiğini her gün yaşamaktayız. Artsakh’ta ikinci soykırım ve tehcirin yaşanması, Kürdistan’a yönelik işgal saldırıları, Rojava’ya yönelik tehditler ve İsrail devletine yapılan tüm yardımların sorumlusu TC devletidir. TC devleti bugün Ermenistan’ı, Kürdistan’ı ve Filistin’i tehdit eden, yok olması için elinden geleni yapan faşist bir mekanizmadan ibarettir.

Faşist TC devleti Türk Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan halkımızın değil, emperyalistlerin ve yerli işbirlikçilerinin devletidir. İşçi sınıfına, ezilen tüm halka yoksulluktan, soykırımlardan, sömürüden başka verebileceği bir şey yoktur. Devlet aygıtının başına kim gelirse gelsin, hangi parti veya ittifak hükümet kurarsa kursun bu gerçeklik değişmeyecektir. TC’ye egemen olanlar kendi saltanatları, şatafatlı düzenleri sürsün diye Türkiye halkını büyük bir savaşa sürüklemekten geri durmayacaklardır. Bu tarihsel pratikte onlarca kez yaşanmıştır. Bu düzenin yıkılması tek çözümdür ve bunun yolu Partimize ve onun önderliğindeki Halk Ordumuza katılmaktan, savaşımızı yükseltmekten, direniş ve mücadeleyi büyütmekten geçmektedir.

24 Nisan güneşi yolumuzu aydınlatıyor…

Kokuşmuş bu düzeni yıkmak için Halk Savaşını yükseltelim!

Emperyalizme, feodalizme, faşizme, şovenizme, ataerkiye ve her türden gericiliğe karşı Demokratik Halk Devrimi’ni güçlendirelim!

Emperyalizmi ülkemizden kovalım, işbirlikçi faşist sistemi yıkalım, Halk İktidarını kuralım!

Partiye sahip çık! Halk Ordusunu güçlendir! Savaşa omuz ver! 

Yaşasın Partimiz TKP-ML! Önderliğindeki TİKKO, KKB, TMLGB!

Yaşasın Marksizm-Leninizm-Maoizm!

Yaşasın Halk Savaşı!

 

TKP-ML TİKKO Genel Komutanlığı  Nisan 2024

 

TKP-ML MK: TKP-ML, 52 YAŞINDA!

“Daha Sıkı, Daha Sağlam, Daha Kararlı Bir Savaş” İçin Israr ve Sebatla!

Mao Zedung yoldaşın önderliğindeki Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin dünyayı sarsan fırtınaları içinde, coğrafyamız sınıflar mücadelesinin bir ürünü olarak doğan partimiz TKP-ML, 52 yaşında!

İbrahim Kaypakkaya yoldaş önderliğinde her türden reformist ve revizyonist önderliğe karşı “Biz Mustafa Suphi yoldaşın ve onun önderliğindeki TKP’nin mirasçıyız”, “Şimdi biz, herkesin gözü önünde yükseklere bir bayrak çekiyoruz” denilerek 24 Nisan 1972’de açılan bayrak, 52 yıldır dalgalanıyor.

Partimiz, enternasyonal proletaryanın coğrafyamızdaki öncü ve önder gücü olarak komünizmin bayrağını 52 yıldır dalgalandırırken, başta kurucu önderi olmak üzere dört genel sekreterini, onlarca önder kadrosunu, yüzlerce savaşçı, militan ve taraftarını ölümsüzlüğe uğurlandı. Binlerce yoldaşımız yaralandı. Binlercesi faşizmin hapishanelerinde tutsak edildi.

Partimiz, 52 yıllık mücadelesinde sınıf düşmanlarımızın her türden saldırısına direnişle yanıt verdi. Faşizme karşı zaferler kazandı, yenilgiler aldı.  Çokça bedel ödedi ve bedel ödetti. İbrahim Kaypakkaya yoldaş önderliğinde açılan komünizm bayrağını dalgalandırmayı sürdürdü. Ve 52. mücadele yılımıza girerken başta ölümsüz yoldaşlarımız olmak üzere yaralanan, tutsak edilip faşizmin işkencelerine maruz bırakılan yoldaşlarımızın canları, kanları, direniş ve emekleriyle, Türkiye devrimci ve komünist hareketi içinde bir gelenek yaratmayı başardı.

52 yıldır sebatla dalgalandırılan komünizm bayrağının sırrı; partimizin Türk, Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan halkımızın sömürüden kurtuluş, özgürlük ve bağımsızlık özlem ve taleplerinin Marksizm-Leninizm-Maoizm’le buluşturulmasıdır. Partimizin temeli; işçi sınıfının ve halk kitlelerinin en ileri eylemleri içinde, başta önder yoldaşımız İbrahim Kaypakkaya olmak üzere sınırlı sayıda kadro tarafından coğrafyamız sınıf mücadelesinin MLM bilimiyle donatılmasıyla atılmıştır. Partimizin 52. yıllık mücadelesinin sırrı, MLM bilimi ve kitlelerin mücadelesidir. Partimiz ve işçi sınıfı ve halk kitlelerinin mücadelesi var olduğu sürece komünizmin yükseklere çekilen bayrağı bu topraklarda dalgalanmaya devam edecektir.

Partimiz MLM bilimiyle, kitlelerin mücadelesini birleştirebildiği oranda mevziler kazanmış ve zaferler elde etmiştir. Kitlelerin mücadelesinden uzaklaştığı oranda ise yenilgiler almış ve mevzi kaybetmiştir. 52 yıllık mücadele tarihimizin bizlere öğrettiği somut ders budur.

Partimizin kuruluşundan günümüze geçen yarım asırlık süre içinde enternasyonal proletaryanın ve ezilen halkların mücadelesi büyük altüst oluşlara sahne oldu. En önemlisi işçi sınıfı ve ezilen halklar devrimlerle kazanmış oldukları mevzileri birer birer kaybettiler. Sınıf düşmanlarımız “sınıf mücadelesinin bittiği”ni, “ideolojilerin öldüğü”nü ilan ettiler. Ne var ki aradan çok fazla geçmeden, emperyalist kapitalizmin doğasında var olan emperyalist paylaşım savaşının ayak sesleri daha çok duyulur oldu.

Uluslararası alanda 3. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın tartışıldığı, emperyalist burjuvazinin her bir kampının buna göre hazırlıklarını yaptığı koşullarda coğrafyamız bu paylaşım savaşının merkezlerinden biri olarak ön plana çıkıyor. Irak ve Suriye’nin ardından İran gerici molla rejimi, emperyalistlerin yeni hedefi olarak daha da belirginleşiyor. Ortadoğu’da emperyalizmin ileri karakolu olarak kurulan Siyonist İsrail başta Filistin ulusuna yönelik soykırım saldırıları olmak üzere bölge halkları açısından bir tehdit olmayı sürdürüyor.

Varlık gerekçesi emperyalist sermayeyle işbirliği ve halk düşmanlığı olan TC devleti ise; Türk, Kürt uluslarından, çeşitli milliyet ve inançlardan halkımıza yönelik yeni saldırılara hazırlanıyor. Emperyalizmin askeri örgütü NATO’nun kullanışlı bir üyesi olarak sadece içerde değil sınır dışında da başta Kürt ulusu olmak üzere bölge halklarına yönelik işgal ve katliam saldırılarını artırmayı amaçlıyor. Emperyalistler arasında artan çelişkileri kendi çıkarı için kullanmak amacıyla yeni katliamlara hazırlanıyor.

TC faşizmi, gelinen aşamada milyonlarca işçi ve emekçiyi asgari ücret adı verilen açlık sınırının altında bir ücrete mahkum etmiş durumdadır. Açlık ücreti ortalama ücret durumuna getirilmiştir. Milyonlarca insan açlık ve yoksulluk sınırında yaşamaya mahkum bırakılmış, gelecek kaygısı yaşarken; iktidarı elinde tutan bir avuç azınlık, lüks ve şatafat içinde yaşıyor. Geniş halk kitleleri içine düşürüldükleri duruma tepkilidir. Ancak son yerel seçimlerde de görüleceği üzere bu tepki, hakim sınıfların muhalefetteki kliğinin arkasına yedeklenmek istenmektedir. Kitlelerin muhalefetinin düzen içinde tutulması, yeni Gezi ve Kobanê Serhildanlarının engellenmesi, daha da önemlisi silahlı mücadelenin kitlelerle buluşmasının önünün kesilmesi hedeflenmektedir.

Partimiz 52. mücadele yılında komünizm davasına yürekten bağlı ama revizyonist ve reformist önderlikler yüzünden inançları ve enerjileri yanlış yola kanalize edilmiş işçi, köylü ve aydınları, gençliği ve kadınları örgütlenmeye, subjektif olarak kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları “devrim” ve “komünizm” ateşinin sarsılmaz inancını örgütlü devrimci mücadeleyle büyütmeye çağırmaktadır.

Yaşasın Partimizin 52. Kuruluş Yıldönümü!

Yaşasın Marksizm Leninizm Maoizm!

Yaşasın TKP-ML, TİKKO, TMLGB ve KKB!

TKP-ML MK  Nisan 2024

TKP-ML Merkez Komitesi : Newroz Piroz Be!

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa, ve Faşizme Karşı

İsyan, Direniş, Serhildan!

Newroz, coğrafyamızda binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinde sömürülen, ezilen, baskı gören halkların zalimlere, sömürücülere karşı isyanının simgesidir. Günümüzde de başta Kürt halkı olmak üzere bütün ezilen halkların, zalimin zulmüne karşı isyan ve direnişinin, Demirci Kawa’nın isyanının zalim ve katliamcı Dehaklar karşısında yükseltilmesinin, isyan ateşlerinin dört bir yanda yakılmasının adı olmuştur.

Uluslararası alanda ve coğrafyamızda zalim Dehakların saldırı, katliamlarının arttığı bir süreçte karşılıyoruz Newroz’u. Yeni bir emperyalist paylaşım savaşının koşullarının olgunlaştığı ve buna dair hazırlıkların yapıldığı bir süreçteyiz. Emperyalist burjuvazinin artan rekabeti bölgesel düzeyde çatışma ve işgalleri tetikliyor. Emperyalist bloklar arasında sadece rekabet ve “ticaret savaşları” yaşanmıyor. Doğrudan askeri çatışma olasılığı da artıyor. Rusya’nın Ukrayna’yı işgal savaşıyla doğrudan emperyalist kamplar arasında yaşanan savaş, “uzatmalı bir savaş”a evrildikçe burjuvazinin bazı sözcüleri “savaşa hazır olmalıyız” açıklamaları yapıyor.

Emperyalist tekeller arasında rekabetin artması, coğrafyamızdaki gerici güçlerin saldırganlığını daha da artırıyor. Yaşanan krizden kendi çıkarları için yararlanma, hakimiyet alanlarını genişletme ve mevzi tutmak için kaldırıyorlar başlarını. Azerbaycan gericiliğinin Artsakh-Dağlık Karabağ işgalinden sonra İsrail Siyonizmi’nin Filistin ulusal direnişinin 7 Ekim Tufanı’nı gerekçe göstererek başlattığı saldırılar soykırıma dönüştü. Ezilen Filistin halkı, yeni bir Nakba (Felaket) ile karşı karşıya bırakıldı.

Coğrafyamızın en gerici güçlerinden TC devleti ise Kürt ulusuna yönelik saldırganlığını Kuzeydoğu Suriye Özerk Yönetimi-Rojava topraklarına yönelik günlük terör saldırılarını ve Irak Kürdistanı’na yönelik işgal saldırılarıyla birlikte sürdürüyor. Rojava Devrimi’nin kazanımlarını tasfiye etmek ve Irak Kürdistanı’nda yaşadığı ağır askeri kayıpları gidermek için kapsamlı bir işgal saldırısına hazırlanıyor. TC devleti, Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin kazanımlarını tasfiye ederken bölgede işgal ve sonra da ilhak hedefi içerisindedir. Yüzyıllık “Misak-ı Milli” hedefini, emperyalistlerden onay alıp, bölgede kendi işbirlikçisi gerici çizgilerle birlikte hayata geçirmek istemektedir.

Bu amaç için bölge gerici güçleriyle yapılan görüşmelerin ardından ABD emperyalizminin kapısında pazarlığa oturulmuştur. Faşist TC’nin “emperyalist kamplar arasındaki çelişkilerden yararlanma” geleneksel siyaseti, bir kez daha devrededir. Bir kez daha başta Kürt halkı olmak üzere coğrafyamız ezilen halklarına yönelik saldırı hazırlıkları yapılmaktadır. Bunun için başta Kürt Ulusal Özgürlük Hareketi’nin önderi Abdullah Öcalan başta olmak üzere devrimci ve yurtsever tutsaklar üzerinde tecrit politikası uygulanmaktadır. Diğer yandan devrimcilere yönelik baskı ve tutuklama saldırıları sürdürülmektedir.

TC faşizminin bu saldırganlığının nedeni içinde bulunduğu durumdan bağımsız değildir. Yüzyıllık baskı, sömürü ve zulüm rejimi, başta ekonomi olmak üzere tam bir iflas tablosu içindedir. 6 Şubat depremlerinde de tanık olduğumuz gibi on binlerce insan enkaz altında yardım beklerken hiçbir şey yapmayan, yardıma gidenleri engelleyen halk düşmanı bir rejim gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Halkın yardım çağrısına bizzat R.T.Erdoğan’ın ağzından “Be ahlâksız, be adi, be namussuz” küfürleriyle cevap veren iktidar; gelinen aşamada bir kez daha halktan oy istemektedir. Genel seçimler, hakim sınıfların krizini çözmemiş, hatta ötelemeyi bile başaramamıştır. Gelinen aşamada bu kez de yerel seçimler vesilesiyle bir kez daha rant paylaşımı mücadelesi vermektedirler.

Hakim sınıflar kendi içlerinde rant ve klik dalaşını sürdürürken, işçi ve emekçilerin yoksulluğu daha da artmaktadır. Gün aşırı yaşanan iş cinayetlerinde onlarca işçi katledilmektedir. Kadınlara ve farklı cinsel kimliklere yönelik katliam ve nefret suçlarında artış vardır. Kapitalist rant ve yağma uğruna doğa ve çevre katliamları tüm hızıyla sürmektedir. Başta Kürt ulusu olmak üzere, ezilen milliyet ve inançlara yönelik imha, inkar, asimilasyon ve baskı politikası devam ettirilmektedir. Faşizmin iktidarını sürdürmek için uyguladığı politikalar, sokak hayvanlarına yönelik işkenceli katliamların yapıldığı bir toplumsal cinnet hali ortaya çıkarmış durumdadır.

TC faşizmi, iktidarıyla muhalefetiyle yaratmış olduğu bu tablo karşısında en iyi bildiği şeyi yapmakta ırkçılığı ve şovenizmi körüklemekte, “toplumsal değerler” adı altında “kendisi gibi olmayana” gerçekte ise kendisine biat etmeyen tüm kesimlere yönelik faşist baskılarını artırmaktadır. TC faşizminin hakim inancı olan Sünni İslam, farklı inançlar üzerinde baskı kurmanın aracı olarak ve işçi ve emekçi halkın içine düşürüldükleri açlık ve yoksulluk koşullarına isyan etmemesi için kullanılmaktadır. “Filistin’e Dua, İsrail’e Gemi” politikası kararlılıkla sürdürülürken, başlarını öne eğmeyenlere yönelik faşist saldırganlık sürdürülmektedir.

Günümüzün zalim Dehakları işbaşındadır. Kendi servet ve zenginlikleri için başta ülkemiz halkı olmak üzere, bölge haklarına yönelik soygun, gasp ve katliamlarını sürdürmektedirler. Yolsuzluk ve hırsızlık üzerine inşa ettikleri rejimlerinin bekası için yeni işgal ve saldırı hazırlıkları içindedirler. Ne var ki, zalim Dehakların karşısında her zaman Demirci Kawalar vardır ve olacaktır.

Zalim Dehaklara karşı Demirci Kawa olmanın zamanıdır. Şimdi direnmenin ve mücadele etmenin zamanıdır. Şimdi zalimlere karşı ayağa kalkmanın zamanıdır.

İmha, İnkar ve Asimilasyona; İşgal ve İlhaka; Sömürüye, Açlığa, Yoksulluğa ve Faşizme Karşı Parolamız Newroz’dur.

Faşizme Karşı Ayağa Kalk, Newroz Ateşini Her Yere Yay!

Newroz Piroz Be!

Türkiye Komünist Partisi Marksist-Leninist (TKP-ML)

Merkez Komitesi Mart 2024

Cüret edip özneleşelim, kurtuluş için örgütlenelim ve hep birlikte devrimle özgürleşelim!

– Merhaba, kendinizi tanıtır mısınız?

– Merhabalar, ben Rosa Avesta, TKP-ML Komünist Kadınlar Birliği (KKB) temsilcisiyim.

– TKP-ML KKB olarak 5 Mayıs 2023 tarihinde yaptığınız açıklamada 1. Kongrenizi yaptığınızı açıkladınız. Bu Kongreye gelinceye kadar geçen süreci özetleyebilir misiniz?

Rosa Avesta: Aslında 50 yıllık bir mücadele tarihini özetlemek kolay olmayacak. Ancak birliğimizin “neden bu kadar geç kurulduğuna” dair sorulara da cevap olabilecek şekilde bu sorunuzu cevaplamaya çalışacağım.

Partimiz aslında 1. Konferansından itibaren kadın meselesine yaklaşımda hem adım atmaya çalışan hem de bir türlü bu adımı atamayan bir duruş sergiliyordu. Ne demek istiyoruz burada, yani hem alınan kararlar olduğunu hem de bu kararların ardından uzun sessizlik dönemleri, bir türlü atılmayan adımlar olduğunu görüyoruz. Bunun nedeni şüphesiz ataerkiye karşı mücadelenin öneminin yeterince kavranmamış olması.

Partimizde büyük fedakarlıklar gösteren kadın kitleleri hep var. Hem savaşçı olarak hem de çeşitli alanlarda görev yapan kadınlar hep olmuştur. Ancak bu kitlelerin varlığı, tek tek kadınlar olarak yönetici organlarda yer alsalar da bir örgütlenmeye dönüşmemiştir. Parti tarihimize doğru yerden baktığımızda Birliğimizin kuruluşunun aynı zamanda bir özeleştiri pratiği olduğu da açığa çıkacaktır. Çünkü 1. Konferansımızda her ne kadar Türkiye Marksist Leninist Kadınlar Birliğinin kurulması kararı alınmış olsa da bu adım somuta ulaşmamış ve 8. Konferansımıza kadar da kadınlara yaklaşım en fazla genel işçi, emekçi kitleler parantezi içinde yapılan bir vurgu olarak kalmıştır.

Kadınların devrimin öznesi olarak görülmediği bir anlayış nedeniyle bu konuda atılacak adımlar Engels’in, Bebel’in, Kollontai’ın tespitlerine kafa tutarcasına, sanki toplumsal olarak kadın ve erkek eşitmiş de alınacak kararlar ayrımcılık yaratacakmış gibi yorumlanmıştır. MLM bakış açısından uzak bu anlayış nedeniyle kadınlar bile kendilerini çoğu örnekte devrimin öznesi değil yardımcı gücü gibi görmüştür. Devamında 7. Konferanstaki kimi tartışmaların ardından 8. Konferansta Kadın Komitemiz kurulmuştur. Bu, şüphesiz kendiliğinden olmamıştır. Bir yandan coğrafyada yükselen kadın hareketlerinin etkisidir, diğer yandan ve esas olarak ise partili kadınların birikimlerinin bir sonucudur.

Kadın Komitemizin kurulmasıyla ise adeta bir sıçramalar zinciri yaşanmıştır Partimiz içerisinde. Kadınlar tek tek “başarılı kadın” olmaktan çıkıp bir örgüt haline gelir gelmez bunun bütün örgüte nasıl yansıdığını görüyoruz o dönem. Bunun için de örneğin Partimizin iç yayın organı olan Komünist’in bir sayısı tamamen kadın sorununa ayrılmıştır. Bu süreçte (o güne kadarki tüm gecikmişliğine karşın) bu çalışmayı ne derecede önemsediğimizin en önemli göstergesi bu yayındır. Hapishanelerden yurtdışına, demokratik alanlardan gerilla alanına kadar tüm alanlardaki kadın yoldaşlarımızın kolektif aklı ve emeğiyle hazırlanan bu dosya, örgütümüzün bunca yıllık tarihine karşın, kadın meselesindeki durumunu da ortaya koymuştur. Ancak bu durum, Partimizi korkutan, geri çeken bir yerde değil, tam aksine çalışmanın zorunluluğunu destekleyen, teşvik eden bir yerde olmasına yol açmıştır.

“Özgürlüğün ve Kadın Gücünün Keşfi, Direnişin Adresi” olarak andığımız Kadın Komitemizin kurulmasından sonraki dönemde birçok yeni tartışma ve sorun bizi beklemekteydi. Bir adım atılmış ve buz kırılmıştı. Ataerkil anlayışta açtığımız bu gedik hızla büyüyordu ve bizlerin de buna hazır olması gerekiyordu. Erkek egemen anlayışın yeni biçimleriyle karşılaşıyorduk, kendi LGBTİ+ fobimiz ile yüzleşiyorduk, ataerkinin üzerimizde bıraktığı etkilerden kurtulup daha ileriye adımlar atmaya çalışıyorduk. Elbette bütün bu zorlukları da ancak birlikte aşabileceğimizi biliyorduk.

Yoğun bir tartışma süreci yaşadık. Bizim dışımızda kalan kadın ve LGBTİ+ hareketinin özneleriyle biraraya geldik, deneyim paylaşımlarımızı artırdık.

Her şey elbette güllük gülistanlık ilerlemedi. Ya da daha doğrusu böyle ilerledi diyelim. Güllük dediğimizde aklımıza hep sadece çiçeği gelir; bitkisini, toprağını, üzerine düşen hastalıklarını vb. düşünmeyiz. Ama işte bütün gerçekliğiyle tam da böyleydi. Dikeniyle, hastalıklarıyla ve elbette güzellikleriyle Partimizin 2019’da gerçekleştirdiği 1. Kongre sürecine ulaştığımızda, buradan daha da güçlü çıkmayı hedeflemiştik ve bunu da başardık. Bu başarının somut karşılığı Komünist Kadınlar Birliği’nin kuruluş kararının alınmasıydı. Bunun neden önemli bir ihtiyaç olduğunu aslında yaşadığımız bütün bu süreç gösteriyor. Kendi özerk yapılarımız içerisinde hem kendi sorunlarımıza dair hem ataerki ve heteroseksizme karşı hem de bütün bir devrime dair politika üretebilmek tam da buna bağlıydı.

– Kongrenizdeki tartışma başlıkları nelerdi?

Rosa Avesta: Aslında biraz önce de değindiğimiz gibi örgüt olmanın, örgütlü hareket etmenin derdindeydik. Özellikle 1990’lardan sonra emperyalist-kapitalist sistemin sürekli olarak bizleri çekmeye çalıştığı, 2000’li yıllardaki tasfiyeci rüzgarla da beslediği “özgür birey” tuzağına karşı özgürlüğün ancak örgütlülükten geçtiğini yeniden yeniden kitlelere hatırlatmak gerekiyor. Bizim Partimiz içerisindeki hikayemiz de belli yönleriyle buna benziyor. Tek tek başarılı kadın yoldaşlarımız, kadın komutanlarımız, savaşçılarımız, faaliyetçilerimiz oldu. Ama bu tek tek varoluşlardan öte, örgütlü bir güç olarak gerçek başarıya ve özgürlüğe doğru adım atmış olduk.

Bunun en önemli ayağını da programımızı ve tüzüğümüzü düzenlemek oluşturuyordu. Neye karşı, ne için, nasıl ve kim olarak mücadele edeceğiz, bu mücadele neden gerekli sorularına cevap verecek bir program ve tüzük çalışmasını alt komitelerimizden başlayarak örgütledik.

Programımızda ilk sınıf çatışmasının ortaya çıkışı ve kadın ve lubunyaların ezilen konuma geçmesinin nasıl başladığını ele aldığımız Ataerki ve Heteroseksizmin Ortaya Çıkış Koşulları başlığı, çalışmamızın bel kemiğini oluşturuyordu. Özerk kadın örgütlenmesinin kuruluşunun amaçlarını ele aldığımız bir diğer başlıkta ise ülkemizde Demokratik Halk Devrimi’nin zorunluluğuna dikkat çeken tartışmalar yürüttük. Ezen-ezilen cins çelişkisinin ancak sınırsız, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünyada tam anlamıyla ortadan kalkabileceğini ve kadınların ve lubunyaların örgütlenmesinin gereklilikleri üzerine tartışmalar yürüttük. Sınıf mücadelesinin öznesi olan kadınların kendi özel-özgün sorunları etrafında örgütlenerek çalışmalar yürütebilmesinin önemine değindik. Bunun en önemli ayaklarından birisinin de ataerki ve heteroseksizmin kuşatmalarına rağmen zincirlerini parçalayarak politikada derinleşmek ve savaşta uzmanlaşmak olduğu üzerine tartıştık.

Bir diğer önemli başlık ise siyasi ideolojik önderliğimizi tespit ettiğimiz, diğer kadın ve LGBTİ+ örgütleriyle ilişkilerimize dikkat çektiğimiz, kitle faaliyetimizi konuştuğumuz, ulusal sınırlarla sınırlı kalmayacağımızı enternasyonalizm bilincini esas aldığımızı belirttiğimiz “Komünist Kadınlar Birliği’nin Niteliği” başlığıydı.

Tüm cinsiyet kimlik ve yönelimlerden komünist kadınların örgütü olarak, komünist parti önderliği altında MLM ilkelere dayanan bir savaş yürüttüğümüz yadsınamaz bir gerçek. Enternasyonalizmin sönmeyen meşalesi Barbara Anna Kistler yoldaşımızın açtığı yoldan tüm dünyada gün geçtikçe büyüyen kadın ve LGBTİ+ hareketiyle eşit ilişki ve dayanışmaya dayanan ortak mücadele anlayışını savunduğumuzun altını çizdik. Maria Suphi’den Meral Yakar’a, Kamile Öztürk’ten Nurgüzel Yaşar’a, Özlem Sürgeç’ten Nurşen Aslan’a şehitlerimizden aldığımız cüret ve renklilikle her milliyet, azınlık ve inançtan tüm cinsiyet kimliği ve yönelimlerden emekçi kadınların örgütü olduğumuzu bu başlıkta yürüttüğümüz tartışmalarla bir kez daha yineledik. Bunların ardından ise TKP-ML Komünist Kadınlar Birliği olarak görev ve sorumluluklarımızı, “İşleyiş, Örgüt Yapısı ve Örgütlenme İlkeleri”ni tartıştık.

Kongremiz bu başlıklar altında zengin tartışmalara sahne oldu diyebiliriz. Tabii burada ancak çok sınırlı bir kısmına değinebiliyoruz.

TKP-ML Komünist Kadınlar Birliği (KKB) temsilcisi Rosa Avesta: “Biz bu sisteme daha fazla kurban vermek istemiyoruz. Hatta bundan fazlasını istiyoruz. O çok sevdikleri kutsal ailelerini de, devletlerini de alaşağı etmek istiyoruz. Yaşamlarımız, mücadelemiz bizler için çoğunlukla işkence ve sömürü alanı olan ve kimi zaman da cinayet mahalli olan aileye sığmaz diyoruz. Bizler, proletaryanın ve ezilenlerin iktidarını kurmak istiyoruz.”

– Kadınların, kadın örgütlerinin ortak çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Rosa Avesta: Marks ve Engels, Birinci Enternasyonal’de küçük burjuva anlayışlara karşı yürüttükleri tartışmalarda birlikte mücadelenin önemi ve niteliğine dikkat çeken çok sade ve net bir pankart açmışlar ve mücadeleye zararlı anlayışlara karşı bir zafer elde etmişlerdi: “Dünyanın bütün işçileri, BİRLEŞİN!”

İlk sınıf çatışmasının ezilenleri olarak tüm cinsiyet kimlik ve yönelimlerden kadınların birliği elbette ataerkil heteroseksist sömürü sistemine karşı mücadelede önemli bir yerde duruyor. Hele bir de bu ezilmişliğin ve mücadelenin enternasyonalist karakteri gözönüne alınacak olursa zafer için birlikte mücadele kaçınılmaz bir yerde duruyor. Bu anlamıyla ortak mücadele yadsınamaz bir ihtiyaç ve de zorunluluk.

Biz Komünist Kadınlar Birliği olarak, tüm dünyada başta MLM parti ve örgütler olmak üzere ataerkil heteroseksist sisteme karşı mücadele yürüten anti-faşist, anti-emperyalist parti ve örgütlerin kadın-LGBTİ+ örgütlenmeler ve de bağımsız kadın örgütleriyle eşit ilişki ve dayanışmayı, ortak mücadeleyi savunuyoruz. Reformlar için mücadeleyi yadsımıyor, demokratik hakların genişletilmesi için mücadele ediyoruz. Ancak demokratik hakları ve reformları iktidar mücadelesine tabi kılarak ele alıyor ve anti-MLM akımlara karşı da mücadele ediyoruz.

Ortak mücadelenin kendi coğrafyamızda en somut örneği olan KBDH içerisinde de bu ilkelere dayanarak yerimizi alıyoruz. KBDH çalışmasının kazanımları, hata ve eksiklikleri, yürüttüğü tartışmaları ve çalışmaları kapsamında bir bütün olarak zenginliklerle dolu bir çalışma olarak görüyoruz. Bu anlamıyla KBDH içerisindeki varlığımızı yalnızca ortak eylemlere katılmak, ortak açıklamalar yapmak olarak sınırlandırmayı doğru görmüyoruz. Bunun böylesi bir birliğe yapılacak bir haksızlık olduğunu, eksik yoldaşlık duygusu olduğunu da düşünüyoruz. KBDH içerisinde yer alan örgütlerin birbirleriyle siper yoldaşlığı ilkesine dayanan tartışmalar yürütmesini, eksik ve yanlış yaklaşımlarda birbirlerini ilerletecek tartışmalar yürütmesini de görev olarak biliyoruz.

– Son olarak bir mesajınız var mı?

Rosa Avesta: İçinden geçtiğimiz süreçte kadın ve lubunyaların isyan ve direnişleri büyürken saldırılar da gün geçtikçe şiddetini artıyor. Pandemi süreci sonrasında da depremlerden sonra da bir kez daha ortaya çıktı ki halkın bir bütün etkilendiği bu tür felaketlerde de kitleler içerisinde en çok kadınlar ve lubunyalar bedel ödüyor. Bu bedelin sebebi aslında özel mülkiyetin ortaya çıkışında yatıyor. “5000 yıllık erkek egemen sistem” söylemi (eğer ataerkil heteroseksist pratiklere bahane olarak kullanılmıyorsa!) ataerki ve heteroseksizmle her cephede ve tüm araçlarla aktif mücadelenin neden gerekli olduğunu ifade ediyor, etmeli.

Geçtiğimiz yıl, cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimleri sürecinde faşist AKP-MHP iktidarının odağında yine ve yeniden kadının eve kapatılması ve LGBTİ+ların yok sayılması tesadüfi değildi. Sözde onun karşısında yer alan muhalefetin de onlardan farkı yoktu, ki bu saldırılara karşı “sessizlik”leri bunun ifadesiydi. Zira hepsinin pay kaptığı rant-yağma-sömürü düzeni, bizim özgürlüklerimizin hapsedilmesi üzerine kurulu. Biz bu sisteme daha fazla kurban vermek istemiyoruz. Hatta bundan fazlasını istiyoruz. O çok sevdikleri kutsal ailelerini de, devletlerini de alaşağı etmek istiyoruz. Yaşamlarımız, mücadelemiz bizler için çoğunlukla işkence ve sömürü alanı olan ve kimi zaman da cinayet mahalli olan aileye sığmaz diyoruz. Bizler, proletaryanın ve ezilenlerin iktidarını kurmak istiyoruz.

Kadın ve LGBTİ+ kitleler, artan saldırılar karşısında yüzlerini devrim mücadelesine dönmelidir. Zira sistem bize sınırlı özgürlüklerle yetinmemizi dayatıp ilk fırsatta o sınırlı özgürlükleri de gasp ediyor. Bu nedenle üç şeyi ilke almalıyız; cüret etmek, özneleşmek, kurtuluş için örgütlenmek…

-Sorularımızı yanıtladığınız için teşekkür ederim.

Rosa Avesta: Bize bu fırsatı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.

TKP-ML Ortadoğu Parti Komitesi:Faşizm Ve Siyonizm Kaybedecek, Filistin ve Rojava Kazanacak!

Ortadoğu ezilen halklarının ezeli düşmanları olan Faşist T.C. ve Siyonist İsrail devletlerinin halklara yönelik saldırıları ile ezilen Rojava ve Filistin halklarının direnişine şahit oluyoruz. Bu gerici güçler, tüm teknolojik üstünlük ve emperyalist devletlerden tam destek görmelerine rağmen, Filistin ve Rojava halklarının direncini, mücadele kararlılığını kıramıyorlar. Egemenlerin tüm saldırılarına rağmen belirleyici olan yine halkın öz direnişi ve kararlılığı oluyor. Filistin ve Kürdistan halkları; İsrail Siyonizmine, T.C. faşizmine, yerel molla ve gerici diktatör rejimlerine karşı yarım asırdır onurlu duruşundan taviz vermeden devam ediyor.

Kürdistan’da yürütülen mücadele Rojava devrim gerçekliği ile demokratik bir kazanım aşamasına evrilmiş; IŞİD gericiliğine, faşist ve soykırımcı TC’nin Ortadoğu’daki yayılmacı hamlelerine büyük darbe vurulmuştu. Rojava Devrimi’nin bu kazanımlarına tahammül edemeyen T.C. egemenleri, belli zaman aralıkları ile askeri, siyasi, ekonomik ve deyim yerindeyse her alanda saldırılarına devam ettiler. Bu saldırılar, HPG gerillalarının Ankara eyleminden sonra askeri alanda daha kapsamlı fiili saldırıya dönüştü. Kendi kalbinden vurulmuş olmanın acizliği ile saldırganlaşan Erdoğan ve şurekası, azılı faşist Hakan Fidan’ın ağzından her türlü savaş suçunu işleyerek, Rojava halkının kazanımlarına saldıracağını dillendirdi.

5 Ekim’den bu yana Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetim alanında bulunan hastaneler, elektrik üretim santralleri, su istasyonları, sivil halkın evleri/köyleri, petrol ve benzin istasyonları, silolar ve birçok üretim alanı vuruldu. Rojava bu saldırılara karşı direnişini sürdürmeye devam ediyor. Şu ana kadar 110 bölge hava saldırılarına maruz kaldı ve saldırılar hala devam ediyor. T.C. bu saldırılarla ekonomik olarak tahribat yaratmak ve gerici unsurları kışkırtmak suretiyle Rojava devrim kazanımlarını yıpratma amacındadır.

Der Zor bölgesinde olduğu gibi gerici unsurların kışkırtılması TC’nin yıllardır denemekten bıkmadığı bir taktik olagelmiştir. AKP-MHP kliği, içinde bulunduğu krizi örtmek için de savaşı bir araç olarak kullanmaktadır. Ancak TC’nin bu hamleleri karşılık bulmadığı gibi gerillanın faşizmin merkezine vurduğu darbe ile acizliği iyiden iyiye artmıştır. Son saldırılar buna örnektir.

TC faşizmi saldırıların dozunu artırmakta, suç üstüne suç işlemektedir. TC’nin bu saldırılarına karşı, Özerk Yönetimin öz gücü Suriye Demokratik Güçleri karşı saldırılarla faşist TC ordusuna kayıplar verdirmiştir.

Rojava’nın direnişi sürerken, İsrail siyonizmine karşı mücadelesini sürdüren Filistin halkının öz güçleri, “Aksa Tufanı Operasyonu” ile işgal altındaki topraklara yönelik bir hamle başlatmış, işgalci Siyonist İsrail güçlerine ağır kayıplar verdirmiş, birçok İsrail askerini tutuklamıştır. Bu operasyon ile “anlı şanlı” ve teknolojik üstünlüğüne güvenen İsrail ordusuna büyük bir darbe vurulmuştur. Naqba’dan bu yana Siyonist İsrail devletinin zulmüne karşı direnen Filistin halkı, mücadele kararlığını bir kez daha ortaya koymuştur. Filistin ulusal mücadelesi haklı ve son derece meşrudur. Filistin ulusal direnişinde, -her ulusal harekette olduğu gibi kendi içinde kimi gerici yanları barındırmakla birlikte-, temel olan ezilen bir halkın ezen ulusa karşı mücadelesinin demokratik yanıdır. Zulme, sömürüye, katliamlara, aşağılanmaya başkaldırısıdır.

Kürt halkının içinden çıkan Barzani ihaneti gibi Arap devletlerinin ve faşist T.C. devletinin ihanetleri, Filistin halkının mücadelesini söndürememiştir. Ezilen ve sömürülen Arap halkının en büyük düşmanları, Arap devletlerinin başına çöreklenmiş olan uşak şeyhler, emirler, diktatörler ve krallardır. Onların Siyonizm ile attıkları “normalleşme” adımları, sınıfsal karakterlerini yansıtmaktadır. Ancak ezilen halkın karakteristik özelliği direnmesi ve günü geldiğinde kendi ihanet güruhlarını tarihin çöplüğüne atmasıdır.

Tarihin bu gelişim seyrinden Ortadoğu’nun ezilen halkları azade değildir. Asırlardır süren mücadele siyonizmin, faşizmin ve tüm işbirlikçi dikta ve molla rejimleri ile emperyalist-kapitalist sistemin Ortadoğu’da ezilmesine kadar sürecektir. Filistin ve Rojava halklarının direnişleri bu mücadeleye örnek olmaya devam ediyor.

Ortadoğu’nun bütün ezilen halklarına, komünistlere, devrimcilere ve yurtseverlere sesleniyoruz: Rojava ve Filistin özgülünde yükselen direnişi sahiplenelim! Bu direniş ile dayanışma geliştirelim ve olduğumuz her alanda faşizme ve siyonizme karşı mücadeleyi yükseltelim! Ezilenlerin kurtuluş mücadelesi bunu gerektirir.

Selam Olsun Rojava ve Filistin Halklarının Direnişine!

Yaşasın Rojava ve Filistin Halklarının Direnişi!

Kahrolsun TC Faşizmi ve İsrail Siyonizmi!

TC Faşizmi ve İsrail Siyonizmi Döktükleri Kanda Boğulacaklardır!

Biji Berxwedana Gelan!

Yaşasın Özgür Filistin!

TKP-ML Ortadoğu Parti Komitesi

7 Ekim 2023

“Bir Tek Mücadele Kaybedilir; O Da Terk Edilen Mücadeledir.” (Kadınların birliği)

Cumartesi Annelerinin eylemi, bu ülkenin en uzun soluklu mücadelesidir… Birçok kez engellendi, saldırıya uğradı, sürekli hale gelen polis saldırısı nedeniyle 1999’dan 2009’a kadar ara verildi, pandemi döneminde online olarak yapıldı ama ne olursa olsun Cumartesiler, 1995 yılından bu yana yani 28 yıldır “kaybolan” çocuklarını, eşlerini, babalarını, annelerini, arkadaşlarını, yakınlarını arayan insanların ama en çok da annelerin eylem günü oldu.

İnsan bir eşyasını kaybeder, anahtarını bulamaz örneğin, cüzdanını düşürür, gözlüğünü unutur bir kafede vs. ama evladını, eşini, anne-babasını nasıl kaybeder? İnsanlar tabii ki kaybolmaz ama Türkiye gibi faşizmle yönetilen bir ülkede insanlar kaybedilir, en ufak bir iz dahi kalmaz arkasında. Bir gün bir Toros marka araba yanaşır, içinden çıkan telsizli, sivil ve insan görünümlü birileri kolunuzdan tutup zorla arabaya bindirir sizi ve “kaybolursunuz”. Geride kalanlar ise insan ömrünün yettiği sürece kaybını arar, çalmadık kapı bırakmaz ama artık kemiklerini bulmaya bile razıyken, çoğunlukla tek bir yanıt bile alamazlar. Galatasaray Meydanı, her Cumartesi günü, kaybedilmiş insanların akıbetini öğrenmek, hem kaybedenlerden hesap sormak hem de ortak acıların sahiplerini biraraya getirmek için mesken tutulmuştur 1995’ten bu yana.

8 Nisan 2023’te Cumartesi Anneleri/İnsanları, 700’üncü haftadan itibaren eylemlerinin engellenmesine karşı başvurdukları Anayasa Mahkemesi’nin “hak ihlali” kararı vermesinin ardından, eylemlerinin 941’inci haftasında “AYM kararına uyun, Galatasaray’daki ablukayı derhal kaldırın” diyerek çıktıkları Galatasaray Meydanı’nda polisin saldırısına uğradılar. Ve 20 haftadır her Cumartesi, AYM kararına rağmen ablukaya alınıp, ters kelepçeyle gözaltına alınıyorlar.

Taksim’i iktidarın kendi soytarılık gösterileri dışında her türlü toplumsal eyleme, protestoya kapatan AKP-MHP iktidarı, çocuklarının akıbetini öğrenmek isteyen Cumartesi Annelerinin/İnsanlarının yarım saatlik oturma eylemine de tahammül edemeyecekti elbette. Çünkü gözaltında kaybetme politikası, hangi hükümet gelirse gelsin, bu faşist sistemin tüm halka yönelik verdiği gözdağıdır, yıldırma-korkutma siyasetinin bir parçasıdır. Mesele, bugün gözaltında kayıp politikasının yaygın bir şekilde uygulanması ya da uygulanmaması değildir. Mesele bu politikanın, faşizmin elinde bir silah olarak bulunmasıdır, bu nedenle de “yüzleşme- hesaplaşma” gibi bir durumun olması söz konusu dahi değildir. Ancak Cumartesi Annelerinin, kayıp yakınlarının, insan hakları savunucularının yarım saatlik eylemi, bu politikada açılan önemli bir gediktir.

Tüm toplumsal mücadele alanları gibi kadın mücadelesi-hareketi de, Cumartesi eylemlerinin bir parçası olma konusunda sürece daha fazla müdahil olmalıdır. 1994’te Dersim/Mirik’te köye yapılan askeri operasyon sonrası kendilerinden bir daha haber alınamayan Hatun Işık, Yeter Işık, Elif Işık, Gülizar Serin ve üç yaşındaki kızı Dilek Serin, 1997’de Kulp-Diyarbakır yolunda kaçırılan Zozan Eren, 1993’te Tatvan’da gözaltına alınan Hamide Şarlı, 1994’te İstanbul’da gözaltına alınan Lütfiye Kaçar, 1995’te Ankara’da gözaltına alınan, işkence görmüş bedeni Gölbaşı’da gömülü bulunan Ayşenur Şimşek, 1996’da  gözaltına alınan ve iki yıl sonra Cizre Asri Mezarlığı’nda bulunan Fahriye Mordeniz, 1 Mayıs 1995’te Diyarbakır Bismil’de gözaltında alınan Hatice Şimşek, 31 Mart 1998’de İzmir Çeşme’de gözaltına alınan Neslihan Uslu, Bedriye Gümüş, Cizre’de gözaltına alındıktan 18 yıl sonra yol yapım çalışması sırasında kemikleri bulunan Makbule Ökdem, 1992 yılında Dersim’de gözaltına alındıktan 8 gün sonra işkenceden tanınmaz haldeki bedeni Elazığ’da gömülü bulunan Ayten Öztürk, 1992 yılında Mardin/Derik’te gözaltına alındıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Rıdda Yavuz, 1993 yılında Hizbullah tarafından Nusaybin’de kaçırıldıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Sedika Dal, 1993 yılında Bitlis/Tatvan/Wanik köyündeki evlerinden askerler tarafından gözaltına alındıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Hamide Şarlı, 1994 yılında İstanbul’da gözaltına alındıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Lütfiye Kaçar, 1994 yılında Muş’un Hasköy ilçesine bağlı Ortaç köyünde askeri bir operasyonun ortasında kalan ve kendilerinden bir daha haber alınamayan Gülnaz Tatu ve Kadriye Tatu, 1996 yılında Diyarbakır / Bağlar’daki ev baskınında gözaltına alındıktan sonra kendisinden bir daha haber alınamayan Şükran Daş, 1998 yılında Hizbullah tarafından Mersin’de kaçırıldıktan 18 ay sonra, işkence görmüş bedeni Konya Meram’daki bir villanın bodrumunda gömülü bulunan Konca Kuriş, 2020’den bu yana kendisinden haber alınamayan Gülistan Doku ve tüm kayıplar için kadınlar, Cumartesi eylemlerinin bir parçası olmalı.

2011 yılındaki Cumartesi eylemlerinin 351. Haftasında Plaza de Mayo Annesi Maria Euquenia Mendizebal’in dediği gibi “…Bir tek mücadele kaybedilir; o da terk edilen mücadeledir.

KADINLARIN BİRLİĞİ | Halk Okulu Devrimcilik Adı Altında LGBTİ+ Düşmanlığı Yapmaya Devam Ediyor!

Bir süredir Halk Okulu’nda LGBTİ+lar ve LGBTİ+ mücadelesi üzerinden genelde ilerici, devrimci harekete özelde proletarya partisine yönelik “değerlendirme”lerde bulunulmaktadır.

Bu “değerlendirmelerin” temel anlayışına ve üslubuna, devrimci kamuoyu da bizler de aşinayız.

Halk Okulu, 25 Haziran 2023 tarihli 189. sayısında proletarya partisinin özerk kadın örgütlenmesi olan Komünist Kadınlar Birliği’nin 13 Haziran tarihli, Onur Haftası vesilesiyle yayımladığı “LGBTİ+ları Yok Edemezsiniz, Mücadelesini Bastıramazsınız! Yaşasın Onur Direnişimiz!” başlıklı açıklamasına yönelik de aynı üslubuyla kendince ve bildik değerlendirmelerde bulundu.

Başlarken belirtelim ki, küçük burjuva devrimciliğinin coğrafyamız topraklarındaki en “tutarlı” temsilcilerinden biri olan çizgiyle bu türden bir polemiğin bu dostlarımız nezdinde bir farklılık yaratacağını düşünmemekle birlikte yazmamızın nedeni, LGBTİ+lar ve LGBTİ+ mücadelesine yönelik TC faşizminin saldırılarının ve özellikle son dönemde artan bu saldırıların gerek R.T.Erdoğan ve gerekse S.Soylu gibi halk düşmanlarının halkın gerici düşünce ve duygularına oynayan, nefret suçu işleyerek hedef gösteren açıklamalarının yanında LGBTİ+ların en doğal, en haklı ve en meşru devrimci taleplerini sahiplenmemizin getirdiği sorumluluktur.

Yazmamızın bir diğer nedeni de devrim ve komünizm mücadelesinde faşizme, emperyalizme ve her türden gericiliğe karşı savaşta şehit düşen ve tüm homofobik* yaklaşımlara karşın bu saflarda hala mücadele eden LGBTİ+lara “devrimcilik” adı altında hakaret edilmesini, aşağılanmasını, “sapık, hasta” ilan edilmesini kabul etmeyişimizdir. (Halk Okulu “öğretmenleri” şaşıracaktır ancak faşizme, emperyalizme karşı devrimci ve komünist saflarda mücadele eden ve ölümsüzleşen LGBTİ+lar vardır!) Evet, LGBTİ+lar vardır ve onların mücadelesini sahiplenmek, devrimci dinamikleriyle birleşmeye çalışmak, kendisine devrimciyim diyenlerin görevidir.

Yine de bu çizgiyle LGBTİ+lar ve LGBTİ+ mücadelesini bilimsel temelde ve hatta tarihi süreçlerle tartışmak gereksiz diye düşünülebilir. Çünkü bu konuda gerçekten “derdi-tasası” olan, gerçekten adalet arayışında olan bir devrimci, mesele üzerine yazılmış binlerce inceleme-araştırmadan en azından üçünü-beşini okur, LGBTİ+ mücadelesinin tarihini inceler vs. Ancak H.O’nun bilimsel olmak gibi, gerçeklere dayanmak gibi bir derdi yoktur. Şöyle bir belirlemeyi yapan, bunu her durumda ve her koşulda verili doğru kabul eden bir çizgiden bahsediyoruz nihayetinde: “Biz devrimciler düşman ne diyorsa tersini düşün çünkü onun için iyi olan halklar için kötüdür diye düşünürüz.” (H.O, S.189, Sy.43) Bu nasıl bir sığlık, nasıl manipülasyona açık bir düşünüş tarzıdır! Nasıl da “şeylerin” tarihsel süreçlerle ilişkisini koparmak, en solda görünüp burjuvazinin-düşmanın ideolojik saldırılarından hiçbir şey anlamamaktır! Böyle bir düşünüş tarzı, devrimci kalmayı bırakın, burjuva ideologların gece-gündüz yaptıkları basit manipülasyonları dahi algılamamaya götürür bir kişiyi-kurumu. Bu nasıl bir okuldur ki, öğrencilerini burjuvazinin ideolojik saldırıları karşısında eğitimsiz bırakmaktadır!

Bu tür manipülasyon ve ideolojik saldırılara bir örnek verelim; Burjuva tarihçilerin Cumhuriyet’in kuruluşunun çok öncesinden başlayan kadın mücadelesinden tek satır bahsetmeyip, M.Kemal’in dünyanın birçok ülkesinden çok daha önce kadınlara seçme ve seçilme hakkını “bahşettiğini” propaganda ettiğini biliyoruz.

Bu durumda, H.O.’nun formülasyonuna göre, M. Kemal’i “ilerici” mi kabul etmeliyiz ya da burjuvaziye inanıp faşist diktatörlüğün kurucusu M.Kemal yaptıysa bu kötü bir şeydir deyip bu hakkın kadınların mücadelesiyle kazanılmış bir hak olduğunu ret mi edelim? Her iki durum da H.O.’nun derslerine uygundur ve her ikisi de diyalektik materyalizmden uzak, bomboş birer söylemdir. (Boş yere polemik konusu olmasın diye hemen belirtelim ki, insan olarak dahi kabul edilmeyen kadınların mücadelesiyle seçme ve seçilme hakkının kazanılması demokratik bir kazanımdır, yoksa bu sistemde seçip-seçilerek ne kadınların ne de halkın kurtuluşu mümkündür!)

Bu düşünüş tarzı elbette LGBTİ+ meselesine de LGBTİ+ mücadelesine de böyle bakar. Halbuki H.O. öğretmeni, “eleştirdiği” bildiriyi (ve daha önce de aynı konu üzerinde yazılan bildirileri) okusaydı, “emperyalistlerin” “şu sapıklığı, hastalığı yayalım da halkı çürütelim” demeyip, LGBTİ+lara karşı akıl almaz işkenceler, tecavüzler ve katliamlar yaptıklarını, LGBTİ+ların da buna karşı verdiği mücadeleleri ve böylece de Onur Haftası’nın tarihsel sürecine dair birkaç bilgiyi öğrenebilirdi. Yine bildiriyi okusalardı, emperyalizmin LGBTİ+ mücadelesini “sulandırma” ve onun önemli bir basamağı olan Onur Haftası’nı burjuvazi için bir “pazar” haline getirme çabalarına karşın yapılan belirlemeleri de görebilirdi.

Bu bahsi uzatmamızın nedeni, H.O.’nun bu görüşlerinin temelinin bir ayağı tüm toplumda (LGBTİ+lar da dahi) var olan, homofobi oluştururken, diğer ayağını da bu tür bir yüzeysel, bilimden, diyalektik materyalizmden uzak devrimcilik algısının oluşturmasıdır.

Diğer yandan H.O.’na yöne veren çizginin küçük burjuvazinin ideolojisi olduğunu bildiğimizden; bu ve benzeri “değerlendirme”leri küçük burjuvazinin ideolojisinin doğrudan ürünü olduğu ve başta kendileri de dahil olmak üzere devrimci komünist hareketin içinde bulunduğu durumdan bağımsız olmadığının bilincinde olduğumuzun da altını çizelim.

H.O., ABD-NATO karşıtlığıyla “anti-emperyalist” olunacağını sanıyor!

Neresinden tutsak dökülen H.O.’nun yazısında emperyalizm denirken, ABD ve Almanya, Fransa, İngiltere gibi “Batılı” emperyalistlerden bahsediliyor. Zira Rusya ve Çin gibi emperyalist ülkelerde eşcinsellik “sapıklık, hastalık” olarak görülür ve yasaktır. (“Sapıklık, hastalık”? Tanıdık geldi mi?) ABD, İngiltere vd. emperyalist de, Rusya ve Çin komünist mi yoksa?!! Ya da H.O.’nun anti-emperyalistliği ABD ve NATO ile mi sınırlı?

Sorunun yanıtını kendileri veriyor. Ne diyor H.O.: “Üstelik solun en temel değerlerinden olan antiemperyalist yanını bile unutarak NATO’nun ABD’nin BM’nin LGBTİ+cılığı ile aynı ideolojik bakışta birleşmişlerdir.” H.O. bize de öğretsin: Anti-emperyalizm ne zamandan beri, emperyalizmin sadece bir blokuna karşı olup diğer blokunu (en naif söylemle) görmezden gelmek haline geldi? H.O.’ya kötü bir haberimiz var, ABD ya da NATO karşıtlığı tek başına anti-emperyalist olmaya yetmiyor! Emperyalizme (ve tüm emperyalist ülkelere tabii ki) bir bütün karşı olmak gerekiyor. Günde beş vakit kahrolsun ABD-NATO deseniz de, bunun adı anti-emperyalizm olmuyor!

BU durumda H.O.’nun “Biz devrimciler düşman ne diyorsa tersini düşün çünkü onun için iyi olan halklar için kötüdür diye düşünürüz” formülasyonu da çöküyor. ABD gibi Rusya da emperyalistse ve ABD emperyalizmi eşcinselliği yaymaya çalışırken, Rusya yasaklıyorsa, biz hangisine göre konumlanacağız? Acaba kendimiz mi bir fikir-görüş üretsek?

H.O. için tutarlılık sadece küçük burjuva devrimciliği noktasında işliyor

H.O.’dan en azından aynı yazı içinde tutarlılık ve gerçeklere dayanmasını beklemek fazla mı lüks kaçar? Beklentimiz elbette var ama umudumuz pek yok.

H.O. soruyor: “AKP döneminde devrimciler hapishanelere doldurulurken işkence, kaçırılma ve katliamlara maruz kalırlarken LGBT+lar ne tür bir baskıya maruz kalmışlardır.” Biz bu sorunun yanıtını vermeyeceğiz. Sadece gerçeklerden kopmak nasıl dile geliyor, onu göstermek için alıntıladık. Yine de biraz gerçeklerden (en azından en görüneninden) kaçamayan H.O. devam ediyor: “Sokaklarda yaşanan ve yürüyüş engellemelerinden bahsediliyorsa eğer kimse bunun bir tek LGBTİ+ların başına geldiğini savunmuyordur sanırız.” Peki bir tek onların başına gelmemesi, onların da başına gelmediği anlamına mı gelir? Hani madem AKP LGBTİ+ları teşvik ediyor ya, eşcinsellikle bir sorunu yok ya, onların yürüyüşüne neden saldırıyor? AKP, şuursuzca bir şeylere saldırmıyor değil mi? Örneğin “LGBTİ+ karşıtı” yürüyüşe saldırdı mı, hatta propagandasını yapıp katılım için elinden geleni yapmadı mı?

Devam ediyor H.O.: “Eş cinsel politikalarında AKP’nin NATO’dan bağımsız bir politikası olamaz.” Nasıl yani? NATO, eşcinselliği yaymaya çalışıyordu ya, AKP de mi aynısını yapıyor? O zaman neden 7/24 “şunlar LGBT’ci, bunlar LGBTİ’ci” diye haykırıyorlar? Gökkuşağı renklerini gördükleri yerde neden saldırıyorlar? LGBTİ+ların “hayvanlarla evliliği (hayvan tecavüzü)” savunduklarını iddia edip halkı neden kışkırtmaya çalışıyorlar?

Tutarsızlıklar bitmiyor! H.O, KKB’nin bildirisinde “LGBTİ+ları komünizm saflarında mücadeleye çağırıyoruz” ifadesini de, “İşte bu çağrı solun kitlelerden kopuşunun dile vurumudur” diyerek “sınıf mücadelesinin reddedilmesinin” kanıtı olarak sunuyor. Düşünün ki, halkın bir kesimini komünizm (sınıf mücadelesi) saflarına çağırarak sınıf mücadelesi reddediliyor!!! İşte tutarlılık adına umudumuzu yitirdiğimiz an!

H.O. devrimcilik mi öğretiyor, had mi bildiriyor?

Başta da söyledik, bu çizgi herkesi onların meşrebine uygun “devrimci” yapmayı kendine misyon biçmiş. Olabilir. Ama onların söylediği anda, onların söylediği biçimde, onların çizdiği sınırlar içinde vs. yapmadığınız her şey “çürümenizin” kanıtları olarak karşınıza konur. Bununla da sınırlı değil! H.O. bunu yaparken gerçekleri eğip bükmekten, iftira atmaktan, manipülasyon yapmakta hiçbir beis görmüyor. Hatta eşcinsellikle pedofiliyi aynı cümle içinde kullanarak LGBTİ+ düşmanlığını meşru hale getirmeye çalışıyor, hem de hiçbir devrimciye yakıştıramayacağımız bir yöntemle.

Bakın H.O. daha neler diyor: “Ülkemiz solunun giderek düzeniçileştiği herhangi bir hak alma eyleminin gerçekleşmediği, direnişlerin örgütlenmediği, alanları sahiplenmeme tavrının sonucudur bugün yürüyüş yapamamak ve alanlara çıkamamak.

Ancak solun gündeminde bunları tartışmak yer almıyor. Başka neler yer almıyor solun gündeminde? Hapishanelerde süren direnişler, hasta tutsaklar konusunda tartışmak yer almıyor. Emperyalizmin terör yasaları o yasalara karşı direnenler, direnişler üzerine politika yürütmek tecrit gündemi yer almıyor.”

Bahsettikleri “sol” kimdir, nedir, bunu tartışmayacağız. Zira yazıda, proletarya partisinin bildirisinden yola çıktığı için üzerimize almak zorundayız. Devrimcilerin (yukarıda tartışılmadığını iddia ettiği konulardaki) hiçbir ortak hareketinde yer almayan, yer aldığı zaman kendini dayatan H.O. çizgisi, kendisi dışındaki devrimcileri, komünistleri iftira ve yalanlarla, karalamalarla teşhir ediyor!!! Komünistliğimizi, devrimciliğimizi bu çizgiye kanıtlamak gibi bir niyetimiz yok elbette. Bu nedenle “Neden tüm bu gündemler önümüzde duruyor ve içeride dışarıda tek tek de olsa direnişler sürüyorken, emperyalizm tüm dünyada devrimcilere saldırıyorken solun eş cinsellik gündeminde bunca ısrarı? Düzeni(n) dikkatini ve tepkisini çekmemek ABD ve AB emperyalizminin politikalarını benimsemekten geçiyor.” iftirası karşısında H.O.’na “haddini bil” demekten başka seçenek kalmıyor bize…

Ve bir de, H.O’ya, LGBTİ+lar ve LGBTİ+ mücadelesi konusunda “sakin” olmalarını, bu kadar “kaygıya” kapılmamalarını, kimsenin kimseyi “ele geçiremeyeceği”ni ve tabii ki MLM “birin ikiye bölüneceği ilkesi”nden hareketle, LGBTİ+lar ve LGBTİ+ mücadelesinin de kendi içinde ikiye ayrıldığını/ayrılacağını; bu ikiden birinin emperyalizmin safında, diğerinin ise proletaryanın ve halkın safında olduğunu/olacağını hatırlatmak isteriz.

Görüşlerimiz açıktır. Peki Halk Okulu ne diyor, ne öneriyor?

Proletarya partisinin LGBTİ+lar ve LGBTİ+ mücadelesini nasıl değerlendirdiği ortadır. Proletarya partisinin 50 yıllık mücadele tarihinde bu konuda eksik ve hatalı değerlendirmeleri olduğu da bilinmektedir. Nitekim bu eksiklikler hareketin birinci kongresinde değerlendirilmiş ve çeşitli sonuçlar çıkarılmıştır.

Örneğin komünist partinin programında, “Ataerkil Yapı” başlığı altında şu değerlendirmede bulunulmaktadır:

Kadın ve LGBTİ+ların ezilmesinin, sömürülmesinin, her türlü şiddete maruz kalmasının ve baskı altına alınmasının başat unsuru olarak sömürücü sistemlerle iç içe giren ve bu sistemlerin temellerinden biri olagelen ataerkil sistem Türkiye toplumunun ve devletinin de temellerinden biridir. Özellikle de köleci toplumu yaşamadan feodalizme sıçrayan Türkiye toplumunda kadın ve LGBTİ+ların ezilmesi, sömürüsü ve cins kırımına uğraması çok daha şiddetli ve yaygın bir sorun olarak yaşanmaktadır. “ (Madde 23)

Yani H.O. çizgisi, “her şeyi emperyalizmle ve NATO”yla açıklarken(!) proletarya partisi, burjuva feodal sistemin temel kolonlarından biri olan ataerkil sistemi tanımlamakta ve çözüm önerilerini sunmaktadır.

Komünist hareket “Amerika merkezli, NATO yönlendirmeli” değil ama sınıf mücadelesinin coğrafyamızdaki aldığı biçimlerine uygun olarak değerlendirmeler yaparken çözüm olarak ise “özellikle kadınlara ve LGBTİ+lara yönelik her türlü cinsiyetçi yasal düzenleme iptal edilerek, tüm toplumsal kurum ve ilişkiler eşitlik ilkesine göre yeniden düzenlenecektir. Yerellerden itibaren en üstteki devlet birimine kadar %50 kadın kotası uygulanacaktır. Kadınlar ve LGBTİ+lar, kendi bağımsız demokratik örgütlerini oluşturabilecektir” demektedir. (age, madde 53)

Yine “Demokratik Halk İktidarı; kadın bedeninin alınıp satılması başta olmak üzere, bedenlerini satmak zorunda kalan çocuk, LGBTİ+ ve kadınların ücretsiz eğitim ve meslek edindirme kursları sağlanacaktır” (age, madde 71) denilmekte ve “Kadın ve LGBTİ+ları ezen, baskı altında tutan ataerkil sistemin tamamen ortadan kaldırması amacıyla, gerekli örgütlenmeler yaratılacak, başta erkekler olmak üzere tüm topluma eğitim verilecek, toplumsal cinsiyet rolleri, homofobi, transfobiyi ortadan kaldıracak tedbirler alınacak; ev içi emek ve çocuk bakımı toplumsallaştırılacaktır” (age, madde 77) şeklinde çözüm önermektedir.

Bu konuya dair program ve tüzükte yer alan tüm maddelere bakılabilir. (Programın devrimin ilk aşaması olan Demokratik Halk İktidarı programı olduğunun altını çizelim.)

Peki, şimdi samimi olarak soruyoruz; PC çizgisinin LGBTİ+lar konusundaki çözüm önerisi nedir? Ne önermektedir? Tedavi adı altında toplama kampları, gaz odaları mı? Basit bir cevap? Kimseye hakaret etmeden, yalan söylemeden, iftira atmadan basit bir cevap?

(* Yazı boyunca zaten karışık olan kafaları daha fazla karıştırmamak için transfobi, bifobi gibi kavramları kullanmayarak sadece homofobi dedik.)

Katledilişinin 50. Yıldönümünde İbrahim Kaypakkaya HESAPLAŞMA, KOPUŞ VE YENİ BİR YOL

Kafasında üstü yırtık ve yamalı kahve renkli bir kasket, sırtında yerli bir askeri parka, altında ceket, kazak… üst üste giyilmiş üç tane pantolon, ayağında bir çift beyaz yünden yapılmış ve köylerde elle örülen çorap ve onun üzerinde naylon çorap, bir çift 45 numara Çelik marka lastik ayakkabı”yla tutsak edildi.1 

2023 yılı komünist önder İbrahim Kaypakkaya’nın TC devleti tarafından Amed Hapishanesi’nde katledilmesinin 50. yıldönümüdür. Kaypakkaya henüz 24 yaşında, 1973 yılında 17 Mayıs’ı 18 Mayıs’a bağlayan gece, aylarca süren işkenceden sonra kurşuna dizilerek katledilen genç bir komünist önderdi.

O, yaptıklarından çok kendi tarihsel dönemine kadar kimse tarafından cesaret edilip Marksist-Leninist-Maoist bakış açısı ve devrim perspektifiyle sistemli bir şekilde analiz edilemeyen, görmezden gelinip yok sayılan, dile getirilip açıklanmayan gerçekleri cesaretle ve tavizsiz savunduğu için katledildi. Söylemini pratiğe geçirmenin en önemli araçları olan ve MİT raporlarında “ihtilalci komünizmin Türkiye’deki en tehlikeli örgütü” olarak tanımlanan Parti’yi ve Ordu’yu yoldaşlarıyla birlikte kurduğu için en ağır işkencelere maruz kaldı ve katledildi.2

“en tehlikeli komünist görüşleri” içerisinde, TC devlet gerçekliği-yapısı, Cumhuriyet tarihi, Kemalist iktidarın faşist niteliği, Kürt ulusunun varlığı, Kürdistan gerçekliği, Kürt ulusunun özgürce ayrılma hakkı, devrimin niteliği ve yolu, ittifaklar ve parti meselesi gibi temel konulardaki fikirleri yer alıyordu.

 Bütün “mal varlığı” da bu fikirlerdi ve onlar, Ortadoğu coğrafyasında ezilen halklara çok büyük bir zenginlik miras bırakmıştır. Bu mirasın paha biçilemez olduğu, yıllar içinde sınıf mücadelesinin seyrine paralel olarak -yaşanan gelişmelerinde kanıtladığı gibi daha da ortaya çıkmış durumdadır.

Aradan geçen yarım asırlık zaman dilimi içinde, İbrahim Kaypakkaya, yaşamı ve ileriye sürdüğü tezlerle iki yönlü bir ilgiye muhatap olmaya devam etmektedir. Bu ilginin bir yönünü Türk hakim sınıfları ve onların devlet aygıtı diğer yönünü ise emekçiler, ezilen halklar oluşturmaktadır.

Elli yıl sonra bile İbrahim Kaypakkaya’nın ileriye sürdüğü tezlerin, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı işçi sınıfı ve emekçi halkına, dahası Ortadoğu coğrafyasında ezilen ulus ve milliyetlere ilham olması ve yol göstermesi dikkat çekicidir.

Kaypakkaya’nın kendi tarihsel koşullarında, sınıf mücadelesi pratiği içinde şekillen[1]dirdiği ve oldukça kısa bir zaman dilimi içinde kaleme aldığı görüşlerinin, aradan yarım asır geçtikten sonra halen işçi sınıfı ve ezilen halkların elinde bir bayrak olarak taşınması ne anlama gelmektedir? O, dönemi içinde neden diğer devrimci önderlerden farklı olarak sınıf düşmanlarınca “en tehlikeli olarak” görülmüştür? Aradan yarım asır geçtikten sonra bile Türk hakim sınıfları neden hala onu “en tehlikeli terörist”lerden biri olarak görmeye devam etmektedir? Neden hala TC’nin kolluk güçleri tarafından resminin miting ve yürüyüşlerde taşınmasına müdahale edilmekte, ismi ve resmi ceza davalarına konu olmaktadır? Neden Anadolu bozkırının ortasında ıssız bir köy mezarlığında bulunan mezarının yanıbaşında bir jandarma karakolu bulundurul[1]maya devam edilmektedir? Elli yıl önce katledilmiş genç bir komünistin mezarından neden halen korkulmaktadır? Onu mezarı başında anmak isteyenler neden hala engellemekte, gözaltı ve tutuklamalara maruz kalmaktadır? Yarım asırlık bir zaman dilimine rağmen Türk hakim sınıflarının korkuları neden hala ortadan kalkmamıştır? Sorular elbette çoğaltılabilir…

Diğer yandan bu genç komünist önderin ileriye sürdüğü tezler sadece Türk devleti tarafından değil her türden reformist ve revizyonist çevre tarafından da yok sayılmaktadır. Bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü Kaypakkaya onların “sevgili önderi” M.Kemal’e faşist deme cüretini göstermiş, daha da ileri giderek “Kemalizm’le devrimciliğin birarada olamayacağını” net bir şekilde ortaya koymuş, deyim yerindeyse “kral çıplak” demiştir.3

Burjuvazinin organik aydınları Kaypakkaya’yı diğer devrimci önderlerden ayrı tutmakta ve onu görmezlikten gelmektedirler. Bu çevreler, dönemin devrimcilerine dair bir değerlendirme yapmak zorunda kaldıklarında ise Kaypakkaya’yı “gençliği”ne, “köylü devrimciliği”ne, dönemin koşulları içinde “radikal”liğine, “Çin kopyacılığı”na, “işkencede sır vermemesi”ne vb. atıf yapılarak ele alınmaktadırlar.4 Aradan elli yıl geçmiş olmasına rağmen bu çevreler açısından Kaypakkaya’nın konumu halen aynıdır. O halen yok sayılmakta, mecbur kalındığında ise çeşitli şekillerde değersizleştirilmeye çalışılmaktadır. Aslında bu iyi bir şeydir! Çünkü Kaypakkaya’nın ileriye sürdüğü tezlerin hiçbir sınıf uzlaşmacığına açık olmadığını, görüşlerinin düzen içine çekilemeyecek kadar aykırı olmaya devam ettiğini göstermektedir. Hem Türk hakim sınıflarının İbrahim Kaypakkaya’yı halen tehlikeli bir terörist olarak görmeye devam edip, yasak ve kovuşturmalara başvurması hem de her türden reformist revizyonist çevrenin onu yok sayması ya da değersizleştirmeye çalışması anlaşılırdır. Anlaşılırdır çünkü Kaypakkaya’nın ileri sürdüğü tezler halen güncelliğini korumakta ve bu anlamıyla hakim sınıflar açısından “ihtilalci komünizmin en tehlikeli”si olmaya devam etmekte ve dahası “öngördüğü mücadele metotları” eğilip bükülmeyecek kadar netliğini korumaktadır.

Kaypakkaya kendi zamanının bir kahini olarak geleceğe dair kehanetlerde mi bulunmuştur? Diğer tezleri bir yana örneğin bugün aradan elli yıl geçtikten sonra AKP[1]MHP iktidarının yedek lastiği olan Doğu Perinçek’in gerçek yüzünü nasıl deşifre etmiştir?5 O, doğaüstü yetenekleri olan bir dahi miydi? Ona “tanrı” tarafından “özel bir yetenek” mi bahşedilmişti?6 Kendi tarihsel koşulları içinde Kürtlerin varlığı yokluğunun tartışıldığı bir dönemde, Türkiye’de Kürtlerin bir ulus olduğunu ilan etmesi, ortada günümüzdeki gibi bir Kürt ulusal özgürlük hareketi yokken, böyle bir hareketin gelişebileceğini öngörmesi ve dahası bu durum karşısında komünist hareketin tavrının ne olması gerektiğini ifade ederken bir falcı mıydı? Ve nihayetinde bu genç komünist önderin tezlerinin zamanın kahredici yıkıcılığına direnmesi ve günümüzde halen güncelliğini önemli oranda korumasının sırrı nedir?

 Bu sorunun yanıtı aslında son derece açık ve basit: İbrahim Kaypakkaya, dönemin sınıf mücadelesi pratiği içinde yer aldı. Sadece pratikle yetinmedi. Pratikten edindiği deneyimi  enternasyonal proletaryanın bilimiyle yeniden sentezledi. Onun pratikte devrimci olma tutumu, enternasyonal proletaryanın bilimiyle birleştiğinde günümüzde halen önemini koruyan tezleri ileri sürdü.

İbrahim Kaypakkaya’nın “kahinliğinin” sırrı budur: Pratikte devrimci olmak ve Marksizm-Leninizm-Maoizm (MLM)!

Ancak bu genç komünist önderin ileri sürdüğü tezlerin özellikle takipçileri tarafından doğru anlaşılıp kavrandığını söyleyemeyiz. Kuşkusuz takipçileri binlerce ölümsüze, on binlerce tutsağa ve yüzbinlerce taraftara ulaşan bir kitleselleşmeyle onun ileriye sürdüğü tezleri savunmuş, coğrafyamızda sınıf mücadelesinin pratiği içinde Kaypakkaya’nın adını ve çizgisini yaşatmışlardır. Ancak onun en temel meselesi olan burjuva devlet iktidarını yıkıp, halk iktidarını kuramamışlardır.

Kaypakkaya yoldaş başta olmak üzere dökülen kana, ödenen bedellere ve çekilen acılara son verecek; sınıfsız ve sömürüsüz bir toplum yaratma hedefine ulaşamamışlardır. Bu somut durum en başta Kaypakkaya’nın partisi açısından bir gerçek olarak orta yerde durmaktadır.

Bu hedefe ulaşamamanın en başta gelen nedeni ne sanıldığı gibi bedel ödemek, (ki bedel ödemekten çekinilmemiştir), ne silahlı mücadele (kurulduğundan itibaren silahlı mücadele kesintisiz savunulmuş, dönem dönem son derece etkili silahlı eylemler yapılmış, gerilla savaşı ve güçleri coğrafyamızda küçümsenmeyecek bir niceliğe ve niteliğe ulaşmıştır) ne de kitlelerdir (ki Kaypakkaya’nın düşüncelerini coğrafyamızda milyonlarca insanı etkilemiş, yüzbinlerce insanı harekete geçirmiştir).

Kaypakkaya’nın iktidar hedefinin nihai sonuca ulaştırılamamasının temel nedeni, onun devrimci yöntemini kavramadaki zaaf, MLM bilimini uygulamadaki yetersizlik[1]tir. Partisi, onun katledilmesinin ardından Kaypakkaya’nın görüşlerini milyonlara ulaştırmasına rağmen sınıf mücadelesinin gelişen seyri içinde, kitlelerin mücadelesinin açığa çıkardığı çelişkilere yanıt olmada başarısız olmuş; bu çelişkilerin doğru çö[1]zümünde ve iktidar hedefine yönelmesinde yetersiz kalmıştır.7

Elbette bu eksik ve yetersizliğe rağmen Kaypakkaya’nın partisinin Türkiye ve Türki[1]ye Kürdistanı coğrafyasında, Rojava’da sınıf mücadelesini sürdürdüğünü kaydetmek gerekir. Kaypakkaya yoldaş, katledilişinin 50. yıldönümünde ellerde bayrak, namluda mermi, dillerde slogan olmaya ve partisinin pratiğine önderlik etmeye devam etmektedir. Partimiz; onun yokluğuna rağmen bedel ödemeyi ve ödetmeyi, emek vermeyi ve sınıf mücadelesine önderlik etmeyi sürdürmektedir.

Elbette Kaypakkaya, coğrafyamız sınıf mücadelesi açısından ne “sıradan” bir önderdir ne de ileriye sürdüğü tezler “gökten zembille inmiş Kuran ayetleri”dir ve bu anlamıyla bir “aziz”dir. Kaypakkaya eksiklikleriyle ve olumluluklarıyla coğrafyamızda komünist düşüncenin Osmanlı dönemindeki ve M.Suphi TKP’si sonrasındaki yarım asırlık suskunluğundan sonra yeniden ortaya çıkışının önderi olmuş genç bir komünist önderdir. Onun komünist bir önder olarak ortaya çıkışında, sınıf mücadelesini kavrayışı, kitle hareketlerine yaklaşımı ve en önemlisi de “bayatı atıp tazeyi alan” yaklaşımıyla sürekli olarak kendini geliştirdiği devrimci yöntemi tayin edicidir.8

 Kaypakkaya’nın tezlerinin ortaya çıkışında sınıf mücadelesi ve kitle hareketlerinden çıkarılan derslerin MLM bilimiyle sentezlenmesi ve coğrafyamız gerçekliğinde yeniden teorileştirilmesi söz konusudur. İleri sürdüğü tezler, sınıf mücadelesinin yaşayan gerçekliği içinde MLM bilimiyle sentezlendiği içindir ki halen güncelliğini korumak[1]tadır. Çünkü coğrafyamızda sınıf mücadelesi, tüm hızı ve yakıcılığıyla sürmektedir. Kaypakkaya’nın komünist bir önder olarak ortaya çıkışı, onun fikirlerinin oluştuğu tarihsel zeminden, uluslararası alanda beslendiği MLM biliminden ayrı düşünülemez ve değerlendirilemez. Dolayısıyla ölümsüzlüğünün ellinci yıldönümünde Kaypakkaya’yı ortaya çıkaran koşullara kısaca bakmak gerekir

Hesaplaşma…

Kaypakkaya’nın komünist bir önder olarak ortaya çıkışı, uluslararası planda yaşanan gelişmelerden, coğrafyamızdaki sınıf mücadelesinin seyrinden ayrı değerlendirilemez. Kaypakkaya ve çağdaşı devrimci önderlerin tarih sahnesine çıkışı, uluslararası alanda ABD emperyalizminin Vietnam işgaline karşı güçlü bir anti-emperyalist mücadele dalgasının ortaya çıkına paraleldir.

1960’lı yılların ikinci yarısında başlayan ve 1970’lerde doruğa ulaşan, dünya çapında halk hareketlerinin gelişmesi, özellikle Asya ve Ortadoğu’da ezilen halkların isyan ve ayaklanmaları, Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’ndaki sınıf mücadelesini de etkiler, öğrenci gençlik içerisinde yankı bulur. Bu koşullar içerisinde gençlik önemli oranda politikleşir. Demokratik halk devrimleri, sosyalizm politikleşen bu gençlik için bir kurtuluş umudu olarak ortaya çıkar.

Uluslararası alanda tüm hareketleri etkileyen bir başka gelişme de yine 1960’ların ikinci yarısında, Çin Halk Cumhuriyeti’nde Mao Zedung önderliğinde başlatılan Büyük Proleter Kültür Devrimi’dir. Bu devrimin etkileri Çin’in sınırlarını aşarak dünya devrim mücadelesini doğrudan etkileyen bir nitelik kazanmıştır. Bu tarihsel sürece Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda 1968’lerden 1970’lere, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden köylülerin toprak işgallerine kadar bir dizi gelişme de eklenince politikleşen gençliğin, işçi sınıfı ve emekçi halkın sorunlarına ve sınıf mücadelesine daha fazla eğilmesi durumu ortaya çıkmıştır.

Uluslararası ve ulusal alanda yaşanan gelişmeler daha sonradan “71 silahlı devrimci çıkışı” olarak adlandırılacak olan devrimci örgütlerin kurulmasına ve mücadeleye atılmasına neden olur. ’71 devrimci çıkışının devrimci önderleri kendilerinden önce sol ve sosyalizm adına var olan ve söz söyleyen TKP gibi örgütleri ve onların pratiğini sorgular. Devrimci gençlik önce TİP gibi reformist partilerin etkisinde kalır. Ancak gelişmeler devrimci gençliğin; reformizmi, her türden yasalcılığı ve parlamentarizmi vb. sorgulamasını ve kısa sürede aşmasını beraberinde getirir. 1971 devrimci önderleri, geçmişle hesaplaştılar ve bir tarihsel kopuş gerçekleştirdiler. 50 yıllık revizyonist, parlamentarist ve legalist çizgi, ’71 devrimciliğinin ihtilalci çizgisi sayesinde hesaplaşılarak aşıldı.

Kaypakkaya da ’71 devrimci önderleri arasında yer alır. Çağdaşları olan ’71 silahlı devrimci çıkışının diğer devrimci önderleri de tıpkı onun gibi pratikte devrimciydi.9 İşte Kaypakkaya’yı çağdaşı devrimci önderlerden ayıran ve ona komünist niteliğini veren özellik burada devreye giriyordu. O bir Maoist’ti. Günümüzün Marksizm Leninizm’i olan Maoizm’i savunması onu diğer devrimci önderlerden temelde ayırıyordu. Kaypakkaya’nın ileri sürdüğü tezlerin yaşadığı ve içinde yeraldığı toplumsal pratiğin Marksist-Leninist-Maoist dünya görüşüyle sentezlendiğini önemle belirtmek gerekir.

Kaypakkaya da diğer devrimci önderler gibi ’68’in yükselen devrimci dalgasından etkilenmiş, bu dalganın Türkiye ve Türkiye Kürdistanı coğrafyasındaki etkileri içinde bizzat yer almış ve bu pratikten çıkardığı dersleri MLM bilimiyle sentezlemiştir.

Bu gelişigüzel bir tespit değil tam aksine Kaypakkaya’yı kendi tarihsel döneminde ortaya çıkan diğer devrimci önderlerden farklılaştıran niteliksel bir ayrımdır. Dolayısıyla bu gerçeğin hakkı verilmeden Kaypakkaya’nın sınıf mücadelesi ve toplumsal pratikten edindiği derslerle ileri sürdüğü tezlerin kaynağı ortaya konulamaz.

 Kaypakkaya diğer devrimci önderlerden farklı olarak Başkan Mao’nun “Dünya Halkları, Birleşin ve ABD Saldırganları ve Onların Ortalığa Salınmış Tüm Köpeklerini Alt Edin”10 mesajından etkilenmiştir. Kaypakkaya’nın ideolojik hattının şekillenmesinde bu süreç tartışmasız etkili ve giderek belirleyici olmuştur. Nitekim uluslararası alanda Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin, dünyayı sarsan ideolojik kasırgası ve bu kasırganın Türkiye’deki sınıf mücadelesi ile bütünleşmesi onun ideolojik-siyasal hattını yaratmıştır.11

 Pratikten çıkardığı dersleri MLM bilimiyle sentezleyerek coğrafyamız sınıf mücadelesine uygulamak onu diğer devrimci önderlerden ayıran ve komünist niteliğini kazandıran tayin edici meseleydi.12

Kaypakkaya ’71 devrimci önderlerinin geçmişle hesaplaşmasında kendi duruşu ve rengiyle yer aldı. Ancak Kaypakkaya’yı ’71 silahlı devrimci önderlerinin “kendilerine sunulan”la hesaplaşmasından ayıran en temel özellik, onun ’71 “kopuşunun içinde kopuşu” temsil etmesi ve ’71 devrimci çıkışının komünist yüzünü oluşturmasıdır.

Kopuş…

Kaypakkaya, “kopuştan kopuş” demektir. ’71 devrimci önderleri, kendilerine devrimcilik adına sunulandan kopar ve başta silahlı mücadele olmak üzere “müesses nizam”ın dışına çıkarlarken Kaypakkaya bununla yetinmemiş, o aynı zamanda teorik ve ideolojik düzlemde de bir kopuş gerçekleştirmiştir. Kaypakkaya, çağdaşı diğer devrimci önderlerden farklı olarak Kemalizm ve ulusal sorun konusunda ileri sürdüğü tezlerle bilinir ve savunulur.13 Genel ve oldukça yüzeysel bir değerlendirme yapıldığında ilk ifade edilen “fark”ların bu konularda ileri sürdüğü düşünceler olduğu ifade edilir.

Ancak Kaypakkaya denilince sadece bu görüşlerle yetinmek, Kaypakkaya’nın sistematik görüşlerine haksızlık etmek demektir. Elbette Kaypakkaya’nın bu meselelerde ileri sürdüğü tezler önemli birer ayrım noktası ve onun komünist niteliğinin somut birer ifadesidir. Ancak komünist niteliğinin sadece birer örnekleridirler. Dolayısıyla Kaypakkaya’yı sadece Kemalizm ve ulusal sorun konusundaki görüşleriyle “doğru” kabul etmek, onun bu görüşlerinin toplamda ideolojik çizgisinden, görüşlerinin sistematik bütünselliğinden koparmak demektir. Bu ise Kaypakkaya’nın komünist çizgisini eksik kavramak, onun bu görüşlerini ileri sürebilmesindeki diyalektiği görememek demektir.

Örneğin Kemalizm tahlili sadece bir “tarih değerlendirmesi” değil aynı zamanda hakim sınıfların devletinin yapısı, ideolojik şekillenişi anlamında sınıf mücadelesi içinde yer alanlar açısından tayin edici önemdedir. Bu konuda eksik ya da hatalı bir değerlendirme son tahlilde değerlendirme sahiplerini hakim sınıfların herhangi bir kliğinin peşinde “ilericilik” adına yedeklenme tehlikesini barındırır.

Dolayısıyla Kaypakkaya’nın görüşlerini kendi bütünselliği içinde kavramak ve savunmak gerekir. Onun Kemalizm ya da ulusal sorun konusundaki görüşlerini doğru kabul edip, bu görüşlerin ileri sürülmesinde tayin edici önemde olan MLM bilimini reddetmek, Kaypakkaya’nın köklerini reddetmek anlamına gelir. Zira Kemalizm konusundaki görüşünün parti anlayışından, kitlelerin devrimci mücadelesine yaklaşıma, devletin yapısından, silahlı mücadeleye kadar görüşleriyle birlikte değerlendirmek ve ele almak gerekir.

Ikicisi ise Kaypakkaya’nın Kemalizm ve ulusal sorun tezleri, bir devlet çözümlemesi olmasının yanında bir tarih tezidir. Tarih, TC rejiminin elinden alınıp, işçi ve emekçilerin eline bir silah olarak verilmiştir.14

Üçüncüsü, Kemalizm ve ulusal sorun bağlamında rejimin iki aşil topuğuna işaret ede[1]rek coğrafyamızda sınıf mücadelesinin başlıca çelişmeleri arasında yer alan bu konulara işaret etmektedir.15

 Öte yandan Kaypakkaya’nın tezleri mutlaka onun parti anlayışıyla birlikte ele alınmalıdır. Kaypakkaya’nın, parti anlayışı konusunda komünist partisinin adından, işçi sınıfının önderliği meselesine vb. kadar içinde yer aldığı örgütlenmeyle tartıştığı bir dizi mesele, onu ’71 devrimci önderlerinden temelde ayıran ve “kopuş içinde kopuş”u temsil etmesini sağlayan meselelerdir.16

Kaypakkaya’nın bizzat pratikten, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden çıkardığı dersler, onun içinde bulunduğu örgütten de kopmasını getirir.17

Pratikten çıkardığı derslerle mücadele içinde bulunduğu örgütü aşması, onun devrimci yönteminin doğal bir sonucu olduğu kadar çağdaşı diğer devrimci önderlerle arasındaki farkları, düşüncelerinin devrimciliği ve bütünselliğini göstermesi açısından önemlidir.18

Kaypakkaya sadece demokratik halk devrimi konusunda değil örneğin sosyalizm, proletarya diktatörlüğü gibi konularda da günümüzde geçerliliğini koruyan tezler ileri sürmüştür.19

Kaypakkaya, pratikten çıkardığı derslerle hem içinde bulunduğu örgütü eleştirmiş hem de diğer devrimci önderlerden, devrim anlayışı, işçi sınıfının önderliği vb. konularda kopuşunu netleştirmiştir.20

Bu dersler aynı zamanda ’71 devrimci önderlerinin silahlı mücadele ortak paydasında buluşmasına rağmen onlardan farklılığını ortaya koymaktadır. Kaypakkaya, devrimin şiddete dayalı olacağını savunmakla kalmamış aynı zamanda bu şiddetin, bir avuç aydın grubunun değil kitlelere dayanan bir temelde olması gerektiğini savunmuştur. Silahlı mücadele konusunda Kaypakkaya’yı ’71 devrimci önderlerinden ayıran nitel ayrım noktalarından biri de budur.

 Kaypakkaya, ’71 devrimci önderlerinden de koparken sadece teorik bir düzlemde kalmaz. Bu kopuşu pratik düzeyde de gerçekleştirir. Yoldaşlarıyla birlikte Türkiye Komünist Partisi-Marksist Leninist’i ve onun askeri örgütlenmesi olan Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu’nu; aynı zamanda da Türkiye Marksist Leninist Gençlik Birliği’ni kurar.21

Sonuç olarak Kaypakkaya’nın “kopuştan kopuş”u gerçekleştirirken ileri sürdüğü tezler bütünsel bir karakter taşır. Onun tarih tezi, devrim anlayışı, çalışma ve örgütlenme tarzı ve parti anlayışı diyalektik bir ele alışın ürünüdür. Bu diyalektik kavrandığı ölçüde İbrahim Kaypakkaya, Türkiye devrimci ve komünist hareketi için açtığı “yeni yol” kavranabilir ve anlaşılabilir.

Yeni Bir Yol…

Tarih ve sınıf mücadelesi, Kaypakkaya’nın ileri sürdüğü tezlerin bilimselliğini kanıtladı. Kanıtlamaya da devam ediyor. Katledilmesinin ardından geçen elli yıllık sürede sınıf mücadelesinin seyri, toplumsal mücadeleleri ortaya çıkardığı sonuçlar bunu fazlasıyla göstermektedir. Kaypakkaya, yaşadığı ve mücadele ettiği tarihsel kesitte, bütün varlığıyla sınıf mücadelesi ateşinin içine atıldı. Kısacık bir zaman diliminde o güne kadar söylenilmeyenleri söyledi, yapılmayanları yaptı. Yaptığınıda savundu.22 “Servat reliquias igni comburuntur.” (Ateşin içinde kalan, ateşe hizmet eder.)23

O; kendi dönemine kadar sönmeye yüz tutan ateşi harladı ve partisine yarım asır sonra bile halen rehberlik eden tezlerini sınıf mücadelesinin bu ateşi içinde oluşturdu.24

Tezlerini sınıf mücadelesi pratiği içinde oluşturduğu içindir ki günümüzde halen bu tezler sınıf mücadelesi açısından önemini ve güncelliğini korumaktadır.

 Bu önem iki türlüdür. Türk hakim sınıfları için aradan yarım asır geçmesine rağmen İbrahim Kaypakkaya halen tehlikeli ve tüm çabalarına rağmen söndürülemez ve saklanamaz bir meşale; Türkiye işçi sınıfı ve emekçi halkımızın özgürlük, bağımsızlık, sosyalizm mücadelesi için yol gösterici bir ışıktır. Bu anlamıyla Kaypakkaya’nın görüşleri “ateşten bir gömlek” gibidir. Kaypakkaya’yı komünist bir önder olarak görüp görüşlerinin doğrultusunda açtığı yeni yolda yürümek demek, Türk hakim sınıfları ve onların ideolojisiyle cepheden karşı karşıya gelmek, soluksuz bir savaş demektir.

Kaypakkaya demek; işçi sınıfı ve emekçi yoksul köylülüğün çıkarlarını savunmak, onları örgütleyerek demokratik halk iktidarı ve proletarya diktatörlüğü için mücadele etmek demektir.

Kaypakkaya demek; Türk-Kürt uluslarından ve çeşitli azınlık milliyetler ve inançlardan ezilen tüm kesimlerin sesi ve savunucusu olmak demektir.

Kaypakkaya demek; başta Aleviler olmak üzere ezilen ve yok sayılan inançlardan olmak ve inanç özgürlüğü için mücadele etmek demektir.

Kaypakkaya demek; coğrafyamızda Kürt ulusu başta olmak üzere baskıya uğrayan ulus ve azınlık milliyetlerden olmak ve Özgürce Ayrılma Hakkı’nın koşulsuz savunucusu olmak demektir.

Kaypakkaya demek; soykırıma uğrayan Ermeni-Rum-Süryanilerin örgütü olmak demektir.

 Kaypakkaya demek; kadın olmak, LGBTİ+ olmak ve ataerkil sisteme karşı mücadelenin tam ortasında olmak demektir.

Kaypakkaya demek; kapitalist rant uğruna yağmalanan, talan edilen derelerin şırıltısı, dağların yankısı, ovaların sesi olmaktır.

Kaypakkaya demek; “dilsiz” sokak hayvanlarının, tüm canlıların sesi olmak demektir.

 Kaypakkaya demek; “kimsesizin kimsesi olmak”; zalimin, sömürücünün, vurguncunun, tacizci ve tecavüzcünün, faşizmin, feodalizmin, ırkçılığın şovenizmin, ataerkinin, emperyalizmin ve her türden gericiliğin düşmanı olmak demektir...

Ölümsüzlüğünün 50. yıldönümünde Kaypakkaya olmak demek onun “bayatı atıp tazeyi almak”tan25 “eski gömleği yeni ve temiz gömlekle değiştiren” 26 devrimci yöntemini kullanarak sınıf mücadelesinin engin denizi içinde yer alıp, büyük küçük demeden ezilen kitlelerin devrimci, demokratik mücadelesiyle ilişkilenerek Demokratik Halk Devrimi nehrine kanalize etmek demektir.

 Türkiye devrimci hareketinin ’71 çıkışının komünist yüzünü oluşturan ve “Aut viam inveniam aut faciam” (Ya bir yol bulacağız ya da bir yol yapacağız) 27 diyerek sınıf mücadelesi ateşinin içine tüm varlığıyla atılan Kaypakkaya mücadelesine “eski gömleğini çıkarıp temiz çamaşırları giyerek” başlamıştır. Eskiyene, çürüyene, bayata, statükoculuğa, dogmatizme karşı mücadele ederek “burjuva karargahları bombalayarak” tarih sahnesine çıkmıştır.

Kaypakkaya’yı anlamanın ve anmanın ilk adımı, onun yöntemini kavramaktır. Nerede bulunursak bulunalım, hangi alanda ya da bölgede yaşarsak yaşayalım, safımızı işçi sınıfından ve ezilen halklardan yana belirlemişsek, ilk önce yapmamız gereken, kitlelerin hareketliliği içinde yer almak, sınıf mücadelesine bütün varlığımızla atılmaktır. Kitlelerin mücadelesinden devrimci sonuçlar çıkarmak ve devrimci mücadeleye yükseltmek önceliğimiz olmalıdır.

Kaypakkaya’ya yapılacak en büyük kötülük, onu dogmatik ele alıp sınıf düşmanlarına vuran bir silah olmaktan çıkarmaktır. Tarihin ve sınıf mücadelesinin seyri karşısında bu türden anlayışların bir hükmü yoktur. Çünkü; Kaypakkaya’nın Türkiye devrimi için ileri sürdüğü tezler, dondurulup kendisini vuran paslı bir silaha dönmeyecek ka[1]dar kitlelerin mücadelesinden, Türkiye devriminin gerçeklerinden damıtılmıştır.

Kaypakkaya’nın devrimci yöntemi ve MLM bilimi! Kitlelerin devrimci mücadelesi içinde yer almak ve bu mücadeleleri MLM bilimi ile sentezlemek: İşte “mucizenin” kaynağı, Kaypakkaya’nın “sır”rı ve zaferimizin teminatı!

Hiç kuşkusuz ki Kaypakkaya tam da bu nedenle; sınıf mücadelesi, işçi sınıfı ve ezilen halklar var oldukça, enternasyonal proletaryanın bilimi yaşadıkça ileri sürdüğü tezleri hakim sınıflar açısından tehlikeli olmaya, işçi sınıfı ve ezilen halklar açısından ise yol göstermeye devam edecektir.

 Özel mülkiyet dünyası ve sınıflar mücadelesi var oldukça Kaypakkaya yaşayacak ve savaşacaktır. Kitleler, sınıf mücadelesi ve parti var olduğu sürece bu üstü yırtık ve yamalı kahve renkli kasketli genç komünist önder yaşamaya ve savaşmaya devam edecektir!

Dipnotlar

  1. 29 Ocak 1973 Tarihli Savcılık İfadesi
  2. 2- “Türkiye’de komünist mücadelede şimdiki halde en tehlikeli olan Kaypakkaya’nın fikirleridir. Onun yazılarında sunduğu görüşler ve öngördüğü̈ mücadele metotları için hiç çekinmeden ihtilalci komünizmin Türkiye’ye uygulanması diyebiliriz.” (TKP-ML Dava Dosyası, MİT Raporu, 1973)
  3. 3- Üstelik Kaypakkaya bu durumun farkındadır: “Şimdi iyi biliyoruz ki, bizim Kema[1]lizm konusundaki yargılarımız, Çetin Altan, D. Avcıoğlu, İlhan Selçuk’tan tutun da TİP, M. Belli, H. Kıvılcımlı, TKP, THKP-THKC, THKO ve Şafak revizyonistlerine ka[1]dar, bütün burjuva ve küçük burjuva örgüt ve akımlarını öfkeyle ayağa fırlatacaktır.”
  4. 4- Günümüzde bu karşı devrimci saldırılara bir de Kaypakkaya’nın “işkencede öldü[1]rülmediği tartışmaları” eklenmiştir. Böyle bir tartışma elbette gereksizdir ancak ma[1]sum değildir. Partimiz hiçbir döneminde Kaypakkaya’yı sadece ve sadece “ser verip sır vermeyen bir önder” olarak sahiplenmemiştir. Partimiz Kaypakkaya’yı ülkemiz[1]deki komünist çizginin yeniden örgütleyen önder olarak görmüş ve propaganda et[1]miş; Kaypakkaya’nın sadece işkencede direnen “yiğit bir devrimci” olduğunun pro[1]paganda edilmesinin onun komünist çizgisin eksik ya da hatalı kavranmasının ürünü olarak ele almış ve değerlendirmiştir. Kaypakkaya MLM biliminin ülkemizdeki temsilcisi olduğu için sınıf düşmanlarınca katledilmiştir. Tersi de doğrudur. Kaypakkaya’nın sınıf düşmanlarına taviz vermemesi ve katledilmesi onun komünist kimliğinin doğrudan sonucudur.
  5. 5- Diğer tezleri bir yana Kaypakkaya, bir dönem içinde yer aldığı TİİKP revizyoniz[1]mi ve bu çizginin temsilcisi Doğu Perinçek’in iflah olmaz bir hakim ulus milliyetçisi olduğunu uzak bir öngörüyle ifade edip mahkum ederken; bu kişinin temsil ettiği çiz[1]ginin aradan 50 yıl geçtikten sonra günümüzde demir attığı konumu öngörmesi bir kehanet değil Kemalizm, ulusal sorun gibi son derece önemli meselelerde sınıfsal tu[1]tumu, MLM yaklaşımıyla ilgilidir.
  6.  6- Elbette Kaypakkaya herkes gibi bir insandı. Ancak Stalin’in Bolşevikler için ifade ettiğine benzer bir bicinde “özel tür”den bir insandı. Yetenekli ve zeki bir kişiydi. Döneminin mücadele arkadaşları onun okuma ve araştırmayı sevdiğini, keskin bir soyutlama yeteneği olduğunu ifade etmektedirler. Ayrıca başta olmak halk kültürü üzere, şiir ve edebiyata ilgisi olduğunu, şiir yazdığını ve müzikle ilgilendiğini, “aşık” olduğunu biliyoruz.
  7. 7- Bu ifadeler iddiasızlık değildir. Tam aksine gerçeğin devrimci temelde ifade edile[1]rek, iktidar hedefli mücadelenin doğru bir zeminde yükselmesi amaçlanmaktadır. Par[1]ti; Kaypakkaya gibi öndere ve onun komünist mirasına sahiptir. Bu miras, kitlelerin “atom bombasından güçlü” mücadelesiyle birleşebildiği, bu mücadeleler içinde yer alabildiği oranda gelişip güçlenecek, nihai hedefi olan iktidar sorununu çözecektir.
  8. 8- Denilebilir ki Kaypakkaya’nın en büyük düşmanı yine kendisidir! Bu genç komü[1]nist önderin devrimci yöntemini kavrayamayan, ileriye sürdüğü tezleri değişmez birer tabu olarak gören dogmatik yaklaşım ona ve komünist mirasına en büyük düşmanlığı yapmaktadır. Ölümsüzleşmesinin 50. yıldönümünde sınıf mücadelesinin andaki çeliş[1]kilerine yanıt olmak ve bu anlamıyla Kaypakkaya’nın devrimci yöntemini kullanmak yerine var olanla yetinilerek “Kaypakkaya savunuculuğu yapmak” onun komünist bir önder olarak ortaya çıkışını ve kendisini sürekli bir biçimde yeniden ve yeniden üretmesini anlamamak demektir.
  9. 9- Sadece bu da değil. ’71 devrimci önderleri silahlı mücadeleyi savunuyorlardı. Sa[1]vunduklarını pratikleştirmeleri nedeniyle de faşizm tarafından katledildiler.
  10. 10- 20 Mayıs 1970 tarihinde yayınlanan bu mesajda daha sonraki yıllarda çokça bili[1]nen ve kullanılan “Emperyalistler Kağıttan Kaplandır” tespiti de yapılıyordu.
  11.  11- Nitekim Kaypakkaya “Hareketimiz Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin ürünüdür” diyerek kurucusu olduğu partinin ideolojik hattının Marksizm-Leninizm-Maoizm ol[1]duğunu hiçbir tartışmaya yer vermeyecek netlikte ortaya koyar.
  12. 12- Kaypakkaya’nın dönemin Dev-Genç liderleri arasında daha “sağ”da görünen Pro[1]leter Devrimci Aydınlık saflarında yer almasının nedeni onun bir grup öncünün ya da düzen ordusunun darbesine değil kitlelerin devrimci eylemine güvenmesiydi. Ancak Kaypakkaya, revizyonist, pasifist PDA çizgisini de aşarak bu yapıdan ayrılmış ve yoldaşlarıyla birlikte TKP-ML’yi kurmuştur. Günümüzde Kaypakkaya’yı komünist olarak değerlendiren ve önder olarak gören çizgiler bulunmakla birlikte, Kaypakkaya’ya komünist niteliğini kazandıran Mark[1]sizm Leninizm ve onun günümüzdeki en yüksek aşması olan Maoizm bilimi savunulmadan Kaypakkaya savunulmaz. Partimiz Kaypakkaya’yı Türkiye, Türkiye Kür[1]distanı ve Ortadoğu coğrafyasında MLM biliminin komünist önderi olarak savunmaktadır.
  13. 13- Kaypakkaya’nın ilk makalesi, Kürt ulusal sorununu değerlendirdiği Aralık 1971 tarihli “Türkiye’de Milli Mesele” makalesidir. Kemalizm’i inceleyen makalesi ise “Şafak Revizyonizminin, Kemalist Hareket, Kemalist İktidar Dönemi, İkinci Dünya Savaşı Yılları, Savaş Sonrası ve 27 Mayıs Hakkındaki Tezleri”dir.
  14. 14- Kaypakkaya tezlerinde bu silahın öneminin farkındadır: “Komünistler, tarihin devrimci mücadelede silah haline getirilmesini çok iyi bilirler. … Komünistler, tari[1]hin devrimci mücadelede bir silah haline getirilmesini bilirler…. Bazı silahlar vardır ki, onu elinde tutanlar yenilmez bir güce sahip olurlar. Mesela, Marksizm-Leninizm[1]Mao Zedung Düşüncesi böyle bir silahtır. Kitlelerin devrimci tecrübeleri böyle bir silahtır. Bazı silahlar da vardır ki, onu elinde tutanlar, kendilerini yaralarlar: Yani silah geri teper ve kendisini elinde tutanları vurur. İşte Kemalizm böyle bir silahtır!”
  15. 15- Kemalizm bağlamında “hakim sınıflar içindeki çelişme” başlıca çelişmeler ara[1]sında yer alırken, ulusal sorun bağlamında “ezen ulusla ezilen ulus ve milliyetler ara[1]sında çelişme” TKP-ML 1. Kongresi’nde (2019) başlıca çelişmeler arasında yer almıştır.
  16. Kaypakkaya parti anlayışını, “TİİKP Program Taslağının Eleştirisi” (Ocak 1972) başlıklı makalesinde genişçe ifade eder.
  17. 17- Bu kopuş sonrasında Haziran 1972 tarihli “Şafak Revizyonizmi ile Aramızdaki Ayrılıkların Kökeni ve Gelişmesi TİİKP Revizyonizminin Genel Eleştirisi” başlıklı makalesini kaleme alır. TİİKP’ten koptuktan sonra hızla yeni bir örgütlenmenin te[1]mellerini atar.
  18. 18- Kaypakkaya bunun farkında olduğunu şu sözleriyle açıkça ifade etmektedir: “15- 16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve arkasından gelen sıkıyönetim, bazı kadroların bi[1]lincinde önemli bir sıçrama yarattı. Bu arkadaşlar, işçi hareketinden ve onu izleyen zor mücadele günlerinden önemli dersler çıkardılar.”
  19. 19- Kaypakkaya; “Sosyalist toplumda sınıflar ve proletaryanın diktatörlük aracı ola[1]rak devlet mevcut olmakla birlikte ne sömürü vardır ne de zulüm. Sömürü, sosyaliz[1]min inşasıyla birlikte ortadan kalkar. İlke: “Herkesten gücüne göre, herkese emeğine göre”dir. Herkesin emeğine göre aldığı bir toplumda sömürüden söz etmek, bu ilke[1]nin kavranmadığını gösterir. Zulüm ise, daha demokratik halk iktidarının (ki bu bir halk cumhuriyetidir) gerçekleşmesiyle birlikte ortadan kalkacaktır. Yani demokratik halk diktatörlüğü sisteminde de proletarya diktatörlüğü sisteminde de zulüm yoktur. … Komünizm dünyasının, “sınıfların kalmadığı bir dünya” olacağı doğrudur. Ama bundan ibaret değil. Komünizm dünyasında sınıflarla birlikte, uzlaşmaz sınıf çelişme[1]lerinin ürünü olan, hakim sınıfların diğer sınıflar üzerindeki baskı aracı olan, sosya[1]lizmde proletarya diktatörlüğünün aracı olan devlet de ortadan kalkacaktır. Çünkü, sınıfların tamamen ortadan kalkmasıyla proletaryanın artık devlete ihtiyacı kalmaya[1]caktır. Öte yandan, komünizm aşamasında yani, “bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdi[1]ği zaman; emek, sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayati ihtiyaç hali[1]ne geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimlerde gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman... toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: “Herkesten yeteneğine göre, her- kese ihtiyaçlarına göre!” (Marks).” (TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, Ocak 1972, II. Bölüm’den)
  20. 20- Onun 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’nden çıkardığı dersler bu anlamda dik[1]kat çekicidir. Örneğin; “İşçi hareketi, birinci olarak, devrimin şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi…. İkinci olarak, işçi hareketi, burju[1]va devlet teorilerine ağır bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu hakim sınıfların ordu[1]sundan beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi…. Üçüncüsü, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, gerçek kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi. Ve bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük-burjuva akımlarına ağır bir darbe indirdi…” demektedir.
  21. 21- Bu yan örgütlenmelere ek olarak Partisi, 1. Kongresi’nde (2019), Komünist Ka[1]dınlar Birliği (KKB) kuruluşunu ilan etmiştir.
  22. 22- “Ben, bütün bunları samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğrunda yaptım. Ve sonuçtan pişman da değilim. Asla pişman olmadı. Ben, bu uğurda her tür[1]lü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım.” Kaypakkaya, 21 Nisan 1973 tarihli savcılık ifadesi
  23. . 23- Latince bir deyim
  24.  24- Partisi Kaypakkaya’nın programatik görüşler olarak ifade edilen tezlerini 1. Kongresi’nde (2019) bir programa kavuşturdu. Parti Programında sadece Kaypakka[1]ya’nın tezlerinden değil aynı zamanda onun katledilmeden önce kaleme aldığı son yazı olan “savunma Taslağı”ndan da hareket edildi.
  25.  25- “Şafak Revizyonizmi ile Ayrıldığımız Başlıca Noktalar”, DABK Şubat Kararı’ndan
  26. 26- TİİKP Program Taslağı Eleştirisi, Ocak 1972, II. Bölüm’den
  27. 27- Filler ile Alpleri geçmenin imkansız olduğunu söyleyen Kartacalı komutanlara, Hannibal Barca’nın (MÖ 247-MÖ 183) cevaben söylediği ifade edilen Latince deyim
  28.  İbrahim Kaypakkaya Yaşıyor ve Savaşıyor!
  29.  Elli Yılın Deneyim ve Birikimiyle Kazanacağız!
  30. Yaşasın Partimiz TKP-ML, Halk Ordumuz TİKKO, Kadın Örgütümüz KKB ve Gençlik Örgütümüz TMLGB! Yaşasın Marksizm-Leninizm-Maoizm!
  31. TKP-ML MK Ocak 2023

Sayfalar